Geçen
akşam Jordan Peterson ve Slavoj Žižek, Toronto’daki Sony Centre’da bir münazara
gerçekleştirdi. Münazaranın başlığı “Mutluluk: Marksizmle Kapitalizm Karşı
Karşıya” idi. Münazara, her bir katılımcının yarım saat sunum yapmasına,
ardından birbirlerine on dakikalık kısa cevaplar vermesine imkân verecek
şekilde programlanmıştı. Sohbet, seyircilerden gelen birkaç soru ile sona erdi.
Yaklaşık
üç saat süren etkinliğin gerçekleştiği salonda boş koltuk yoktu. “Yüzyılın en
hararetli tartışması”na tanıklık etmeyi umanlar, dostane ve samimi bir fikir
alışverişiyle karşılaştılar. Akşam boyunca iki konuşmacı da birbirlerinin
fikirlerine ne çok katıldıklarını, birbirlerine ne denli hayran olduklarını
dile getirmek için hiçbir fırsatı kaçırmadı. Bilhassa Peterson, Žižek’in
karizmatik performansından ve “karmaşık argümanlar”ından etkilendiğinden dem
vururken, Žižek ise Peterson’ın politik doğruculuk eleştirisi, ayrıca
argümanlarını sert ve kavgacı bir üslupla dile getirişi üzerinde durdu.
Söylemeden
geçmeyelim. Žižek, tabii ki Peterson kadar nefret edilecek bir isim değil.
Gelgelelim münazara, bizim solcu aydınımızın Marksistlerin epey uzağına düşmüş
olduğunu, ayrıca özgürlük ve adalet adına söz söyleyecek gerçek bir Marksist
politikaya neden muhtaç olduğumuzu ortaya koydu.
Peterson’ın
Marx’a Dair Görüşleri
Peterson,
otuz dakikalık giriş konuşmasının neredeyse tamamında Komünist Manifesto’ya
saldırdı. Münazaraya hazırlıklı gelmiş olan Peterson, Manifesto ve
Marksist ideoloji ile ilgili on önermesini aktardı. İlk önce Marx ve Engels’in
varoluşa dair asli meseleleri sınıflar mücadelesine indirgemesinin yanlış
olduğunu söyledi. İddiasına göre Marx ve Engels, hiyerarşinin biyolojiyle sıkı
sıkıya bağlantılı bir olgu olduğunu görememişti. Peterson, konuşmasında ayrıca
“proletarya diktatörlüğü”nün burjuva diktatörlüğünden daha iyi olup olmadığını
da sorguladı.
Birçok
isim gibi Peterson da Marx’ı kimlikçi bir düşünür olarak takdim etti ve onun
iyi ama ezilen işçi sınıfını kötü kapitalist sınıfın karşısına yerleştirdiğini
söyledi. Devamında ise toplumun komünizmde nasıl örgütleneceği meselesi
üzerinde durdu ve yürürlükte olan toplumsal sistemden bağımsız olarak,
iktidarın her daim az sayıda insanın elinde toplaşacağını söyledi.
Peterson,
ayrıca Marx’ı ekonomi zemininde eleştirmeye kalktı. İlk başta Marx’ın
kapitalizmin maddi bolluk ürettiğine dair sözlerini aktaran Peterson, ticari
zekâsı ve liderlik becerisi sayesinde kapitalistlerin topluma ekonomik değer
kattığını, sistemin yoksulluğu ortadan kaldırıp yoksullara yardım etmek için
çok şey yaptığını iddia etti. Her ne kadar kapitalizmin zengini daha fazla
zengin yaptığını kabul etse de Peterson, bir yandan da kapitalizmin yoksulları
da zenginleştirdiğini söyledi. Giriş konuşması, kâr peşinde koşmanın
kapitalistleri ahlâken disipline ettiğine, böylelikle onların işçilerine kötü
davranmadıklarına, kâr güdüsüyle hareket eden bir patronun işini ve işletmesini
kaybetme korkusuyla işçilerini asla sömürmeyeceğine dair sözleriyle sona erdi.
Peterson, argümanını şu cümleyle destekledi: “Aslolarak başka insanları
sömürmek suretiyle otoriter bir konuma yükselemezsiniz.”
Peterson’ın
Marksizmin temel ilkelerine dair sunumu, en hafif tabirle, komik ve
kabalaştırılmış cümlelerle dolu bir sunumdu. Dinleyende “bu adam Marksizmin ana
metinlerini hiç okumamış” hissi uyanıyordu.
Örneğin
insanların doğaları gereği hiyerarşiye ve sömürüye açık olduğuna dair
yorumlarını ele alalım: Marx ve Engels, tüm tarihin sınıflar mücadelesi tarihi
olduğunu söylerken tüm yazılı tarihi kastediyordu. Zira insanlar, milyonlarca
yıl sınıfsız yaşamışlardı. Küçük bir azınlığın çoğunluğun ürettiği artık emeği
temellük ettiği sınıflı toplum yakın bir tarihte oluşmuştu ve nispeten yeni bir
olguydu, ayrıca Marx ve Engels’e göre insanların doğayla kurdukları ilişkilerin
merkezinde gerçek hayatın üretimi ve yeniden üretimi duruyordu.
Tuhaf
bir şekilde Peterson konuşmasında daha da ileri giderek, Marx’ın yazılarında
“doğa” diye bir kategorinin bulunmadığını söyledi ki bu, tümüyle yanlış bir
tespitti. Daha Kapital’in ilk bölümünde Marx, emeğin insanlarla doğa
arasındaki temel ilişki, belirli bir emek formunun “ebedi doğanın dayattığı bir
gereklilik olduğunu, onsuz insan ve doğa arasında maddi herhangi bir değiş
tokuşun gerçekleşmeyeceğini, dolayısıyla hayatın olamayacağını” söylemekteydi.
Anlaşılan Peterson, bu cümleleri idrak etmesini sağlayacak olan Birinci Cilt’in
sonunu bile getirememişti.
Peterson,
hiyerarşi ile ilgili iddialarında sürekli hiyerarşi ile sınıflı toplumu
ilişkilendirdi. Ama konuşmasında bir sınıfın başka bir sınıfı sömürmesiyle
ilgili imtiyazının neden insanî varoluş için gerekli olduğunu ortaya koymadı.
Oysa Marx, sınıflı toplumun aşılması meselesinden bahsettiğinde aklında
insanların politik örgütlerin gerekli oluşuna bir son vereceğine dair bir fikir
bulunmamaktaydı. Marx’a göre politik “devlet”, sınıflı topluma ait bir organ
olarak özel bir anlama sahipti. Sınıflı toplumun aşılması noktasında insanlar,
hâlen daha yapıya ve örgüte muhtaç olacaklar, mücadele ve tartışma yoluyla
müşterek hususları ölçüp biçme, tartışma ve izini sürme gereği duyacaklardı.
Norman Geras’ın sık sık dillendirilen yedi tip iftiraya karşı Marx’ı savunmayı
amaç edinmiş olan makalesinde dile getirdiği biçimiyle, “komünizmde kamusal
iktidar formları, demokrasi ve seçim ilkelerine dayalı olacaklar”dı.
Peterson’ın
insan doğasını esasen günahkâr gördüğü, onu ilk günahla eşanlamlı kabul ettiği
açık. Dolayısıyla o, ezilenlerin mevcut durumlarını aşmaya dönük gayretlerinin
kaçınılmaz olarak şiddet ve ızdırap yüklü olacağını düşünüyor. Oysa bu,
insanların daha fazla şiddete yol açacak korkusu duymadan, mevcut koşullarını
kolektif olarak iyileştirmelerine veya adalet arayışı içine girmelerine mani
olacak bir yaklaşım.
Ayrıca
Peterson yanılıyor, çünkü Marx, işçi sınıfı mücadelesini hiç de kimlikçi bir
tarzda ele almıyor: sömürülen proleterler olarak kendi mevcut kimliklerini
ortadan kaldırmak, işçilerin çıkarına. Marx’a göre, sosyalist mücadele
dayanışma ve fedakârlık gibi idealizme ait kimi unsurları içerse bile
proletarya elbette bir melek değil; yüzlerce yıl sınıfsal sömürüye maruz kalmış
olmak insanları (Peterson’ın tabiriyle) “iyi birer insan” olarak hareket
etmekten alıkoyuyor. Sınıfsal uzlaşmazlığın yol açtığı bu türden meseleleri
Peterson’ın sığ ahlakçılığına ait zaviyeden ele alamayız, onları Marx’ın
bahsini ettiği yapıyla alakalı ifadeler ışığında değerlendirmek gerekiyor.
Diğer
bir mesele de kapitalistlerin değer ürettiği ile ilgili tespiti. Peterson, bu
noktada Marx’ın değeri gerekli emek zamanı olarak gördüğünü hiç mi hiç
anlamıyor. Burjuvazi, işçileri sömürmeden yani karşılığını ödemediği emekten
istifade etmeksizin değer üretemez. Dolayısıyla sömürü, kapitalistlerin ahlakî
bir ayıbı veya kusuru değil, kapitalistle işçi arasındaki yapısal ilişkiye
mündemiç olan bir olgudur. Peterson’ın kapitalistleri uygarlığın temel
kaideleri hâline getirmeye dönük gayreti milattan önce 503’te Roma konsülü olan
Menenius Agrippa’nın ayrılmak isteyen pleblere anlattığı ünlü “Mide ve Azaları”
masalına benziyor. Masalda vücuttaki organlar mideyi tembel bulup ona karşı
isyan ediyorlar, mide çalışmayınca vücudun durduğunu gören organlar mideyle bir
anlaşmaya varıyorlar.
Masalı
bırakıp biz devam edelim. Buraya kadar aktardıklarımızdan Peterson’ın Marx’ın
gerçekte söyledikleri konusunda epey cahil olduğu net bir şekilde anlaşılmıştır
umarız. Kendisi zeki bir avuç sağcı eleştirmen gibi Marx’ın düşüncelerini kabul
etmiyor ya da seyircinin anlaması için meseleleri basitleştiriyor değil,
basbayağı tartışmaya girmeye yetecek bilgiden bile yoksun.
Bugün
küresel kapitalizm bağlamında tüketim, ölüm oranları gibi başlıklarda
atalarımıza göre daha iyi durumda olmamız, kimi ilerlemelerin yaşanmış olması,
insanları kitleler hâlinde sömürüye ve yabancılaşmaya mahkûm etmenin bahanesi
olamaz. Peterson, dogmatik bir yaklaşımla, bu nispi ilerlemelerin serbest
piyasa sayesinde gerçekleştiğini, asla işçi sınıfının sömürüye karşı verdiği
mücadele, kamusal sağlıkla ilgili müdahaleler gibi başka gerçeklerden
kaynaklanmadığını söylüyor. Oysa iklim değişikliğindeki hızlanma da dâhil tüm
toplumsal sorunların ardındaki temel faktörlerden birisi de kâr güdüsü olduğunu
söylemeye bile gerek yok.
Mutluluğa
Karşı Birlik
Peterson,
klasik bir Marksistle tartışma içine girdiğini, münazaranın önemli bir kısmının
Marksizm merkezli ilerlediğini söylüyorken, Žižek farklı bir gündemle çıkıyor
sahneye. Otuz dakikalık giriş konuşmasında Žižek, Marx’tan hiç bahsetmiyor,
sadece “politik doğrucu” akademisyenlerin kendisini ve Peterson’ı nasıl
marjinalleştirdiğinden bahsediyor:
“Resmi
akademisyen cemaati Peterson’ı ve beni marjinalleştirdi, bunlar burada bizim
yeni muhafazakârlara karşı sol liberal çizgiyi savunacağımızı varsayıyorlar.
Gerçekten de öyle mi peki? Bana esas olarak sol liberaller saldırmıştır. LGBT
ideolojisine yönelik eleştirim konusunda yönelttikleri itirazları anımsamak
kâfi.”
Peterson’ın
ve kendisinin ortak bir düşmana sahip olduğunu tespit ettikten sonra Žižek,
konuşmasına farklı konu başlıklarını tartışarak devam etti. Bu başlıklardan
biri de Çin’deki ekonomik mucizeydi. Bu mucize, esasen serbest piyasa
demokrasisinin değil, otoriter kapitalizmin eseriydi. Žižek konuşmasında bir de
Bernie Sanders’ı radikal bir isim olarak takdim edip şeytanlaştırdı ve onun
“demode bir ahlakçı” olduğunu söyledi, ayrıca solun hatası konusunda “beyaz
liberal çokkültürcülüğün” suçlanması gerektiğinden bahsetti.
Žižek,
ayrıca göç krizinin “kapitalizmin özünde varolan çelişkiler”den kaynaklandığını
söyledi, fakat etkinliğin ilerleyen bölümlerinde açık sınır politikasına karşı
laflar sarf etti. Žižek, haklı olarak, mültecilere yönelik popülist nefretin
akıl dışı olduğunu söyledi. Ancak tuhaf bir biçimde, “mültecilerle ilgili
raporların doğru” olduğunu da iddia etti. Muhtemelen Žižek, konuşmasında
yabancı düşmanı olarak eleştirilmesine sebep olan, “şiddete meyyal”
mültecilerle ilgili önceki açıklamalarından bahsediyordu.
Bu
arada hakkını teslim edelim: Žižek, herkesi kapsayan sağlık ve eğitim
politikasına destek verdiğini, bu politikanın bireylerin yaratıcı
potansiyellerine açığa çıkartmasına imkân sağladığını ifade etti. Ayrıca Žižek,
iklim değişikliğinin birilerinin uydurduğu bir yalan değil, belirli bir biçim
altında somutlaşacak uluslararası işbirliği üzerinden mücadele edilmesi
gereken, insanlığa yönelik fiilî bir tehdit olduğunu kabul eden tespitler dile
getirdi.
Gelgelelim
tüm münazara boyunca Žižek, birkaç kez kendisinin kötümser olduğunu söyledi.
Žižek, mevcut solu hınç ve mağduriyet edebiyatı ile yüklü bir bataklık olarak
tarifledi. Marx’taki özgür ve şeffaf toplumsal ilişkileri savunan o iyimser
görüşe bağlı olmadığını ifade etti. Marx’taki bu görüşe karşılık Žižek ve
Peterson, insanların rasyonel olmadıkları, doğaları gereği kendilerini ve
hayatlarını baltalama, sabote etme eğiliminde oldukları iddiasında bulundu.
Üretim
güçlerini kapitalizmin boyunduruğundan kurtarmayla ilgili Marksist hedef,
Žižek’in üzerinde durduğu bir mesele değil. Onun varoluşçu tespitiyle
modernite, “özgürlük denilen asli yükü taşıma ihtiyacı”nı ifade ediyor. Eski
tip otorite olmaksızın bizler kendi yüklerimizden sorumluyuz, metalaşmış ve
hazcılaşmış bir dünyaya karşı anlam mücadelesi vermeye mahkûmuz. “Bizim zevk
verecek bir hayatta kalma pratiği için mücadele etmenin ötesine geçip anlamlı
bir davaya kavuşmamız gerekiyor.” Gelgelelim zevke ve hazcılığa karşı önerilen
bu türden bir varoluşsal çilecilik, Marx’ın insanî ihtiyaçların evrensel
ölçekte giderilmesiyle ilgili projesine ters. Ishay Landa’nın da tespit ettiği
biçimiyle mesele, tek başına tüketimciliğe değil, büyük çoğunluğa dayatılan kemer
sıkma politikaları temelli kapitalizm koşullarına karşı koymak.
Peterson
ve Žižek, konuşmaları boyunca sık sık çıkış noktalarının Yahudi-Hristiyan
gelenek (veya “Batı” geleneği) olduğunu söyledi, oysa bu, Hegel ve Marx’ın
rasyonalist geleneği değil, Kierkegaard, Nietzsche ve Heidegger’in varoluşçu
geleneği. Žižek, konuşmasında felsefi kahraman olarak Marx’ın karşısına Hegel’i
çıkarttığını söyledi fakat burada esasen diyalektik bir çözümlemeye maruz
bırakılmamış bir Hegelcilik söz konusu. Yani Hegel’deki çelişkiler, çözülmesi
mümkün olmayan karşıtlıklara dönüştürülüyor.
Žižek
ve Peterson’a göre, yabancılaşma kendi kendine olan, oluşan bir şey. Her iki
isim de insanlık hâlinin doğası gereği trajik olduğunu düşünüyor. İster
biyoloji, ister psikoanaliz isterse metafizik açıdan ele alalım, insanlığın
durumu trajediden ibaret. Temelde hepimiz, hangi politik ve ekonomik rejim
olursa olsun, hata yapmaya ve hayal kırıklıklarına mahkûmuz, bunlar alnımıza
yazılmış bir kere.
Münazara
ilerledikçe Peterson, Žižek’i Marksizm konusunda köşeye sıkıştırmaya çalıştı,
ondan Marx ile ilgili konumunu netleştirmesini isteyip durdu. Buna cevaben
Žižek, “komünizm” sözcüğünü kışkırtma amacıyla benimsediğini, gerçekte
kendisini komünist olarak tanımlamadığını söyledi. Žižek, konuşmasında bir
yandan da kendi kendisini sınırlayan, düzenlemelere, mevzuata tabi bir
kapitalizme ihtiyaç duyulduğundan dem vurdu. Konuşmasının hiçbir yerinde işçi
sınıfının kendi kendisini kurtarmasından bahsetmedi, sadece “insanları özgür
olmaya zorlayacak bir efendi”nin gerekli olduğu üzerinde durdu. Žižek, sahneye
teknokrat bir liberal olarak çıkmıştı, zira ona göre kitleler kendilerini asla
özgür kılamazlardı. İllaki onlara rehberlik edecek bir efendiye ihtiyaç vardı.
Peterson’sa bu tür fikirlerle derdi olan, onlarla çatışacak biri değildi.
Bilâkis kendisi de kapitalizmin sorunları olduğunu kabul ediyor, dizginlenmemiş
piyasalar fikrini asla desteklemediğini söylüyordu. Konuşmasında Winston
Churchill’i “kapitalizm muhtemelen en kötü sistemdir lâkin diğer tüm
sistemlerden de hâlâ daha iyidir” sözünü alıntıladı.
Etkinliğin
sonuna doğru Peterson, Žižek’i son bir kez daha zorladı. Ona kendisini
Marksizmle hâlen daha ilişkilendirip ilişkilendirmediğini sordu. Buna cevap
olarak Žižek, kimsenin anlamadığı bir yaklaşım dâhilinde, Marx’ın On
Sekizinci Brumaire ve Kapital’de geliştirdiği ince ve derinlikli
politik-ekonomik analizlerine sırayla atıfta bulundu. Ama bundan gayrı bir
kapsamlı bir savunma içine de girmedi.
İki
Hasım Kol Kola
Her
ne kadar Peterson, Žižek’teki karizmadan büyülenmiş görünse de onu asıl
etkileyen, Žižek’in Marx ve Engels’in temel argümanlarını olumlamayı reddetmesi
idi. Žižek solcular laflar sıralasa da Peterson’la birlikte, sınıflı toplumun,
toplumsal hiyerarşinin varlığını onayladı, ayrıca çekilen çilelerin kader
olduğunu söyledi. Onlara göre bizler, kapitalizmin yol açtığı ızdırapla tek tek
bireyler olarak ya da ruhsuz düzenlemeler aracılığıyla başa çıkabilir, asla bu
sistemi aşmayı umut bile edemeyiz.
Peterson,
konuşmasının bir yerinde Žižek’in iddialarının Marksizmle alakası olmadığını
daha çok “Zizekizm” gibi bir yönelimin ürünü olduklarını söyledi. Oysa
söylenenlerde hiç özgün bir yan yok: mevzubahis olan Zizekizm veya Petersonizm
değil, burjuva kötümserliğin eski metafiziği. Bu münazaranın iki
katılımcısından da kapitalizme alternatif olacak bir öneri işitmedik. Hatta
onların gerçek bir sistemsel alternatife inanmadıklarını ve böylesi bir
alternatifi istemediklerini gördük.
Esasen
Žižek ile Peterson arasında, John Locke’un aptal ve deli arasında tespit ettiği
fark kadar fark var: aptal, kendi önermelerinden yola çıkarak belirli sonuçlara
ulaşamazken; deli, görevine sadakat gereği, kötü önermelerden çıkarımda
bulunuyor. Buradaki ayrımda Žižek aptalı temsil ediyor, zira ondaki solcu
sözler Peterson’ın insanî varoluşla ilgili trajik görüşüyle paylaştığı felsefi
önermelerle asla uyuşmuyor. Deliyi temsil eden Peterson ise bu trajik
önermeleri alıp oradan, önermelerdeki mantık gereği, sosyalizm karşıtlığına
ulaşıyor.
Kim
bilir? Belki de bunca ortak yöne sahip olan bu iki insan arasında ileride güzel
bir dostluk başlar?
Sam Miller
Harrison Fluss
20 Nisan 2019
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder