Yaklaşık üç saat süren etkinliğin gerçekleştiği
salonda boş koltuk yoktu. “Yüzyılın en hararetli tartışması”na tanıklık etmeyi
umanlar, dostane ve samimi bir fikir alışverişiyle karşılaştılar. Akşam boyunca
iki konuşmacı da birbirlerinin fikirlerine ne çok katıldıklarını, birbirlerine
ne denli hayran olduklarını dile getirmek için hiçbir fırsatı kaçırmadı.
Bilhassa Peterson, Žižek’in karizmatik performansından ve “karmaşık
argümanlar”ından etkilendiğinden dem vururken, Žižek ise Peterson’ın politik
doğruculuk eleştirisi, ayrıca argümanlarını sert ve kavgacı bir üslupla dile
getirişi üzerinde durdu.
Söylemeden geçmeyelim. Žižek, tabii ki Peterson
kadar nefret edilecek bir isim değil. Gelgelelim münazara, bizim solcu
aydınımızın Marksistlerin epey uzağına düşmüş olduğunu, ayrıca özgürlük ve
adalet adına söz söyleyecek gerçek bir Marksist politikaya neden muhtaç
olduğumuzu ortaya koydu.
Peterson’ın
Marx’a Dair Görüşleri
Peterson, otuz dakikalık giriş konuşmasının
neredeyse tamamında Komünist Manifesto’ya
saldırdı. Münazaraya hazırlıklı gelmiş olan Peterson, Manifesto ve Marksist ideoloji ile ilgili on önermesini aktardı.
İlk önce Marx ve Engels’in varoluşa dair asli meseleleri sınıflar mücadelesine
indirgemesinin yanlış olduğunu söyledi. İddiasına göre Marx ve Engels,
hiyerarşinin biyolojiyle sıkı sıkıya bağlantılı bir olgu olduğunu görememişti.
Peterson, konuşmasında ayrıca “proletarya diktatörlüğü”nün burjuva
diktatörlüğünden daha iyi olup olmadığını da sorguladı.
Birçok isim gibi Peterson da Marx’ı kimlikçi bir
düşünür olarak takdim etti ve onun iyi ama ezilen işçi sınıfını kötü kapitalist
sınıfın karşısına yerleştirdiğini söyledi. Devamında ise toplumun komünizmde
nasıl örgütleneceği meselesi üzerinde durdu ve yürürlükte olan toplumsal
sistemden bağımsız olarak, iktidarın her daim az sayıda insanın elinde
toplaşacağını söyledi.
Peterson, ayrıca Marx’ı ekonomi zemininde
eleştirmeye kalktı. İlk başta Marx’ın kapitalizmin maddi bolluk ürettiğine dair
sözlerini aktaran Peterson, ticari zekâsı ve liderlik becerisi sayesinde
kapitalistlerin topluma ekonomik değer kattığını, sistemin yoksulluğu ortadan
kaldırıp yoksullara yardım etmek için çok şey yaptığını iddia etti. Her ne
kadar kapitalizmin zengini daha fazla zengin yaptığını kabul etse de Peterson,
bir yandan da kapitalizmin yoksulları da zenginleştirdiğini söyledi. Giriş
konuşması, kâr peşinde koşmanın kapitalistleri ahlâken disipline ettiğine,
böylelikle onların işçilerine kötü davranmadıklarına, kâr güdüsüyle hareket
eden bir patronun işini ve işletmesini kaybetme korkusuyla işçilerini asla
sömürmeyeceğine dair sözleriyle sona erdi. Peterson, argümanını şu cümleyle
destekledi: “Aslolarak başka insanları sömürmek suretiyle otoriter bir konuma
yükselemezsiniz.”
Peterson’ın Marksizmin temel ilkelerine dair
sunumu, en hafif tabirle, komik ve kabalaştırılmış cümlelerle dolu bir sunumdu.
Dinleyende “bu adam Marksizmin ana metinlerini hiç okumamış” hissi uyanıyordu.
Örneğin insanların doğaları gereği hiyerarşiye ve
sömürüye açık olduğuna dair yorumlarını ele alalım: Marx ve Engels, tüm tarihin
sınıflar mücadelesi tarihi olduğunu söylerken tüm yazılı tarihi kastediyordu.
Zira insanlar, milyonlarca yıl sınıfsız yaşamışlardı. Küçük bir azınlığın
çoğunluğun ürettiği artık emeği temellük ettiği sınıflı toplum yakın bir
tarihte oluşmuştu ve nispeten yeni bir olguydu, ayrıca Marx ve Engels’e göre
insanların doğayla kurdukları ilişkilerin merkezinde gerçek hayatın üretimi ve
yeniden üretimi duruyordu.
Tuhaf bir şekilde Peterson konuşmasında daha da
ileri giderek, Marx’ın yazılarında “doğa” diye bir kategorinin bulunmadığını
söyledi ki bu, tümüyle yanlış bir tespitti. Daha Kapital’in ilk bölümünde Marx, emeğin insanlarla doğa arasındaki
temel ilişki, belirli bir emek formunun “ebedi doğanın dayattığı bir gereklilik
olduğunu, onsuz insan ve doğa arasında maddi herhangi bir değiş tokuşun
gerçekleşmeyeceğini, dolayısıyla hayatın olamayacağını” söylemekteydi.
Anlaşılan Peterson, bu cümleleri idrak etmesini sağlayacak olan Birinci Cilt’in
sonunu bile getirememişti.
Peterson, hiyerarşi ile ilgili iddialarında
sürekli hiyerarşi ile sınıflı toplumu ilişkilendirdi. Ama konuşmasında bir
sınıfın başka bir sınıfı sömürmesiyle ilgili imtiyazının neden insanî varoluş
için gerekli olduğunu ortaya koymadı. Oysa Marx, sınıflı toplumun aşılması
meselesinden bahsettiğinde aklında insanların politik örgütlerin gerekli
oluşuna bir son vereceğine dair bir fikir bulunmamaktaydı. Marx’a göre politik
“devlet”, sınıflı topluma ait bir organ olarak özel bir anlama sahipti. Sınıflı
toplumun aşılması noktasında insanlar, hâlen daha yapıya ve örgüte muhtaç
olacaklar, mücadele ve tartışma yoluyla müşterek hususları ölçüp biçme,
tartışma ve izini sürme gereği duyacaklardı. Norman Geras’ın sık sık
dillendirilen yedi tip iftiraya karşı Marx’ı savunmayı amaç edinmiş olan
makalesinde dile getirdiği biçimiyle, “komünizmde kamusal iktidar formları,
demokrasi ve seçim ilkelerine dayalı olacaklar”dı.
Peterson’ın insan doğasını esasen günahkâr
gördüğü, onu ilk günahla eşanlamlı kabul ettiği açık. Dolayısıyla o, ezilenlerin
mevcut durumlarını aşmaya dönük gayretlerinin kaçınılmaz olarak şiddet ve
ızdırap yüklü olacağını düşünüyor. Oysa bu, insanların daha fazla şiddete yol
açacak korkusu duymadan, mevcut koşullarını kolektif olarak iyileştirmelerine
veya adalet arayışı içine girmelerine mani olacak bir yaklaşım.
Ayrıca Peterson yanılıyor, çünkü Marx, işçi sınıfı
mücadelesini hiç de kimlikçi bir tarzda ele almıyor: sömürülen proleterler
olarak kendi mevcut kimliklerini ortadan kaldırmak, işçilerin çıkarına. Marx’a
göre, sosyalist mücadele dayanışma ve fedakârlık gibi idealizme ait kimi
unsurları içerse bile proletarya elbette bir melek değil; yüzlerce yıl sınıfsal
sömürüye maruz kalmış olmak insanları (Peterson’ın tabiriyle) “iyi birer insan”
olarak hareket etmekten alıkoyuyor. Sınıfsal uzlaşmazlığın yol açtığı bu türden
meseleleri Peterson’ın sığ ahlakçılığına ait zaviyeden ele alamayız, onları
Marx’ın bahsini ettiği yapıyla alakalı ifadeler ışığında değerlendirmek
gerekiyor.
Diğer bir mesele de kapitalistlerin değer ürettiği
ile ilgili tespiti. Peterson, bu noktada Marx’ın değeri gerekli emek zamanı
olarak gördüğünü hiç mi hiç anlamıyor. Burjuvazi, işçileri sömürmeden yani
karşılığını ödemediği emekten istifade etmeksizin değer üretemez. Dolayısıyla
sömürü, kapitalistlerin ahlakî bir ayıbı veya kusuru değil, kapitalistle işçi
arasındaki yapısal ilişkiye mündemiç olan bir olgudur. Peterson’ın
kapitalistleri uygarlığın temel kaideleri hâline getirmeye dönük gayreti
milattan önce 503’te Roma konsülü olan Menenius Agrippa’nın ayrılmak isteyen
pleblere anlattığı ünlü “Mide ve Azaları” masalına benziyor. Masalda vücuttaki
organlar mideyi tembel bulup ona karşı isyan ediyorlar, mide çalışmayınca
vücudun durduğunu gören organlar mideyle bir anlaşmaya varıyorlar.
Masalı bırakıp biz devam edelim. Buraya kadar
aktardıklarımızdan Peterson’ın Marx’ın gerçekte söyledikleri konusunda epey
cahil olduğu net bir şekilde anlaşılmıştır umarız. Kendisi zeki bir avuç sağcı
eleştirmen gibi Marx’ın düşüncelerini kabul etmiyor ya da seyircinin anlaması
için meseleleri basitleştiriyor değil, basbayağı tartışmaya girmeye yetecek
bilgiden bile yoksun.
Bugün küresel kapitalizm bağlamında tüketim, ölüm
oranları gibi başlıklarda atalarımıza göre daha iyi durumda olmamız, kimi
ilerlemelerin yaşanmış olması, insanları kitleler hâlinde sömürüye ve
yabancılaşmaya mahkûm etmenin bahanesi olamaz. Peterson, dogmatik bir
yaklaşımla, bu nispi ilerlemelerin serbest piyasa sayesinde gerçekleştiğini,
asla işçi sınıfının sömürüye karşı verdiği mücadele, kamusal sağlıkla ilgili
müdahaleler gibi başka gerçeklerden kaynaklanmadığını söylüyor. Oysa iklim
değişikliğindeki hızlanma da dâhil tüm toplumsal sorunların ardındaki temel
faktörlerden birisi de kâr güdüsü olduğunu söylemeye bile gerek yok.
Mutluluğa
Karşı Birlik
Peterson, klasik bir Marksistle tartışma içine
girdiğini, münazaranın önemli bir kısmının Marksizm merkezli ilerlediğini
söylüyorken, Žižek farklı bir gündemle çıkıyor sahneye. Otuz dakikalık giriş
konuşmasında Žižek, Marx’tan hiç bahsetmiyor, sadece “politik doğrucu”
akademisyenlerin kendisini ve Peterson’ı nasıl marjinalleştirdiğinden
bahsediyor:
“Resmi
akademisyen cemaati Peterson’ı ve beni marjinalleştirdi, bunlar burada bizim
yeni muhafazakârlara karşı sol liberal çizgiyi savunacağımızı varsayıyorlar.
Gerçekten de öyle mi peki? Bana esas olarak sol liberaller saldırmıştır. LGBT
ideolojisine yönelik eleştirim konusunda yönelttikleri itirazları anımsamak
kâfi.”
Peterson’ın ve kendisinin ortak bir düşmana sahip
olduğunu tespit ettikten sonra Žižek, konuşmasına farklı konu başlıklarını
tartışarak devam etti. Bu başlıklardan biri de Çin’deki ekonomik mucizeydi. Bu
mucize, esasen serbest piyasa demokrasisinin değil, otoriter kapitalizmin
eseriydi. Žižek konuşmasında bir de Bernie Sanders’ı radikal bir isim olarak takdim
edip şeytanlaştırdı ve onun “demode bir ahlakçı” olduğunu söyledi, ayrıca solun
hatası konusunda “beyaz liberal çokkültürcülüğün” suçlanması gerektiğinden
bahsetti.
Žižek, ayrıca göç krizinin “kapitalizmin özünde
varolan çelişkiler”den kaynaklandığını söyledi, fakat etkinliğin ilerleyen
bölümlerinde açık sınır politikasına karşı laflar sarf etti. Žižek, haklı
olarak, mültecilere yönelik popülist nefretin akıl dışı olduğunu söyledi. Ancak
tuhaf bir biçimde, “mültecilerle ilgili raporların doğru” olduğunu da iddia
etti. Muhtemelen Žižek, konuşmasında yabancı düşmanı olarak eleştirilmesine
sebep olan, “şiddete meyyal” mültecilerle ilgili önceki açıklamalarından
bahsediyordu.
Bu arada hakkını teslim edelim: Žižek, herkesi
kapsayan sağlık ve eğitim politikasına destek verdiğini, bu politikanın
bireylerin yaratıcı potansiyellerine açığa çıkartmasına imkân sağladığını ifade
etti. Ayrıca Žižek, iklim değişikliğinin birilerinin uydurduğu bir yalan değil,
belirli bir biçim altında somutlaşacak uluslararası işbirliği üzerinden
mücadele edilmesi gereken, insanlığa yönelik fiilî bir tehdit olduğunu kabul
eden tespitler dile getirdi.
Gelgelelim tüm münazara boyunca Žižek, birkaç kez
kendisinin kötümser olduğunu söyledi. Žižek, mevcut solu hınç ve mağduriyet
edebiyatı ile yüklü bir bataklık olarak tarifledi. Marx’taki özgür ve şeffaf
toplumsal ilişkileri savunan o iyimser görüşe bağlı olmadığını ifade etti.
Marx’taki bu görüşe karşılık Žižek ve Peterson, insanların rasyonel
olmadıkları, doğaları gereği kendilerini ve hayatlarını baltalama, sabote etme
eğiliminde oldukları iddiasında bulundu.
Üretim güçlerini kapitalizmin boyunduruğundan
kurtarmayla ilgili Marksist hedef, Žižek’in üzerinde durduğu bir mesele değil.
Onun varoluşçu tespitiyle modernite, “özgürlük denilen asli yükü taşıma
ihtiyacı”nı ifade ediyor. Eski tip otorite olmaksızın bizler kendi
yüklerimizden sorumluyuz, metalaşmış ve hazcılaşmış bir dünyaya karşı anlam
mücadelesi vermeye mahkûmuz. “Bizim zevk verecek bir hayatta kalma pratiği için
mücadele etmenin ötesine geçip anlamlı bir davaya kavuşmamız gerekiyor.”
Gelgelelim zevke ve hazcılığa karşı önerilen bu türden bir varoluşsal
çilecilik, Marx’ın insanî ihtiyaçların evrensel ölçekte giderilmesiyle ilgili
projesine ters. Ishay Landa’nın da tespit ettiği biçimiyle mesele, tek başına
tüketimciliğe değil, büyük çoğunluğa dayatılan kemer sıkma politikaları temelli
kapitalizm koşullarına karşı koymak.
Peterson ve Žižek, konuşmaları boyunca sık sık
çıkış noktalarının Yahudi-Hristiyan gelenek (veya “Batı” geleneği) olduğunu
söyledi, oysa bu, Hegel ve Marx’ın rasyonalist geleneği değil, Kierkegaard,
Nietzsche ve Heidegger’in varoluşçu geleneği. Žižek, konuşmasında felsefi
kahraman olarak Marx’ın karşısına Hegel’i çıkarttığını söyledi fakat burada
esasen diyalektik bir çözümlemeye maruz bırakılmamış bir Hegelcilik söz konusu.
Yani Hegel’deki çelişkiler, çözülmesi mümkün olmayan karşıtlıklara
dönüştürülüyor.
Žižek ve Peterson’a göre, yabancılaşma kendi
kendine olan, oluşan bir şey. Her iki isim de insanlık hâlinin doğası gereği
trajik olduğunu düşünüyor. İster biyoloji, ister psikoanaliz isterse metafizik
açıdan ele alalım, insanlığın durumu trajediden ibaret. Temelde hepimiz, hangi
politik ve ekonomik rejim olursa olsun, hata yapmaya ve hayal kırıklıklarına
mahkûmuz, bunlar alnımıza yazılmış bir kere.
Münazara ilerledikçe Peterson, Žižek’i Marksizm
konusunda köşeye sıkıştırmaya çalıştı, ondan Marx ile ilgili konumunu
netleştirmesini isteyip durdu. Buna cevaben Žižek, “komünizm” sözcüğünü
kışkırtma amacıyla benimsediğini, gerçekte kendisini komünist olarak
tanımlamadığını söyledi. Žižek, konuşmasında bir yandan da kendi kendisini
sınırlayan, düzenlemelere, mevzuata tabi bir kapitalizme ihtiyaç duyulduğundan
dem vurdu. Konuşmasının hiçbir yerinde işçi sınıfının kendi kendisini
kurtarmasından bahsetmedi, sadece “insanları özgür olmaya zorlayacak bir
efendi”nin gerekli olduğu üzerinde durdu. Žižek, sahneye teknokrat bir liberal
olarak çıkmıştı, zira ona göre kitleler kendilerini asla özgür kılamazlardı.
İllaki onlara rehberlik edecek bir efendiye ihtiyaç vardı. Peterson’sa bu tür
fikirlerle derdi olan, onlarla çatışacak biri değildi. Bilâkis kendisi de
kapitalizmin sorunları olduğunu kabul ediyor, dizginlenmemiş piyasalar fikrini
asla desteklemediğini söylüyordu. Konuşmasında Winston Churchill’i “kapitalizm muhtemelen
en kötü sistemdir lâkin diğer tüm sistemlerden de hâlâ daha iyidir” sözünü
alıntıladı.
Etkinliğin sonuna doğru Peterson, Žižek’i son bir
kez daha zorladı. Ona kendisini Marksizmle hâlen daha ilişkilendirip
ilişkilendirmediğini sordu. Buna cevap olarak Žižek, kimsenin anlamadığı bir
yaklaşım dâhilinde, Marx’ın On Sekizinci
Brumaire ve Kapital’de
geliştirdiği ince ve derinlikli politik-ekonomik analizlerine sırayla atıfta
bulundu. Ama bundan gayrı bir kapsamlı bir savunma içine de girmedi.
İki Hasım Kol Kola
Her ne kadar Peterson, Žižek’teki karizmadan
büyülenmiş görünse de onu asıl etkileyen, Žižek’in Marx ve Engels’in temel
argümanlarını olumlamayı reddetmesi idi. Žižek solcular laflar sıralasa da
Peterson’la birlikte, sınıflı toplumun, toplumsal hiyerarşinin varlığını
onayladı, ayrıca çekilen çilelerin kader olduğunu söyledi. Onlara göre bizler,
kapitalizmin yol açtığı ızdırapla tek tek bireyler olarak ya da ruhsuz
düzenlemeler aracılığıyla başa çıkabilir, asla bu sistemi aşmayı umut bile
edemeyiz.
Peterson, konuşmasının bir yerinde Žižek’in
iddialarının Marksizmle alakası olmadığını daha çok “Žižekizm” gibi bir
yönelimin ürünü olduklarını söyledi. Oysa söylenenlerde hiç özgün bir yan yok:
mevzubahis olan Žižekizm veya Petersonizm değil, burjuva kötümserliğin eski
metafiziği. Bu münazaranın iki katılımcısından da kapitalizme alternatif olacak
bir öneri işitmedik. Hatta onların gerçek bir sistemsel alternatife
inanmadıklarını ve böylesi bir alternatifi istemediklerini gördük.
Esasen Žižek ile Peterson arasında, John Locke’un
aptal ve deli arasında tespit ettiği fark kadar fark var: aptal, kendi
önermelerinden yola çıkarak belirli sonuçlara ulaşamazken; deli, görevine
sadakat gereği, kötü önermelerden çıkarımda bulunuyor. Buradaki ayrımda Žižek
aptalı temsil ediyor, zira ondaki solcu sözler Peterson’ın insanî varoluşla
ilgili trajik görüşüyle paylaştığı felsefi önermelerle asla uyuşmuyor. Deliyi
temsil eden Peterson ise bu trajik önermeleri alıp oradan, önermelerdeki mantık
gereği, sosyalizm karşıtlığına ulaşıyor.
Kim bilir? Belki de bunca
ortak yöne sahip olan bu iki insan arasında ileride güzel bir dostluk başlar?
Sam Miller
Harrison Fluss
20 Nisan 2019
0 Yorum:
Yorum Gönder