15 Ocak 2016

,

Nefret

La Haine [“Protesto”] filmine övgüler düzülmesinin üzerinden çok zaman geçti. Bugün Fransa’nın Cezayir’i bir kez daha mahvettiği dönemde (1995) çekilen filmdeki karakterlere artık küfretmek moda. O sahte hümanist pozlara kimsenin ihtiyacı kalmadı. Sol, eksenini değiştirdi.

Slavoj Žižek, Yugoslavya’nın dağılması öncesine dair bir resim sunuyor: Aynı kahvede Hırvatların, Boşnakların ve Sırpların birbirleri hakkında, bizdeki Laz fıkralarına benzer fıkralar anlattıklarını, ama aynı kahvede muhabbetin bir biçimde sürdüğünü söylüyor. Devamında da Avrupa Birliği’nin geldiğinden, ortaya mülkiyet meselesini soktuğundan, herkesi böldüğünden bahsediyor.

Benzer bir hikâyeye Orta Anadolu köylerinde de rastlanıyor. Tapu Kadastro’nun tarla sınırlarını netleştirme girişimi, kardeşleri bile birbirine düşürüyor. Hatta bir Alevi, kasten köye Sünni bir memurun gönderildiğini ve bu bölme işleminin bilerek yapıldığını söylüyor. Bu kişi, yıllardır kardeşleriyle konuşmuyor.

Anlaşılan Žižek, Köln Saldırıları ile ilgili yazısında faş olduğu üzre, popülerlik kaygısıyla mıdır nedir, o Avrupa Birliği’nin aydını olmayı seçmiş. Yugoslavya’yı parçalayan AB, kendisine dişine göre bir aydın devşirmiş. Žižek, birliğin ne kadar ulvi, ulaşılmaz ve kıymetli olduğunu cümle âleme ilân edip duyuruyor. Bunu bir görev bellediği görülüyor. Kendi varlığını burada, bu birlik zemininde tanımlıyor. Eksen değiştiriyor.

Şimdi akın akın Müslümanlar geliyorlar. 1995’te çekilen Protesto filminde radikalizme ve devrimciliğe dair içi boş notlar çıkartıp rahat koltuklarında gevşeme imkânı bulanlar, bugün o filmde kısmen aktarılan gençlerin öfkesinden korkuyorlar. Bugün bu şiddeti nasıl kusacaklarının yollarını arıyorlar. İlk girişim de şuydu: filmin orijinal ismi “Nefret” idi, ama Türkçeye onu istismar etmek amacıyla La Haine kelimesi “Protesto” diye çevrilmişti.

En kolay yol da yirmilerle birlikte Nazilerin peşine takılan lümpen proletaryaya atfen, bugün herkese “faşist” demek. Rahat koltuklar, bu kelimeyi fısıldıyorlar. Sol, ulaşamadığı kitleye “faşist” diyor. Kitleden kopmanın adının artık sol olarak tarif edildiğini görmüyor.

Bu teknokrasi, diplomasi ve bürokrasiye kul edilmiş sol, kendisini AB kurullarıyla tanımlıyor. Avrupa Birliği yüce birlik hâlini boşa düşüren, değersizleştiren, temellerini sarsan ucu açık, kontrolsüz öfkeye karşı Žižek gibi aydınlarını ideoloji cephesine sürüyor.

* * *

Mazlum-Der’den arkadaşlar, geçen yıl AKP eliyle belirli mahallere yerleştirilen Suriyeli mültecilerin yerlerinden edilmesine şaşırıyorlar. Birkaç ay sonra mesele anlaşılıyor. Devlet, o mültecileri AB ile oturduğu masada koz olarak kullanıyor. O, bu hamleyi para koparmak ve Suriye, hatta Kürd siyaseti konusunda elini rahatlatmak için yapıyor.

Bugün internette solcular, “biz çalışmamıza Kürdlerin açlık grevi ile başladık” diye övünenler, sağda solda özyönetim dersleri verenler, Kemal Erdem isimli bir şahsın yazısını paylaşıyorlar.[2] Paylaşan, birkaç yıl önce “PKK silâh bıraksın” diyenler. Onca gevezelikten sonra yazar, sadede geliyor ve baklayı çıkartıyor: “HDP, AB üyeliği için mücadele etmeli.” Demek ki özyönetim varsa, özeleştiri de olabilmeli. Girilmesi önerilen AB, bugün Kürd’e “terörist” diyor, tel’in ediyor.

Žižek’in Gezi sonrası verdiği mülâkatta AKP’nin “Osmanlıcı” siyasetine övgüler düzmesi de bu yüce birlik düsturu ile alakalı. O Avrupaî birlikçiler, bugün “Aylan Kurdi’ye tacizci olacaktı, iyi ki öldü” diyen karikatürlere utanmadan arlanmadan hâlâ sahip çıkıyorlar.

Üstelik bu kişiler, Avrupaî orta sınıf kazanımları ve değerlerinin savunusunun verili burjuva devlete bağlanmak demek olduğunu bile anlamıyorlar ya da belki de gayet iyi anlıyorlar. Polisten fazla polislik yapıyorlar.

Köln polisi, saldırıların, tacizlerin arkasında göçmenlerin olduğu konusunda net bir ifadede bulunmuyor ama Žižek ve ahvadı, hemen savunmaya ve saldırıya geçerek, “göçmenlerin kendilerini kıskanan, haset eden faşistler” olduklarını söylüyorlar.

Bir de bunlar pro-feminist! Göçmenleri kendilerinde olan mallara sahip olmak isteyen, “Avrupa’nın vaat dolu topraklarına katılmayı arzulayan” güruh olarak resmeden Žižek’ler, kadını sırf orta sınıfa ait, sadece onun mülkü olan bir haz nesnesi, mülkü olarak görüyorlar. Dertleri kadına saldırı da değil, sadece mal olarak gördükleri canlının başkalarına yâr olması ihtimali. “Gerici faşist” göçmenler, o mülke göz koydukları için eleştiriliyorlar. Evde patronun yıllanmış şarabından, gizlice bir yudum alan hizmetçi gibi değerlendiriyorlar onları. Buna o patronlar adına sinirleniyorlar. Dolayısıyla Žižek, doğrudan Charlie Hebdo karikatürlerine bağlanıveriyor.

Bu tavır “bizim olanları aldı bu pis AKP’liler” diyen CHP’li burjuvazinin dümenine giren sola da sirayet ediyor. Esasında bu kıskançlık, haset ve nefret edebiyatı, her AKP karşıtı ideolojik gevezelikte bir biçimde güncelleniyor. AKP üzerinden devlet, bu sayede kendisini yoksul kesimde tahkim ediyor. Buna dair Žižek gibilerin bulduğu çözümse şu: “Eziklerin, her ne iseler o şekilde sesi olmak yeterli değil. Gerçek kurtuluş için, özgürlüklerine doğru (başkaları ve kendileri tarafından) eğitilmeleri gerekiyor.” Ekseni kaymış olan sol da bu eğitim meselesi üzerinden burjuva siyasetine bağlanıyor. Ulaş(a)madığı kitleye “faşist” diyerek, bir yerlere mesaj yolluyor, ayrıca kendi eğitimciliğine pay çıkartma imkânı buluyor. O ayaklanan Fransız göçmenleri de Fransız işçilerini de “faşist” diyerek karşı tarafa atmayı öğreniyor. Bunu AB kurullarının emriyle, o kurullara yaranmak, bir oturma izni, bir pasaport, bir dernekte başkanlık elde etmek için yapıyor.

Buradaki Müslümanlara “ezik patates” diyen TeorivePolitika türü sol çevreler, bu küçük burjuva kibri ve snobluğu bir biçimde paylaşıyorlar. Birinde zihnindeki bilgi yekûnu, diğerinde soyut bir “silâh”, bu kibrin ve snobluğun kılıfı oluyor. Oysa bu tür sol çevrelerin ne bilgiyle ne de silâhla bir alakaları var. İkisinden de veba gibi korkuyorlar.

Žižek gibiler, önce Avrupa Birliği aydını oluyorlar, sonra da bunun diyeti olarak, oradaki egemen kurguyu yaracak, çatlatacak her olasılığı zihinlerden savuşturmak için namluya sürülüyorlar.

Žižek açıktan söylüyor, kendisindeki bir tür Hristiyanlık övgüsünün 11 Eylül sonrası İslamî direniş üzerinden biçimlendiğini. O, bir yazısında şiddeti sadece devlete ortak olabilmiş orta sınıflara hak görüyor.[3] Avrupaî orta sınıfın dışında olanların şiddetini savuşturmak için çabalıyor. Buradaki küçük burjuvaya da sıcak gelen esasen bu: şiddetsiz şiddetçilik. Orta sınıf dışı kesimlerin nefretini, onun sıcaklığını enselerinin köklerinde hissediyorlar. Mesele bu.

Orta sınıf solcular, kendilerini var eden, onlara kudret ve varlık gerekçesi sunan devlete ve burjuvaziye halel getirmeyecek işler yapıyorlar. Teoriyi, ideolojiyi ve politikayı bu düzeye çekiyorlar. Devlet ve burjuvazi, her daim saldırı veya savunma hattını orta sınıflar şahsında kuruyor. O hatta yönelik her türden nesnel ve öznel saldırı, devrimcidir.

Eren Balkır
15 Ocak 2016

Dipnotlar:
[1] Slavoj Žižek, “Köln Saldırıları Müstehcen Bir Karnaval Versiyonuydu”, 15 Ocak 2016, Dünyadan Çeviri.

[2] Kemal Erdem, “PKK’nin Yanlış Stratejik Önceliği”, 6 Ocak 2016, Sendika.

[3] Slavoj Žižek, “Robespierre ya da Terörün İlahi Şiddeti”, 12 Haziran 2015, Komünizmin Güncelliği.

0 Yorum: