06 Ocak 2016

,

Charlie Hebdo Karikatürleri Geri Kafalı


Mahmud Mamdani Söyleşisi

Vidya Venkat
15 Ocak 2015

 

Arka kapağına Hz. Muhammed karikatürü koyan Fransız mizah dergisi Charlie Hebdo, Paris’teki bürosuna yapılan ve editörü Stephane Charbonnier dâhil on çalışanının hayatına mal olan saldırı sonrası İslamî köktencilerle kapışmaya karar verdi. Vidya Venkat, Good Muslim, Bad Muslim: America, the Cold War, and the Roots of Terror [İyi Müslüman, Kötü Müslüman: Amerika, Soğuk Savaş ve Terörün Kökenleri] isimli kitabın yazarı Kolombiya Üniversitesi’nde Antropoloji, Herbert Lehman’da Yönetim Profesörü olarak çalışan Mahmud Mamdani ile eposta yoluyla bir röportaj gerçekleştirdi. Mamdani dini eleştirmekle onu alaya almak arasındaki farkı izah ediyor. Dergide çıkan karikatürleri yeniden yayınlamakla sansüre karşı çıkmanın farklı şeyler olduğu üzerinde duruyor.

*  *  *

Charlie Hebdo’ya yönelik terör saldırılarından hemen sonra İslam’ı mahkûm eden bir harekât başlatıldı. Örneğin New Yorker’da çıkan makalesinde George Packer saldırılardan İslam’ı, sahip olduğu ilkeleri ve ona inananları sorumlu tuttu. Acaba burada soruna ilişkin yanlış bir teşhiste mi bulunuyoruz?

Kanaatimce George Packer’ın yazısı, düşünmeden, sırf tepki göstermek için kaleme alınmış bir yazı. Charlie Hebdo katliamı ile ilgili yeni bir şey söylemiyor. Elimizdeki bilgiler, bu eylemin paramiliter bir operasyon olduğunu ortaya koyuyor. Yereldeki bir birim eliyle gerçekleştirilmiş, hem planlama hem de icra noktasında belirli bir merkezden bağımsız yapılmış olsa da bu, karargâhın stratejisini hazırlayıp onay verdiği bir saldırı.

Cinayetlerin stratejik ve örgütlü bir askerî saldırı olarak görülmesi gerek. Bu hâliyle geçmişte Danimarka karikatürlerine verilen tepkilerde tanık olduğumuz kitle gösterilerinden farklı bir niteliğe sahip.

Charlie Hebdo mizahını ve hicvini savunanlar, “ifade özgürlüğü”yle ilgili kültürün paylaşılmasından ve desteklenmesinden dem vuruyorlar. Sizin bu konudaki düşünceniz nedir?

Muhaliflerin bir hakkı olarak ifade özgürlüğü hakkını destekleyenlerdenim. Ama bu, benim bu hakkın her özgül uygulama biçimini veya her muhalefet tarzını desteklediğim anlamına gelmiyor. Herkesin de bildiği üzere, ifade özgürlüğü tarihi çelişkilidir. Bu çelişkiyi “nefret söylemi” ile diğer ifade özgürlüğü formları arasındaki ayrımda görmek mümkün. Bazı devletler kanunen “nefret söylemi”ni yasaklarken, bazıları da kanunî bir yasaktan uzak durmakta, politik ve ahlâkî açıdan nefret söyleminin alanını daraltma işini topluma terk etmektedir.

Danimarka’da yayınlanan Hz. Muhammed karikatürleri ile ilgili yorumu kendisine sorulduğunda Alman romancı Günter Grass, bu karikatürlerin kendisine, geçmişte Almanya’da çıkan Der Stürmer’deki antisemitik karikatürleri anımsattığını söyler. New York Times’da çıkan mülâkatında Günter Grass devamında Der Stürmer’in yayıncısının Nuremberg’de yargılanıp idam edildiğini aktarır. Ruanda Soykırımı sonrası Aruşa’da yargılananlar arasında, radyoda çalışan bir gazeteci de bulunmaktadır. Kenya’daki Rift Vadisi’nde yaşanan kitle katliamında Uluslararası Ceza Mahkemesi, insanlığa karşı suç işleyenlerin listesini yayınlamıştır. Bunlardan biri de radyoda çalışan bir gazetecidir. Üç vakada da gazeteciler, nefret söylemini yaymakla suçlanmışlardır.

Ben şahsen politik ve entelektüel olanı hukukî olana tercih ediyorum. Ben her türlü sansüre karşıyım. Sizin düşündüğünüz her şeyi söyleme hakkınız olduğunu söylediğimde, sizin söylediğiniz veya yazdığınız her şeyi desteklemiş olmam. Ayrıca size katılmama hakkımı da mahfuz tutarım. Dolayısıyla, Charlie Hebdo’daki isimlerin çizdikleri karikatürleri yayınlama hakkını savunmak bir şeydir, onları destek amacıyla yeniden yayınlamak başka bir şeydir.

Charlie Hebdo’da çıkan kimi karikatürlerde de görüldüğü üzere, cinsel temalar üzerine kurulu, dine küfreden karikatürler Avrupa’da yeni bir olgu değil. Örneğin Britanya’da Penguin Yayıncılık tarafından yayınlanan Siné’ye ait karikatürler nezaketen, kanunî sınırlamaya tabi tutulup kaldırıldı. İslamî köktenciliğe karşı kolektif öfkelerini kusan ve terör saldırılarını sert biçimde mahkûm eden Batı’da bu türden bir taviz mümkün mü?

Batı toplumları, dayanıklı politik toplumlar inşa etme gayreti dâhilinde kendi içlerinde bir dizi tavizlerde bulunmuşlardır. Bu tavizlerin kapsamı ve niteliği politik açıdan tanımlanabilir. Nezaket gereği, büyük tarihsel öneme sahip mücadelelerde ateşkes çağrısı yapılmıştır. Birçok Batı ülkesinde dine hakarete mani olan kanunlar mevcuttur. Ama bunlar daha çok Hristiyan tarikatlarla sınırlı kanunlardır. Örneğin Britanya’da dine hakareti suç ilân eden kanunlar vardır, bu kanunlara başka Avrupa ülkelerinde de rastlanmaktadır, ama bu kanunlar İslam’a asla tatbik edilmemektedir.

İkinci Dünya Savaşı öncesi Yahudiler özel tipte bir hicvin alışıldık hedefleriydiler. Hicvetme hürriyetinin kurucu babası ve büyük savunucusu olarak görülen Voltaire, sıkı bir antisemitistti. Kaleme aldığı hicivlerin önemli bir kısmında hedef, Yahudiler ve Yahudilikti. Holokost sonrası Yahudiler, Batı’nın politik alanına dâhil oldular. Batı’da Yahudi-Hristiyan mirasından konuşmak bir alışkanlık hâlini aldı. Yahudilik ve Hristiyanlık arasında eskiden varolduğu düşünülen uzun soluklu çatışmadan artık eser kalmamıştı. Bugünse Fransa dâhil birçok Avrupa ülkesi, Holokostu inkâr etme girişimlerini suç kabul ediyor. Ama önemli bir kısmı Fransız Müslüman’ı olan Cezayir’deki kapsamlı sömürgeci katliamlar da dâhil, tüm bir sömürgeci soykırımını inkâr etme girişimlerini suç kabul eden tek bir kanuna rastlanmıyor.

Avrupa’daki politik ve toplumsal akit tarihsel planda bir evrime uğradı. Devlet, ateşli Hristiyanlarla seküler Hristiyanlar arasındaki çelişkiyi ılımlılaştırmak için kimi adımlar attı. Holokost sonrası bu akde Yahudiler de dâhil oldu. Avrupa’daki Müslümanlar, hiçbir zaman bu akdin bir parçası olmadılar. Avrupa’daki Müslüman azınlığın önemli bir kısmı Fransa’da, bu ülkenin yüzde onunu teşkil ediyor. Akdeniz kıyısındaki Marsilya’da bu oran yaklaşık yüzde otuz. Fransız toplumunun en zayıf ve haklarından en fazla mahrum edilmiş kesimi. El-Kaide veya diğer terörist hücrelerinde olandan daha fazla Müslüman var Fransız polis teşkilâtı ve güvenlik hizmetlerinde. Ama bunu kimse bilmez. Aynı zamanda Fransız elitleri içerisinde politik, ekonomik veya kültürel temsil düzeyleri de çok düşük. Bunun tek istisnası, başını efsanevi futbolcu Zinnedine Zidane’ın çektiği Fransız futbol takımı.

Müslümanları Fransa’daki toplumsal ve politik akde dâhil etmek elbette ki mümkün. Ama bu, büyük bir politik, entelektüel ve kültürel mücadeleyi gerekli kılacak. Ülkede güç merkezleri ve halk, Fransız ve Müslüman olmanın imkânlılığını, dindar bir Müslüman kadının Katolik bir rahibe gibi “hicab” giyebileceğini, örtünebileceğini kabul etmek zorunda. Bu türden dindarlığa ait bir eylemin kamusal alana katılım noktasında yasaklanmaması gerek. Başka bir deyişle, burada anlamlı bir yurttaşlık için verilecek politik bir mücadeleden bahsediyoruz aslında.

Penguin Yayınları’nın Siné karikatürlerini yayınlamasından bahsetmiştiniz. Danimarka karikatürleri tartışması ile ilgili olarak ben de bu konuya dair bir şeyler yazmıştım. 1967’de Britanya’nın önde gelen yayınevlerinden biri, Fransa’nın en ünlü karikatüristi Siné’nin karikatürlerinin İngilizce versiyonunu yayınlamıştı. Penguin'in bu Katliam edisyonunu takdim eden Malcolm Muggeridge’di. İçinde ruhban karşıtı, dine hakaretler eden, cinsel temaları da içeren bir dizi karikatür vardı. Hristiyanları gücendireceği gerekçesiyle şikâyetler artınca Allen Lane telaşla bir adım attı: dört kişiyle birlikte Penguin’in Harmondsworth deposuna gitti, bir römorka kitabın geri kalan nüshalarını doldurdu, götürüp yaktı. Ertesi gün Penguin alım satım departmanı, kitabın “baskısının tükendiğini” duyurdu.

Aynı makalemde bu tartışmayla alakalı başka bir vakaya da değinmiştim. ABD’deki Amos and Andy Show ile ilgiliydi. 1928’de radyo programı olarak başlayan program, 1951’de prime time’da TV’de yayınlanmaya başladı. 1953’te birkaç kanalda kendisine yer buldu. Her yıl Siyahi İnsanların Gelişmesi İçin Ulusal Birlik isimli örgüt, şov siyahlara ait ırkçı bir karikatüre yer verdi diye protestolar düzenledi. Karikatür “Siyahları aşağılık yaratıklar, tembel, aptal ve sahtekâr kişiler” olarak sunuyordu. Gösterideki tüm siyah karakterler “ya soytarı ya da dolandırıcıydı”. CBS, uzun zaman bu tepkilere ses etmedi, ta ki 1965’teki Watts isyanlarına kadar. CBS, bu isyanların ardından gösteriyi yayından kaldırdı. O günden beri CBS’e bağlı Amos ‘n Andy internet sitesinde “umarız Siyahlar kendilerine gülmeyi öğrenirler. Hep birlikte aydınlanırız da bu kadar küplere binmeyiz ve kendimize biraz daha fazla güleriz” yazıyor.

Bu “kendilerine gülmesini öğrenmesi gereken” insanlar, çoğunlukla provokatif karikatürlerin yayıncıların da işaret ettiği insanlar oluyor. Aynı cümlenin Danimarka karikatürlerini yayınlayanların ve Charlie Hebdo’daki karikatüristlerinin ağzından çıkmış olması muhtemel. Öyle ya, sorun hâlâ Müslümanlarda, mizah anlayışından yoksun olan onlar, demek ki tek çözüm Müslümanların kendilerine gülmesini öğrenebilmelerinde. İyi ama bir insanın kendisine gülmesi ile bir grubun kendisine gülmesi aynı şey değil. “Dine hakaret eden karikatürler” bahsine gelince, bence onlar “geri kafalı karikatürler”.

Charlie Hebdo ile ilgili süregiden tartışmadaki sorun, geri kafalılık ve bağnazlıkla dine hakaretin birbirine karıştırılması. Ben şahsen dine hakaret edebilen şeylerden yana olabilirim, ama geri kafalılara veya bağnazlığa ayıracak bir vaktim yok.

Dine hakaret, bir geleneği içeriden eleştirmeyi kapsayan önemli bir tarihsel pratiğin parçasıdır. Bu türden bir özeleştiri, kendine gülme becerisi, değişen gerçekler, âdetler ve zihinsel yapılar karşısında geleneklerin ve kültürlerin devam eden reform süreci için hayli gerekli. İslam’da geleneği içeriden eleştirme hakkı, içtihat olarak biliniyor. Bunun epey uzun ve saygın bir tarihi var.

Genelde modernitenin ortaya çıkışıyla birlikte bir toplumsal kurum olarak dinin insanların hayatları, genel manada tüm toplum üzerindeki hâkimiyetini yitirdiği varsayılıyor. Ama IŞİD gibi kimi yenilenmiş formları dâhilinde köktenci güçlerin ortaya çıkışı ile birlikte artık bizim toplumsal olguları biçimlendirmede dinin rolünü yeniden düşünmemiz gerekmiyor mu?

Sorunuzun öncülüne katılmıyorum, kusura bakmayın. Durkheim, dini kutsal ya da dünyevî tüm nesneleri ve eylemleri tanımlayan bir düşünce ve eylem tarzı olarak tarif ediyordu. Bu anlamda seküler dünya da aynı ölçüde dindar olabilir: devlet, resmî bir dinin yerini alabilir, bir bayrak ya da milli marş da kutsal birer nesne hâline gelebilir.

İkinci olarak, modernitenin barbarlık ve batıl inançtan (modernite öncesinden) bizleri kurtararak dünyayı medenîleştireceği anlayışının bizatihi kendisi bir batıl inanca dönüşmüştür. Modernite denilen eğilim, modern öncesi pratikleri ve kurumları modern politik projelerinin hizmetine koşmuş, ayrıca bu pratikleri ve kurumları politize etmiştir (dolayısıyla modernleştirmiştir). Seküler manada hem din hem de gelenek politikleşmiştir. Burada aklımıza Sovyet işgali esnasında Afgan cihadının yürütülebilmesi için Pakistan’da CIA’in medreseleri nasıl militarize ettiği gelsin.

Biz, politize olmuş dinin ve politize olmuş geleneğin yeniden diriliş süreci içerisinden geçiyoruz. Bugün “Avrupa”nın göçmenlere (esasta Müslümanlara) karşı savunulması noktasında örgütlenen partileri bir düşünün. Hristiyanlığı ve ABD’deki önemli politik nüfuzunu bir düşünün. Sonra hem İsrail hem de ABD’deki politik Siyonizme bakın. Hindistan Halk Partisi’ne ve Hindu geleneğinin savunulması için en kesin güvence olarak bir Hindu devleti tesis edilmesini isteyen sürüyle Sangh Sabha örgütü var, onlara bakın. Bir de aklınıza, İslam’a geri dönmenin bir güvencesi olarak “İslam devleti” isteyen radikal İslamcı gruplar gelsin.

Bence dünya genelinde nativizm, gelenek ve dinin diliyle konuşan hareketlerin dirilişine tanık oluyoruz. Hepsi gerici de değil. Bunların içeriğini hepsini bir çuvala atarak değerlendiremeyiz. Kanaatimce gelenek ve din içerisindeki tartışma, seküler ve dinî gelenekler arasındaki tartışma kadar önemli.

11 Eylül’den kısa bir süre sonra siz, “düşmanlardan birinin şiddetini onun kültürüyle ilişkilendirmek ancak kişinin kendisine hizmet eder. Bu da uzun vadede kişinin sorumluluklarından kurtulmasına yarar.” demiştiniz. Sizce Avrupalıların göç ve azınlıkların asimilasyonu politikaları (ya da bu yöndeki hataları) terörizme katkı sunuyor mu?

Fransızlar, kendilerini özgürlük, eşitlik, kardeşlik geleneğinin vasileri olarak görmeyi severler. Bu doğrudur, ama tüm gerçeği vermez. Fransızlar, aynı zamanda kendi geleneklerinin karanlık yanını, Hindiçini ve Afrika’daki sömürgecilik geleneğini de düşünmelidirler. Fransızlar, eski sömürgelerden gelen Cezayirlilerin, Kuzey Afrikalıların ve Batı Afrikalıların Fransa’da birer göçmen olarak bulunduklarını kabul etmek zorundadırlar. Bu göçmenler, esasında sömürgeciliğin yol açtığı sonuçlardan kaçtılar. Eğer çözüm olarak görülen Fransa da surat asarsa bu insanlar nereye gidecekler? Muhayyel bir İslam devletine mi? Kuzey Afrikalılar içerisinde ikinci veya üçüncü nesil hâlâ Fransa’da göçmen kabul ediliyor ki bu, bize sorunun gerçek niteliğine dair bir ipucu sunuyor? Sorun nerede, İslam devleti vaadinde mi, bugün Fransa’da yaşayan göçmenlerin gerçekliğinde mi, yoksa her ikisinde birden mi?

11 Eylül sonrasında bu ülkelerde İslamofobinin yoğunlaştığını düşünüyor musunuz, bu cinayetler bu konuda bir gerekçe sunmuş olabilir mi?

11 Eylül, merkezî olarak planlanmış, örgütlenmiş ve icra edilmiş bir eylemdi. Buna karşılık Charlie Hebdo, strateji ve onaylama süreci merkezî bir nitelik arz etse de, yerelde planlanıp icra edilmişti. Bu, bizim kabul etmemiz gereken bir fark. Danimarka karikatürlerine verilen tepki, kuşatıldıklarını ve bağnaz güçlerin saldırısına uğradıklarını düşünen sıradan Müslümanların sokak düzeyinde ortaya koyduğu bir tepkiydi. Charlie Hebdo katliamı ise bir askerî hücre eliyle gerçekleştirildi ve bir merkezden koordine edilip yönlendirildi. Bu, stratejik bir darbeydi, kendiliğinden cereyan etmiş bir gösteri değildi. Bu da görmemiz gereken ikinci farklılık.

Trajedi şu ki ne sol ne de merkez siyaset, verdikleri tepkilerin çıkış noktası olarak bu farkları ele aldı. Bu nedenle düşünmeden, sırf tepki olsun diye tepki göstermek, bugünün ana kuralı. Korkarım, hem entelektüel hem de politik liderliği sağa teslim edeceğiz. Eğer bu gelenek devam ederse İslamofobi, Fransa ve Avrupa’nın diğer kısımlarında muhtemelen entelektüel bir eğilim olmaktan çıkıp bir nefret hareketine dönüşecek.

Kaynak

0 Yorum: