Her ne kadar şampanya zaman içerisinde kariyerinde
sosyalizmin yerini almışsa da Christopher Hitchens, karşımızda duran en son
şampanya sosyalistidir. Öğrencilik günlerinde yoksullar için yürüyüp akşamları
zenginlerin sofrasına oturma âdetinden ötürü “Müraiçıns” olarak tanınan
Christopher, İngiltere’deki o asil bohemler ve üst sınıfa mensup muhalifler
geleneği içerisinde devlet okuluna gitmiş bir dönektir. Biraz daha erken bir
tarihte doğmuş olsaydı, muhtemelen soylu beylerin takıldığı Pall Mall
Kulübü’nün barında içki içen hovarda bir casus olacaktı.
Tıpkı mızmız bir çocuk gibi o, her şeyi istedi, hep de
bu istemenin hayrına vakıf olmayı arzuladı. Hitchens, New York’taki akşam
partilerinde Amerikalı yazar Saul Bellow’la ilgili nutuklar atarken,
Afganistan’daki mağaralarda çömelerek konuşmayı, bir yandan da dik durmayı
ihmal etmedi. İşkencenin her türlüsüne tahammül etti, Margaret Thatcher eliyle
su işkencesini de gördü, sırtına sopa da yedi. (Yediği patağa duyduğu
mazoşistik şükran duygusundan mıdır, yoksa Thatcher’ın Falkland Adaları’nda
batırdığı Belgrano gemisinden söz etmenin hayli güç olmasından mıdır nedir, bir
keresinde oyunu ona vermişliği de vaki). Ömrünü hep herhangi bir kişi olan
insanlara yaltaklanmakla geçirdi. Bunu yapmak da zor işti esasında, bir yandan
da o, her daim hâkim iktidarların bir kırbacı olarak kamuoyu nezdinde sahip
olduğu imajını muhafaza etmeyi bildi. Bu Büyük Muhalif’in ikiyüzlülüğün
kitabını yazdığı kesindi. Onun müesses nizamı diliyle dövme arzusuna ancak o
nizama ait olma konusunda duyduğu derin şevk denk düşebiliyordu. Korkusuz, sırf
kendisine hayran, ter nedir bilmeksizin dilbaz olmayı beceren, sürekli
kendisinin reklâmını yapan Hitchens, hep Norman Mailer’ın kavgacılığı ile Oscar
Wilde’ın nüktedanlığını birleştirmeyi bilen bir isim olageldi.
Muhtemelen bu kitap, Hitchens’ın makalelerinden
oluşan, ölümünden sonra karşımıza çıkacak son toplama eser. Kitabın ismi tuhaf.
Hitchens’ın üslubuna yakışmayacak ölçüde makul, “diğer yandan” deyip duran
tarafsız bir çalışma sunuyor bize. Meselelerin diğer yanını anlatmak, nadiren
göz kırpsa da, ona yakışan bir şey değil zira. Marksist geçmişini yankılayacak
biçimde, onunla birlikte Oxford otomobil fabrikasında bildiri dağıttığımız
günlere ait bir makale var kitabın içinde. İfrata varacak ölçüde övgülerle dolu
bir makale bu. Rosa Luxemburg’a dair. Hitchens, kitapta ayrıca İsraillileri de
dişlerinin arasına alıp parçalıyor. Tıpkı Tanrı ve Saddam Hüseyin gibi. Onun
için ikisi arasında bir fark yok. Arap çocuklarının başlarını parçalayan
emperyalist maceraları övmeye dünden hazır olduğuna göre, onun yüksek
mevkilerde gömülü olan yalancılığı da söküp çıkarmaya aynı ölçüde meraklı
olması gerek. Yalan makinesi oluşun küçük bir örneği, Hillary Clinton’la ilgili
berbat bir makalede karşımıza çıkıyor. Hillary Clinton, 1953’te ilk kez
Everest’e çıkan Sör Edmund Hillary’ye, “annem sizden sonra bana soyadınızı isim
olarak vermiş” diyor (oysa Clinton 1953’te altı yaşında).
Hitchens, tüm o şedit hâliyle taraflı bir düşünür.
Örneğin yozlaşmış Arap rejimleriyle ilgili böylesine hınç ve tutku ile
yazabilen gazeteci sayısı çok azdır. Öyle ki Araplara karşı yürüttüğü polemik,
İslamofobi kavramının liberal bir fantezi olduğu, burkanın Ku Klux Klan
üyelerinin giydikleri kukuletalarla kıyaslanması gerektiği konusunda çoğu
insanı ikna edebildi. O, kendisiyle çelişen bir mahlûk aynı zamanda. Şahin bir
liberal. Yani hem takdireşayan ilkeleri benimseyebiliyor hem de en tiksindirici
davaları güdebiliyor. Batı’nın Irak’a, Falkland Adaları’na ve başka yerlere
müdahalesini desteklemesi, onun cakasından geçilmeyen askerî geçmişine ait
değerleri ile despotizme yönelik solcu nefretini birleştirmesine imkân veriyor.
Amerikan yaşam tarzına dair aşırı idealize edilmiş yaklaşımından bahsetmeye
bile gerek yok. Babasının asker oluşunun Müslüman kanı içmek istemesiyle veya
ABD kültürüyle bütünleşmeleri için Afrikalı-Amerikalı gençlerin orduya girmesi
gerektiğine dair kanaatiyle bir alakası bulunmuyor. Sonrasında ise, yeterince
derinleşme imkânı bile bulamadan, pratiğe dökemediği o Troçkizm sularını terk
edip, Washington’daki neokonlarla sıkı fıkı olan biri hâline geliyor.
Hâl böyleyken böyle… Hitchens’ın kalemindeki canlılık
ve şevk çok az gazetecide mevcut. O, bar kuşlarının çenebazlığı ile edebiyat
ustasının akıcılığını harmanlıyor, elinden gelse fersiz bir cümle bile düşmez
kâğıda. Bu ustalığına karşın kitapta toplanan makaleler olağan ürünlerinden
nispeten daha hafif. Yazdığı o politik yazılar da yeniden basılmayı gerçekten
hak eden, fazlasıyla Washingtonlu bürokratların osuruğuna benziyor. Dickens’a
dair çok az çalışma var, bunlar da Naipul’a yönelik şiddetli saldırının
yanında, Hindistan’daki İngiliz idaresine karşı isyan edenlerin imhasına dönük
arzusuna duygusal yönden hayran olanlara ait. James Bond karakterinin
yaratıcısı Ian Fleming’e dair bir makale yazmış mesela. Fleming, Başkan
Kennedy’nin Fidel Castro ile birlikte idam edilmesine ilişkin uçuk kaçık
planlardan bahsediyor. Hitchens, bu makalede Fleming’i “insanın en aşağılık
yönlerine özel bir tutkuyla bağlı, her yanıyla sadist, narsist ve sapık biri”
olarak tasvir ediyor. Hitchens’ın eski kankası Salman Rüşdi ise, tahmin
edileceği üzere, göklere çıkartılıyor. George Orwell’ın bir zamanlar İngiliz
hükümetine komünizm sempatizanlarının bir listesini sunmuş olmasından ürkenler
de bir bir hırpalanıyor. Bir de kitapta mizah dozu yüksek, Noel karşıtı, uzun
bir tirat var. Hitchens, burada söz konusu bayramın ABD anayasasını ihlal edip
etmediğini soruyor. Sonrasında karşımıza Arthur Schlesinger’le ilgili bir
makale çıkıyor. Makalede, onun Richard Nixon’ın “yirminci yüzyılda Amerikan
siyasetindeki en büyük puştu” olduğunu söylediğinden bahsediliyor. Tabii ki
Hitchens buna itiraz ediyor ve on dokuzuncu yüzyılda “Nixon’ın sefilliğine ve
sahte sofuluğuna denk düşecek biri bulunmadığını” söylüyor.
Hitchens fiyakacı, kibirli ve kavgacı biri. Batının
üstünlüğüne iman ettiği de açık. Komik olduğu da inkâr edilemez bir gerçek.
Mesela bir yerde Kennedy’nin frengili olduğundan, her yanından cerahat
aktığından söz ediyor ve onun ömrünün kısa sürmediğini, aksine fazla uzun
yaşadığını söylüyor. George W. Bush ile ilgili yorumunda da onunla göz göze
gelme imkânı bulduğundan, çift değil tek camlı gözlük kullandığından
bahsediyor. Prens Charles’ın ise suratsız, yarasa kulaklı, çenesiz bir adam
olduğunu, hiç olgunlaşmamış bir çocuk gibi davrandığını, kraliyette kendisine
eşlik eden kadınlar konusunda da zerre zevke sahip bulunmadığını söylüyor.
Kitaptaki en komik makalede, kendi bedenine şekil
vermeye dönük sakarca çabalarını aktarıyor. O bedeni, patlamış, at kılından bir
kanepe minderine veya alelacele eski bir çoraba tıkıştırılmış bir kaputa
benzetiyor. Yüzünü de her yanı kepek olmuş kafa derisi misali, pudralanmış,
toza belenmiş bir şey olarak tasvir ediyor. Sonrasında ise bize şunları
söylüyor: “Tümüyle kalın kıllarla kaplı bir göğüs, ağır bir yağ katmanı, onun
kış koşullarını ayılara özgü boş vermişlik hissiyle geçirmesini sağlıyor.” Bir
ara spaya gittiğinden bahsediyor. Orada masajcı kadın, vücuduna hafif yeşil bir
şey sürüyor, sonra onu folyo ve çarşafa sarıyor. Bu deneyimini “aşçı yamağının
ellerinde servis edilen, Şili denizinden çıkma, buğulanmış levrek gibi
hissettim kendimi” şeklinde tarif ediyor.
Yazık ki her şey cigara misali beyhude. Hitchens,
cigaranın saadete değil, felâkete yol açtığını söylüyor. Hayata açgözlülükle
sarılıyor ve bilhassa ölmeyi çok zor bir şey olarak görüyor. Oysa o geri
kafalılığının diğer yanında göz alıcı bir cesaret duruyor. Hiciv ve kaliteli
mizahla, yeterince başa çıkamadığı dünyayı hemen terk ediyor. Acınacak biçimde,
FIFA’ya zehrini akıttıktan hemen sonra, nisyana gömülüyor. Militan bir ateist
olan Hitchens, sırf dünyada bir Hristiyan daha eksilsin diye son anda, ölüm döşeğinde
dine dönebileceğini söylüyor. Eğer bir Tanrı’nın olduğu sonucuna ulaşacak
olursa, bu bizim tatlı dilli Christopher’ımız, onunla tartışıp kendisini aklama
becerisini de haiz birisi.
Terry Eagleton
15 Ocak 2016
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder