20 Ocak 2016

,

Evla


Türk İslamcılarında görülen, Kur’an’ı Türklere inmiş bir kitapmış gibi ele alan yaklaşımları esasen bir tür “Yahudileşme” temayülü. Türk ve devleti merkeze alınınca, olmayan, içi boş küme olarak, mutlağa tahvil edilince, her şey güllük gülistanlık olacakmış zannediliyor. Sonra bu boş küme, ilahi bir gösterge olarak istismar ediliyor. Ardından, başını kaldıran Kürd’e “asabiyetçilik kavmiyetçilik” eleştirisi yapılıyor, itiraz eden Şii’ye de “meşveret” ile ilgili eleştiriler yöneltiliyor. Bu eleştiri ve itirazlar, o boş kümeyi, o göstergeyi mülk edinmenin kibri üzerinden vücud buluyorlar.

Bunların solcu versiyonları[1], “sosyalizm” sözcüğünü benzer bir yerden ele alıyorlar. Aynı kibirle, her şey düzleniyor, başını kaldıran, itiraz eden “sapma-sapık” derekesine düşürülüyor. Sürekli “mücadele ettiğin şeye benziyorsun” deniliyor. Mazlumun kudreti küçük görülüyor. Onun ancak zalim sayesinde, ona benzeyerek güçlenebildiği söyleniyor. Kudret havaya asılıyor, “kendini eşitleme!” diyen, zalim ve mazlumu eşitliyor.

Bir kısım solcu, “ezilen ulus milliyetçiliği-ezen ulus milliyetçiliği” ayrımı yapıyor. Milliyetçiliği şeytanîleştirdikten, altını oyduktan sonra, ezen-ezilen ayrımı hükmünü yitiriyor aslında. Ezen ve ezilen, kötü milliyetçilik düzleminde eşitleniyor. Bu düzleme ve eşitleme teşebbüsü, varolan milliyetin hâkimiyeti ve kibri üzerinden icra ediliyor. Mesele, varolan milliyetin düşünsel pratiğini kendince değiştirmek olunca, o sabit ve mutlak bir düzeye yükseltiliyor. Bunu bozan her şey tekfir ediliyor.

AKP, müesses nizamla arasındaki sahte ayrımı ortadan kaldırdıkça bir dönem ümmetin birliğine, ümmet coğrafyasının fetih ordusuna sancaktar olanlar, geri adım atıyorlar ve birden diriliş postacılığına[2] rücu ediyorlar. TRT pasaportu ile ücretli seyyahlık yapıyorlar. Burjuvaziye rota çiziyorlar. Birkaç sene önce dirilişin, uyanışın gerçekleştiğini düşünenler, bugün AKP’nin aks değiştirmesi sonucu, tabanı toparlama görevini üstleniyorlar. İçi boş bir hamle ile o tabanı yeniden İslamcılık çadırına tıkıştırmak istiyorlar. Cedelsiz gerçekleşen bu ricat, en fazla İslamî harekete zarar veriyor.

Bunlar, bugün utanmadan “kendi mensubiyetini başkasına üstün görme, başkasının mensubiyetini aşağılama” diyorlar. Üstelik bu lafları Kürdlere söylüyorlar. Nasıl bir yürekse, o dil, bu cümleleri AKP iktidarı için hiç kuramıyor. Güçleri devletle birlikte ancak mazluma yetiyor. Düşünsel kudret, bir anda devletin somut kudretine bağlanıyor. Oradan, mazlumun aklındaki, zihnindeki ve düşüncesindeki açıklara hamle yapılıyor. Geri çekilen herkes, bu soyut âlemde devlete kul edilmek isteniyor.

Sonra “çoğunluk aldatıcıdır” hükmünü unutuyorlar. “Halk” kelimesinin safında olunca meseleleri halledeceklerini düşünüyorlar. Müslüman çoğunluğun vasatına sesleniyorlar. O vasat, devletin “elinizden alırım” diye tehdit ettiği şeylerin ideolojisi olarak biçimleniyor. Haysiyetsiz, kişiliksiz bir varoluşa kapatılıyor.

O boş kümeye sürekli atıfta bulunarak, akıl, zihin ve düşünce örgüsündeki açıklara bakıyorlar. Bu üç pratiği, egemenlerin faaliyeti önünde diz çöktürmek istiyorlar. Akıl, zihin ve düşünceyi düzlerken eşitlenmek derdindeler ama bu talep, söz konusu düzlemde küfrü ve sömürüyü özgürce haykırmak için dile getiriliyor. “Halk” konusundaki tutarsızlık ve açık dile dökülünce Kürd’ün halk temelini oyabileceğini zannediyorlar. Meşveret, takva ve sömürü konusunda bir tutarsızlık göze çarpıyorsa, Kürd’e orası gösteriliyor. Devletin karşısında tek nefes olana, “kendi işine bak, kendince yaşa” deniliyor. Bu, devletten sürekli cülus bahşişi bekleyenlerin lafı oluyor.

Bu noktada birden “takva” sözcüğü akla geliyor. Ama o takva, Allah’ın mahlûkatına zulmedenlere itirazı asla içermiyor. Sonra Şiilerin karşısına “meşveret” sözcüğü ile çıkıyorlar. Bir açığı buluyorlar ve oraya hücum ediyorlar. Ama “Hakkâri’nin merkezinin neresi olacağına, oraya giden topun tüfeğin nereden alındığına, çocukların üzerine hangi mermilerin sıkılacağına, Taybet Ana’nın n’aşının sokakta kaç gün kalacağına, İsrail’le hangi elle tokalaşılacağına vs. meşveretle mi karar verildi?” sorusu hiç sorulmuyor.

Akıl, zihin ve düşüncedeki açıklar, efendilerin verili somut bütünü üzerinden belirleniyor. Dolayısıyla burada konuşan hep onlar oluyor. “Meşveret”, “takva”, “sosyalizm”, “halk” gibi kavramlar, somut insanların somut dertlerine somut tek bir ilâç bile sunmuyorlar. Bunlar, her zaman olduğu gibi bugün de somut insanların somut kavgalarına ihtiyaç duyuyor.

Amilcar Cabral, yoldaşlarına şu ikazı yapıyor: “Kimseye yalan söylemeyin, zafere kolayca varılacağı iddiasında bulunmayın.”

Bu İslamcılar ve sosyalistler yalan söylüyorlar; devletin koltuğu altında kolay zaferler vadediyorlar. Bunlarda meşveret, başkasına kör; takva, kendine Müslüman. Bunlarda “sınıf savaşımı”, küçük burjuva gevezelik.

Barışmayan “barış”, savaşmayan “savaş”tan evladır.

Eren Balkır
20 Ocak 2016

Dipnotlar:
[1] İlker Belek, “Akademisyenlerin ‘Barış’ Bildirisinin Hatası”, 18 Ocak 2016, Sol.

[2] Fatih Sevgili, “Türk ve Kürt İslamcıların Nesep-Irk Asabiyetiyle İmtihanı”, 20 Ocak 2016, Haksöz.

0 Yorum: