21 Ocak 2016

, ,

Demokrasideki Çatlaklar: Türkiye ve Hindistan Örnekleri

Modern toplum üç günahtan nefret eder: tembellik, hırsızlık ve itaatsizlik.

Zaman, tek bir saniyesi çöpe gitmeyecek şekilde taksim edilir. Çalışmak denilen şey, resmî düzeyde tayin edilmiş saatlerin ötesine taşar, akıllı telefonlarımız ve bilgisayarlarımızla devam eder.

Boş zaman bile çalışmanın parçasıdır. İnsanlar, çalışmak ve rahatlamak için tonla para harcarlar. Bir bankacı iseniz çalmak kabul edilir bir şeydir, ama eğer fakirseniz en büyük günahlardan birisidir.

Peki ya itaatsizlik? Galiba o günahlarının en kötüsüdür.

Devletin yapıp ettikleri aleyhine konuşmak affedilebilecek bir şey değildir, hatta bu ihanettir. İtaat etmeyen insanlar, tembel ya da hırsız insanlar gibi değildirler. Sisteme rahatsızlık vermekle kalmazlar, bir de ona sırt çevirirler. İtaatsiz, gerçek bir günahkârdır.

Tüm dünyada modern devletlerin, bir fikri olan, toplumsal düzeni kabul etmeyen bir itaatsize kucak açmayacağı kesindir. Onca karanlık hapishaneler diğer suçlular değil, onlar için inşa edilmektedir, zira onlar, herkesi kendi görüşlerine kazanmaktan hoşlanan kimselerdir.

İtaatsizler, bir seçeneğe sahip olduklarına inanırlar, eleştirilerini ve ütopyalarını dillendirirken asla kimseye boyun eğmezler. Sessiz kalmayı yediremezler kendilerine. Zira sessizlik bir baskı biçimidir. Bu sebeple onlar yerin dibine gömülürler ki ağızlarına mühür vurulsun.

Ortaçağ’a ait eski hükümler modern toplumlara sirayet etmektedir. Krala hakaret yasaklanır, bu yasak, hukuk veya demokratik yoldan seçilmiş bir lideri karalamama konusunda bir emir gibi işler.

Eleştiriye dönük ilk dönem modern toplumlardaki kaygı biçimleri, ihanete yönelik kökleri derinlere uzanan bir suçlama biçimine dönüşmüşlerdir. Eleştiri ile saldırı, muhalefetle ihanet arasındaki mesafeyi tanımlamak artık güçlünün işidir. İşine geldiğinde bu mesafeyi kapatmak, hain olmak şöyle dursun sadece eleştirilerini sunan insanları hapse atmak, güçlüye mahsustur.

Korkunun içinde debelenip duran rejimler, sıklıkla her türden muhalifi hain olarak damgalama konusunda en çok acele edenlerdir. Kendilerini güvende hissetmemeleri bu rejimleri tartışmadan önce silâha davranmaya iter. Bu rejimlerin liderleri kendilerinin şahsen tehdit edildiklerini ya da şu veya bu kişinin sorun teşkil ettiğini söylemek için çıkarlar sahneye.

II. Henry “bu işgüzar rahipten kim kurtaracak beni” diye sordu. Dalkavukları Thomas Becket’yi öldürdüler. O bir göz etti, dalkavuklar da hemen harekete geçtiler. Ölümle sonuçlanacak olay örgüsünü o kurdu, sonra da ölüm gerçekleşti. Devlet terörünün zincirlerinden boşanması terörizmle mücadele kisvesi ardında gerçekleşti.

Hindistan’da iktidarda bulunan parti de göz etti birilerine. Her yanda mebzul miktarda mevcut olan destekçileri MM Kalburgi, Govind Pansare ve Narendra Dabholkar gibi ilerici, komünist aydınları katletti.

Azınlıklara karşı uygulanan, dozu ince ince hesaplanmış şiddet korkunun zembereğini boşalttı. Hapishane kapıları ardına kadar açıldı. Tehditler savruldu dört bir yana. Artık korkutmak nizamın genel adıydı. Dilekçelere imza atan akademisyenlere “fikirlerinizden vazgeçin” denildi. Sanatçılar yıldırıldı. Toplumun ezilen kesimlerine mensup genç öğrencilere yerlerinde kalmaları söylendi.

Rohit Vemula isimli bir öğrenci, politik faaliyetlerinden ötürü okuldan atıldı. İntihar etti. Ardından şu notu bıraktı: “Doğumum ölümcül bir kaza.”

Bu, bir intihar mıydı yoksa dolaylı yollardan işlenen bir politik cinayet miydi? Hindistan sokaklarına bu ölüm karşısında öfkelenen öğrenciler aktı. Fikirlerini terk etmeyeceklerini haykırdılar.

İktidardaki partinin başında, kalkınmadan ve düzensizliğe karşı olduğundan bahsedip duran Narendra Modi isimli bir adam var. Ağzını her açtığında sürekli elektrik santralleri, uzay istasyonları, hidroelektrik barajları ve yüksek hızlı trenlerden bahsediyor.

Muhalifleri hiç sevmiyor. Muhalefet onun için lanetli bir şey. O ağızların mühürlü kalmasından, trenlerinse vaktinde kalkmasından hoşlanıyor. Tüm kampanya gruplarının kalkınmanın teşvik edilmesini istemediklerini söylüyor. Greenpeace onu özel olarak kudurtuyor.

Çevrecilik, dış güçlerin bir komplosu. Kesinlikle hoşgörülebilecek bir şey değil.

Bu konularda Hindistan yalnız değil. Türkiye de genel nizama bağlanma konusunda Hindistan’la aynı yolun yolcusu. Kürdlere karşı sürdürülen savaşın bitmesini talep eden, barış çağrısı yapan dilekçeyi imzalamış akademisyenler terörist olmakla suçlanıyorlar bugünlerde.

İstanbul’dan Ankara’ya tüm şehir üniversiteleri hedef alınıyor. Kocaeli Üniversitesi ve Abant İzzet Baysal Üniversitesi’ndeki profesörler gözaltına alınıyorlar.

Kamuoyunda daha fazla bilinen okullarsa polisin o ıslak parmaklarını hissetmiyorlar henüz. Onlar daha sinsi bir biçimde eziliyorlar. Yüksek Öğretim Kurumu peşlerine düşüyor. Okul içi kanallar üzerinden üniversite hocaları tek tek kovuluyorlar.

Aşırı sağın uzun zamandır hasretini çektiği aydın temizliği yöntemi bu. Söz konusu temizliğin amacı, sürekli muhalefet eden ve kitleleri aydınlatan aydınları işten atmak. Yeşil ışığı yakansa Batı. ABD, gözaltıların endişe verici olduğunu söylüyor, hemen ardından da “akademisyenlerin ifade ettikleri görüşlere katılmadığını” ifade ediyor.

Başka bir deyişle tüm bu gelişmeler, müzakerelerin barış için iyi bir yol olmadığını kabul etmek anlamına geliyor. Savaş, Washington için kuvvet ilâcı. Bu süreci kabul etmeyen, uzlaşmayan aydınlar da gözaltına alınmak ama öte yandan da görmezden gelinmek zorunda.

Suudi Arabistan ve Tayland gibi diğer ülkeler bu listeye dâhil değil. Onlar kendilerine has, daha derin meselelere sahip olan krallıklar. Bu tür ülkelerde yalan da olsa demokrasiye geçileceğine dair tek laf bile edilmiyor. Başlarında bir tane adam var. Neyin doğru neyin yanlış olduğuna, güneşin mi dünyanın yoksa dünyanın mı güneşin etrafında döndüğüne karar verme imtiyazı onlarda.

Onların aleyhinde konuşmak, yalan söylemek demek. Muhalefet imkânsız. Ağızlarını açanlar dayağı yiyorlar. Raif Bedevi ile Thanakorn Siripaiboon arasında hiçbir fark yok. Bunlar, konuşmanın mümkün olmadığı bir sistem aleyhine ağzını açma cüretini göstermiş gençler.

Misal Siripaiboon, Tayland kralının köpeğiyle alay etmiş. Bu, krala karşı işlenmiş suç kabul edilmiş. Ağza böylesi laflar almak imkânsız.

İyi ama Hindistan ve Türkiye’de demokrasi var. Bir demokraside muhalefet adaletin eşiğidir. Dilekçeler halka sunulmuş mektuplardır ve kamusal alanda eksik olan bakış açılarını izah ederler.

Bir dilekçe kaleme almak demokratik bir eylemdir. Terörizmin karşıtıdır. Dilekçe yazanları ihanetle suçlamak, demokrasiye açılan kapıyı kapatmak demektir. Böylesi bir suçlamada bulunmak, sözle silâh, devlete karşı silâhlananla devlete karşı ağzını açan arasında hiçbir farkın bulunmadığını söylemektir.

Bu, muhalefeti susturmaktır. Gerisin geri krallar çağına dönmektir.

Hindistan ve Türkiye demokrasinin kıyısında, sallanıp duruyor. Seçim yapmak kâfi değil, daha fazlası lâzım. İfade özgürlüğü, konuşma özgürlüğü, muhalefet özgürlüğü, tüm bunlar demokratik bir toplumun asgari unsurlarıdır.

Eğer bir devlet muhalefetini ezer, savaşı halka karşı onu korkutmak için bir silâh olarak kullanırsa, o vakit politik bir demokrasi olarak varlığını gene sürdürür ama toplumsal açıdan asla demokratik olamaz.

Vicay Praşad
21 Ocak 2016
Kaynak

0 Yorum: