Badiou’nün niyeti, Rousseau’daki radikal eşitlikçiliği
günümüz toplumunun hizmetine sunmak. O, eşitliğin en yüce ölçüt hâline
gelmesini istiyor, peki ama bu istek, sınıflara ayrılmış bir toplumda ne ifade
ediyor? Özgürleşme siyasetinin özü olarak eşitlikçilik şiarını öne çıkartanlar,
bu şiar ister Kant ister Jefferson isterse Rousseau tarafından dillendirilmiş
olsun, burjuva çağının eşitlikçi fikirlerinden ilham alıyorlar ve biçimci bir
eşitlik anlayışına sahipler.
Badiou, meseleye böylesi bir çözüm buluyor. Toplumsal
dönüşüme sırtını dönüyor ve eşitliği düşünce ve eylemin bir ilkesi olarak
işgören, düzenlemeye dayalı bir fikir hâline getiriyor. Bu noktada iki soru
akla geliyor: Bu tarz bir çabanın amacı nedir? Sömürüye dayalı üretim
ilişkilerinden kaynaklanan sınıfsal ayrışmalar üzerine kurulu bir toplumda bu
çaba nasıl etkili olabilir?
Infinite Thought [“Sonsuz
Düşünce”] isimli çalışmasında Alain Badiou, eşitlikten neyi kastettiğini ve
onun ne anlama geldiğini şu şekilde izah ediyor:
“[…]
Eşitliğin nesnel bir şeye atıfta bulunmadığını ifade etmek önemlidir. Burada
mesele, statülerin, gelirlerin, işlevlerin eşitliği ve hatta kontratlara veya
reformlara ait dinamiklerin daha az eşitlikçi olması değildir. Eşitlik
özneldir. Burada politik kitle hareketi üzerinden Mao Zedung’un veya halk
bilinci açısından Saint-Just’un ele aldığı eşitlikten bahsedilmektedir. Bu
eşitlik, artık kesinlikle bir toplumsal program değildir. Dahası, onun
toplumsal olanla da bir alakası yoktur. Eşitlik, politik bir şiar, bir
reçetedir.”[1]
Görünüşte burada radikal bir duruş sergilenmekte,
mutlağa dönük ısrarı dâhilinde hararetli bir dil kullanılmaktadır. Bu duruş,
kendi terimleri ve kendi ışığı ile yürümektedir. Badiou’ye göre eşitlik,
kolektifin kapasitesi, bir “öznel” meşguliyet meselesidir. Eyleme rehberlik
eden ve ona ilham veren, eşitlik şiarıdır. Badiou’nün yazılarında aktardığına
göre bu eylem, eşitliğin onu savunanlara ait olduğunu ve daha yüce görüşleri
tetiklediğini teyit eder. Politik orijinalite ve yaratıcılığın olağandışı momentlerinde
öznel eşitlik, yeni ölçütler ve referans düzlemleri üretir.
Bunda cazip kimi yönler bulunabilir. Oysa burada
mesele, söz konusu yaklaşımın burjuva toplumuna, sınıfsal ilişkilerine ve
altındaki sömürü ilişkilerine, ayrıca politik ilişkileri ile zulüm ve hâkimiyet
yapılarına hiç değmemesidir. Bu gerçekliğin kökünden dönüştürülmesi,
özgürleşmek için ondan kopulması gerekir. Badiou ise rehberi bilim olan
devrimci bir dönüşüm karşısında öznel eşitlik deneyimine imtiyaz bahşeder. Onun
diline doladığı eşitlik şiarı, belirli bir etkiye sahip olsa da, eşitlik
siyaseti için gerekli ölçütler karşılansa da, sömürüye ve zulme dayalı yapıları
ve ilişkileri ile toplum hiç değişmeden kalır.
Bu noktada Badiou’ye kulak verelim:
“[…]
‘statü’ ve ‘işlev’ denilen meseleler, politik bir reçete olarak eşitlik
karşısında ehemmiyetsizdirler. Açık konuşmak gerekirse, kitle hareketleri,
başkaldırılar ve devrimci patlamalar, yeni zincirlerin oluşmasına yol açarlar
ve ortak bir amacın belirlenmesini sağlarlar. Ama ‘statü’ ve ‘işlev’
ilişkilerini dönüştürmeksizin toplumda kadınların eşitsizliğinin üstesinden
gelmek imkânsızdır. Bu işi en üst seviyede yapmak ‘herkes için’deki ‘herkes’i
daraltmak demektir.”
Badiou, ısrarla eşitsizliğin bir “toplumsal program”
olmadığını söyler. Oysa eşitsizliğin gerçek manada üstesinden gelmek, radikal
dönüşümü öngören bir “toplumsal program”a ihtiyaç duyar. Bunun için burjuva
düzenin yıkılması gerekir. Oysa Badiou, bu işten artık tövbe etmiş bir isimdir.
“Devrimler çağı bitti” diyen Badiou, ekonomik faaliyeti bilinçli bir toplumsal
yöne göre sürdürmek, toplumsal planlama yapmak, toplumsal mülkiyet üzerine
kurulu yeni bir üretim tarzı olarak sosyalizmi kurmak gibi bir derde sahip
değildir. Eşitsizlikten kurtulmak, niteliksel açıdan farklı bir devlet türüne,
proletarya diktatörlüğüne ihtiyaç duyar. Bu devlet, tüm sömürüyü ortadan
kaldırmayı, eşitsizliğin köklerini söküp atmayı, zulmedici ilişkileri ve
bunların zihinlerdeki karşılıklarını yok etmeyi amaçlayacak, derinlere nüfuz
eden, kapsamlı yürütülen bir devrim için bir araçtır. Bu hedeflere tüm dünya
genelinde ulaşıldıktan sonra devlet kendi kendine mülga olacaktır.
Böylesi bir devrim tüm dünyada işleyen bir devrimdir
ve bu devrim, erkek üstünlüğüne son verecek, azınlık durumundaki milliyetlerin
eziyetini bitirecek, dünyadaki zalimle mazlum arasında mevcut olan yarılmayı
aşacak, nihayetinde bir insanlık toplumu kuracaktır. Bu toplum, artık uzlaşmaz
sınıflara ve sınırlarla bölünmüş ulus-devletlere sahip olmayacaktır.
Proleter devrim denilen tedbir karşısında Rousseau
çelimsiz bir isimdir. Badiou ise geçmişe ait bir görüşü benimseyip buna
komünizm gömleği giydirmeye çalıştığında daha da çelimsiz görünmektedir.
Bir de Badiou’nün Mao’nun kitle hareketlerine yönelik
yaklaşımıyla ilgili Sonsuz Düşünce’deki pasaja değinmek gerek. Badiou,
burada Mao’yu radikal bir popüliste çevirmektedir. Ondaki Mao, basit manada
kitlelerin kendiliğinden irfanına iman eden bir isimdir. Esasında Mao’da
kitleler, ileri, orta ve geri diye üç ayrı katmana ayrılmış bir yapıdır. Yani
onda “anlayışlar arasında kendiliğinden oluşmuş bir eşitlik” söz konusu
değildir. Ayrıca Mao, kitle hareketlerine liderlik yapılması gerektiği üzerinde
durur, üstelik bu liderlik, yoğun bir dayanışma ilişkisi geliştirmiş olan
hareketler için de geçerlidir. Zira Kültür Devrimi’ndeki radikal ayaklanmalar
da söz konusu yaklaşımı teyit eder niteliktedir.
Evet, halkın Badiou’nün eşitlik için gerekli bir ölçüt
olarak belirlediği hakikati kavrama becerisine sahip olduğu doğrudur, ama
toplumdaki eşitsizlikler ve ayrışmalar sonucu bu beceri, hakikatin benimsenmesi
veya hakikate yönelme gibi kendiliğinden bir eğilime yolmaz. Böylesi bir
yaklaşım, bilimsel, diyalektik maddîci görüş ve yöntem üzerine kurulu bir öncü
komünist liderliği gereksizleştirir. Zira kitleler, zaten fiiliyatta kendi
başlarına radikal özgürleşme hedefine eksiksiz bir biçimde ulaşacaklardır.
Raymond Lotta
Nayi Duniya
Kaynak
Dipnot:
[1] Alain Badiou, Infinite Thought (Londra: Continuum, 2005), s. 54.
0 Yorum:
Yorum Gönder