12 Ocak 2016

,

Cumhuriyetçiliğin Sınırları


Charlie Hebdo olayına verilen karşılık, Fransız cumhuriyetçiliğinin yapısal ırkçılık karşısındaki körlüğünün göstergesi

Charlie Hebdo dergisinin bürosuna yapılan ve bir koşer süpermarketinde ve Paris’in sokaklarında 17 kişinin öldüğü korkunç saldırıdan birkaç gün sonra Fransa Başbakanı Manuel Valls “terörizm, cihatçılık ve radikal İslam”a savaş ilan etti.

Ulusal Meclise hitaben 13 Ocak’ta yaptığı coşkulu konuşmasında, bu savaşın üç cephede verileceğini belirtiyordu: Fransa’nın “teröre karşı küresel savaş”a özellikle Mali ve Irak’ta katılımını güçlendirmek suretiyle uluslararası planda, potansiyel radikallerin özellikle internette, okullarda ve hapishanelerde takip altında tutulması için güvenlik ve denetim donanımını pekiştirmek suretiyle ulusal planda ve “Cumhuriyet”i ve “onun değerleri”ni her zamankinden daha da fazla el üstünde tutmak suretiyle ideolojik planda açılacak cephelerdi bunlar.

Laïsite, laïsite, laïsite” diyordu Valls, “aydınlanmanın ruhu” olan özgürlüğü, eşitliği ve kardeşliği ve evrenselin tecessümü Fransa’yı karakterize eden “onur, başeğmezlik ve incelik karışımı”nı övdüğü konuşmasında.

Valls’a göre bu travmatik saldırılara verilecek ilk karşılık, hem mecazî hem de gerçek anlamında, sınır denetimiydi. Belirttiği üzere, “istisnai durumlar istisnai önlemleri gerekli kılıyor”du ki bunların çoğu çoktan uygulamaya konmuş ve bir dizi tutuklama ve soruşturmaya yol vermişti.

Ne var ki Valls’ın konuşması aynı zamanda Fransa’da son iki hafta içinde gelişen belli bir entelektüel korumacılığın da örneğini oluşturuyordu. Mesaj açıktı: bu teröristler, Cumhuriyete ve onun en yüce değerlerine -sekülerizm ve Aydınlanmaya- saldırdılar, o hâlde biz de onlarla aynı aşkın ve kıymetleri apaçık olan vasıtalarla savaşmalıyız: daha çok sekülerizm, daha çok evrenselcilik, daha çok cumhuriyetçilik.

“Kutsal ittifak”a katıl ve -hiçbiri pek de ifade özgürlüğü için verilen savaşın önderlerinden sayılamayacak olan- Sergei Lavrov, Ali Bongo, Benjamin Netanyahu ve Viktor Orban’la beraber yürü. Çok soru sorma, kurcalama: ya Cumhuriyetçisindir ya da ona karşısındır, ya fanatiksindir ya da fanatizme karşısındır, ya özgürlükten yanasındır ya da ona karşı. Ve her şeyden önemlisi Charlie ol.

Geçen iki hafta içinde bu fikrî yönlendirmeler medyada, bloglarda ve sosyal ağlarda muhtelif biçimler aldılar. Beni özellikle rahatsız eden, bu olaylar hakkında yorumda bulunmak için elzem kabul edildiği anlaşılan ulusal otantiklik yönünde yapılan sayısız çağrı oldu. Bu pozisyonun pek çok örneği var; işte onlardan birkaçı: “Letter to my British friends” (“İngiliz arkadaşlarıma mektup”[1]); “The Globalization of Moral and Intellectual Confusion” (“Ahlaki ve Düşünsel Kafa Karışıklığının Küreselleşmesi”[2]); “On not understanding Charlie: Why so many smart people are getting it wrong” (“Charlie’yi Anlamamak Üzerine: Neden Birçok Zeki İnsan Yanlış Anlıyor”[3]); “Unmournable Frenchies” (“Yasları Tutulamayan Fransızlar”[4]); “What everyone gets wrong about Charlie Hebdo and Racism” (“Herkesin Charlie Hebdo ve Irkçılık Hakkında Yanlış Anladığı Şey”[5]).

Bu yazıların iddiaları birbirinin aynı olmamakla birlikte, hepsi birtakım ortak temaları paylaşıyorlar. Eleştirmenlerin çoğu, “Anglosakson basını”nın (böyle bir şey varsa eğer) aslî ikiyüzlülüğü olarak gördükleri şeye karşı öfkeliler; ikiyüzlülükten kasıt, ifade özgürlüğü önemsendiği hâlde Muhammed karikatürlerinin basılmasından imtina edilişi.

Fransız yazar Caroline Fourest, Obama’yı “büyük cumhuriyet yürüyüşü”nü kaçırdığı ve Fransa’daki Müslümanların topluma entegrasyonu meselesini gündemleştirdiği için eleştiriyor. Benzer biçimde Jon Stewart’a da Yahudi karşıtı olduğunu gizlemeyen komedyen Dieudonné’nin geçenlerde tutuklanmasının Fransa’nın ifade özgürlüğü politikasındaki tutarsızlıkları ortaya koyduğunu belirttiği için çatıyor.

Belki de en dikkat çekici olan şey ise bu yorumcuların Amerikalıların ya da İngilizlerin Charlie Hebdo’nun içeriğinin gerçekten de ırkçı olarak görülebileceğini ve dolayısıyla cinayetlerin Valls ve diğerlerinin propagandasını yaptığı tanımlayıcı evrenselciliği sahiplenmeden de kınanabileceğini ima etmelerine bozulmuş olmaları.

Bir insanın Fransa üzerine konuşma hakkına sahip olması için hangi yeterliliklere sahip olması gerekiyor acaba? Fransız olmak kâfi mi yoksa bu olayların Fransa’daki bağlamını mı anlıyor olmak lazım? Eğer birincisiyse, Fransa’daki din ve ırk meselelerinin karmaşıklığı ile boğuşmayı göze aldıkları için “Anglosakson tutarsızlığına ve sinsiliğine sahip” olmakla suçlananlar bilsinler ki bu suçlamalar ilk kez onlara yöneltilmiyor.

Hatırlansın, Robert Paxton da Vichy rejiminin Alman baskısı karşısında direnmemesi gibi bir şeyin söz konusu olmadığını, rejimin doğrudan doğruya ve etken bir biçimde Nazilerle işbirliğine girdiğini söylediğinde Fransız sağının tarihini anlamamakla suçlanmıştı. Todd Shepard Cezayir savaşını incelediği çalışmasında cumhuriyetçi evrenselciliğin sınırlarını serimlediğinde Fransız tarihine bir Amerikalı gibi bakmakla, Joan Scott ise “Dominique Strauss-Kahn olayı”nı Fransızların geleneksel olarak cinslerin eşitliğine direne gelmiş olmalarına bağladığı için “Fransız feminizmine kulaklarını tıkamak”la suçlanmıştı.

Ama şimdilik ulusal korumacılık meselesini paranteze alıp bu Fransız yorumcuların Amerikalı eleştirmenlerden sadece Charlie Hebdo’yu tartışırken bağlama daha duyarlı olmalarını talep ettiklerini varsayalım.

Charlie Hebdo, hiç şüphesiz, tek parçalı bir yapı değildi, politik duruşu ise 1960’lardan bugüne dikkate değer ölçüde evrimleşmişti. Ayrıca Fransa’nın politik kültürünün, tarihinin ve toplumunun özgüllüklerinin hesaba katılması çok önemli; özellikle saldırının ardından yazılan George Packer’ınki gibi tarihdışılaştırıcı yazılar göz önüne alınırsa.

Peki o zaman Charlie Hebdo’yu hangi bağlamda ele alacağız? Çözümlemeler, elbette bahane bulmaya ya da failleri aklamaya yönelik olmamalı ve kesinlikle kurbanları suçlu çıkarmamalı; yapılması gereken -en azından elden geldiği kadarıyla- hepsi de Fransa’da doğmuş ve büyümüş olan bu üç genç adamın (Said Kuaşi, Şerif Kuaşi ve Amedi Kolibali) neden özellikle bu yayını hedef seçtiğini anlamaya çalışmak.

Örneğin Olivier Tonneau, “bir Fransız ve radikal solcu bir militan olarak” konuştuğu iddiasıyla üç bağlamsal etkenden bahsediyor. Charlie Hebdo’nun ana hedefinin Ulusal Cephe ve Le Pen ailesi oluşu dolayısıyla ve bütün dinlere, Katoliklere, Yahudilere ve Müslümanlara “aynı sert tonda” saldırdığı ve “Fransızların yergi geleneğine tam anlamıyla uyduğu” için -“ne de olsa derginin muhatabı Fransızlardır”- ırkçılıkla suçlanamayacağını iddia ediyor.

Şu sonuca varıyor Tonneau:

“Saldırı, bu noktanın apaçık oluşu dolayısıyla daha da trajik ve absürt hâle geliyor: iki Arap kökenli Fransız Müslüman Fransa’da sayıları hayli çok olan ve durmadan Arap Müslümanlara ve köktencilere çatan (Minute, Valeurs Actuelles gibi) aşırı sağcı gazetelerden birine saldırmadı da tutup ırkçılıkla en çok mücadele eden dergiye saldırdı. Bana kalırsa bu olayın tetiklediği soru şu: bu gençlerin kafaları nasıl bu kadar karıştı ve nasıl bu ölçüde çıldırdılar?”

Tonneau’nun iddiasının üzerinde durmamın nedeni Fransız solunun -cumhuriyetçi solu, Charlie Hebdo’nun ve Valls’in sahip çıktığı solu kastediyorum- büyük bölümünü ve bu solun ırk konularında düşünmekteki büyük yeteneksizliğini temsil ettiğini düşünmem. İşte Atlantik ötesindeki kafa karışıklığının temelinde yatan, ırkı Ulusal Cephe’nin yaptığı gibi biyolojik ya da kültürel bir realite olarak değil de güç ilişkilerini aydınlatabilecek bir analitik kategori olarak almaktaki bu yeteneksizlik ya da belki de isteksizlik.

Irk ve etnisite Fransız politikasında tanınan öğeler değil, zira cumhuriyetçilik hepimizin yasa önünde eşit olduğumuzu, (ırk, din ya da cinsel yönelime dayalı) bütün tikelciliklerin kamusal alandan soyutlanmasının, özelleştirilip nötralize edilmesinin mümkün ve gerekli olduğunu varsayar. Tekrar tekrar Voltaire’den alıntı yapmak yerine, bu cumhuriyetçi modelin taraftarları aslında Rousseau’ya gönderimde bulunmalılar. Bu çerçevede özel çıkarlar her daim mimli, genel irade ise her daim evrensel ve iyidir. Fransa’nın intégration politikasının temelinde işte bu soyut evrenselcilik yatmaktadır.

Soyut evrenselciliğin burada listelenemeyecek denli çok pratik ve politik sonuçları oldu. Örneğin bu politika devlet okullarının yansız ve seküler alanını açıkça ihlal ettiği düşünülen “şüpheli dinsel semboller”i yasaklayan 2004 tarihli yasanın meşrulaştırılmasında önemli rol oynadı. Bu semboller (hicap da bunlara dâhil) özel çıkarlarla bağlantılı kabul edildi ve ortak yaşama ya da Fransızca tabirle le vivre-ensemble’ye katılmak üzere farklılığını askıya almamakta inatla diretmenin örneği sayıldı.

Mesele elbette kimlerin özel hayatının dışarıda tutulup kimlerinkinin galebe çalacağı meselesiydi. Birçok akademisyenin (Mayanthi Fernando, Paul Silverstein, John Bowen) işaret ettiği gibi Müslümanlar, yıllardır Fransız sekülerizminin çelişkilerinden mustaripler.

Fransız cumhuriyetçiliği bağlamında denebilir ki sistemsel bir bozukluk olarak ırkçılık hakkında konuşmak tamamen meşrudur ancak ırk hakkında konuşmak öyle değildir. Kavramların kafa karıştırıcı bir hal aldığı ve ek bir bağlamsal açıklamaya ihtiyaç hissettiren nokta işte burasıdır. Tonneau’nun ve başkalarının işaret ettiği gibi Charlie Hebdo sahiden de “ırkçılık karşıtı”dır, tabii eğer bundan ırksal farklılıkları ve deneyimleri kamusal alana asimile olunması lehine ısrarla tanımamayı anlıyorsak.

Irkçılık karşıtlığının bu türlü anlaşılışı ayrımcılığa karşı mücadele etmek üzere kurulmuş birçok örgütün politikalarını biçimlendiriyor; Ligue des droits de l’homme, LICRA, MRAP ve SOS Racisme bunlardan bazıları. Örneğin SOS Racisme, 1983’teki ünlü “marche des beurs”ün (15 Ekim ve 3 Aralık 1983 tarihinde Fransa’da gerçekleştirilen Eşitlik İçin ve Irkçılığa Karşı Yürüyüş’e basının verdiği ad. ‘Beur’ Fransız argosunda ataları ya da ebeveyni Kuzey Afrika göçmeni olan Fransa vatandaşlarını anlatmak üzere kullanılıyor. -ç.n.) ardından Ulusal Cephe’nin açık ırkçılığı ile mücadele edip göçmenlerin ve onların çocuklarının Fransız toplum sözleşmesine daha iyi entegre olmasını sağlamak üzere kurulmuştu.

Genellikle bu eylemciler devlet için çalışıyorlardı, kimisi solcu, kimisi ise sağcıydı. Murat edilen şey, cumhuriyeti mesele etmek ya da onun sömürgeci tarihinin Fransa’daki ırksal ilişkilerin mevcut haline etkisi olup olmadığını soruşturmak değildi.

Ne yazık ki Fransa’da ırkçılık yalnızca Ulusal Cephe ve Le Pen ailesine has değil; beyaz olmayan Fransız vatandaşlar okullarda, işyerlerinde ve barındıkları mahalleler bağlamında sistematik olarak ayrımcılığa maruz kalıyorlar ve hapsedilme oranları beyazlara oranla çok daha yüksek.

Ancak ırka dair istatistikler toplamak yasadışıyken, ırk meselesi her gündeme geldiğinde derhal “Amerika’dan ithal” diye damgalanırken, Fransa’da böyle bir şeyin olmadığı savlanırken, yapısal ırkçılıkla mücadele etmek üzere somut önlemler önermek çok zor elbette.

ABD’de buna “renk körlüğü” deniyor ve bu felsefenin birçok yerel destekçisi olsa da (Yargıtay’ın çoğu üyesi gibi), en azından 1970’lerden bu yana bu tutum sol siyasetle özdeşleştirilebilir nitelikte değil.

Derdim Charlie Hebdo’nun ırkçı olup olmadığı değil, ben daha ziyade yakın zamanda gerçekleşen olaylara ilişkin tartışmalardaki ırk konusuna (ve toplumsal cinsiyete ve onun ırkla olan karmaşık kesişim noktalarına) yönelik şok edici körlükle ilgiliyim.

Evet, Katoliklerle, Yahudilerle ve Müslümanlarla alay etmek arasında, bu grupların tarihte ve bugün iktidara nispetle farklı konumlanışlarını düşünürsek, fark var. Hayır, ırk ve din birbirinden o kadar kolay ayrıştırılamaz.

Fransız tarihi, bu iki kategorinin özellikle de kriz anlarında genellikle örtüştüğünü gösteren birçok örnek sunuyor. Örneğin Fransa, bu soyut evrenselcilik modeli ile kendi Yahudilerini “özgürleştiren” ilk ülke olmuştu. Clermont-Tonnerre kontunun 1789 tarihinde söyledikleri malum: “Yahudileri bir ulus olarak kabul etmeyi reddetmeliyiz ve onlara tekil birey muamelesi yapmalıyız.”

Yine de on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllar boyunca rutin olarak bu soyutlamanın “içi dolduruldu”; Yahudiler, Panama skandalı sırasında, Dresyfus Olayı’nda ve elbette Vichy rejimi döneminde ırk olarak muamele gördüler ve şeytanlaştırıldılar. Karikatürler bu süreçte önemli bir vazife gördüler. La Libre Parole’ün kurucusu ve editörü, -çoğu kez “anarşist olarak anılmakla beraber- kendi deyişine göre sosyalist olan Édouard Drumont da entelektüellerle, politikacılarla, Almanlarla, Masonlarla ve “özgürleşmiş kadınlar”la alay ediyordu. Yine de hiç kimse Dreyfus Olayı bağlamında Yahudileri hedef almanın “eşit muamele” meselesi olduğunu söyleyemez.

Bana kalırsa bu tarihi yorumlamanın iki yolu var. İlki bu olayların (ayrıca sömürgeciliğin, kadınlara oy hakkı vermeyi reddetmenin, eşcinsel evliliğini yasaklamanın) Fransız cumhuriyetçiliğinin “kara dönemleri” olduğunu ve ihtiyacımız olanın mütekâmil ve daha kapsayıcı bir evrenselcilik, adaleti el üstünde tutup gerçek eşitliği garanti edecek bir evrenselcilik olduğunu iddia etmektir. Bu, Valls’in, ırkçılık karşıtı Fransız solunun ve Charlie Hebdo analizlerine saldıran “bizi anlamıyorsunuz”cuların çoğunun tutumu.

Diğer yaklaşımsa soyut evrenselcilik denen şeyin -tarihsel olarak değil yapısal olarak- tikelliklere daima muhtaç olduğu ve belki de artık iktidarı daha genel olarak ele almanın ve aslında hiç varolmamış bir cumhuriyetçi birlik fantezisini bir kenara bırakmanın zamanının geldiği. Eleştirel konumdaki solcuların çoğu bunu talep ediyor: farklılıkları bastırmayan ve Fransız toplumunun bugün yaşadığı karmaşıklıkları, çatışmaları ve bölünmeleri gündeme alabilen bir demokrasi.

Bu, Amerikalı akademisyenlerin dayattığı bir hareket değil. Göstermelik bir siyaseten doğruculuk davası da değil. Fransa’da yaşayan ve tümellerin şantajını reddeden ve uzun yıllardır sözcüklerin (ve görüntülerin) önemli olduğunu, stratejik özcülüğün siyaseten faydalı olabileceğini ve cumhuriyetçi ırkçılığın artık son bulması gerektiğini savunan akademisyenlerin ve eylemcilerin çağrısı bu.

Camille Robcis
26 Ocak 2015
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Olivier Tonneu, “Charlie Hebdo: A Letter to My British Friends”, 13 Ocak 2015, Guardian.

[2] Caroline Fourest, “Violence Against Charlie Hebdo: The Globalization of Moral and Intellectual Confusion”, 20 Ocak 2015, HP.

[3] “On not Understanding Charlie”, 11 Ocak 2015, Daily Kos.

[4] John Dolan, Charlie Hebdo: Unmournable Frenchies”, 13 Ocak 2015, Pando.

[5] Max Fisher, “What Everyone Gets Wrong About Charlie Hebdo ve Racism”, 12 Ocak 2015, Vox.

0 Yorum: