Devletin azınlık niteliği, Marx’ta devrimin
azınlık niteliği ile karşılanıyor. Marx, “bu zamana kadarki devrimlerin belirli
bir azınlığın başka bir azınlıkla yer değiştirmesinden ibaret olduğunu”
söylüyor. Marx, Fransız Devrimi’nin pilinin bittiği momentte varoluyor.
Azınlıkçı tüm yaklaşımlara kılıç sallıyor. Bu azlık-çokluk nicel değil, nitel
bir yaklaşımla alakalı.
Dolayısıyla Marx, “Fransız Devrimi bir daha
olmasın” diyenlerle ve “Fransız Devrimi’nden ötesi mümkün değil” diyenlerle
kavga edip duruyor. Lenin’in Devlet ve
Devrim’i ve Nisan Tezleri ise
uzun süreli teorik çalışmanın ürünü olan Komün derslerine dayanıyor. Lenin,
Ekim Devrimi’nin 72. günü bu nedenle dans edip sevinç naraları atıyor.
“Devrimimiz Komün’den daha uzun yaşadı” diye seviniyor. Ölçüyü ve hizayı
egemenlere göre değil, kavganın müşterek doğasına göre belirliyor. Bu, Nelson
Mandela’nın “bir şey yapılana dek imkânsızmış gibi görünür” sözüyle ilgili.
İmkânsızmış gibi gösteren göz, egemenlerin gözü ve onu mücadele içerisinde kör
etmek gerekiyor, bu da müşterek olanla görmekle mümkün.
Kızıl Meydan’ın orta yerinde dans eden Lenin
şahsında, sevinen, kendisinin olmayan topraklar için kan döken asker, o
topraklara köle gibi ter döken köylü, topraklarda işleyen çarklara etini kurban
veren işçidir. Düşmanın ya da dostun, bu gerçeği görmemesi, onun azınlığın
diktasına payanda olmasının bir sonucudur.
* * *
Masadır sallanır, ayağı kısa kalmışsa altına bir
parça kâğıt ya da eskimiş bir kitap konulur. Devlet, azınlık hâlini çoğul ve
çok göstermek demektir. Orta sınıflara verilen rol, her zaman kısa gelen ayağın
altına konmak, masadaki sallantıyı durdurmaktır.
Sekülerlik, fukara Hristiyan’ın mesuliyetini artık
taşımak istemeyen para babası piskoposların ideolojisi ise, laiklik azınlık
devletinin o mesuliyeti dünyevî manada ilga etme pratiğidir. Halk çitlenir,
sınırlar çekilir, pazar belirlenir. Fukara Hrıstiyan’ın Pazar’ını zenginlerin
pazarı fetheder. Cennete girme olasılığı devenin iğne deliğinden geçme
olasılığı kadar olan zengin, herkesi kendi “cennet”ine ikna etmeye çalışır.
Fukaranın bir şarap açması, bir dilim ekmek yemesi bile o zenginin yanına
oturması ile mümkündür. O zengin, bu hakikati her fırsatta anımsatır.
John Ball örneğinde görüldüğü üzere, o zenginlere
bir “dur” diyen hep çıkar.[1] Marx buradan, “üretim güçleri müşterek, ortak bir
nitelik kazanırken, bu üretim araçları neden özel ellerde?” diye sorar.
Çelişkinin nerede ve nasıl çözüleceğine bakar. O araçlara sahip olanlarsa,
nasırına basılmış gibi, bağırmaya başlarlar: “Bunlar tüm mallarınızı elinizden
alacaklar!” Onun kudreti kendi günahını herkesin sırtına yükleme becerisinden
kaynaklanır.
Kolektif, müşterek olana yönelik bu saldırı,
milliyetçi, İslamcı veya sol-sosyalist çevrelerde karşılık bulur. Belirli bir
kesimi ortak düşmanın lafına göre hizalanır. Sallanan masaya payanda olurlar.
Devlet, ihtiyaç duyduğu çoğunluğa, meşruiyete, hatta köke orta sınıflar
sayesinde kavuşur. O masada milliyetçi, İslamcı veya solcu olma lütfuna nail
olmuş kişiler, kendi hâllerini, imkânlarını, dolayısıyla efendilerini korurlar.
Masadır, oturmaya meftun olana cazip görünür. Orta
sınıflar içinden bir kesim burjuvaziyle oturmak için liberal; devlet
geleneğiyle oturmak için demokrat olur. Hemen “ezilenlerden yana olmak en
azından demokrat olmanın şartıdır” denilir. Bir çırpıda ezilenlerin dışına
düşülür, bir lütufkârlıkla ezilenlere destek verilir. O masa oradadır,
sallanmasın diye ezilenlere ihtiyaç vardır. Esasında demokrat olmak için
ezilenlere yan’daş olunur, ona dışsallaşılır. Ezilenin demokrasi diye bir derdi
var mı diye sorulmaz bile. O, masanın bir yerinde olmak için basit bir araçtır
sadece, sıradan bir hesap kalemidir. Yana, dışarı düşmek, ezilenin öfkeli
aklından, sıkılı yumruğundan korunmak içindir.
Mekanizma burada işlemeye başlar. Ezilenden yana
olan, ezilen olmama hâlini örgütler. Ezilene, “bu hâlin yüzünden eziliyorsun,
benim gibi olursan ezilmezsin” masalları anlatılır. İşçici için de benzer
masallara başvurulur. İşçi olmak istemeyenlere bir bir payeler dağıtılır.
Cumhuriyetçi veya demokrat ayakları sallanıyorsa devletin, bunlar hemen devreye
girerler.
* * *
1967 savaşında Sina Yarımadası’nı işgal eden
askerlerden biri ağlayarak şunu söyler: “Artık Yahudi olmayacağımız bir
yurdumuz var.” Onu kameraya çekense bir Amerikalı gazetecidir. Onun, hatta
Sovyetler’in görmediği, İsrail’in tüm ortaklaşma dinamiklerinin tasfiye
edilmesi istendiği için kurulduğudur. İşçinin işçi, ezilenin ezilen, Kürd’ün
Kürd olmadığı her yer, soyut devletin masasına payandadır. Emrin kaynağı odur.
Devlet ve burjuvazi, bu “özgürlük” imkânlarını sopa-havuç geriliminde sunarak
varolur.
Bu sebeple “halka ve Allah’a nispet edilmemiş her
şey eleştiriyi hak eder.” Halk da Allah da bu coğrafyada müşterek olana
dairdir. Onları kendi özgürlük yurdu için birer kale duvarına çevirenlerin de
sürekli eleştirilmesi gerekir. Her tür kapanma, her tür mülk savunusu, her tür
dışsallaştırma, eleştiriyle karşılanmalıdır. Bunlar, ortak olandan kaçış
emareleridir.
Egemenler, ortak olana düşmanlık etmek
zorundadırlar. Geçmişte Kürd’ün batıyla olası ilişki kanalı olan Alevilere
Sivas-Madımak üzerinden operasyon çeken devlet, bugün AKP aracılığıyla Kürd’le
Müslüman’ı ayrıştırmak derdindedir. Devlet, Şeyh Said kıyamı ile mücadelesinin
hâlâ bitmediğinin farkındadır. Devletin hafızasında Şeyh Said kadar Pir Sultan
da derin bir çentiktir.
Dolayısıyla kendinden menkul bir devlet, iktidar
ve Kürdlükte boğulmuş bir mücadele, tüm nüfuzunu yitirmeye mahkûmdur.
Barikatlarda hâlâ dilinde Allah olan gençler çarpışmaktadır. Ezilenlerin tüm
isyanları kardeş, isyanın tüm hâlleri müşterektir.
* * *
Müslüman Kürdlerin devletin sallanan masasına
destek/payanda olması yanlıştır. AKP, hep Sünni-Türk kesimi çözüm sürecine
sadece kendisinin ikna edebileceğini söylemiştir. AKP parasıyla doğudaki
medreseler batıya kaydırılmıştır. Dernekler, vakıflar bu yönde faaliyet
yürütmüşlerdir. Ama devletin ihtiyacı kalmadığı aşamada bunlar bir bir
ıskartaya çıkartılmaktadırlar. Hâlen bu dönemin sağladığı ekmekten olmak
istemeyenlerin Kürd’e küfür korosuna katılmaları hiçbir sonuç üretmeyecektir.
Kürd’e sıkılan kurşunlara mani olunmuyorsa, söylenen her laf o kurşunlardan bir
kurşundur.
Genelkurmay “şeriatçı” olduğu söylenen bir
gazetenin başındaki ismin ölümü üzerine “dik duruş”unu takdir eden bir açıklama
yayınlıyorsa, bilinsin ki o kişi muhabir değil, muhbirdir. Devlet, kendi
memuruna sahip çıkmaktadır. Daha buradan dine saldırı malzemesi çıkartmaya
çalışmak anlamsızdır.
Bu saldırıların hepsi devletindir, devlettendir. O
muhbir neden yerleştirilmiş, kime karşı o mevzi tahkim edilmiş, asıl ona bakmak
gerekir. Laikliğin yerleştiği momentte “ben senin sınırını tanımıyorum” diyen
fukara Hristiyan’a kılıç sallamak solcuya verilmiş bir görevdir. Devleti
parantez içine alan, onu kendi uhdesinde gören hiçbir ideolojik-politik
yönelimin anlamlı bir sonuç elde etmesi mümkün değildir. Kendi özel mülkü ile
devlet arasında rabıta kuranlar, büyük bir yanılgı içerisindedirler. Bu yanılgı,
devletin masallarına, iğvasına aldanmakla alakalıdır. Siyaseti yerin bir karış
altına çekmek zaruridir. Yukarıda, özel, biricik olmak bu yanılgının ağlarına
düşmeyi kolay kılmaktadır.
Üretim araçlarının mülkiyeti konusunda ortakçı
yaklaşım terk edildiğinden, herkes devletin/burjuvazinin bahşettiği özel
mülkiyet alanlarına sarılmıştır. Bu durum döne dolaşa devletin/burjuvazinin
hâkimiyetini perçinlemektedir. Masa orta yerde durmakta, herkes bir vesileyle o
masanın bir yerinde olmaya bakmaktadır. Devrimcilik o masayı kırmakla
ilgilidir.
ABD’de yapılan bir sosyal
deneyde âmâ taklidi yapan bir genç yoldan geçenlere, “annem bu piyango biletine
300 dolar çıktığını söyledi, bunu nereden alabilirim?” diye sorar. Deney
uyarınca genç, bu soruyu hem yoksullara hem de orta halli veya zenginlere
yöneltir. Zenginler, gencin elindeki bileti alıp kaçarken, yoksullar onunla
birlikte sevinip gence yardım ederler. Mücadelemizin örüleyeceği yer işte bu
duygu, bu yaralı yürektir. Efendilerin verdiği her lütfu Allah bilenlerin aklı
değil...
Eren Balkır
4 Ocak 2016
Dipnot
[1] John Ball, “Halka Vaaz”, 30 Aralık 2015, İştirakî.
0 Yorum:
Yorum Gönder