Ukrayna etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ukrayna etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Ağustos 2024

,

Ukrayna’yla İlgili Bazı Haberler


Aleni gerçekmiş gibi tekrarlanıp durulan yalanlardan biri de Rusya’nın bağımsız ve egemen bir devleti işgal ettiğine dair yalandır.

Oysa Ukrayna, öncelikle 1764’ten beri Rus İmparatorluğu’nun parçasıydı. On beşinci ve on altıncı yüzyılda Moskova Knezliği’ne ait olan Ukrayna, sonrasında Sovyet Rusya’nın bir bileşeniydi.

On dokuzuncu yüzyılda Rus dilinin en büyük yazarlarından biri olan Gogol, Ukraynalıydı. Dikanka Yakınlarında Bir Çiftlikte Akşam Toplantıları isimli hikâyesinde Gogol, o dönem “Küçük Rusya” olarak anılan bölgenin mevcut hâlini ve orada yaşayan insanların âdetlerini muhteşem bir biçimde aktarıyordu.

Hâsılı, bu söylediklerimize şunu da eklememiz gerek: Birinci Dünya Savaşı’na dek bugün Ukrayna olarak bilinen ve Galiçya adıyla anılan toprakların önemli bir kısmı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun ileri uç eyaletlerinden biriydi (yirminci yüzyılın Almanca yazan en büyük yazarlarından biri olan Joseph Roth, Ukrayna’nın şehri Brodi’de dünya gelmişti).

Bugün Ukrayna Cumhuriyeti olarak anılan yerin sınırlarının 1990’dan beri Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti sınırlarıyla aynı olduğunu, bölgede daha önce Polonyalılar, Ruslar, Avusturyalılar ve Osmanlılar arasında gerçekleşen taksimatı hiçbir şekilde temel almadığını hatırlamak gerekiyor.

Çelişkiliymiş gibi görünebilir ama, Ukrayna devleti, bugün aslında yerini aldığı sovyet sosyalist cumhuriyeti sayesinde bir kimliğe sahip. Bu topraklarda yaşayan halk da on beşinci yüzyılda kitlesel olarak bölgeye göç etmiş olan Kazakların yanı sıra Polonyalıların, Rusların, (onca imha girişimine rağmen bazı şehirlerde nüfusun yarısını teşkil eden) Yahudilerin, Çingenelerin, Rumenlerin, (1918-1919’da kısa süre bağımsız bir cumhuriyet kurmuş olan) Huzulilerin torunlarından oluşuyor.

Bu açıdan, bir Rus’un Ukrayna’nın ilân ettiği bağımsızlığı Sicilya’nın İtalya’dan bağımsızlığı gibi görmesi gayet meşru. Üstelik bu, hiç de zorlama ve uydurma bir iddia değil. 1945’te liderliğini Finocchiaro Aprile’nin yaptığı, adanın bağımsız olması fikrini savunan Sicilya’nın Bağımsızlığı Hareketi süvari birlikleriyle çatışmalara girmiş, bu çatışmaların neticesinde onlarca insan ölmüştü.

Bu noktada bir ihtimal olarak akıllara Amerika’da (Ukrayna’nın Rusya’nın parçası olduğu süreden daha kısa bir süre birliğe bağlı olan) bir eyaletin ABD’den bağımsızlığını ilân edip Rusya’yla ittifak kurması gelsin.

Tıpkı mevcut Ukrayna cumhuriyetinin demokratik açıdan sahip olduğu meşruiyet gibi ülkenin otuz yıllık tarihine de hileler, iç savaşlar, şu veya bu ölçüde gizli gerçekleştirilmiş darbeler sebebiyle geçersiz ilân edilmiş seçimler damga vurmuştur. Öyle ki Mart 2016’da Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker, Ukrayna’nın AB’ye girmesi için gerekli meşruluğa kavuşmasını sağlayacak şartları yerine getirebilmesi için en az 25 yıla ihtiyacı olduğunu söylemişti.

Giorgio Agamben
2 Ağustos 2024
Kaynak

22 Eylül 2023

,

Yaşamak İstediğimiz Dünya Bu mu?

Economist dergisi, Ukrayna’da bitmek tükenmek bilmeyen bir savaşa hazırlanmamız gerektiğini söylüyor.

Derginin son sayısında, Ukrayna savaşının bir sonraki aşamasının neye benzeyeceğine dair tespitlere yer veriliyor. Çatışma sürecinin geleceği konusunda bir şeyler bilmek isteyenler, dergiye göz atabilirler. Zira dergi, doğrudan Batı’nın ajandalarını belirleyen güçlerin borazanı olarak iş görüyor.

Economist önce, son aylarda yoğunlaşan saldırının felâkete yol açan büyük bir hata olduğuna dair, artık dillendirilmeye başlanan tespite yer veriyor:

“Ukrayna, Rusya’nın Haziran’da işgal ettiği toprakların %0,25’inden azını kurtarabildi. Bin kilometrelik cephe hattında pek bir değişiklik yaşanmadı.”

Burada uğruna kırk bin Ukraynalının (hatta resmi rakamlara göre daha fazlasının) öldüğü çatışma sürecinden bahsediliyor. Daha da kötüsü, bu gelişmenin çok önceden öngörülebilir olması ki zaten birçok kişi, bu konuyla ilgili öngörülerini birçok yerde dillendirmişti. Akla mantığa aykırı bir iş yapıldığı ortada.

Ne var ki dergi, hemen devamında şunları söylüyor:

“Ateşkes veya barış görüşmeleri talebinde bulunmak anlamsız. Vladimir Putin’in müzakere istediğine dair ortada herhangi bir emare bile yok, müzakereyi kabul etse bile ona güvenip de bir anlaşmaya varılamaz. […] Her türden ateşkeste o, bunu yeniden silahlanmak ve yeniden saldırıya dönük hazırlıklar yürütmek için bir mola olarak değerlendirecektir. Ukraynalılar savaşı durduracak olurlarsa, ülkelerini kaybederler.”

Bu tespitler ilginç, zira işgale doğru ilerleyen süreçte savaştan kaçınmak için diplomatik çözüm arayışına sürekli giren Rusya idi. Ama bu girişimler, Batı tarafından hep görmezden gelindi. Örneğin Journal of Military and Strategic Studies’de [“Askeri ve Stratejik Çalışmalar Dergisi”] çıkan çalışmasında tarihçi Geoffrey Roberts, “Putin’in Ukrayna krizinin barışçıl yollardan çözülmesi denilen davaya hep sadık kaldığını” söylüyor.[1]

Ayrıca işgali takip eden haftalar içerisinde Rusya, bir dizi diplomatik girişimde bulundu, ama bu girişimler Batı tarafından sürekli sabote edildi.

Ateşkesi yeniden silâhlanma için bir bahane olarak kullanma meselesine gelince… Asıl Ukrayna ve Batı, Minsk anlaşmalarını bu amaç doğrultusunda kullandı.[2] Her iki güç de bu gerçeği kabul etti. Dolayısıyla, burada suçunu başkasına yansıtma denilen, o herkesin bildiği yöntemin iyi bir örneğiyle karşı karşıyayız.

Bununla birlikte, bugün anlaşmaya varılmasının güç olduğuna dair tespit de doğru, çünkü Washington’ın savaşın başlarında barış görüşmelerini rayından çıkartması, Rusya’ya taktiksel açıdan bir avantaj sağladı. Bu avantaj yüzünden müzakere sürecinin ürünü olacak bir anlaşmaya varmak, artık çok daha zor.

Ayrıca Rusya’nın Batı’ya güvenmemesi için çok fazla sebebi var. Ama bir yandan da müzakere masasına oturmayı aklına bile getirmeyen Batı, Rusya’ya güvenmemesiyle ilgili nedenleri kafaya takacak değil. Dolayısıyla, Economist dergisinin bile kabul ettiği biçimiyle, madem Ukrayna, Rusya’nın kontrolündeki toprakları tümüyle veya kısmen geri almayla ilgili stratejik hedefine ulaşacak beceriye sahip değil, ayrıca madem barış, hatta ateşkes bile bir seçenek olarak masada bulunmuyor, o zaman geriye hangi seçenekler kalıyor?

Derginin verdiği cevap, her bir Avrupalının başından kaynar suların dökülmesine neden olmalı:

“Ukrayna da onun Batılı destekçileri de bu çatışma sürecinin iki tarafı da tüketen bir yıpratma savaşına evrileceğini anlamaya başladılar. […] Ukrayna ve Batılı destekçileri, hâlen daha karşı saldırılara odaklı. Bunların Ukrayna’nın askeri stratejisini ve ekonominin işleyişini yeniden ele alması gerekiyor. ‘Kazanmayı amaçlamak’, sonra da ülkeyi yeniden inşa etmek yerine hedef, Ukrayna’nın uzun soluklu bir savaş yürütecek takatten yoksun kalmamasını, onun bu savaşa rağmen gelişmesini güvence altına almak olmalı.”

Aslında burada dergi, bu yıpratma savaşının sonsuza dek süreceğini, bunun sonucunda mevcut sınırlarda pek değişiklik olmayacağını, sınırların büyük ölçüde aynı kalacağını söylüyor. Yani toprakları geri alma amacı güden ve şuan savaş sahasında yürütülen operasyon, yerini Rusya’ya veya Rusya’nın kontrolündeki bölgelere, özellikle askeri açıdan düşük ama propaganda açısından yüksek bir sembolik değere sahip olan Kırım’a yönelik yoğun saldırılara bırakacak. Kırım’a ve Karadeniz’deki hedeflere yönelik olarak son dönemde yapılan dron saldırıları, bu değişikliğin bir yansıması.

Asıl soru ise şu: Rusya, bu tür saldırılar karşısında daha ne kadar eli kolu bağlı oturacak, kendisini daha ne kadar süre zaptedecek?

Economist dergisi, bir yandan da Ukrayna’nın savunmasını güçlendirmek zorunda olduğunu, daha fazla füze sistemi, füze savunma sistemi, daha fazla F-16 vs. alması gerektiğini söylüyor. Buradan da anlıyoruz ki Batı’nın askeri-endüstriyel kompleksi devasa kârlar elde edecek.

Son ve belki de en ürkütücü kısımda ise dergi, Amerika’nın askeri yardımının misal Trump’ın seçim zaferi sonrası azalacağı, dolayısıyla, Avrupa’nın öne çıkmak zorunda kalacağı uyarısında bulunuyor:

“Nihayetinde Avrupa, daha fazla yükün altına girmek zorunda kalacak. Bu, Avrupa’nın kendi savunma sanayiini güçlendireceği, AB’nin daha fazla üyeye sahip olabilmesi için karar alma mekanizmalarını yeniden biçimlendireceği anlamına geliyor.”

Economist dergisinin Ukrayna ve bir bütün olarak Avrupa için tahayyül ettiği cesur yeni dünya işte bu: Rusya’yla (vekiller üzerinden) yürütülen ve bitmek bilmeyen savaş üzerinden yavaş yavaş paramparça olacak ve nükleer savaşın ağırlaşan gölgesinden uzak durmak için kıvranan bir ülke ve kıta. Yaşamak istediğimiz dünya bu mu?

Thomas Fazi
22 Eylül 2023
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Geoffrey Roberts, “Now or Never: The Immediate Origins of Putin’s Preventative War on Ukraine”, Cilt 22 Sayı 2, 2022, JMSS.

[2] Thomas Fazi, “Were the Minsk Agreements Designed to Fail?”, 14 Aralık 2022, Unherd.

12 Ağustos 2023

, ,

Rusya Altemperyalist mi?


Bilhassa son dönemde Ukrayna’da yaşanan savaşa uygulandığı biçimiyle, “Emperyalizm” bir konu başlığı olarak epey tartışıldı. Sol ve ilerici eğilimlerin mensupları, bugünkü Rusya’nın nasıl kategorize edileceğine dair kimi önerilerde bulunuyorlar. Bazıları, Rusya’yı “emperyalist bir güç” olarak tarif ederken, bazıları da dünya kapitalizminin “yarı çevre” kategorisine ait olan, emperyalist olmayan bir ülke olarak niteliyor. Bazı solcu ve ilerici isimlerse, ellilerde ve altmışlarda Üçüncü Dünya’daki gelişmelerle alakalı tartışmaların ürünü olan “altemperyalizm” kavramını kullanıp, küresel kapitalizmin “merkez” ülkeleriyle ilişkilerine tabi olan, ama bir yandan da Orta Asya ve Ukrayna’da “nüfuz alanları”na hâkim olmanın ve onları sömürmenin yollarını arayan, kendi bölgesindeki nispeten zayıf ülkelerle ilişkilerinde emperyalist olarak davranan bir devlet tarif ediyorlar.

Bir formül olarak “Altemperyalizm” terimini ilkin 1965’te bağımlılık teorisinin kurucularından, Brezilyalı akademisyen Ruy Mauro Marini kullandı. Yakın dönemde ise bu terime David Harvey, Patrick Bond ve Alex Callinicos gibi solcu akademisyenler başvurdular ve onu çoğunlukla BRICS ülkelerinin [Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) politik ekonomisiyle ilişkisi dâhilinde ele aldılar. Marini’ye göre altemperyalizm, “bağımlı kapitalizmin tekeller ve finans kapital aşamasına geçişiyle birlikte aldığı biçim.”[1] Harvey ise konuyla ilgili şu tür bir yaklaşım içerisinde:

“[…] ‘altemperyalist’ güçler olarak BRICS ülkeleri, kendi işçi sınıflarını aşırı bir biçimde sömürüyorlar, çevre ülkeleri talan ediyorlar, emperyalizmle gerilimli bir ilişkiye sahip olsalar da onunla bir biçimde işbirliği içinde hareket ediyorlar, bu işbirliği dâhilinde, hem artık-emek değerinin hem de ‘doğanın bilabedel sunduğu hediyeler’i (eşitsiz ekolojik değiş tokuş üzerinden) Güney’den Kuzey’e aktarılmasında aracı rolü oynuyorlar.”[2]

Marini’nin Brezilya, Bond’un Güney Afrika örneği üzerinden gösterdiği biçimiyle[3] bugün BRICS’in üyesi olan belirli ülkeler, tam da David Harvey’in sözünü ettiği biçimiyle, emperyalizmle işbirliği içerisinde hareket ediyorlar, çevre ülkelerin yağmalandığı sürece dâhil oluyorlar. Bu bağlamda, bu ülkelerin ifa ettikleri “altemperyalistlik” rolünün gizli saklı bir yanı yok.

Buna karşın, Callinicos daha da ileri gidiyor ve kapitalizmin “merkez”i olarak kabul edilen ülkelerle çevrenin soyulduğu süreci hızlandırdığı veya ona dâhil olduğu söylenen görece yoksul ve bağımlı devletler arasındaki ayrım çizgisini somutta bir miktar bulanıklaştırıyor. Callinicos’a göre “Türkiye, Hindistan, Pakistan, İran, Irak ve Güney Afrika gibi altemperyalist ülkeler”[4] temelde alt düzeyde emperyalistler.

Peki emperyalizmin merkezinde duran ülkelerin yoğun askeri-politik baskısı altında olan ve ekonomisi yaptırımların kuşatması altında bulunan bir BRICS ülkesi olarak Rusya, bu şemanın neresinde duruyor?

Diğer BRICS ülkeleri gibi Rusya ile emperyalizmin merkezinde duran ülkeler arasında kalkınma bağlamında devasa bir uçurum bulunuyor. Ülkenin kişi başına düşen gayrisafi yurtiçi hâsılası ABD’nin gayrisafi yurtiçi hâsılasının yaklaşık altıda biri[5], ayrıca finans kapitali de epey zayıf.[6] Rusya’nın başka ülkelere yaptığı doğrudan yatırımın miktarı da epey düşük[7], zira geliştirilmeyi bekleyen devasa doğal kaynakları bulunmasına karşın, Rusya sermaye fakiri bir ülke.

Şurası açık ki Rusya, geçen yüzyılın başlarında Lenin’in tarif ettiği modern sanayileşmiş-kapitalist emperyalizm düzleminde değerlendirildiğinde, emperyalist bir güç değil.[8] Ülkenin dışarıya yaptığı doğrudan yatırımların sınırlı oluşu, ya ülkenin stratejik ve diplomatik hedefleriyle ya ülke içerisinde fazla sermaye bulunmadığı için oluşan basınca rağmen, kazanç peşinde koşup kendi milli sınırlarının dışına çıkan “kapitalistleşen kapitalistler”le ilişkili bir mesele.

Rusya’nın Orta Asya ve Ukrayna ile ilişkisi dâhilinde “altemperyalist” bir pratik içerisinde olduğunu söyleyenlerin, onun yıllar içerisinde dünyanın muhtelif kısımlarıyla kurduğu ilişkileri ayrıntısıyla incelemesi gerekiyor. Üstelik bu kişilerin bahsini ettiği “emperyalizmle işbirliği içerisinde olduğu”na dair tespit de tartışmalı. Rus devletini “altemperyalistlik”le suçlayanlar, emperyalizmi Callinicos gibi anlıyor olmalılar.

Orta Asya Nüfuz Alanı mı?

Bugünün Rusyası’nın komşu ülkelerde “nüfuz alanları” oluşturduğu veya geçmişten miras kalan bu alanları muhafaza ettiği söyleniyor.

Bu “nüfuz alanı” denilen kavramın geçmişi 1880’lere dek uzanıyor ve temelde her bir gücün hiçbir itiraza maruz kalmadan sömürgeleri yağmaladığı bir dünyada belirli alanlar üzerinden pazarlıklar yürütmek suretiyle, emperyalistler arası savaşların önünü alan rakip Avrupa devletlerinin bu yönde ortaya koydukları çabalara dayanıyor. Bu fikri Rusya’ya ve bugünkü Orta Asya’ya uygulayanlar, fikrin tüm garipliğiyle ilkel ve yersiz olduğunu görmüyorlar.

Şu hususu hatırlamakta fayda var: Rusya, orta büyüklükte bir ekonomi ve bu ekonominin hacmi, aslında Güney Kore ekonomisinin hacmi kadar.[9] Buna karşılık, Orta Asya ise beş ülkeye yayılmış 76 milyonluk nüfusu ile çok büyük ve farklılıklar içeren bir bölge. Birbirinden farklı, kendine ait çıkarları olan söz konusu ülkeler Rusya ile ortak bir mirasa sahipler: neticede bunlar, eskiden Sovyetler Birliği’ne bağlı olan cumhuriyetler. Rusya’nın bu ülkeler üzerinde hegemonya tesis etmesi çok zor, çünkü Rusya, böylesi bir işe soyunacak donanımdan yoksun.

Ayrıca Rusya, Orta Asya’yla yakın ilişki içerisinde olan tek bölgesel güç değil. Orta Asya boyunca uzanan ulaşım ve taşımacılık güzergâhları, Çin’in başını çektiği “Bir Kuşak Bir Yol Girişimi” için çok önemli. Ayrıca bölgedeki bazı ülkeler, Çin’in en önemli doğal gaz kaynağı. En genel manada madenler ve enerji kaynaklarıyla, ayrıca pamuk ve buğday gibi tarımsal ürün fazlasıyla Orta Asya, Rusya’dan çok Çin’in doğal ticaret ortağı. Rusya’nın ihraç ürünleri, Orta Asya’nın ihraç ürünlerini tamamlamaktan ziyade onlarla rekabet içerisinde.

Son on yıl içerisinde Orta Asya ülkelerinin Çin’le kurduğu ticari ilişkiler daha da yoğunlaştı. Ayrıca Çin’in Orta Asya’ya yaptığı yatırımlar da arttı. Orta Asya ülkeleri içerisinde nüfusu en yüksek iki ülke olarak Özbekistan ve Kazakistan’ın Çin’le kurduğu ticari ilişkiler, Rusya ile kurduğu ilişkilere büyüklük açısından yaklaştı.[10] Orta Asya ülkelerinin elinde, diplomasi ve ekonomik ilişkiler dâhilinde Rusya ve Çin arasında bir denge tesis etme imkânı var. Yapılan son yorumlara bakılacak olursa, bu imkân “Orta Asya ülkelerinin kendi içişlerinde şaşırtıcı bir özerkliğe ve serbestiyete sahip olmasını sağlayacak.”[11]

Aslında Orta Asya üzerinde hegemonik bir nüfuz tesis eden ülkeler arasında ABD’nin yanında Batı Avrupa ülkeleri de bulunuyor. 2000’lerden beri özellikle Kazakistan ve Özbekistan ekonomisi, yoğun yabancı sermaye akışı sebebiyle büyük bir canlanmaya tanıklık etti. 2022’de Kazakistan’a giriş yapan toplam 28 milyar dolarlık doğrudan yabancı yatırımın büyük bir kısmı Hollanda’dan (8,3 milyar dolar), ABD’den (5,1 milyar dolar), İsviçre’den (2,8 milyar dolar) ve Belçika’dan (1,6 milyar dolar) geldi. Rusya ve Güney Kore 1,5’er milyar dolarlık katkı sunarken, Çin’den gelen sermaye tutarı 1,4 milyar doları buldu.[12] Toplamda Kazakistan’ın tüm doğrudan yabancı yatırımı 2021 itibarıyla 152 milyar dolardı.[13] Bu tutarda Rusya’nın payı 11,2 milyar dolardı.[14]

Önem arz eden petrol ve doğal gaz sektöründe ABD’li şirketlere ve diğer Batılı şirketlere bağımlı olan Orta Asya ülkelerinin bu büyüklükte bir Batılı yatırımı kabul ettiği koşullarda, Rusya ile silâh tedariki ve güvenlik hizmetleri konularında bir dizi anlaşma imzalandı. Özbekistan ve Türkmenistan’ın üye olmadığı Rusya Ortak Güvenlik Anlaşması Teşkilâtı (CSTO) denilen askeri ittifak, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ı içeriyor. Terörist faaliyetlerle birlikte mücadele gibi hedefleri bulunan[15] CSTO, Orta Asya’daki otoriter kapitalist rejimlere önemli bir destek sunuyor. Ocak 2022’de Kazakistan’da akaryakıt fiyatlarının kitlesel eylemlerin fitilini ateşlediği dönemde CSTO komutanlığı, “düzeni yeniden sağlamak” amacıyla, büyük bir kısmı Ruslardan oluşan 2.500 “barış gücü askeri”ni ülkeye gönderdi. Bu güç, birkaç hafta sonra ülkeyi terk etti. Bu süreçte 225 kişi öldürüldü, 10.000 kişi gözaltına alındı.[16]

NATO veya Rusya karşıtı herhangi bir gücün gerçekleştireceği askeri müdahaleye ve tabii ki işçi eylemlerine karşı zırh oluşturmak suretiyle CSTO’nun Moskova’nın stratejik çıkarlarına hizmet ettiğine hiç şüphe yok. CSTO’nun Rusya’nın elindeki nüfuz alanını koruduğu çok açık. Bölgedeki işçi düşmanı despotlar, Batı’nın askeri müdahalesini de yabancıların desteklediği “renkli devrimler”i de Rus liderlerinin müdahalelerini de istemiyorlar. Bu anlamda, CSTO, esasen hem Kremlin’in hem de Orta Asya hükümetlerinin endişelerinin bir dışavurumu.

Öte yandan, Orta Asya hükümetleri, kendi dış politikalarına bizatihi kendilerinin karar veremiyor oluşlarının çilesini çekiyorlar. 2022 yılında Kazakistan, Özbekistan ve Kırgızistan sözcüleri, Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesini açıktan eleştirdiler ve Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü savunduklarını söylediler.[17]

...ve Ukrayna

Bir açıdan bakıldığında Ukrayna, ister istemez Rusya’nın “ilgi alanı”na giriyor, çünkü ülkelerin aralarında uzun sınırlar bulunan devletlerdeki gelişmelere daha fazla ilgi göstermesi, gayet doğal bir durum. Eğer Rusya “altemperyalist” bir ülke ise o vakit Ukrayna, Rusya için sadece askeri-stratejik sebeplere bağlı olarak değil, muhtemel ekonomik genişleme alanının içinde olması sebebiyle de önem arz edecektir. Peki bugün ekonomik genişleme alanı içinde olduğu için mi Rusya, Ukrayna ile ilgileniyor?

Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası Rusya, Ukrayna ile dostluk üzerine kurulu diplomatik ve ticari ilişkiler içine girmek için yollar aradı. Yirmi yılı aşkın bir süredir de bu uzattığı el karşılık buldu. Ekonomik açıdan Ukrayna ve Rusya birbirine etle tırnak gibi bağlı olduğu için aralarında işbirliği temelli ilişkiler kurulması gayet doğal. Her iki ülkede bulunan birçok işletme, iki taraftaki tedarikçileri ve müşterileri birbirine bağlayan, tekelleşmiş tedarik zincirleri üzerinden, birlikte hareket ediyor. Zaten Ukrayna, uzun zaman idari açıdan da Rusya ile somut ilişkiler içerisindeydi.

İki ülke, bir yandan da sayısız mamul için gerekli kaynaklar konusunda da birbirlerine muhtaç. Örneğin Ukrayna, ürettiği lokomotiflerin büyük bir kısmını Rusya’ya ihraç ediyor, Rus helikopterlerinde kullanılan motorların neredeyse tamamı uzun yıllar Ukraynalı şirket Motor Sich’ten alındı. Ruslar, bu ürünlerin benzerlerini üretecek ekipmana sahip olmayı gereksiz, yersiz ve pahalı bir iş olarak görüyorlar.

1991-2015 arası dönemde Rusya, Ukrayna’nın en büyük ticaret ortağı idi.[18] Bu ticaretin sömürüyle bir alakası yoktu. Her iki taraf da yüksek değerli, yoğun bilginin eseri olan ürünleri değiş tokuş etti. Rusya olağan bir gelişme dâhilinde, Ukrayna’yla yaptığı ticarette sattığı mallardan epey kâr elde etti, bunun nedeni, Rusya’nın Ukrayna’ya yüksek miktarda doğal gaz, hammadde ve yarı-mamul ürün satmasıydı. Bu alışveriş tarzının Harvey’nin veya Callinicos’un tarif ettiği “altemperyalizm”de görülen tarza benzemediği çok açık.

Rus kapitalizmi, gerçekte “altemperyalist” olarak Ukrayna’yı ekonomik açıdan kendisine tabi kılmaya çalışsaydı, elimizde çok farklı bir resim olurdu. Ukrayna pazarının Rus imalatçılarının eline geçmesi için çabalar, Rus kapitalistleri, bilhassa “doğanın hediyeleri”ne denk düşen doğal kaynakların çıkartılması gibi yollardan Ukrayna ekonomisinde üretilen değerin ana kaynaklarını kontrol altına almak için uğraşırlardı. Oysa Rusya, ne böylesi bir davranış içerisinde ne de bu tür adımlar atıyor. Ayrıca Rusya’nın Ukrayna’ya yaptığı doğrudan yatırım, hâlen daha çok düşük seviyelerde.

Rusya’nın Ukrayna’ya yaptığı yatırımlar, Batı’dan Ukrayna’ya giren sermayeyle kıyaslandığında devede kulak. 2012 sonunda Ukrayna hükümetinin aktardığı rakamlar dikkate alındığında, “Rusya, kümülatif doğrudan yabancı yatırım kaynağı olarak Almanya ve Hollanda’nın da gerisinde, toplam yatırımın sadece yüzde 7’si Rusya’dan geliyor.”[19]

Ruslar, en çok da telekomünikasyon alanına yatırım yaptılar. Bunu petrol, alüminyum arıtımı, demir metalurjisi ve Rus işletmelerinin sınır ötesinde yürüttüğü faaliyetleri besleyen makine mühendisliği çalışmaları takip ediyor.[20]

Bugüne dek Rus kapitalistleri, Ukrayna’daki “doğanın hediyeleri”nin çıkartılması konusunda çok az istekli oldular. Sadece Avrupa’daki topraklarında Rusya yüksek miktarlarda, henüz kullanmadığı, büyük petrol, demir filizi, manganez, titanyum ve (Ukrayna’nın en önemli madeni) lityum rezervlerine sahip. Bunun yanında, Ukrayna’nın ihracat gelirlerinde geçmişten beri hep en önemli yere sahip olmuş olan tarımsal sanayii kompleksine yapılacak dış yatırımlara yabancıların çiftlik arazilerini satın almasını imkânsızlaştıran kanunlarla kısıtlama getirildi.

Ukrayna’nın Rusya’yla kurduğu ekonomik ilişki, mantıklı ve kimi avantajlar sunan bir ilişki olmasına karşın, birçok Ukraynalı, özellikle büyük şehirlerde yaşayan aydınlar, gelişmiş Batı ile bütünleşme fikrini hararetli bir biçimde savunuyorlar. Bu projenin merkezinde, Avrupa Birliği ile imza edilecek “birlik sözleşmesi” için yürütülecek pazarlıklar duruyor. AB ve Ukrayna arasında kurulacak “derin ve kapsamlı serbest ticaret ilişkileri”ne vurgu yapan bu sözleşme, Ukrayna’nın AB üyesi olacağı sürecin başlangıcı olarak görülüyor.

Mart 2012’de hazırlanan bu birlik sözleşmesi, Ukrayna’nın emperyalist bloğun nispeten yoksul ve gelişmemiş periferi ülkesi olarak oynayacağı rol konusunda Ukraynalı liberallerin dillendirdikleri yanılsamaları içeren bir metin.

Süreç içerisinde Moskova, Ukrayna’nın “Batı’ya yüzünü çevirmesi”ne karşı sert ve düşmanca bir tavır geliştirdi. Belirli ölçüde bu tavır, Rusya’nın yapmak zorunda kalacağı ekonomik ayarlamalara karşı duyduğu korku ve kaygının yansımasıydı. Ama Rusların tepkilerinin şekillenmesinde en çok da birlik sözleşmesinin açıktan Ukrayna’nın Avrupa’ya ait güvenlik kurumlarıyla, yani NATO’yla bütünleşeceğini söylemekteydi.

AB’nin hazırladığı bu birlik sözleşmesi, aynı zamanda Ukrayna’nın nüfusu hilâfına, borç batağındaki ülkeyi “istikrara kavuşturma”yı amaçlayan, acımasız kemer sıkma tedbirlerinin şart olduğunu da söylüyordu. Ukrayna cumhurbaşkanı Viktor Yanukoviç, bu sözleşmedeki şartları kabul etmelerinin imkânsız olduğunu söyledi. Kasım 2013’te sözleşmenin kabul edileceği toplantı ertelendi ve tartışma sürecinin devam etmesine karar verildi.

Bu sözleşmeye alternatif olarak, Putin yönetimi kredi paketi önerisini sundu. Bu pakete Rus doğal gazının fiyatının düşürülmesi ve Ukrayna’nın iç siyaseti için getirilen şartların dayatılmaması gibi adımlar da dâhil edildi. Aralık 2013’te Yanukoviç, Putin’in teklifini kabul edince Kiev merkezinde, Euromaidan eylemleriyle zirveye ulaşan ve “Onur Devrimi” olarak adlandırılan olaylar patlak verdi. Şubat 2014’te Yanukoviç devrildi.

Bu noktada şu soru sorulabilir: Euromaidan merkezli yaşanan olaylar, Moskova’daki devlet kurumlarının Ukrayna’yı Ruslara ait “nüfuz alanı” olma vasfını muhafaza etme konusunda gösterdikleri kaygıyı, bunun sonucunda onun kendisinden kopmaması için ortaya koyduğu çabayı haklı çıkartır mı? Aslında bu soru sorunlu bir soru, çünkü soruyu soran, esasında birbiriyle alakası olmayan iki kanaati bir arada dillendiriyor.

Stratejik açıdan Sovyet sonrası kurulan tüm Rus hükümetleri Ukrayna’yla dost ve müttefik ülke olarak ilişki kurmayı, bu ilişki kurulamıyorsa, en azından onun topraklarına Batılı askerlerin ayak basmasına veya askeri üslerin kurulmasına mani olmayı öngören siyasete büyük önem verdiler. Eskiden beri Ruslar, Ukrayna’yı NATO saldırıları için kullanılacak bir tür askeri üs hâline gelmesine mani olma hedefini güttüler.

Buna karşılık, şu hep dillendirilen “nüfuz alanı”, esasında nitelik olarak ekonomiyle alakalı bir tabir. Belirli bir emperyalist gücün belirli bir bölgede üretilen değere el koymasına imkân sağlayan alanı ifade ediyor. Oysa Ruslar, bağımsız Ukrayna ile ilgili olarak böylesi bir adımı hiçbir vakit atmadılar.

Temel bir hususu bu noktada dillendirmek gerekiyor: Rusya, üçüncü ülkelerin Ukrayna’ya yatırım yapmasına hiçbir zaman mani olmadı, kimsenin önüne taş koymadı. Moskova’nın AB kaynaklı birlik sözleşmesine ekonomi düzleminde dillendirdiği itirazlarsa, anlaşmanın güvenlikle ilgili hükümleri yanında, sözleşmenin Rusya ile Ukrayna arasındaki ticari ilişkinin sonlandırılması ve bunun sonucunda Rus sanayiinin ağır bir maliyetle yüzleşmesi ile ilgiliydi.

Maidan olayları ardından Kiev’de başa sağcı, NATO yanlısı hükümet geçince, Rusya-Ukrayna ilişkilerinin ekonomi ayağı kesildi. Kırım ve Donbass’taki gelişmeler, bu sürecin birer sonucuydu. Aynı dönemde Ukrayna, bir yandan da Avrupa merkezli ticaret bloğuyla bütünleşme yönünde hızlı adımlar attı. 2013-2015 arası dönemde Ukrayna’nın Rusya ile yürüttüğü ticaretin hacmi yüzde 68 oranında düştü[21]. 2016 sonuna gelindiğinde ise Ukrayna’nın en büyük ticaret ortağı olan Rusya’nın yerini AB aldı.[22] 2011’de Ukrayna, Rusya’dan 29 milyar dolarlık mal ithal ederken, bu tutar, 2021’de 5,8 milyar dolara geriledi.[23]

Açık konuşmak gerekirse Moskova, Ukrayna’nın ekonomide ve diplomaside girdiği yeni yoldan pek memnun kalmadı. Ama bu noktada şu hususu vurgulamak gerekiyor: Rusya, Ukrayna’nın Batı ile ekonomi düzleminde bütünleşmek veya AB’ye girmek için çaba harcama hakkını hiçbir zaman inkâr etmedi. Rusya, Ukrayna’nın yürüttüğü politikalara pratikte askeri-stratejik düzeyde karşı koydu.

İki Yanlış Kavram

Görüldüğü üzere, “nüfuz alanları”, Orta Asya ve Ukrayna’da uygulamada olan Rus politikalarını açıklamada pek işe yarayan bir kavram değil. Tekrarlamakta fayda var: bu kavramın dayandığı anlayış, gerçeklerle çelişen önermeler dile döküyor.

“Rus altemperyalizmi” ise yetersiz ve anlaşılması güç bir kavram. Orta Asya’da Rusya, altemperyalist bir ülke olarak sahneye hâkim değil. Çin, bu hâkimiyet konusunda daha ileride. Batı ekonomilerinin etkisi altına girmiş olmaları, bölge ülkelerinin kendi iradelerinin ve bağımsızlıklarının halel görmemesini sağlıyor. Dolayısıyla, Rusya bu hâkimiyeti tesis etmekten uzak.

Ayrıca “Rus altemperyalizmi” denilen fikir, Ukrayna örneğini hiçbir şekilde açıklamıyor. 2016’ya dek bağımsız Ukrayna, Rus ekonomisinin yörüngesinde hareket etti ve faaliyet yürüttü, bu dönem boyunca ülke çok az gelişti.[24] Öte yandan eldeki kanıtlar, Ukrayna’nın ekonomik açıdan gerilemesinin sebebinin ülkedeki, IMF gibi borç veren kurumların neoliberal talimatları ve Batı’nın tavsiyeleri temelinde teşkil edilmiş olan kapitalizm olduğunu ortaya koyuyor.[25] Bu gerileme, Rusya’nın yapıp ettiklerinin neticesi değil.

Onlarca yıl boyunca Rusya, Ukrayna’nın gelişmiş teknolojiyle imal ettiği ürünlerini satın almak suretiyle, ülkedeki sanayinin ilgili sektörlerinin çökmemesini sağladı. Meraklısı, bu gelişmeyi “emperyalizm veya altemperyalizm” olarak nitelendirebilir elbette. Dahası, bu dönemin önemli bir bölümünde Rusya, Ukrayna’ya gazını Batılı müşterilerine sattığından daha düşük fiyata sattı ki bu da emperyalist olduğu iddia edilen bir ülkenin sergilemeyeceği bir davranış.

Ukrayna, Rusya’yla yaptığı ticarette ciddi kayıplar yaşadı, ama Maidan olaylarına dek uzanan dönem boyunca Rusya ile yapılan ticaretteki azalma, Batı’yla yapılan ticaretteki azalmadan düşüktü.[26] bu azalmanın ana nedeni ise Ukrayna’nın Rusya’dan düşük teknoloji ürünü sanayi ürünleri satın almasıydı. Azalmanın emperyalist bir ülkenin gelişmekte olan bir ülkeye yüksek değerli bitmiş ürün satmasıyla bir alakası yoktu.

2021’de Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik ihracatı kömür briketi, rafine petrol, petrol gazları ve amonyaktan oluşuyordu.[27] “Makineler” kategorisi, toplam ihracatın yüzde 10’undan düşük bir paya sahipti ve dolar cinsinden Ukrayna’nın Rusya’ya sattığı makinelerin tutarının çok az üzerindeydi.[28]

Rusya’nın Ukrayna’yla kurduğu ekonomik ilişkileri daha iyi anlamak için Ukrayna’nın Batı emperyalizmiyle bütünleşmeye başladığı günden itibaren elde ettiği deneyime bakmak gerekiyor. Maidan olaylarını takip eden yıllarda Ukrayna ekonomisi zerre canlanmadı. Ülke, ilk darbeyi Kırım’ın kendisinden kopup Rusya’ya bağlanmasıyla yedi. Nisan 2014’te yeni Kiev hükümeti, bunun üzerine, Ruslara askeriye ile bağlantılı ürünlerin satışına yasak getirdi. Rusya’nın savunma sektörü için bileşenler üreten yüksek teknolojiye dayalı birçok Ukraynalı şirketin bu süreçte beli kırıldı. Ukrayna’nın ürettiği buğdaya, demir filizine ve çeliğe dünya piyasalarında verilen fiyatlar da düşünce Rusya ile ticari ilişkilerin azalmasının yol açtığı tesir daha da ağır oldu, bunun neticesinde Ukrayna hızla resesyona girdi. 2021’de ülkenin reel GSYİH’si 2013’te ulaşılan düzeyin yaklaşık yüzde 10 altındaydı.[29]

Birçok gümrük vergisi kaldırılmış olmasına rağmen Ukrayna ürünlerini satın alan Avrupalı şirketler ve devletler, ülkenin son teknoloji ürünü olmayan, pek aşina olmadıkları mamullerine pek ilgi göstermediler. Ülkenin tarımsal ürün satışı da AB’nin getirdiği ithalat kotaları sebebiyle sınırlı kaldı. Aynı dönemde Ukrayna’nın gümrük vergilerini düşürmesiyle birlikte ülke pazarı, Avrupalı imalatçıların ürettiği, gelişkin ve cazip ürünlerle dolup taştı. Birçok Ukraynalı şirket, rekabet koşullarına dayanamayıp iflas etti.

Herkes farklı öngörülerde bulunurken, Batılı yatırımcılar tam ters yönde hareket ettiler. Bu yatırımcılar, Ukrayna’ya harap olmuş işletmeleri satın almak, onları yenilemek, ucuz emeği ve hammaddeyi Batılı tüketiciler için birer ürüne dönüştürmek için gelmediler. Ukrayna’da yolsuzluk ve hükümet krizleri, esasında ortada güçlü engellerin olduğunun, dış yatırımların ufak kaldığının kanıtıydı.

Doksanlarda ülkeye kapitalizmin tekrar geldiği günden beri devrede olan ve radikal müdahalelerle işleyen yeniden sanayileşme süreci, neticede “derin ve kapsamlı serbest ticaret” koşullarında hızlanabilecek bir şeydi. Yıllar geçtikçe otomobil endüstrisi ve uçak üretimi gibi kimi sektörler ortadan kayboldu. Avrupa kapitalizmi, Ukrayna’yı gelişmiş bir ülke değil, ucuz teknolojiyle üretilmiş genel ürünleri, demir filizini, çelik kütüklerini, temel kimyasal ürünlerini ve tavuk etini ucuza temin eden bir ülke olarak içine alıyordu.

Görüldüğü üzere, bugün Ukrayna’yı çevre ülkeye dönüştüren de onu yağmalayan da Batı’nın gelişkin kapitalizmi. Bu koşullarda, Rusya’yı Ukrayna’nın yüzleştiği ekonomik açmazlar konusunda suçlamak için dile pelesenk edilen argümanların yanıltıcı, dikkat dağıtıcı ve işe yaramaz oldukları görülmeli.

Renfrey Clarke
1 Ağustos 2023
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Aktaran:
Patrick Bond, Ana Garcia ve Miguel Borba, “Western Imperialism and the Role of Sub-imperialism in the Global South”, 13 Ocak 2021, Cadtm.

[2] A.g.e.

[3] Bkz.: Walter Daum, “Is Imperialism still Imperialist? A Response to Patrick Bond”, 16 Mayıs 2018, Roape.

[4] A.g.e.

[5] Dünya Bankası Verileri. Bkz.: Wiki.

[6] Bu sonuca Rusya’nın yetişkin insan başına düşen (banka mevduatları, hisseler, bonolar, para piyasası fonları gibi) finansal servetleri üzerinden ulaşmak mümkün. Credit Suisse Küresel Servet Veri Kitabı’na göre, 2021’in sonunda bu rakam 13.683 dolardı. ABD’de ise 468.295 dolar.

[7] Bkz.: “The Myth of ‘Russian Imperialism’: In Defense of Lenin’s Analyses”, 7 Mart 2016, NCW.

[8] A.g.e.

[9] “List of Countries by GDP”, Wiki.

[10] “China, Kazakhstan Bilateral Trade Up 34% In Twelve Months”, 15 Mart 2023, SRB; Emil Avdaliani, “Russia and Kazakhstan: 2023-24 Trade and Investment Dynamics”, Briefing; “Uzbekistan Wants China Relations to Progress From Trade to Investment”, 22 Mart 2023, SRB.

[11] Bkz.: Brian Wong ve Iskander Akylbayev, “What Does Xi Jinping’s Visit Tell Us About China’s Relationship with Central Asia?”, 15 Eylül 2022, Diplomat.

[12] A.g.e.

[13] “Foreign Direct Investment in Kazakhstan”, Lloyds.

[14] “Russia and Kazakhstan: Drivers of Regional Development”, 15 Haziran 2022, Ros.

[15] “Collective Security Treaty Organization”, Mfa.

[16] Oliver Heggin, “The CSTO and Its Deployment in Kazakhstan”, 8 Şubat 2022, Hsc.

[17] Brian Wong ve Iskander Akylbayev, “What Does Xi Jinping’s Visit Tell Us About China’s Relationship with Central Asia?”, 15 Eylül 2022, Diplomat.

[18] Bkz.: Renfrey Clarke, The Catastrophe of Ukrainian Capitalism: How Privatisation Dispossessed and Impoverished the Ukrainian People. Sidney, Resistance Books, 2022, s. 85.

[19] “The Myth of ‘Russian Imperialism’: In Defense of Lenin’s Analyses”, 7 Mart 2016, NCW.

[20] A.g.e.

[21] Clarke, a.g.e., s. 80.

[22] A.g.e., s. 84.

[23] “Ukraine Imports from Russia”, Trading; “Ukraine Imports by Country, Trading.

[24] Dünya Bankası rakamları, 2021’de Ukrayna’nın reel GSYİH’sinin hâlen daha bağımsızlık öncesi ulaştığı, 1989 yılında kayıt altına alınmış olunan zirvenin altında olduğunu ortaya koyuyor. Bkz.: “GDP (constant 2015 US Dollar) Ukraine, WB.

[25] Bu, kitabın tezidir: Clarke, a.g.e.

[26] A.g.e., s. 56.

[27] “Bilateral Trade by Products”, Oec.

[28] “Russia-Ukraine”, Oec.

[29] “GDP (constant 2015 US Dollar) Ukraine, WB.

17 Mart 2023

,

“Barış Manifestosu”na Dair Açıklama


Ukrayna’ya gönderilen silâhlara karşı acilen eyleme geçilmeli. Hatta bu konuda geç bile kaldık. Almanya’da yüz binlerce insan da meseleyi bu şekilde ele alıyor. Die Linke’den [“Sol Parti”] Sahra Wagenknecht ve Alice Schwarzer’in kaleme aldığı Barış Manifestosu, bu itiraza dair duygu ve düşüncelere yer veriyor. Biz, örgüt olarak NATO karşıtı eylemlere katılacağız ve bu ittifaka karşı açıktan konum alacağız.

Frankfurter Allgemeine Zeitung gazetesinden Hristiyan Demokratlar’a ve Yeşiller’e varana kadar birçok kesim, Manifesto’ya saldırdı. Bu saldırılar, bize siyasete ve medyaya savaş çılgınlığının ve militarizmin hâkim olduğunu gösteriyor. Ülkede tartışmaya yön verenler, Ukrayna’ya silâh gönderilmemesine dönük çağrılara bile hoşgörü gösteremiyor.

Manifesto ve ona yönelik tepkiler, Sol Parti’nin iflas ettiğini ortaya koyuyor. Parti, NATO çizgisi uyarınca hareket ettiği için, bugün savaş karşıtı tek bir eylem bile örgütleyemiyor.

Batı Propagandasını Temel Alıyor

Barış Manifestosu, silâh teslimatına karşı çıksa da aslında Batı propagandasını temel alıyor. Savaş konusunda Rusya Federasyonu’nu suçluyor. Rusya’yı mahkûm edip şeytanlaştıran metin, “Rusya’nın acımasızca saldırdığı Ukrayna halkı dayanışmamıza muhtaç” diyor.

Manifesto’da Rusya “zalim bir işgalci” olarak tarif ediliyor:

“Bugüne dek 200.000 asker, 50.000 sivil öldürüldü. Kadınlara tecavüz edildi, çocuklar korktu, tüm halk, büyük bir travmayla yüzleşti. Savaş bu şekilde devam edecek olursa Ukrayna boşalacak, harap bir ülke hâline gelecek.”

Bu çağrıda da NATO’nun kullandığı propaganda diline rastlıyoruz. Bu metin de NATO’nun Rusya’ya yönelik saldırısını, 2014’te Ukrayna’da gerçekleşen faşist darbeyi, sonrasında Donbass’ta yaşanan savaşı, Ukrayna’ya gönderilen silâhları, Ukrayna ordusunun yürüttüğü askeri hazırlıkları görmüyor. Manifesto, hiçbir inceleme yapmadan, hiçbir şerh düşmeden, Batı propagandasının Rusların işledikleri savaş suçları ile ilgili olarak dile getirdiği iddiaları olduğu gibi kabul ediyor.

Savaş sürecinin tırmanması konusunda da Rusya ve Putin suçlanıyor:

“Putin’in Kırım’ın saldırıya uğraması durumunda tüm gücüyle gerçekleştireceği saldırıdan korkulmalıdır. Böylesi bir durumda süreç, dünya savaşına ve nükleer savaşa doğru evrilecek mi? Olası savaş, dünya tarihinde bu şekilde başlamış ilk büyük savaş olmayacak. Ama muhtemelen son savaş olacak.”

Manifesto, Putin’i tehlikeli biri olarak takdim ediyor. Oysa savaşı ta başından beri NATO tetikledi, kışkırttı, gerekli hazırlıkları o yürüttü.

Metin, Ukrayna’nın kendisini savunma hakkı bulunduğunu söylüyor, Batı’nın sunduğu desteğin temelde yanlış olmadığını iddia ediyor:

“Ukrayna aslında girdiği her bir muharebeyi Batı’nın desteğiyle kazanabilir.”

Oysa nükleer bir güçle savaşan, o savaştan hiçbir şekilde zaferle çıkamaz. Ancak yenişmezlikle sonuçlanabilir. Savaşı kazanabilseydi, bu savaş iyi ve haklı mı olacaktı? Mesele NATO’nun savaşta olması değil midir, kazanamayacak olması mıdır?

Kundakçıları İtfaiyecilere Dönüştürüyor

Hükümetin yürüttüğü propaganda ile Barış Manifestosu arasında bir fark var. Manifesto’ya imza atanlar, nükleer bir güç olarak Rusya’ya karşı askeri bir zafer elde etmenin imkânsız olduğunu söylüyorlar. Ona göre, bu sebeple müzakereler yürütülmeli. Her iki taraf taviz vermeli. Metni kaleme alanlar, “Alman hükümeti, silâh tedarik etmek yerine ateşkes ve barış müzakereleri için çalışsın” deniliyor.

Metin, Almanya’da savaş çığırtkanlığı yapanlara ve bu savaşın gerçekleşmesine katkıda bulunanlara seslenip müzakere masasında bir taraf olmasını istiyor. Manifesto’ya göre, Federal Cumhuriyet ve diğer NATO ülkelerinin müzakere sürecinin güvenilir ortakları olacağı düşünülüyor. Bu metni yazanlar, keçiyi bahçıvan, kundakçıyı itfaiyeci yapmak istiyor.

2014 darbesini örgütleyenlerin, onların faşist dostlarının, Donbass’ı bombalayanların, Zelenski’yi Münih’te müzakere edilen Budapeşte Protokolü’nden çekilmesi yönünde teşvik edenlerin, Rusya’nın tüm anlaşma önerilerini her daim elinin tersiyle itenlerin barış sürecinin müttefiki olduğunu söylüyorlar. Uluslararası hukuk uyarınca bağlayıcı olan Minsk Anlaşması’nı Ukrayna’yı Rusya’ya karşı silâhlandırmak için zaman kazanmak amacıyla kullananların bugün müzakere sürecinin güvenilir birer ortağı olması mümkün mü?

Manifesto aynı zamanda, barışa ulaşmak için ABD’den bağımsız bir dış politika yürütülmesi gerektiğini söylüyor. ABD’nin en büyük savaş çığırtkanı olduğu, Almanya’yı savaş konusunda baskı altına aldığı tabii ki doğru. Bu konuda Kuzey akım boru hattında patlayan bombaya bakılabilir. Gelgelelim, bu süreçte Alman emperyalizmi hiçbir şekilde mağdur değil. O, mevcut durumu güç ve askeri kudret kazanmak için kullanmak gibi bir hesap içerisinde. Bugün Almanya’daki savaş çığırtkanlarından barış davasına katkı sunmalarını isteyebiliyor olmak büyük bir sorun, çünkü Rusya’ya karşı yürüttüğü savaşta Ukrayna’yı tam da onlar silâhlandırıyorlar.

Manifesto, “Rusya saldıran taraftır, Batı barış sürecinde müzakereci olabilir” tespitini paylaşıyor. Bu anlamda NATO’yu da Ukrayna’ya sunduğu “desteği” de meşrulaştırıyor. Bu anlamda metin, ortalığı yatıştırmaya çalışan bir muhalefet yürütüyor, bu muhalefetse hedef şaşırtıyor, zira asıl düşmana saldırmıyor, sadece ona “daha hassas hareket etmesini” söylüyor. Oysa bu konum, Rusya’ya karşı yürütülen savaşı durdurmayacak.

Barış Hareketinin Felç Edilmesi

Silâh teslimatına karşı çıkmasına karşın Manifesto, NATO’yu meşrulaştırıyor. Bu da barış hareketi içerisinde bulunan ve NATO’ya karşı olan güçleri zayıflatıyor, barış hareketini bölüyor. Bu sebeple barış hareketi savaş çığırtkanlarına karşı açıktan bir konum alamıyor. Barış hareketi bu şekilde felç ediliyor. Libya ve Suriye gibi son dönemde yaşanan savaşlarda Batı’ya açıktan karşı konum alamayan barış hareketi, kendi ayaklarına pranga vuruyor.

Manifesto, Avrupa’da savaş istemediğini söylüyor, bu sebeple müzakere masasına işaret ediyor. Metinde NATO üyesi ülkelerin dünyada birçok başka ülkede yürüttüğü ve yürütmeye devam ettiği savaşlar da NATO’nun Rusya’ya yönelik saldırısı da mesele edilmiyor. NATO’cu savaş çığırtkanlarına karşı uluslararası dayanışmanın altını oyuyor.

Çağrı metni, esas olarak Rusya’nın tetikleyeceğini düşündüğü dünya savaşı veya nükleer savaşa yönelik boş bir korkuyu temel alıyor. NATO propagandası, Rusya’nın Ukrayna’da çıkarlarını korumak adına nükleer savaş kartını oynadığını söylüyor. Oysa bu, bir yalan. Savaş sürecini asıl tırmandıran, Rusya’yı nükleer silâh kullanması konusunda tahrik etmek gibi hamlelere başvurmaktan hiç çekinmeyen, NATO ülkeleri. İnsanlardaki korkuyu artırmak için uğraşıyorlar ve sürekli Putin’i suçlu göstermeye çalışıyorlar. Manifestonun bir sorunu da NATO’nun üçüncü dünya savaşının fitilini ateşlediğine dair tek bir lafın edilmiyor oluşu.

Melez Cephe Suçlaması

Medya ve diğer NATO propagandacıları, Sahra Wagenknecht’i ve Alice Schwarzer’i sağcılarla “melez cephe” kurmakla suçluyor. Bu, barış hareketi gibi hareketleri karalamak ve toplumsal düzlemde tecrit etmek için yaygın olarak başvurulan bir yöntem.

Gauweiler (Hristiyan Sosyal Birliği -CSU) gibi isimler de bu çağrıya metni kaleme alanların Batı’yı koruma altına alan sınırlı konumları sebebiyle destek sunuyorlar. Melez cephe suçlamasını ise aslında tek cephede, NATO cephesinde bir araya gelmiş isimler dillendiriyorlar. Bu eleştiriyi dillendirenler, duyarcıymış, solcuymuş gibi görünüyorlar, ama aslında gericiler ve militaristler. Bu, güçlü ve baskıcı bir cephe. Dolayısıyla bugünün en tehlikeli gücü. Antifaşistler ve antimilitaristler, asıl bu melez cepheyle mücadele etmeli!

Schwarzer de eleştirilen bir isim. Geçmişte Batı’nın Yugoslavya, Irak, Afganistan ve Libya’ya karşı yürüttüğü savaşları açıktan eleştirmiş bir isim. Buna karşın, Müslüman karşıtı ırkçılık gömleğini üzerine geçirmiş feministlerin öncüsü olarak Schwarzer, bir yandan da İslam düşmanı ajitasyon faaliyeti ile Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Afganistan’da emperyalizmin gerçekleştirdiği saldırılara hizmet etti.

AfD denilen partinin barış yanlısı bir güç olduğuna ilişkin tespit yanlış. O, bir NATO partisi, silâhlânma ve savaş partisi, 100 milyar avroluk silâhlanma paketini destekliyor, daha fazla silâhlanmayı savunuyor. Parti, Almanya’nın çıkarlarından bahsediyor, onun seçenekleri üzerinde duruyor, yani bu anlamda tekellerin çıkarları uyarınca hareket ediyor. Bu partinin Rusya’yla müzakere yürütülmesi talebine hiçbir şekilde güvenilemez. Parti, barış için müzakere sürecinin başlamasını istiyor, ama bu talebini Rusya Federasyonu’nun Ukrayna’dan çekilmesi ve Doğu Ukrayna’nın BM emrine girmesi şartına bağlıyor. Oysa bu önerilere uygun hareket edilecek olursa zafer NATO’nun olacak. Başka seçenekleri dillendiren, birer demagog olan sağcı güçlerin gerçek niyetleri ifşa edilmeli.

Müzakerelerin Amacı Ne?

Müzakere çağrısı, çoğunlukla silâh satışlarına karşı bir seçenek olarak sunuluyor. Oysa müzakere, gerekli önkoşullara ve müzakerelerin hedefinin ne olduğuna bağlı. Rus askerlerinin çekilmesi bir önkoşulsa burada talep edilen şey müzakere değil, NATO’nun zaferi ve o zafer sonrası imza edilen barış anlaşmasıdır.

“Müzakerelerden kim fayda sağlayacak ve bu müzakerelerin amacı ne?” soruları önemli sorulardır. Müzakere çağrısı yapmazdan veya müzakere denilen öneri yüceltilmezden önce bu sorulara cevap verilmelidir. Batı’ya hizmet eden tahriklerin ve savaşın kaynağı olan faşist rejimin hüküm sürdüğü Ukrayna’nın NATO’nun elindeki bir koçbaşı olarak iş görmesiyle neticelenecek bir müzakere sürecine karşı çıkılmalıdır.

“Saldırgan Putin” lafı gündemden çıkartılmalı, talepler, bu tür bir lafı temel almamalıdır. Zira Strack-Zimmermann ve şürekası türünden propagandacılar, süreci tırmandıracak işlere imza atmakta, kendilerini Putin’in saldırganlığıyla mücadele eden, hakiki ve tutarlı savaşçılar olarak takdim etmektedirler.

Bu anlamda Sahra Wagenknecht yanlış bir konum alıyor ve Ukrayna lehine tavizler verilmesini istiyor. Almanya’da süren tartışmayı yürütenler, gerçekleri tümüyle göz ardı ediyorlar, savaşın gerçek arka planına bakmıyorlar, bu sebeple gerçekçi bir çözüm sunmuyorlar. Dolayısıyla, bu savaşın bu şekilde sona ermesi imkânsız. Biz, kendi hükümetimizi durduracak yolları bulmak, savaş yolunda ilerleyişine mani olmak, bu yaklaşımla tutarlılık arz eden bir yoldan hükümetin yürüttüğü propagandayla mücadele etmek zorundayız. Barış hareketinin görevi budur.

Barışa Uzanan Yegâne Yol

NATO, saldırgan taraftır ve savaş çığırtkanıdır. NATO, Ukrayna’ya adım atmamış olsaydı, savaş olmazdı. Dolayısıyla, barışa uzanan yegâne yol, NATO’nun Ukrayna’dan defolup gitmesidir!

Silâh teslimatının durdurulması talebi, doğru ve önemlidir. Bu sebeple, NATO karşıtı konumumuzu açık bir biçimde ortaya koymak amacıyla, yapılacak gösterilerde yer alacağız.

Biz, silâh teslimatına karşı çıkan insan kadar NATO’nun bu savaşın sorumlusu olduğunu gören insan olduğunu düşünüyoruz. Onların sesi artık daha gür çıkmalı!

NATO, Ukrayna’dan defol!

Rusya’yla savaşı durdurun!

Almanya NATO’dan çıksın!

NATO’nun inşa ettiği faşizmle mücadele et!

Komünist Teşkilât
24 Şubat 2023
Kaynak

27 Şubat 2023

,

Rusya’yla Savaştayız


Ara sıra da olsa en deneyimli politikacı bile hata yapar ve yanlışlıkla doğruyu söyler. Almanya Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock’un Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde kısa süre önce gerçekleşen bir tartışma sırasında açıktan “Rusya’ya karşı bir savaş veriyoruz” dediğinde olan buydu. Alman hükümeti, dışişleri bakanının “yanlış yorumlandığını” söylemekte gecikmedi, ama aslında Baerbock, gerçeği olduğu gibi söylemekten başka bir şey yapmamıştı.

Çatışma sürecinin başlaması üzerinden neredeyse bir yıl geçti ve Batı’nın Ukrayna’ya müdahalesi konusunda dile getirilen, “NATO Rusya ile savaşmıyor” ve “temin ettiğimiz teçhizat, tümüyle savunma amaçlı” gibi cümleler üzerine kurulu olan hikâyenin kurgu olduğu, gerçekle bir alakasının bulunmadığı tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı.

Geçen ay Almanya’daki Ramstein Hava Üssü’nde, ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin ve Genelkurmay Başkanı General Mark Milley tarafından düzenlenen bir brifingde oldukça önemli gerçeklerden biri daha örtbas edildi. Austin ve Miller, ABD’nin “Rus işgali altındaki Ukrayna’yı kurtarmak için saldırıya” geçme kararlılığını açık bir şekilde ifade ettiler. ABD’ye göre Ukrayna, hem tüm Donbass'ı hem de Kırım’ı kapsıyor.

ABD ve NATO tarafından sağlanan silâhların savunma amaçlı değil saldırı niteliğinde olduğunun kabulü, Biden yönetimi için önemli bir U dönüşüne işaret ediyor. Geçen yıl Mart ayında Biden, halka ABD’nin Ukrayna’ya “saldırı teçhizatı” ile “uçaklar ve tanklar” göndermeyeceğine dair söz vermişti, çünkü bu, “Üçüncü Dünya Savaşı”nı tetikleyecekti. Gerçekten de sadece birkaç ay önce, Ukrayna’ya tank verilmesi akla dahi getirilebilecek bir şey değildi.

Gene de önümüzdeki aylarda ABD, 31 Abrams tankını teslim etmeyi planlıyor ve haftalar süren isteksizlikten sonra Almanya bile Washington ve diğer müttefiklerinden gelen muazzam baskıya boyun eğdi. Alman hükümeti, Leopard 2 tanklarından 14’ünü Ukrayna'ya göndermeyi kabul etti ve ayrıca kendi Alman yapımı Leopard 2 tanklarını göndermek isteyen diğer bazı Avrupa ülkelerine de onay verdi. Bu arada Birleşik Krallık, kendi tanklarından 14 tanesini görevlendirdi. Toplamda Ukrayna yaklaşık 100 tank alacak, ancak sayı muhtemelen artacak (Zelensky 300-500 istedi.)

Bu, ABD ve NATO’nun çatışma sürecinin başladığı günden beri geçtiği o uzun kırmızıçizgiler listesindeki en son çizgi. Savaşın başında, roketatarların ve tanksavarlarının, bunun yanında karadan havaya fırlatılan füzelerin teslim edildiği ilk dönemde, New York Times, küçük çaplı cephanenin ve hafif silâhların açıktan Ukrayna’ya verilmesinin savaşın kapsamını büyüteceği, Rusya’nın misillemede bulunma ihtimalini artıracağı, böylelikle riskin büyümesine neden olacağı uyarısında bulunuyor, öte yandan, ABD’li yetkililerse gelişkin silâhların çatışma sürecini daha da tırmandıracağını söylüyorlardı. İki ay sonra Biden yönetimi, verdiği sözden döndü, uyarılara kulak tıkadı ve Ukrayna’ya Mi-17 helikopterleri, 155-mm’lik obüsler ve “Sustalı” olarak anılan kamikaze dronları göndereceğini duyurdu.

Bu noktada yeni bir kırmızıçizgi çekildi: Kiev’in isteklerine rağmen ABD, Ukrayna’ya Rus topraklarını vurma kapasitesine sahip uzun menzilli roket sistemleri (M270 MLRS ve M142 HIMARS) vermeyeceğini, bu yardımın Kremlin’in savaşı daha da tırmandırmasına neden olacağını söyledi. Ama ABD yönetimi, fikrini iki hafta sonra değiştirdi ve bu sistemleri Rus toprağına yönelik olarak kullanmaması şartıyla verebileceğini ifade etti. Ama Aralık ayında bu belirlenen kırmızıçizgi de aşıldı, zira Ukrayna, o ay içerisinde ABD’nin onayıyla bu füzeleri kullandı ve Rusya havasını yüzlerce kilometre ihlal etti. Öte yandan görebildiğimiz kadarıyla, muharebe tankları ile ilgili alınmış olan karardansa daha kısa zamanda cayıldı.

Süreç hiç sona ermeyecekmiş gibi görünüyor ve giderek tırmanıyor. Bu noktada “Sırada ne var?” sorusu gündeme geliyor.

Bugün Ukrayna, ABD menşeli F-16’lar gibi Batılı dördüncü nesil savaş uçakları için bastırıyor. Biden ve NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, bu talebi geri çeviriyor, ama F-16’lar konusunda da diğer tüm kırmızıçizgilerde yaptıkları gibi, geri adım atmayacaklarına inanmak için ortada hiçbir sebep yok.

Ukraynalılar ise oldukça kendinden emin görünüyorlar. Ukrayna Savunma Bakanı Oleksi Reznikov’un geçtiğimiz günlerde ifade ettiği biçimiyle: “Kasım 2021’deki işgalden önce Washington’dayken Stinger füzelerini istediğimde, bunun imkânsız olduğunu söylemişlerdi. Ama şimdi verdiler. 155 milimetrelik silâhları istediğimde hayır cevabını vermişlerdi. HİMAR ve HARM füzelerine de ‘hayır’ demişlerdi. Ama şimdi ‘olur’ diyorlar. Dolayısıyla yarın F-16’ları vereceklerine eminim.”

Bu sebeple önümüzdeki hafta içerisinde yapılacak NATO toplantısında savaş uçaklarının gündeme gelmesini bekleyebiliriz. Fransa da dâhil olmak üzere birçok Avrupa ülkesi, Ukrayna’ya savaş uçağı göndermeye açık olduklarının sinyallerini şimdiden verdi. Politico’ya göre, Ukraynalı pilotlar, yakında ABD’de F-16 eğitimlerine başlayabilirler. Bu arada, çatışma süreci sayesinde insanların kanına giren birçok ABD savunma şirketinden biri olan Lockheed Martin, fazladan talebi karşılamak için üretimi artıracağını duyurdu.

Savaş uçakları değil mesele, mesele, bugün bizim, Alman dışişleri bakanının istemeden de olsa kabul ettiği biçimiyle, Rusya ile savaşta olmamız. Savaşın resmen ilân edilmemiş olmasının bir önemi yok: ABD, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri hiçbir zaman resmi planda bir savaş ilân etmedi, ama bu durum, onun onlarca ülkeye askeri müdahale gerçekleştirmesine mani olmadı. Bugün Amerikan askeri de NATO askeri de sahada. Hatta gelen raporlara göre, ABD’ye ait özel harekât birimleri Ukrayna’da savaşıyor. Bunlar, esasında tali konular. Asıl önemli olan, güçlü askeri teçhizatı giderek daha fazla temin eden, teknik, lojistik ve finansal ve eğitimle alakalı desteğini şuan savaşan güçlerden birine sunan, hatta Rus topraklarında bile saldırılar gerçekleştiren Batı’nın, liderlerinin ağızlarından dökülenlerden bağımsız olarak, Rusya ile fiilen askeri bir çatışma içerisinde olması.

Ukrayna’da olan biteni öğrenmek, bu yaşananların yol açacağı riskleri bilmek, Batılı yurttaşların hakkı.

Bugün belki de en tehlikeli iddiayı eski NATO genel sekreteri General Anders Fogh Rasmussen dillendirdi: “Ukrayna’nın ihtiyaç duyduğu tüm silâhları ona verirsek kazanabilir.”

Rasmussen gibi şahinler, 2014’te Rusya’nın ilhak ettiği Kırım’ın geri alınmasını öneriyor, bu bölgenin stratejik açıdan oldukça önemli olduğunu söylüyorlar. Birçok Batılı müttefikse Kırım’ın aşılması mümkün olmayan bir kırmızıçizgi olduğunu düşünüyor. İyi ama bu çizgi, daha ne kadar süre aşılmayacak?

Daha bir ay önce New York Times, Biden yönetiminin Ukrayna’nın Kırım’a yönelik olarak gerçekleştireceği saldırıya destek verme fikrine ısınmaya başladığını söylüyordu.

Bu strateji, esasen Rusya’nın askeri yenilgiyi ve kontrol ettiği toprakları kaybetmeyi nükleer silâh kullanmadan kabul edeceği varsayımını temel alıyor. Oysa bu, bilhassa Irak’tan Afganistan'a kadar son yirmi yıl içerisinde gerçekleşen savaşlarda yaptığı askeri tahminlerin feci bir şekilde başarısızlığa uğramasına şahit olmuş Batılı stratejistlerden gelen, insanlığın geleceği üzerine kumar oynanmasına neden olacak, oldukça önemli bir varsayım.

Gerçek şu ki, Rusya, kendi açısından, Ukrayna’da varoluşsal bir tehdit olarak algıladığı şeye karşı savaşıyor ve onun sırtını duvara yaslayıp, hayatta kalmasını güvence altına almak adına, aşırı önlemlere başvurmayacağına inanmak için ortada hiçbir neden yok.

Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Dimitri Medvedev’in dediği gibi: “Konvansiyonel bir savaşta nükleer silâhlara sahip olan bir gücün kaybetmesi, nükleer savaşın patlak vermesine neden olur. Nükleer güçler, girdikleri ve kaderlerinin bağlı olduğu büyük çatışmaları kaybetmezler.”

Batılı liderler, bu gerçeği Soğuk Savaş sırasında genel anlamda idrak etmişlerdi. Ama bugün Ukrayna ordusuna giderek daha fazla yardım sağlayan ABD ve NATO, bu gerçeği unutmuş gibi görünüyor, bu anlamda, felâket senaryosuna doğru adım adım ilerliyor.

Trump yönetiminde Savunma Bakanı’nın eski danışmanı olan Douglas Macgregor’un dile getirdiği biçimiyle: “Ne biz ne de müttefiklerimiz, Rusya ile bölgesel veya küresel topyekûn bir savaşa girmeye hazırız. Mesele şu ki, Rusya ile ABD arasında savaş çıkarsa Amerikalılar hiç şaşırmamalı.”

Biden yönetimi ve Washington’da iki parti içerisinde kendisine destek olan isimler, bu ihtimalin gerçekleşmesi için ellerinden geleni yapıyorlar. Bazı uzmanlara göre, Ukrayna’nın Kırım’a saldırması durumunda nükleer savaş yaşanır. Gerçekleşme ihtimali yüksek olan senaryo ise Ukrayna’nın Afganistanlaşması. Bu durumda nükleer savaş ihtimali de, çatışma sürecinin barış yoluyla çözülmesi ihtimali de ortadan kalkar.

Bu uzun soluklu çatışma süreci, muhtemelen yıllarca sürecek, neticede NATO, yaşanacak yenilginin nelere yol açacağına bakmadan, Ukrayna’nın askeri açıdan yenilmesine izin verecek.

Demek ki ortada basit bir gerçek var: Bu savaşı kimse “kazanamaz”.

Uzun soluklu savaşsa sadece Rusya ile NATO arasında doğrudan çatışma yaşanması ihtimalini artırır. Bu ihtimali bugün ABD ordusuna bağlı, fazlasıyla şahin olan düşünce kuruluşu RAND Corporation da kabul ediyor.

Yeni kaleme aldığı, “Uzun Soluklu Savaştan Kaçınmak” başlığını taşıyan raporda, “uzun soluklu çatışma süreci”nin yol açacağı riskler konusunda uyarıda bulunan yazarlar, bu çatışmanın Rusya’nın nükleer silâh kullanma ihtimalini artıracağını, NATO-Rusya savaşına yol açacağını, bunun da ABD’nin çıkarlarını ciddi bir biçimde riske atacağını söylüyorlar.

Yazarlara göre, “çatışma sürecinin iki ayrı bir biçim dâhilinde tırmanması ABD’nin en büyük önceliği, ayrıca Rusya’nın zayıflamasına veya Ukrayna’nın daha fazla toprağı kontrol etmesini sağlamaya yönelik atılacak adımlardan da önemli.” Yani demek istiyorlar ki ABD çıkarlarına en iyi, Ukrayna’nın müzakere sürecine girmesi durumunda ona ileride askeri yardım yapma koşulunu getirmek gibi bir adım üzerinden “kalıcı barışı tesis edecek politik anlaşmaya varılmasına odaklanarak” hizmet edilebilir.

Nihayetinde, felâket senaryoları bir yana, savaş en iyi ihtimalle bu şekilde, yani tarafların hiçbirisinin kaybetmeyeceği, ama hiçbir şey kazanmayacağı bir anlaşma dâhilinde sona erecek. Bu kaçınılmaz sonucun ortaya çıkacağı günü erteleyip durduğumuzda, Ukrayna’da gereksiz yere daha çok insan ölecek, ülke, daha fazla yıkıma sürüklenecek. Ayrıca hızla kırılma noktasına doğru sürüklenen Avrupa kıtası, ekonomik açıdan daha fazla çile çekecek.

Thomas Fazi
8 Şubat 2023
Kaynak