1979-1982
momentinde, bu önemli dönemeçte sol, sosyalist ve devrimci örgütlerin cem-i
cümlesinin bölünmesi, örgütlerin esasta devrim gibi bir niyetlerinin olmadığının
delilidir. Devrimin zorunluluğundan kaçılmış, emre itaatsizlik edilmiş, herkes,
bir biçimde varoluşunu kutsallaştırmıştır. 12 Eylül’ün mirası budur.
Bu
örgütler, din, millet ve sınıf başlıklarında sürekli kendi varoluşunun
kutsiyetini koruyacaklardır. Kendi varoluşunun Marksizmin, sosyalizmin ve
komünizmin devamlılığının önşartı olduğu konusunda herkesi ikna etmek zorunda
kalacaktır. Din, millet ve sınıfla kurulan pozitif veya negatif ilişkilerin
arkasında bu teolojik zemin durur.
1979-1982
momentinde mangalda kül bırakmayan örgütlerin bile devrim gibi bir derdi
yoktur. Sonradan bu örgütler, ilgili momentte bir “devrimci durum” var mıydı
yok muydu tartışması içine girmişlerdir. Lenin’den alınan devrimci durum
formülüne göre, yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istememesi, yönetenlerin
eskisi gibi yönetememesi ve yaygın bir ekonomik kriz başlıkları esasında
devrimci öznenin mevcudiyeti ile tanımlıdır. Yani bu başlıkların kendinden
menkul, nesnel, kendiliğinden, Tanrı katından bir müdahale ile gerçekleşmiş bir
niteliği yoktur. Yönetenlerin eskisi gibi yönetememesi için devrimci mücadele
zorunludur. Yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istememesi için de aynı durum
geçerlidir. Ama bu noktada sürekli, ekonomizm batağına saplandıklarını gizlemek
amacıyla, ekonomik krizin ne ölçüde yaygın ve ne kadar derin olduğu
tartışılmaya çalışılır.
“1979-1982
momentinde devrimci durum yoktu” diyenlerin “teorisyen” lisansı almalarında bu
anlamda şaşılacak bir durum yoktur. Bu tespitle tüm örgütlere birer mavi boncuk
dağıtılmış olur. Böylelikle örgütler, zaafın ve hatanın kendilerinde olmadığını
düşünerek rahatlarlar ve kaldıkları yerden yollarına devam ederler. O lisans bu
yüzden verilmiştir.
Teorisyenlerin
tek önerebileceği şey, onca nesnellik güzellemesi ile arabanın atı çekebileceği
konusunda insanları ikna etmek olabilir. Bu husus, özellikle “yerlilik”
noktasında gündeme gelir. Bazı örgütlerde Latin Amerika’daki yerli tabanına
yaslanan dinamiklere öykünmenin nedeni buradadır. Yerli unsurlarla hemhal
olabilmeyi siyaset zannetmek, tuhaf bir yönelimdir.
Bugün
Kürd hareketini teorik ve pratik manada tüketmiş unsurlar, bu sefer din
meselesine el atmaktadırlar ve bunu da temelsiz bir yerlilik vurgusu ile
gerçekleştirmektedirler. Kürd hareketi hâlâ “ben Şeyh Said olmayacağım” diyerek
geçmişle kurduğu teorik ve pratik gerilimi bir biçimde sürdürmektedir.
Mücadelenin kendisi bir tür yerliliği doğal olarak koşullamakta, coğrafya,
sosyoloji ve tarihin konusu olan maddî gerçeklik, mücadelenin kolektif öznesini
bir biçimde örgütlemektedir. Oysa Türk tarafında bu düzeyde ele alınabilecek
bir mücadele ve kolektif özne yoktur. Bu olmamışlığın bahanesi, her zaman işçi
sınıfının geriliği, Kürd hareketinin geriliği ve Müslüman ahalinin geriliğidir.
Demek ki Türk solu, kendisini ileri olarak görmekte ama bu ilerilik hiçbir
vakit, hiçbir momentte kitleleri ileri çeken bir nitelik arz etmemektedir. Onca
ilerilik, her daim, gerici addettiği kitlelerin gerisine düşmektedir.
Kürd
hareketi, geldiği noktada Türk tarafıyla kurduğu ilişkiyi devletle pazarlığın
bir unsuru hâline getirmiştir. Onun için Türk sol örgütlerin kendisi üzerinden
kılıflar örmesi bir anlam ifade etmemektedir. Kürd, ormanı savaş gerçekliğinde
yakıldığı için ekolojist olmakta, Türk solcusu ise kendi liberal eğilimlerini
kılıflandırmak amacıyla Kürd’ün ekolojizmine öykünmektedir. Sırf gerilla geçiş
güzergâhlarına HES ya da baraj yapılması ile ülkenin başka yerlerinde yapılan
HES’lerin ve barajların yan yana getirilmesi, savaş gerçeğini unutmak, ona
karşı körleşmek demektir. İkisi arasındaki ayrımı silmek, Kürd’ün her daim geri
kabul edilmesi ile ilgilidir.
Kürd’ün
içinde de Türk solcusunun küçük burjuva liberalizmine öykünerek rahata ermek
isteyenler çıkabilir ama orada esaslı bir sigorta mevcuttur. Yani onların küçük
burjuvası bile başkadır! Başkalaşmıştır.
Aynı
duruma Kürd’ün İslam ve Müslüman ahaliyle kurduğu ilişkiyi batıda tekrarlama
gayretinde de rastlamak mümkündür. Yerlilik vurgusu ve doğal olarak
Müslüman-Türk ahaliyle temas kurma ihtiyacı, “hayatın sahibi benim” deyip duran
liberalizme zorunlu olarak varır. Yerlilik meselesi, temelde, bu ülkenin
sahipleriyle uzlaşıldığının, onların iktidarına teslim olunduğunun bir
göstergesidir. Kürd siyasetinin girdiği “yeni” yönelim dâhilinde bazı örgütler,
yerlilikten dem vurmakta ama bu yerliliği Kürd hareketinin yerliliği ile
tanımlamaktadırlar. Oysa silâh düştüğünde geriye kalan sadece liberalizmdir.
Tersten, liberalizm silâhların düşürülmesi içindir.
1979-1982
momenti 1969-1972 momentinde TİP ve TKP’ye başkaldırmış, özellikle ülke içi
dinamiklerle değil, tam da dünyasal, dışsal ve uzak diyarlardan gelen teorik
dayanaklar üzerinden belirli bir huruç gerçekleştirmiş dinamiklerin tasfiye
edildiği momenttir. Bu momentten sağ salim çıkan örgütler, zorunlu olarak
hurucun öncesindeki döneme Asr-ı Saadet muamelesi yaparlar.
SDP
lideri Rıdvan Turan’ın “Türkiye’ye özgü sosyalizm anlayışı” da bu tasfiyeye
dayanır.[1] İbrahim, Deniz ve Mahir, birer istismar aracından ibarettir, bu
isimlerin gerçekleştirdikleri huruç, geriye doğru tarih dışına atılmıştır.
Onlar, tarih içinde devinen devrimci bir olgu olmaktan çıkartılmıştır. Sonuçta
gerisin geri Aybar-Boran-Aren çizgisinin “Türkiye’ye özgü sosyalizm”ine ricat
edilmiştir. Böylelikle gençler, ustalarına haset eden, basit anlamda onların
yerinde olmak isteyen “serseriler” derekesine düşürülmüştür. Türkiye şablonuna
göre ayarlanan sosyalizm, ister istemez ancak başkaldırdığında görülebilen
Kürd’ü, Alevî’yi, köylüyü ve ne kadar mümkünse Müslüman’ı defterden silmek
zorundadır. Bunlara sus payı niyetine demokratik payeler dağıtılır ve bir
devlet biçimi olarak demokrasi, her şeyi düzleyerek yoluna devam eder.
TİP’in
kutsal halesi, gençliğin, işçinin ve aydının bir arada durabildiği bir zemini
örgütleyebilmiş olmasıdır. Buraya ricat etmek, gençliğin hurucunu yanlış bulmaya
mecburdur.
Demek
ki bu kadar “yerlilik” vurgusu şaibelidir. Zira yerlilik, tam da mücadeleye
tabidir. Mücadele eden özne, kendisini yere yedirme zorunluluğu hisseder. Basit
anlamda “elde başarılı bir örnek var, onun gibi biz de yerlileşelim”
denildiğinde, oynanan bir fars, resmedilen bir karikatür olur. Yetmişlerde sırf
bu yerlilik edebiyatının pazarlamacılığını yapmak için kurulmuş “Birikim”
dergisinin bu ulaştığı sonuç kulaklara küpe olmalıdır. “Yerlileşin” diye
emreden mücadele değil de mücadele kaçkınları ise bu emir, “mevcut egemenlerin
önünde yere kapaklanın” anlamına gelir.
SDP
başkanının “yerlilik”ten anladığı, nedense “özgürlükçü laiklik” olmaktadır.
“Özgürlükçü” takısı getirildiğinde kendi laikliğinin Kemalizmden ayrışacağını
zannetmektedir. Laiklikle bu ülkenin sahibi olanlara işmar edilmekte,
özgürlükle yeni devlete bağlanmak isteyenlere selâm çakılmaktadır. Yani “solun
kalıbı Kemalizm, İslamî hareketlerin kalıbı antikomünizm” denildiğinde seksen
sonrası ülkeye dışarıdan hücum eden antikomünist gevezeliklere kanıldığı ve
pratikte döne dolaşa Kemalist cumhuriyetin kabul edildiği gizlenmiş olmaktadır.
Sosyalizmin
ancak demokrasiyi tamamlayan bir sıfat olabildiği bir teorik kurgunun temel
dayanaklarının batılı, hiç de yerli olmayan antikomünist odaklar olduğu
görülmelidir. “İşçi sınıfı demokrasi terbiyesinden geçmezse biz de dâhil
herkesi ezer” korkusu üzerine inşa edilmiş sosyalist demokrasi tezlerinin
bizzat o işçi sınıfını batıda iğdiş etmek isteyenlerce üretildiğini anlamak
gerekir.
Antikomünist
gevezeliklere kanmak şudur: “12 Eylül’den çıkartılması gereken ders, proletarya
diktatörlüğünün, iktidarın bizi yenilgiye uğratmasıdır.” Bu tespit, söz konusu
dönemeçte devrim için öne çıkmamanın günahını mücadelenin kendisine
yüklemektir. Düşman da her gün “başkaldırırsan başın ağrır” diye korku
yaymaktadır. Kendi korkusunu genelleştirmek, herkesi o korkuya örgütlemek,
politika yapmak değildir. “Bu dinciler içtiğim rakıyı yasaklarsa” korkusu
üzerine politika inşa etmek saçmalıktır. Mesele, bir Tunuslunun memelerini
teşhir etme özgürlüğünü savunmak değil, o dinciyi kerhaneleri destekleyen,
kadını köleleştiren burjuva ahlâkını müdafaa eden devlete karşı örgütlemektir.
Yerlileşmekse mesele, onun bu eylemlilikte tanımlı olması gerekir.
Örgütlerin
mevcut korkularıyla yerlileşmeye çalışmaları daha da dışlanmakla
sonuçlanacaktır. En fazla din dışına çıkmak üzere olanlara rahat yastıklar
takdim edilecektir. “Bu çelişkiler ben varım diye var” diyen kişileri politik
olarak intihara sürükleyecektir. Yerlileşmenin önkoşulu olan mücadele araba
olarak atın önüne alınacak, zamanın sahibi olduğunu söyleyenlerin eline teslim
edilecektir. Yerlileşme, enisonu yersiz-yurtsuzlaşmayla sonuçlanacak,
egemenlerin sınırlarına teslim olunacaktır.
6
Nisan’da Ankara, 13 Nisan’da İstanbul’da yapılacak Din Sempozyumları da
yerlileşmenin bir gereği olarak yapılmakta ama sonuçta laik solun ortaklaşa bir
tavır geliştirme ihtiyacı üzerinden biçimlenmektedir.[2] Müslümanların bir
kısmı ile sosyalistlerin bir kısmı, kendi aralarına döşedikleri liberalizm
denilen hava yastığını test etme imkânı bulacaklardır. Sonuçta kazanan,
Kemalist laiklik olacaktır.
İşçi
sınıfını, Kürd’ü, Türk’ü, Müslüman’ı gerici ve geri, kendisini ilerici ve ileri
olarak kodlamış olan solun yerlileşme niyeti, bu gericiliği ve geriliği
egemenler için makul düzeye çekebilmekten ibarettir. Solun ilericiliği ve
ileriliği, düşmanın ve mücadelenin sahasından kaçmasının bir kılıfı,
bahanesidir. İstiklal Caddesi’nde erkek yoldaşlarına önlük taktırıp yerleri
süpürtmek, eninde sonunda “Ben Bilmem Eşim Bilir” yarışmasının ahlâkına ve
felsefesine bağlanır. Geri Türk erkeği ileriye çekilmek istenirken, onun
katlettiği kadının kini susturulmaktadır. Demokrasicilik, faşist, zorba nizamın
sürdürülmesi için ilerici ve ileri olup mücadelenin önünü kesmektir.
Eren Balkır
3
Nisan 2013
Dipnotlar:
[1] Rıdvan Turan Röportajı, Bektaş Hacıoğlu, 2 Nisan 2013, Adil Medya.
[2]
Din Sempozyumu, 25 Mart 2013, Temel Demirer.
0 Yorum:
Yorum Gönder