Alevilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Alevilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

02 Temmuz 2025

Madımak'tan Sonra

“Her gün Aşura, her yer Kerbelâ” [Filistin]

 

Seksenlerde Kürd’ün iradesiyle tanışan cunta, sahaya orduları yanında akademisyenlerini de sürdü. Bu cuntacı hocalar, “Kürt” kelimesinin dağda yürüyen Türk’ün ayağından çıkan “kart kurt” sesinden geldiğini söylediler. Bu “bilimsel” iddia ile Aleviliğin Ali ile bir alakasının olmadığını, “Alevi” kelimesinin “Alev” kelimesinden geldiğini, Alevilerin ateşe tapan, ışığa inanan eski bir kabilenin devamı olduklarını söyleyen iddia arasında hiçbir fark yok. Asimilasyon aranacaksa bu iddianın sahiplerine bakılmalı.

Asıl acı olan, o “Kart Kurt” iddiasına Kürtlerin inanmamış, “Alev” saçmalığına Alevilerin inanmış olması. Bu ayrım, muhtemelen ilkinin kolektif iradeye sahip bulunmasıyla, o iradenin savaşla tanımlı olmasıyla alakalı. İkincisi, kolektif iradesini ya emperyalizme ya da devlet içre hiziplere teslim etti.

Seksenlerde TRT’de “Açılın kapılar Şah’a gidelim” demek yasaktı. Yasakların gevşemesiyle birlikte bu türkü, TRT’de ancak “Açılın kapılar dosta gidelim” şeklinde okunma imkânı bulabildi. Bugün Alevciler, aynı sansür ve aynı tasfiye işlemini bizzat üstleniyorlar. Ali, Hüseyin ve Şah Hatayi ile aradaki bağlar bir bir kesiliyor. Bir üst aşamaya geçtiler. Cem’i tasfiye ettikten sonra tarihsel bağları da kesme yönünde adımlar atıyorlar.

Bugünlerde Aşura’nın bile 12 İmam ile bağının olmadığını, “Aşura”nın “on” anlamına geldiğini söyleyenlere rastlanıyor. Bunu söyleyenler, “10 Muharrem”den habersiz. Daha doğrusu, 10 Muharrem’le bağı kesmek istiyorlar. Ehlibeyt’in sürekliliğinin kutlandığını, o yüzden aşure yapıldığını görmüyorlar. Çünkü derdi, o sürekliliği, bağı, hattı kesip atmak. Devletten aldıkları emir bu yönde. Madımak bir emirdi ve herkes o emre uydu.

Bugün Sabahat Akkiraz’ın “Talat Paşa kahramandır” sözü ile “Aleviler Kerbela’nın yasını tutmasınlar, Madımak’ın yasını tutsalar yeterli” sözü arasında bağ var. İkinci söz, bugünlerde sıklıkla dillendiriliyor. Bu tür sözler, özellikle İran’ın saldırı altında olduğu dönemde piyasaya sürülüyor. Devlet, İran operasyonu için Alevileri ihtiyat kuvvet haline getiriyor.

Devlet, Alevileri çok önceden örgütledi. Bu devletin Türk’e, Alman’a veya İngiliz’e ait olmasının bir önemi yok. Devlet için de yok. Bugün “Alevilik” demek, devlete çalışmak demek.

Alevilik tarihine bakıp, o tarihte Safevi ile bağı görüyorlar, oradan bugünkü İran’a hat çekip aradaki bağı kesmeye çalışıyorlar. Kartkurtçu olan Alevi Kürtler, bugünkü İran’a yönelik düşmanlıkları üzerinden fikirler uyduruyorlar. Kimi Aleviliği Ezidiliğe, kimi de Zerdüştlüğe bağlıyor. Bunu diyen, bir de asimilasyondan söz ediyor. Aleviliğin tarihsel varlığı başkalarına ait potalarda eritiliyor.

O Alevilik içinde yer alıp küçük burjuva olanlar, suyun başına oturdular. Küçük burjuva niteliği uyarınca her şeyi kendisinde başlattılar. Bugün Alevilik, ancak yüz yıllık bir meseledir. Ancak o kadarına izin vardır.

“Auschwitz sonrasında şiir yok”sa Madımak sonrasında Alevilik yoktur! Alevilik, şiir-edebiyat geleneğinden beslenir. Oradan Ali, Hüseyin, Hatayi silinmişse Alevilik ölmüştür. “Asimile olmasın” diyenler, onu öldürmenin, başında abuk sabuk şarkılarını saz eşliğinde çığırmanın derdindedirler. Tarihi kendisinden başlatanlar, Aleviliğin tarihini Cumhuriyet’e, olmadı İttihatçılığa kapatmak zorunda kalıyorlar. Öncesi gözlerini alıyor, zihinlerini allak bullak ediyor, adımlarına mani oluyor. Alevilik, Alevciler eliyle tasfiye ediliyor.

O türkülerle varolmuş bir isim olarak Akkiraz, Talat Paşa’nın kahraman olup olmadığını doğduğu şehirdeki Ermeni köylerine sormalıdır. O Ermeniler katledildiğinde yetim kalan çocuklar Alevi köylerine bırakılmıştır. Bu insanlar Alevi olmuşlardır. Tarih, Alevileşmiş Ermeni halk ozanlarının tanığıdır.[1]

Akkiraz, TKP-Zafer Partisi çizgisinde, burjuva cumhuriyetinin eşiğine yüzünü sürmeyi seçmiştir. Alevilik, ancak Türk olarak varolabileceğini bir yerlerden öğrenmiştir. Arap ve Müslüman düşmanlığının adı olarak tarif edilmeyi seçmiştir. Başka bir içeriği, manası ve özelliği yoktur.

Mossad, Türkiye içinde ateizm çalışması yürüttükten sonra şimdi de Aleviliğe el attı. Aleviliğin üzerine hesap yapan Siyonistler, yerli muhbir, iç ajan bulmakta zorlanmıyor.

Neticede TKP ve Zafer Partisi’nin milletle, vatanla bir ilgisi yok. Bunlar, Müslüman’a karşı millet ve vatan sopasını sallıyorlar. Bilinsin ki bahsettikleri millet Yahudilik, taptıkları vatan İsrail’dir.

Bu tür partilerin Müslüman düşmanlığı, Siyonizmle iltisaklıdır. TKP, Müslüman’ın karşısına milliyetçiliği çıkartmak için Kemalizmle flört etmeyi seçmiştir. İki gün önce “AB’ye girelim de şu Kemalizm pisliğinden kurtulalım” diyen parti, bir anda Kemalist olmuştur. Sebebi, Müslüman düşmanlığıdır. Bir yerlere söz verilmiş, bir yerlerden emir alınmıştır. Müslüman düşmanlığı, onların asli ekmek kapısıdır. Talat Paşa’yı Ermeni devrimci Manuşyan’la barıştırmanın derdinde olan TKP’nin başka yerlerden emir aldığı açıktır.

Bir tarihçi, Talat Paşa’nın bugün Tayyip’te yaşadığını söylemektedir.[2] Yazar, Talat’ın soykırım sürecinde Yahudilerden epey destek gördüğünü iddia ediyor. Hatta kimileri, Talat Paşa’nın “kripto Yahudi” olduğuna vurgu yapıyor. Ermeni katliamlarının bir de Yahudi bağlantısı olduğunu görmek gerekiyor.

Aleviler, İttihatçıların Fransız Devrimi gibi resmi “din” üretme arayışları dâhilinde tanımladıkları Aleviliğe yüzlerini dönüyorlar. “Talat Paşa’nın kahramanlığı” “Abdullah Çatlı’nın kahramanlığı”na bağlanıyor. Kimi Aleviler, yaşadıkları topraklarda Ermeniler olmadığı için yaşayabildiklerini görüyorlar. Ermeni toprağını gasp etmiş dedelerinin torunları olduklarını iyi biliyorlar. Bu sebeple, sessiz sedasız, katliama onay veriyorlar.

Seksenlerde cuntanın ideolojik çalışmasını yürüten Namık Kemal Zeybek, Alevileri göklere çıkartan laflar ediyor, Aleviliği “Türk’e has bir inanış” olarak tanımlıyordu. Bugün herkes bu çizgiye geldi. Zeybek de fikren CHP’li oldu!

Aleviler, bir yandan da Aleviliği, Sünni Osmanlı geleneğinin devamcısı Fuat Köprülü’nün çalışmalarından öğreniyorlar. Sonradan önemli görülen tüm Alevi araştırmacıları, bu iki kaynaktan besleniyor. Gözelere kimse bakmıyor. Onlar aşağılık görülüyor. Zehir kaynağı olarak değerlendiriliyor. Ali, Hüseyin ve Hatayi ile bağ kesilince Alevilik, devletin resmi tarihine kul köle oluyor. Elini, belini, dilini düşmana teslim ediyor. TSK’yı ya da Avrupa kurullarını Kırklar cemi zannediyor.

Aleviler, TSK ve Avrupa kurullarına kul köle olduğu için Madımak Katliamı’nda bu iki gücün parmağını göremiyor, görmek istemiyor, katliamın gerekçesini ve sebebini anlamaya çalışmıyor. Madımak’tan sonra Alevilik, tasfiye işlemi uyarınca hareket ediyor. Ona direnmiyor, teslim oluyor.

Alevcilik değil, Alevi inanışında Hz. Ali’nin kendi cenazesini kaldırdığına dair bir anlatı vardır. Burada mücadelenin sürekliliğine ve devamlılığına yönelik bir vurgu söz konusudur. Yani “Madımak’ın yasını tutun, Kerbela’dan bize ne!” diyen düşkünler, o sürekliliği ve hattı kesme görevini bir yerlerden almış kişilerdir. Kerbela’ya ağlamayan, Madımak’a hiç ağlamaz. Madımak’ta semaha duran o gençlerin etrafında döndükleri mana, bugün belli kişilerin kulluk ettikleri çıkar ilişkilerinde aranamaz.

Ankara’da yaşayan bir dede, sohbet sırasında İkitelli’deki bir cemevinde çalıştığını söylüyordu. Hangi ocağa bağlı olduğu sorulduğunda cevap dahi verememişti. Çünkü bu adam, sahte dedeydi. Alevilerde biriken paraya kepçe sallayan bir üçkağıtçıydı. Aynı zamanda hakkullahını içkiye yatırıp duran bir ayyaştı. Madımak’tan sonra Alevilik, bunların mülkü haline geldi. Bu kişilerin onu en çok parayı verene göre tanımlayacaklarına hiç şüphe yok.

Aleviliği, her şey ve herkesle bağlarını kesmiş, kendinden menkul bir inanış haline getirip öldürecekler. Ali için dövüşülmesini, Hüseyin için ağlanmasını istemiyorlar. Madımak’ı yakanların emri, bu yönde. Bugün Alevi örgütlerinin başında o oteli yakanların maniple ettiği, örgütlediği, teslim aldığı kişiler var. Onlar da toplumsal-tarihsel bağları kesmekle meşguller.

Eren Balkır
2 Temmuz 2025

Dipnotlar:
[1] Nesimi Aday, “Türkçe Halk Edebiyatında Ermeni Aşuğlar”, 16 Şubat 2018, Duvar.

[2] J. P. O’Malley, “Osmanlı Yahudileri ve Ermeniler”, 7 Eylül 2018, İştiraki.

02 Temmuz 2020

,

Sunak


Cemin özünde, Kerbela’ya yas duruyor. Yüzlerce yıl Kerbela’yı bayrak yapan ezilen halk kitleleri, Hüseyin’de temsil olunan adalet kavgasına, canlarıyla iştirak ediyorlar. Dolayısıyla mesele, Tayyip Erdoğan’ın dediği gibi, “Ali’yi sevmek Alevîlikse, ben Alevîyim” değil. Çünkü Alevîlik, bir açıdan, Hüseyin’e ağlayabilmektir. O gözyaşı ise öfkelidir.

Bu bağlamda, bugün Türkiye’de Alevî yoktur, kalmamıştır. Çünkü Hüseyin, “gerici yobaz”ın tekidir. Artık “Ali’ye örgütlenmiş, onun yoluna ait olan” anlamında Alevî yoktur, Alevciler, hatta son şişirilen diziye atfen, Alefçiler vardır. Alef dizisiyle “özgür kadın” diye yüceltilen bir fahişenin dizisinin (Çıplak) aynı kanalda yayınlanması tesadüf değildir.

Artık Alevî değil, Alefçilik ve Alevcilik vardır. Alefçiliğin/Alevciliğin aklı ve pratiği, tıpkı otuzlarda türküleri yasaklayan devlet gibi, Ali’yi, Hüseyin’i, yedi ulu ozanı, duaz-ı imamları, deyişleri, cemi yasaklamak derdindedir. Otuzlardaki ataları gibi, bunların türkülere pranga vurmalarına az kalmıştır. Daha baştan, “Alevî” kelimesinden Ali’yi kovmuşlardır. Onun “Alev” kelimesinden geldiği iddiasındadırlar. Sivas'ta o otel, biraz da bu tür saçma laflar yaygınlaşsın diye yakılmıştır.

Yakanlar, yürütülen operasyonun ardından yurtdışına kaçmış, Polonya’da yakalanmış, ama nedense Alman istihbaratı tarafından alınan bu kişiler, iade edilmemişlerdir. Bir biçimde 2 Temmuz katliamında parmağı olan Alman devleti, başka araçlarla, başka türden bir Alevciliği, ideolojik ve politik düzlemde üretmek için uğraşmıştır. Devletin Alevîliği asimile etme süreci, farklı boyutlarda işlemiştir.

Yandaki fotoğraf, 6 Kasım 1993 günü Gazi ve Okmeydanı halkının gerçekleştirdiği Sivas katliamını protesto eylemine aittir. Sol, devletin katliam sonrası yürüttüğü asimilasyon pratiğinin önemli bir bileşeni olarak, uygulanan “kentsel dönüşüm”ün, nezihleştirme projesinin ideolojik kılıfı olmayı içine sindirmiştir. O proje, o kitleyi un ufak etmiştir. Özel olduğunu sanan, özel olana seslenen, özel'liklerini din hâline getiren solcular, bu dağılmadan pay almak istemişlerdir. Ortaya çıkan eser, biraz da onlarındır.

* * *

Şiilik tarihinde bir ayete atfen, bir nurdan bahsedilir. O ayette geçen “kandil” Muhammed; içindeki “ışık”sa Ali olarak yorumlanır. Ali, konuşan Kur’an’dır. Artık Kur’an yırtılmış, Ali’nin dili kesilmiştir. Kişilerin çıkarlarını aşan kolektif değerler, bir bir tasfiye edilmiştir. Devletlerin ve istihbaratların emri bu yöndedir.

Otuzlarda Bektaşiliği “sapık tarikat” diye derdest eden, hakkında kitaplar yazdıran, babaların, dedelerin sakalını kesen devlet, bugün kendi cemini kurmuş, o ceme örgütlediği isimlere dine küfretmeyi öğretmektedir. Bizim solcularımız, geçmişte kafatası ölçen ırkçı ataları gibi, Allah’ın “Arap tanrısı”, Muhammed’in “sapık gerici bir bedevi”, Ali’nin “katil bir yobaz”, Hatayî’nin “işgalci” olduğunu söylemektedirler. Bunları söylerken, ırkçı olduklarını göremeyecek bir yerde durmaktadırlar.

Misal, Emekçi'nin ağzından çıkan “İki Ali vardır, sizinki Arap” cümlesi ırkçıdır, bu şarkının ne zaman bestelendiği sorgulanmalıdır. Arap olmasını önemseyip bu hâli aşağılık gören kişi, kendisindeki ırkçılığı idrak etmeye, Arap’tan tiksinmeyi ve nefret etmeyi kimlerin emrettiğini görmeye mecburdur.

* * *

Bugün göz ve izan, devletin cemine tabidir. Alevîlikteki 12 hizmet laikleştirilmiş, devlete hizmete bağlanmıştır. Bugün Alevciler, kapıdaki gözcü, içerideki süpürgeci, posttaki zakirdir. Alevciler, devleti koruma görevini kendisine verenlerin emirlerine uymaya mecburdurlar, varlık sebepleri budur. Çünkü onlara göre siyaset, ancak devletle ve sermayeyle icra edilecek bir faaliyettir.

Bu Alevcilerin bir sitesinde “güruh-u naci” kavramı izah edilir. Bir iki bildiği türkü üzerinden bu kavrama aşina olan bu kişiler, o türkülerde, deyişlerde geçen “Naci” ve “Naciye” kelimelerini izaha kalkışırlar. Onlara göre, Naci ve Naciye diye iki kişi vardır, Alevîler de bu insanların soyundan gelmektedirler. Oysa mesele, dinî boyutu olan bir mücadelenin parçası olmakla ilgilidir; bu anlamda “Naci” necatı, yani kurtuluşu ifade eder. Dolayısıyla Naci isminde bir kişinin soyundan geldiğini düşünen, meseleyi kendince laikleştirdiğini sanan bu kişiler, meselenin boyutunu, bağlamını, bağlarını, anlamını yok etmektedirler. Bu kişilerin kurtuluş mücadelesi vermeleri, bu mücadeleye örgütlenmeleri, mümkün değildir. Onlar, bu kurtuluş mücadelesinin kurban edildiği sunaktırlar. O sunaksa devlete aittir.

* * *

Alevîliğin altı çizilen farklı yanları, diyelim ki namaz kılmama meselesi bile, dinîdir. Belirli dönemlerde belirli coğrafyalarda belirli iktidarlar tesis edilmiş, buralarda kurtuluşun gerçekleştiği, bir araç olarak şeriata artık gerek kalmadığı ilân edilmiştir. Alevîlik, o yolun refikidir. Onun namaz kılmaması bile dinî bir pratiktir. O nedenle bir Alevî, “benim namazım kılınmış, orucum tutulmuş” der. O kılana ve tutana saygı duyar, ona bağlılığını ikrar eder. İbadetlere küfretmez, aksine değerli görüp, kendi kurtuluş kavgasını önde tutar. Sünni faaliyetin “İslam benim” lafının Fuat Köprülü gibi önemli devlet adamları üzerinden Alevîlere ezberletilmesi, yanlıştır.

Bugün Alevcilerin işi gücü küfretmektir, çünkü kurtuluş kavgasından muaf ve azadedirler. Alevîlik, onlar için mevzi değil, mevkidir. Tecimseldir, para kaynağıdır. Onlar, kendi ateistliklerine ve laikliklerine Alevî maskesi takma gayretindedirler. Devlet, bu isimler eliyle, Alevîliği kendi dişine uygun bir tanıma kavuşturmaktadır. Alevcilerde nur, laikleşip ışık olmuştur. O ışıksa batıdan doğmaktadır. Batı’ya yaranmak, onun istihbaratına, kurullarına, sermayesine kul köle olmak için buraya küfretmek gerekmektedir. Alevciler o küfrün eseridirler.

* * *

Laiklik meselesini bireylerin devası olarak sunan devlettir, çünkü laiklik, asıl devletle alakalıdır. Kurtuluştan, mücadeleden, kavgadan, kitlelerin isyanından azade bir yere sığınabilmek, varlığını sürdürebilmek için devlet, laikliğe muhtaçtır. O, ancak kendisiyle varolabileceğine, yaşayabileceğine inanan bir kitleye mecburdur. Alevîler, böylesi bir kitle olmakla övünmekten artık vazgeçmelidir. Varlığını Ali ve Hüseyin’in yolu yerine sermaye ve devletin yoluna bağlamak, Alevîlik değil, Alevciliktir.

Bireyleri laiklik üzerinden kendisine ikna eden devlet, tüm kavramları, anlayışları, dilleri, söylemleri, pratikleri laikleştirerek ilerler. Başyücelik makamı, sadece ona ait olmalıdır. Bu anlamda Şiilik tarihi boyunca görülen nur anlayışı, yerini ışığa ve aleve bırakmalı, maddi çıkara doğru kapatılmalıdır. Oysa aynı tarihte ne zaman kitleler yoksulluğa, eşitsizliğe, zulme ve adaletsizliğe başkaldırsalar, yüzlerini imamlar kervanına, orada gördüğü nura çevirmişlerdir. Başkaldırmıyorsa bir imam, mehdi olma vasfını da yitirir, “suretindeki nur”, söner. Her şey gibi o nur da müşterek kavgaya dairdir. Devlet ve sermayenin o nura her daim düşman olduğunu görmek gerekmektedir.

Devletlerin bu nura düşman olması, doğaldır. Alevciler, bu düşmanlığa ortaktırlar. Çünkü devlet kendisini bireylerde örgütler. Alef ve Bozkır gibi küçük burjuvaya halkına küfretmeyi öğreten dizilerin alt metninde, genelkurmay, kendisini hemen hissettirir. Bunlar, devletin sipariş ettiği işlerdir.

* * *

Alevîlik, Sünni dışı olanla tanımlandığı ölçüde, kavga alanından kaçırılır. Bunu talep eden, o genelkurmaydır. Alef dizisinde Mücadele suresindeki ayete atıf, alay etmek için dillendirilir. Buna göre Kur’an, Allah kelamı olamaz, çünkü Muhammed’in özel işlerinden bahsetmektedir. Surenin adının neden “mücadele” olduğunu sormayan zihniyet, müşterek mücadeleye değil, bireylere bakar, kendi bireyliğinin görülmesini ister, meseleyi şahsileştirip tüketmek için uğraşır, özel bireylere seslenerek, “size yakışan yüce ilaha bağlanın” der. Bu şahsileştirme işlemi, devletin başvurduğu eski bir numaradır. Devlet, düşman kabul ettiği ideolojileri, şahsa kapatıp çöpe atmaya çalışır. Kişilerin kendilerini zamansal-mekânsal açıdan aşan kavgalara girmesini istemez. Ezilenlerin zamanı ve mekânı, ezenler adına laikleştirilmeli, zararsızlaştırılmalıdır. Yezid, görünmemek, zarar görmemek için Alevîliği tarihten silmektedir.

* * *

Sonuçta bugün Alevciler de Alefçiler de Madımak’ı ateşe verenlerin hizmetindedirler. Başka bir hat da Kürt coğrafyasında açılmaktadır. Etimesgut’ta bir genç, ezan okunduğu esnada yüksek sesle müzik dinleyenlerle kavga eder ve o kavgada öldürülür. HDP, hemen müdahale eder, bir tezvirat piyasaya sürülür ve bu gencin Kürtçe müzik dinlediği için öldürüldüğü söylenir. Burada örtük olarak, artık bir “Kürt genci ezan için ölemez, ölmemeli” denmektedir. Yeni doğan çocuğun kulağına mırıldanılan ezan silinmelidir.

Aynı şekilde, devlet cemi de örtük olarak, “kimse Hüseyin için ağlayamaz, ağlamamalı” lafını herkesin kulağını fısıldar. Tarih boyu zulme ve yoksulluğa karşı mücadelenin hep yüzünü çevirdiği baş, Hüseyin’in kesik başıdır. Devlete göre o baş, artık gömülmelidir.

Devletin cemine karşı kavga cemi kurulamamış, devrimci hareket, kendisini halka 12 hizmet üzerinden örgütleyememiş, o hizmetten hiçbir şey öğrenememiştir. Sonuçta da devlet ceminin pirine, dedesine, rehberine ve gözcüsüne teslim olmuştur.

* * *

Madımak’ta katledilen Muhlis Akarsu, bir türküsünde, “Bir mürşide bağlamazsan özünü, Hakkın huzurunda varolamazsın” der. Bugün Alevciler özsüzdür, mürşidsizdir, aslında yokturlar. Bir başka türküsünde, “Pazarlık edelim Alim seninle, iki cihan senin olsun sen benim” der. Alevciler Ali’sizdir. Bir türküsünde ise Akarsu, “Yokluk beni mecbur etti, gurbeti ben mi yarattım” diye derdini döker. Alevcileri ise gurbet yaratmıştır ve varlıklıdırlar.

Çünkü devlet, seksenden sonra Avrupa’ya gitmiş solcularına, onları Alevî örgütleri üzerinden, resmî siyaset alanına kabul edeceğine dair bir mesaj göndermiştir. TKP’nin bir kolu, bu sebeple Alevî çalışması yürütmüştür. Avrupa fonları, istihbarat kurumları, Türkiye bağlantıları, SHP-CHP içi koltuk kavgaları, Alevci kolundan tutulan solun düzene bağlandığı yerlerdir. Alevcilik denilen kimlik siyaseti, yüksek siyasetin, devlet pratiğinin kapısına bağlanmak demektir.

Madımak, başka bir düzleme geçişte kurulan sunaktır. Bugün herkes onu yakanların safındadır, medeti Ali’den ve Hüseyin’den değil, onlardan ummaktadır. Ait değil, sahiptirler. Aidiyeti katletmeye mecburdurlar. Hüseyin’e de Madımak’a da ağlamak artık yasaktır. 2 Temmuz, bir devlet operasyonu olarak, Alevîleri esir almış, onlarda tecessüm eden tarihsel kavgaya diz çöktürmüştür.

Eren Balkır
2 Temmuz 2020

09 Eylül 2018

, ,

Tefrik


İblis talip olmaz imiş duyduk sonradan
Yezid yola gelmez imiş duyduk sonradan

[Erzurumlu Noksani]


Belki bir 12 Eylül projesidir, belki de doksanların krizine toplumsal alanda verilen bir cevap biçimidir: doksanlı yıllarda büyük futbol kulüpleri, kombine bilet satışına başlıyorlar. Bu adıma uygun olarak, rakip takım taraftarına ayrılan kısım iyice ufaltılıyor ve taraftarlık, özünde kendi takımını sevmek değil, karşı takıma küfretmek ve öfkelenmek üzerinden tanımlı hâle geliyor. Özetle, bugün Fenerbahçeli, Beşiktaşlı veya Galatasaraylı olma hâli, yüz küsur yıllık bir hikâye değil. Bu hikâye, en fazla yirmi beş-otuz yıllık.

* * *

Tanımları belirli bir bağlamda yapmak şart.

Sonuçta Aleviliği yüz, beş yüz veya beş bin yıllık bir hikâye olarak tanımlamaya çalışanların birer tüccar olduğunu görmek gerekiyor. Tüccarın bilincinin esnaf-zanaatkâr bilinciyle kurduğu bağ, önemli.

Tanıl Bora’nın "sebat"[1] dediği de bu esnaf-zanaatkâr bilinciyle alakalı. O bağların tüccarlara, oradan büyük sermayeye nasıl kenetli olduğunu tarih bize öğretiyor. Bora, bir kez daha, kendi mülkü ve pratiğini yüceltmek suretiyle, büyük sermayeye bağlanma yollarını arıyor.

* * *

Alevilikle kurulan ilişkiyi Aleviliğin kurduğu ilişkiler belirliyor.

Özünde Alevilik de “Hacı Bektaş” ve “Pir Sultan” adıyla dernek kurulmasına ilişkin devlet emriyle tanımlı. Uğur Mumcu’nun öldürülmesi, Gazi Olayları, Sivas Katliamı ve 28 Şubat süreci, bu Aleviliğin inşa sürecinde, o tanımın oluşturulmasında önemli sütunlar olarak iş görüyorlar. Alevi, kim ve ne olduğunu devletin ve sermayenin bu tanımlama gayreti içinde öğreniyor. Hiçbir kavram uzay boşluğunda salınmıyor. Yani Sünni-muhafazakâr kesimle kurulan ilişkilerde devleti görmek nasıl mümkünse, aynı devleti Alevilikle kurulan ilişkilerde de aramak gerekiyor. Aramayanlar, devletin laik kurgusuna yedeklenmeyi devrimcilik zannediyorlar.

* * *

Sonuçta HDP veya sosyalist sol, özcü bir yaklaşımla, Aleviliği tek çıkış kapısı olarak görüyor. Kürd kitlesi, yeterli görülmüyor.

Sol, toplumsal zeminini Alevilik üzerine kuruyor. Sınıfsal ayrımlar, politik ayrışmalar hükmünü yitiriyor. 7 Haziran seçimleri öncesi Ayhan Bilgen’in dile getirdiği tasnif, böylesi bir ayrım yapılsa bile, coğrafyaya göre yapılabildiğini ortaya koyuyor. Bilgen o konuşmasında, HDP’nin Sivas’ın doğusundaki Kürt-Alevilere odaklanmasını salık veriyor. Batı’daki Alevilerse devlet partilerine teslim ediliyorlar. Bu tasnif ve pazarlık karşı-devrimci.

* * *

Solun CHP limanına yanaşması da temelde Alevilik bağı ile gerçekleşiyor. O Alevileri safa çekmek için bir süre CHP postuna bürünülüyor. Bu şekilde Alevilerin avlanabileceği düşünülüyor. Bu yaklaşım, solun teorik, ideolojik ve politik kavgasını düzen içi dinamiklere teslim ediyor. Ali’yi bilmeyen, Hüseyin’i tanımayan bir kültür, bugünün maymun oynatan, gün boyu şarap içen Yezid’lerine uygun siyaset değirmenine su taşıyor. Herkes yezitleşiyor.

Bugünü yaşamak, eğlenmek, tüketmek üzerine kurulu insan tipi, solu da ele geçiriyor. O, kendi içinden, kendi içinde yürüyen sınıflar mücadelesini örtbas edecek aktivistler buluyor. Altı ok bu bağlama yerleştirildiğinde, “önemli bir değişimin altına imza attık” diyorlar, ama altı okun nüfuz alanını genişlettiklerini görmüyorlar. Çünkü sol, CHP’nin içinden çıkışını önemli ve kutsal görmekten vazgeçmiyor, onun ezdiği, sindirdiği kitlelere asla bağlanamıyor. O ana rahminden ve oradaki sıcaklıktan memnun.

* * *

Aslında verili içeriği ve tanımı itibarıyla bu Alevilikle ilişki kurmak, devletle ilişki kurmak. Bu açıdan Veysi Sarısözen gibi solcuların Cumhuriyet gazetesindeki son operasyon üzerinden, “Alevilere saldırı başlatılacak, ey Aleviler bize gelin” demesinin politik bir anlamı yok. Sarısözen, yıllar önce bağlandığı devlet ve yüksek siyasetin koltuğundan Alevilere ahkâm kesebileceğini düşünüyor. Yanılıyor. Esasen bu tür yazılar, yerel seçimler bağlamında, CHP-HDP ittifakına yönelik pazarlıklar dâhilinde kaleme alınıyorlar ve bir anlam ifade etmiyorlar.

Cumhuriyet gazetesindeki içerik ve biçimi bir dernek toplantısıyla değiştirmek madem mümkündü, bugüne dek neden yapılmadı, soru bu çünkü. İstenilen, medet umulan şey başka, demek ki. O vakit, “Cumhuriyet’e darbe” yapanlarla oradaki gelişmeyi “darbe” olarak niteleyip gazeteye dair umut besleyenler, aynı güce bağlı. Alevileri korkutup “bize gelsinler” diyenlerle, “Cumhuriyet Atatürkçü özüne dönmüştür” diyenler, aynı odağa hizmet ediyorlar.

* * *

Sarısözen yazısında[2] Eski Sovyetçi yoldaşlarını Rusçu, eski Aydınlıkçı hasımlarını Çinci olarak görüp eleştiriyor ki buradan Sarısözen’in kendisini Amerikancı sol olarak gördüğü anlaşılıyor. Ergenekoncu-Avrasyacı ile Batı hattı-ABD-AB arasında ayrım yapanlar, ezilenlere ve emekçilere yalan söylüyorlar.

Yazı dolayımıyla Sarısözen, özellikle Alevilere, “gelin aradığınız CHP bizde, biz CHP’den daha fazla CHP olabiliriz” buyuruyor. Bu zokayı yutabileceğini düşündüğü Alevilerse, kendilerini Koç gibi aileler ve paşalarla tanımlıyorlar ağırlıklı olarak. İnşa edilen tanım, bunu gerektiriyor.

Batı’daki düşünce kuruluşlarından, parlamentolardan gelen fonlara kaşık sallamayı yazarlık veya aktivizm zannedenlerde bir hikmet bulunuyor; devlet, Ankara’daki bir-iki bina zannediliyor, onun menzili ve erimi çeşitli hilelerle gizlenmeye çalışılıyor, sonuçta o menzil ve erimin o fonları ve kaşıkları da içerdiğini görmek gerekiyor.

Eren Balkır
9 Eylül 2018

Dipnotlar:
[1] Tanıl Bora, “Sebat”, 29 Ağustos 2018, Birikim.

[2] Veysi Sarısözen, “Vatandaş Simit Yiyemezken”, 7 Eylül 2018, YÖP.

14 Kasım 2016

, ,

Köprülü Aleviliği

Solun AKP’nin yaklaşık 15 yıldır iktidarda bulunduğunun farkında olmadığı açık. Son üç-beş yıldır yürütülen AKP karşıtı muhalefet ise en fazla, Tayyip merkezli olarak yürütülüyor. O da Fethullahçıların, liberallerin “bu adam çok nobran” demeleriyle başlamış bir müsamere. Sonuçta siyaset, AKP’siz burjuva diktatörlüğüne; Tayyip’siz AKP’ye indirgenmiş durumda.

Buradan da kimlikçi bir ideoloji gündeme geliyor. Tayyip’e bir kimlik atfediliyor ve ona taş atılıyor. IŞİD ona bağlanıyor, düzenin gericiliği onda temize çekiliyor. Herkes, burjuva devletine örgütleniyor. Tek örgütlü yapı o.

Bu bağlamda Alevilik, Tayyip’in kimliğine karşı örgütlenmeye çalışılırken, İslam dışına kaçırılmaya çalışılıyor. 

Resmi devlet tarihçisi Fuat Köprülü’nün ideolojik müdahaleleri bilim katına çıkartılıyor, doğru kabul ediliyor ve Alevilik, Köprülü’nün dediklerine göre tarif ediliyor. Devlet gibi sol da Alevilerden bağımsız, onları görmeyen bir Alevilik formüle ve tarif ediyor.

Köprülü, özünde, Alevilik için, “bu, cahil köylülerin geliştirdiği bir ideoloji” diyor, İslam dışı olduğunun altını çiziyor. Bu burjuva müdahale, İsmail Beşikçi’de Kürt versiyonuna kavuşuyor ve Alevilik, Zerdüştlüğün alt versiyonuna indirgeniyor. Saray dini olarak Zerdüştlük, Alevilikle ilişkilendiriliyor. Özcü, anakronik müdahalelerle bir tarihyazımı yapılıyor. Genel mânâda bu tarihyazımı, “o cahil köylüler”e tepeden bakmak için gündeme geliyor.

Bu tür müdahalelerden biri de İbrahim Sediyani’nin “Kürtçenin tüm dillerin kökeni” olduğunu söylediği yazısında[1] karşılık buluyor. Halk TV’de Urartu, Hitit tarihi ile ilgili kitapların Mustafa Kemal’e bağlandığı tarihyazımı, farklı bir versiyonunu üretiyor, Hz. Nuh Kürtleştiriliyor. Osmanlı’nın vakayinüvislerini bilim insanı yapan Sediyani, bilim dışı bir özcülüğü ve anakronizmi kendi şahsında güncelliyor. Bugün ekmek burada çünkü. Bir zamanlar kimi MHP’lilerin Hz. Muhammed’i Hz. İbrahim soyundan geldiği tespiti üzerinden, “Türk” ilân etmelerinde olduğu gibi, Kürt tarih tezi ve Kürt güneş dil teorisi gündeme geliyor. Sümerler Türk oldukları için Peygamber de Türk oluveriyor. Sediyani, gerici, yobaz, ilkel, tarihdışı Ortadoğu’nun gülü olduğunu Batı’ya pazarlamak zorunda. Eskiden Türklerden bağımsız Türk ideolojisi nasıl ve neden üretilmişse, burada da aynı patika arşınlanıyor.

Alevilik bahsindeyse, “Alevilerin zulme karşı duruşu özseldir. Onlar sevgi, anlayış ve adaleti harmanlayanlardır” deniliyor. Ama Avrupa Alevilerinin son mitingdeki tepkilerine hiç sevgiyle, anlayışla ve adaletle yaklaşılmıyor. Dün seçimde iki milletvekilliği vererek avlanabilecekleri düşünülen Aleviler, bugün farklı bir tepki ortaya koyuyorlar. 7 Haziran sonrası kurulan geçici hükümete bakan verenler, o bakanlardan birinin Alevi olduğunu unutuyorlar. Aslında o bakan Alevi değil, Avrupa ile ilişkiler dairesinde bakan yapılıyor. Bugün mitingle ilişkili tartışma Avrupa Birliği ile alakalı, oradaki gerilimlerin dışavurumu.

Çünkü güya Tayyip’in devrilmesine kilitlenmiş olan siyaset, artık dışarıdan yardıma muhtaç hâle gelmiştir. ABD ve/veya AB’den medet ummaya başlanmıştır. Yurtdışındaki eylemlerin, bu yönde yardım çağrısında bulunmaktan başka bir anlamı yoktur. Ülke içerisindeki siyasetin tıkanıklığı, Batı’nın müdahalesine indirgenmiş durumdadır. Bu acziyet ve zafiyet hâlinde, ilk saldırılacak olan da “hakikatle yüzleşemeyen Alevilerdir”. “Cahil, korkak, sinik Aleviler”, yüksek siyaset erbaplarının seviyesine gelemedikleri için eleştirilmektedir. “Ya Ali!” demek, artık gericiliktir. Üstüncülük, sol formunu üretmeyi başarmıştır.

Dolayısıyla Murat Çakır gibi isimler, bu Alevilerin “öncülüğünü” bile kabul etmeyecek, öncülüğü ancak tırnak içine alabilecektir. Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu, Çakır’a göre, “Alman devletinden aldığı paralarla beslenen”, aşağılık “küçük burjuvalar”dır.[2] Dolayısıyla Çakır, o küçük burjuvalara milletvekilliği veren siyaseti de “küçük burjuva” bir siyaset olarak nitelemektedir.

Asıl sorun, Kürd’ün mazlumiyetinin, mağduriyetinin, çilesinin küçük burjuva ekmeklere yağ niyetine sürülüp yenilmesidir. Bu Kürdlerin değil, Kürdcülerin küçük burjuva siyasetine göre, mazlumluk, mağdurluk sadece kendi özcü, anakronik “Kürd” tasarımına aittir. O tasarımın kime ve neye ait olduğunu tartışmak ise kesinlikle yasaktır. Başkalarının siyaset yapma, geri çekilme, uzlaşma, ileri atılma hakkı asla yoktur.

Alevi’nin bu şekilde dövülerek hizaya çekilmeleri, esasen nafile bir girişimdir. “Dedeleri artık dinlemeyin!” dedikleri Alevilere bu lafı edenlerin, tarihsel-toplumsal planda maddi-manevi öncülük edecek kurumlar inşa etmeleri gerekir. Dedelerin sırtına saplanmak istenen bıçak, cemevlerinin altına döşenmeye çalışılan dinamit, Aleviliğe karşı Batıcı ateist hücumun tezahürü olmalıdır.

Yani Tayyip’e izafe edilen kimliğe yönelik saldırı, önce Aleviliği vuracaktır. Tayyip ve devlet, bundan memnundur. Çünkü her ikisi de Fuat Köprülü gibi, Aleviliği “cahil köylülerin zihni hezeyanı” olarak görmektedir. O, tüm tarihsel-toplumsal bağlarından kopartılacaktır. Bu kopartma görevi sola tevdi edilmiştir.

Küçük burjuva siyaset, her şeyi ve herkesi kendisine mecbur kılmak üzerine kuruludur. Aleviliğin boşa düştüğünde kendisine sarılacağını zannedenler, fena hâlde yanılmaktadırlar. Alevilik, tarihsel mücadelesinden kurtarılmaya çalışılmakta, o, bu sayede devletin dişine uygun hâle gelmektedir. Mücadele içinde tanımlı değilse, Alevilik yoktur. Devlet bu şekilde örgütlenmektedir. Köprülü Aleviliği, bu sayede sağlam temellere kavuşmaktadır.

Aleviliği İslam dışı gören İsmail Beşikçi’nin Altan Biraderler’i “yiğit devrimciler” olarak selamlaması doğaldır.[3] Onların babası, en büyük hayalinin “Dersim’de tenis oynanması, piyano çalınması, vals yapılması” olduğunu söyleyen biridir. Bugün sol, Dersim Katliamı’nın arkasındaki modernleştirme gerekçesinin altına imza atacak düzeye gerilemiştir. Taner Timur[4], Dersim Katliamı’nın Kürt ve Alevi düşmanlığı değil, “gericilik” sebebiyle gerçekleştiğini söylemektedir. Gelinen seviye budur.

Bu modernleşme projesi ile AB-ABD siyaseti tutarlıdır. Tayyip karşıtı sığ siyaset, Batı’dan medet ummaya doğru kapanmıştır. Büyük iktisatçı Mustafa Sönmez[5], Eczacıbaşı’nın açıklamaları ve Trump ile ilgili değerlendirmelerinde, örtük olarak dış güçlerin Tayyip’i indirmesini talep etmekte, bu yöndeki niyetini dile getirmektedir. O, büyük iktisatçı olarak, Eczacıbaşı’nın “bizi başkanlık ilgilendirmez, tek önemli olan sermayenin istikrarıdır” sözünü unutmaktadır. Dolayısıyla, Sönmez ve onun gibiler, hepimizi burjuvazinin iradesine teslim olmaya, ona örgütlenmeye sevk etmektedirler.

Murat Çakır da bu kervanın parçasıdır. Tüm Avrupa Alevilerini “düşkün” ilân edecek statüye ve mevkie sahip kişi olarak Çakır, “Kerbela şehitleri”nden bahsetmekte, ilk fırsatta o şehitlerin imanına ve kavgasına küfretmeyi ihmal etmemekte, Aleviliği kendisine mecbur ve merbut kılamadığı için öfkelenmektedir.

Bir sohbette Alevi derneklerinden birinin başındaki kişi, “Mahir’in yoldaşı” olduğuyla övündükten sonra, “doksanlarda bir yürüyüş örgütlediklerinden, ama derneği ve o yürüyüşü MİT’in örgütlediğini sonradan öğrendiklerinden” bahsetmektedir. Bu da gösteriyor ki devlet, boşluk tanımamaktadır. Siyaseti ve ideolojiyi ordunun çekildiği yere dolan sivil toplum kuruluşları üzerine kuranların kızmaya hakları yoktur. O STK’lar, o Batı, o Batı devletlerinden gelen desteğin bu düzlemde sorgulanması şarttır.

Dolayısıyla, Çakır’ın Alevilere küfrederek kendisini arındırma yoluna gitmesi, mümkün değildir. O, önce Rosa Luxemburg Stiftung[6] ile ilişkilerini sorgulamalıdır. Onun tenceresinin dibi de Avrupa’daki Alevi ağaların tencerelerinin dibi kadar karadır.

Eren Balkır
14 Kasım 2016

Dipnotlar:
[1] İbrahim Sediyani, “Yeryüzünün İlk Kavmi Kürtler ve Konuşulan İlk Dili Kürtçe”, 24 Mart 2014, Düzce.

[2] Murat Çakır, “Şimdi Ne Yapmalı?”, 14 Kasım 2016, AF.

[3] İsmail Beşikçi, “Altan Kardeşler’e Mektup”, 22 Ekim 2016, Duvar.

[4] Enver Aysever, “Taner Timur Söyleşisi”, 10 Kasım 2016, OdaTV.

[5] Mustafa Sönmez Söyleşisi, 12 Kasım 2016, MS.

[6] Scott Jay, “Postmodern Sol”, 16 Ocak 2016, İştirakî.

28 Nisan 2015

, ,

Şeytan Ayrıntıda



CNN’in Türk olanının reytingi, HDP’nin muhtemel oy oranını belirleyecek. Eskiden CNN’e çıkmayı en fazla utanç meselesi sayan solun kitle partisi, bu kanalın, genelde penguen medyasının desteğini arkasına almış görünüyor. Demek ki reel sosyalizmi eleştirmek, devleti çöpe atmak, onu anıştıran ne varsa kapı dışarı atmak, stüdyo kapılarını da aralıyor.

Bebeği yıkayanlar, bebeği yıkadıkları suyu dökerken bebeği de atıyorlar. Onu neden ve nasıl yıkadıklarını unutuyorlar. Belki de bebeği istemediklerinden, yıkama işlemi, ondan kurtulmak için ifa ediliyor.

Tam da bu sebeple, “Demokrasiyi bir devlet biçimi olarak gören anlayışın ne kadar yanlış olduğu artık netçe açığa çıkmıştır” deniliyor. Bu sözü eden, “demokrasiyi devlet biçimi olarak görenin Lenin olduğunu gayet iyi biliyor. Netliğin, açıklığın hangi düzlemde mümkün olduğu ise sorgulanmıyor. Hangi düzleme çıkıldıysa, orası emrediyor bu cümleleri. Dolayısıyla bu cümleler, Leninist olduğu iddiasındaki yapıların silâhlı birimlerini en fazla “tracking ve dağcılık kulübü” düzeyine düşürmek zorunda.

Devlete ve iktidara küfreden bu dil, nedense Marx’ın bu minvalde geliştirdiği Paris Komünü eleştirilerini ve o eleştiriler üzerine bina edilen Ekim Devrimi’ni de tarihten silmek istiyor. Ama silâha tapanlar, bu dilin işçi, mazlum, yoksul kitlelere yedirilmeye çalışıldığını hiç anlamıyorlar. Onların dikey, hiyerarşik, disiplinli bir örgütlü kalkışma potansiyeli toprağa gömülüyor.

Düşman gösterilerek, ona işaret edilerek, kitleler, düşmanın kullandığı araçlardan soğutulmaya çalışılıyorlar. Parti gibi parti, bu coğrafyanın eşiğinde tutuluyor, içeri sokulmuyor. Kök salmasına izin verilmiyor. Zımni anlaşma bizlere bunları öğütlüyor. İşçi-emekçideki disiplin ve “dayatmacı” yan törpülenmek isteniyor.

* * *

Sol, kitleleri bireylere bölüyor; bireyleri bu bağlamdan çıkartıp, onu politik kılan tarihsel-toplumsal dinamiklerden arındırıyor. Varlık sebebi bu. Dolayısıyla Alevi olmayan, “Alevi kökenli” solcular, Alevileri terk ettiğinden, Aleviliğin komünizme açılan eşiğinde durmayı asla bilemiyorlar. “Sizdeki derdin ve öfkenin sebebi Alevilik. Ondan kurtulun, benim gibi özgür birey olun” diyorlar. Tek tek “kutsal birey”leri avlayabileceğini zannediyorlar. Bu konuda pazarlamacılığın, promosyon yöntemlerinin, halkla ilişkiler araştırmalarının, tüketim ideolojisinin dilini kullanıyorlar. Sokakta dağıtılan bildirileri, bizzat kapitalizme hizmet ederek geçinen özel bireyler hazırlıyor. Onlar da örgütlerin arkasından, “nasıl kandırıyoruz enayileri!” diye dedikodu yapıyorlar.

Özel bireyler, kendi “devlet”leri adına, her şeyde devlet görüyorlar. Sınırsız-sınıfsız bu özel bireyler, kendileri gibi sınıfsız-sınırsız bir devlet kurguluyorlar. Onu her yere yayarak, burjuva niteliğinden arındırıyorlar. Burjuvaziden arındırılmış kendinden menkul, düşman devlete karşı herkes demokrasiye ikna edilmeye çalışılıyor. Devlet burjuvaziden arındırılarak, demokrasi rahatlatılıyor, özgürleştiriliyor ve oradan da cümle âlem burjuva pazarına örgütlenme imkânı buluyor.

Mazlumların-fukaranın tüm öfkesi, itirazı, kavgası bu düzeye, yani pazarda tezgâh sahibi olmaya indirgeniyor. Oysa o pazarda tezgâh sahibi olmak, sadece özel bireylere mahsus bir imtiyaz. Esnaf-zanaatkâr ideolojisinin orta sınıf meslek ideolojileri ile paslaşmasını ve bu tezgâhlara kul olmasını burada aramak gerekiyor. Bu kesimin yürüttüğü reklâm ve propaganda çalışmasında birden işçi bir adayın olduğu anımsanıyor ama kimse, o işçinin neden seçilebilir bir yerde aday olmadığını, neden birilerinin pahalı takım elbiseleri, otomobilleri ile kürsüden inanmadığı sözleri savurup çekip gittiğini sorgulamıyor.

AKP, başta Kürd’ün “parti-devlet”ini tasfiye etmek, sol-sosyalist hareketi en dipte tutmak için “muktedir” kılınmış bir yapı. İtiraz edilmesi, direnç geliştirilmesi gereken, onun kolektif hareketi kilitlemeye çalışması, küçük büyüklü burjuva siyasetinin birer figüranı hâline getirmesi, mazlumların, yoksulların zalime ve sömürücüye karşı muktedir olma imkânlarını yok etmeye çalışmasıdır. Onun dışında, seçimler ve başka hususlar ayrıntıdır ama şeytan her daim oralara gizlenmektedir.

Eren Balkır
28 Nisan 2015

06 Temmuz 2014

,

Alevîlere Kalan


Arif Sağ ve arkadaşlarının 1983-1989 yılları arasında yaptığı Muhabbet çalışması, dönem için anlamlı bir politik içeriğe sahipti. Ahırlarda gizli dönülen semahların sesi, varlığını saklayan dedelerin sözü, yerüstüne sızacak bir kanal buldu.

Bu seride yer alan türkülerin, deyişlerin ve duaz-ı imamların TRT despotizmine kurban gittiğini söyleyenler de var. Bu tespit, haklı olmakla birlikte, Alevîliğin politik hareketliliği açısından söz konusu çalışmanın kıymetini azaltmıyor.

Muhabbet ile başlayan politikleşmenin bugün Kalan Müzik etiketiyle çıkartılan Alevîlere Kalan çalışması ile sona erdiğini söylemek mümkündür. Bu albümle, Bugün Bize Pîr Geldi oyun havasına, Haydar Haydar bir rock zırvalığına dönüştürülmüştür.

Firmanın sahibi Hasan Saltık’ın ticarî zekâsı, bugün Alevî müziğine son darbeyi indirmiştir. Her çıktığı ortamda, kendi asimile oluşunu genele vurarak, “Kürtçe öldü, hepimiz asimile olduk” diyen Saltık, kentli küçük burjuva varlığını bu sefer Alevîliğe doğru sivriltmiştir.

Albüm, bir tür tribute albüm, yani herhangi bir müzik starının son demlerinde saygıya nail olması için çıkartılan bir çalışma niteliği arz ediyor. Bu açıdan, ancak müziğiyle varolabilen bir dinî-politik yönelim, esasen müzeye kaldırılıyor.

* * *

Bugün Alevîlerin can korkusuyla CHP’ye kûl oluşundan bahsediliyor. Gezi gazıyla, “Alevîlerin neden PKK’si yok?” sorusu soruluyor. Aslında bu soru, “Alevîler PKK’ye gitmesin” demektir, ama aynı zamanda, Alevîler içinde belirli bir ağırlığa sahip olan Parti-Cephe’yi hiçe saymak, tasfiye etmektir. Bu sorunun arkasındaki zihniyet, Sivas Katliamı sonrası, alınlarında kızıl Zülfikarlarla sokağa çıkan, devrimcileşen gençleri tasfiye eden zihniyettir. İlgili zihniyet için Alevîlerin politik varlığı, ancak CHP kadardır ve onun içindir.

Alevîlik, sosyalist hareketin CHP ile kurduğu ticarî köprüdür; CHP, ilgili hareketin Alevîliğe açılan kapısıdır. Köprü yıkmadan, kapıları kırmadan, kısa gününü düşünenin kazanacağı hiçbir şey yoktur.

Sivas, batı hattına dayanan Kürd hareketinin önünü kesmek için çıkartılmış, önleyici orman yangınıdır. Bir ormanda yangın varsa, orman görevlileri başka bir yangın çıkartarak asıl yangını söndürmek isterler. İkinci hamle de Alevîleri korkuya mahkûm edip onları devletin yedeğine çekmekle ilgilidir.

* * *

Alevîliğin alkolle değil, doluyladır bağı. Küçük vuslat için yudumlanır, büyük vuslata ermek için. Bar köşelerinde kendi bireyliğini, biricikliğini pekiştirmek, yüceltmek için mideye indirilen alkolün cemle bir derdi, bağı yoktur. Başını rakı masalarından kaldıramayan küçük burjuva sol ancak biricikliği örgütleyebilmektedir. Bu sol, Tuzluçayır’daki cami-cemevi protestolarıyla ilgili hazırladığı afişte, “Alevî dedelerine maaş bağlansın” diyebilmektedir. Bu kafa, cami-cemevi projesinin arkasındaki Cem Vakfı dışında hiçbir Alevî kurumunun devletin dedelere maaş bağlanmasını istemediğini bilmemektedir. Söz konusu körlük ve cehalet, alkolle doluyu karıştırmaktan kaynaklanmaktadır. Bu alkolizmin, zamanında Alevî barlarında türkülerinin ve marşlarının çalınmasını yasaklayan Grup Yorum’u anlaması da mümkün değildir. O barlar artık Grup Yorum’u tasfiye etmek zorundadır.

* * *

Kalenderîler Moğol akınlarında Selçukluya karşı Moğol ile birlik olmuşlar. Bugünse Alevîler, IŞİD’i ve PKK’yi Moğol istilacısı görüyorlar. IŞİD’i, onun hakkında onca cümle kurup hiçbir şey söylemeyen Foti Benlisoy’a bırakalım. Buradaki “Moğol” yakıştırmasının, mevcut devletten yana düşünüp konuşmanın bir ürünü olduğunu söyleyelim.

Asıl düşündürücü olan, zulme ve sömürüye karşı tarih boyu verilen mücadelelerde tarihsel referansın ve rabıtanın ana odağı ve ocağı olan Ehl-i Beyt’in geri çekilmesi, bizzat Ali’yi katleden gücün coğrafya genelinde öne çıkmasıdır. Üç dergi daha fazla satmak için ortama uymayı politiklik zanneden, Ali’yi katledenlerde devrimcilik bulan “Marksistler” de bir başka tuhaflık.

* * *

“II. Cumhuriyet yıkılıyor” diye vaveyla kopartırken, TKP’nin kendisi yıkılıyor. Kitlenin metafizik algılanışı, öznenin kitleyle rabıtasının herhangi bir fizikî harekete denk düşmemesi, yıkımın nedeni bu galiba. Politika dışı kitle tasavvuru; kitle dışı politika… Yanılgı burada.

Kitle, politik bir kavram. Politik alan içerisinde oluşmuşsa oluşmuştur, varsa vardır. “Kitlesini arayan parti”ye parti denmez bu açıdan. Kitlelere açılan örgütten de söz edilemez. Kitle politikayla; politika kitleyle kurulur.

Bugün “kitle” derken, birçokları için kasıt, Alevîler. Oysa Alevîlerin politik manada kitle oluşları, ancak ve ancak CHP ile tanımlı. O kitlenin seviyesine gelmek, ister istemez, CHP’lileşmeyle sonuçlanıyor.

* * *

İMC TV, film gösterimlerine başlamış. İlk film de II. Dünya Savaşı’nda Yahudilerin dramını anlatan, Hayat Treni. Gazze bombalanırken, bu gösterim manidar.

Sivas Katliamı ile geliştirilen politika da Yahudilerden devşirme. Müze talebi, Alevîleri Yahudi gibi görenlerin fikri. Alevîleri CHP’den kurtarmak niyetindeki HDP’nin Gazze ile ilgili tek kelime etmemesi de tuhaf öte yandan. Onun Alevî ilgisi, sosyal ya da liberal demokrat parti ihtiyacını aslî görenleri sevindiriyor, başkasını değil.

Alevîlerin Gezi ile CHP’ye daha fazla örgütlendikleri aşikâr. Sol örgütlerin kendilerini beğendirme yarışı CHP’ye yaradı sadece. Eğer korku ise mesele, Alevîler Alevî olarak değilse bile, sokağa çıkmış, fiilî olarak örgütlenmişti. Ama ona örgütlenecek bir sol yoktu ortada.

* * *

Her cemde Hüseyin ve Kerbela anılır. Ama bu anma, bugünde, bir hak olan iktidarın çalınmasına dair bir hayıflanma olarak gerçekleşir. Hüseyin’in ve yoldaşlarının maruz kaldığı zulmün başka zulümlerle ortaklığına bu hayıflanmada yer yoktur. O, biriciktir. İktidarın çalınması değil, mazlumların devrimci iktidar mücadelesiyle ilişki kurulsa, anma politik bir muhtevaya kavuşacak. Sol da bu hayıflanmayı örgütlüyor en fazla. Dolayısıyla Alevîler, mücadeleden ve mazlumiyetten azade, küçük burjuva bir iktidar hesabına kurban edilerek, CHP’ye bağlanıyorlar.

Özellikle seksen sonrasında, Muhabbet kasetlerinin de katkı sunduğu süreçte, sol-sosyalist hareket Alevîleri örgütleyeyim derken, işte bu zihniyete örgütlendi. Gezi’de Alevîler bu perdeyi yırttılar ama küçük burjuva şefler eski yuvalarına geri döndüler ve Alevîleri tekrar eski yerlerine hapsettiler.

Bu Alevîliğin Kürd’ün çilesi, derdi, kavgası ile ortaklaşması mümkün değil. Kürd’ün ucuz, küçük burjuva iktidar hesaplarında bozucu bir etmen olduğu düşünülüyor. Kürd “ben öyle değilim” deyip tövbe etse bile, algıdaki bu kazığın sökülmesi mümkün değil. Sırrı Süreyya Önder özelinde kurulan gönül bağı özellikle seçim sürecinde tümüyle kopmuş durumda. Hareketin içinde Alevîlerin olduğunu söylemek de işe yaramıyor artık.

Kürd, Alevî için, devletle pazarlık yapabilme imkânı, kozu. Kolektif olarak Alevîliğin son otuz yıl içerisinde Kürd düşmanlığı ile yeniden tesis edildiğini de görmek lazım. Alevîler, ağırlıklı olarak yer aldıkları tarihsel isyanlarda düşman devletlerle belirli bir ilişki kuruyorlar. Kürd’ün muhayyel devletinin ya bugünkü devlete düşman olması ya da mücadele için zorunlu bir cephe gerisine işaret etmesi gerek. Oysa mücadele bir muhatap talep ediyor, mütekabiliyet arıyor, devleti tekleştiriyor, masaya oturtuyor, dolayısıyla buradan, Kürd’ün zorladığı süreç, Alevî’ye asla sıcak gelmiyor.

* * *

Tarihçiler, Şeyh Said’in “Alevî’nin kestiği yenmez” deyip Seyyid Rıza’nın kestiği kuzuyu yemediği hikâyesinin devletin bir yalanı olduğunu söylüyorlar. Devlet bu yalanı söylüyorsa, demek ki Nakşî şeyhi ile Kızılbaş’ın ittifakını kendisine tehdit görüyor olmalıdır. O hâlde bugün Şeyh Said gibi Palulu olan bir cumhurbaşkanı adayının Sivas’a gidişi tarihsel açıdan manidardır. Burada mesele, “kestiği yenmez” yalanına inanılıp inanılmayacağı, ortak sofraya birlikte diz çökülüp çökülmeyeceğidir. Asıl mevzu ise Alevîlerin derdini, davasını kesen bir devrime örgütlenmek, devrimi örgütlemektir.

* * *

Alevîlerin CHP ile uzun yıllardır kurdukları maddî ilişkilerin bir-iki hamleyle çözülmesi mümkün değil. Onların ne değil, kim olduğuna kilitlenen, niteliğine değil, niceliğine bakan bir yaklaşımın sonuç üretmesi imkânsız. En basitinden, bir cemin tarihsel örgütlenmesinden, niteliğinden hiçbir şey öğrenmemiş bir solun karşılık bulması hayal.

Can korkusu, seçim süreçlerinin basit bir kalemi olma, cemevlerinde, sokak ortasında vurulan evlatlar, işsizlik, hainlerinin rant için yoldan düşmesi, kırılan el, kesilen dil, kirlenen bel, Hüseyin’in tarih boyunca kanayan gömleği, yüzülen deri, ticarethaneleşen dergâhlar, varoşlara akan uyuşturucu, yabancılaşılan Mirac, kaybedilen hatem, unutulan kırklar… Ucuz iktidar hesaplarında politik kudretini bulamadığı vakit Alevîlere kalan, işte bunlar.

Eren Balkır
5 Temmuz 2014

15 Eylül 2013

, ,

Yezidlerin Semahı

Yaşananlar yeni değil… İki binlerin başında Cumhuriyet gazetesi, Kemalist kurguya uygun biçimde, Aleviliğin salt bir kültür olduğunu haykırıyor. Onun dinî boyutunu kesip atıyor. Aşağı yukarı aynı yıllar… Tayyip Erdoğan da cemevi ile ilgili bir tartışma üzerine, aynı lafı ediyor ve cemevini bir kültür kurumu olarak kabul edebileceğinin sinyalini veriyor.
Bugün iki yaklaşım, Tuzluçayır’da buluştu. Olan bu. 
İzzettin Doğan, Aleviliği bir meta olarak pazarlamanın şampiyonuydu, dolayısıyla, hamlesi kendince doğruydu. İzzettin Doğan, doksanlarda da Aleviliğin bir biçimde kabul edilmesi için çok uğraş verdi. Vakfının Demirel’in emriyle kurulduğu, Tansu Çiller’den yüklü miktarda para aldığı söylendi. 
Vakfın o tarihlerde iş başvurularında bile özellikle asker kökenliler tercih ediliyordu. Her dönemin adamıydı Doğan, babası gibi. Kabul ettirilmeye çalışılan, saf anlamda Alevilik değil, egemenlerin bir silâh olarak kullanabilecekleri bir kurguydu. Aleviliği böylesi bir silâh olarak satabileceğini bilen Doğan, kendisini her vakit satmayı bildi, bunun için sadece kendini görme biçimi olarak, kâh liberal kâh faşist oldu.
Fukara Aleviler, kendilerinin kabul görmelerini mümkün kıldığını düşündükleri bu isme bel bağladılar. 
Örneğin 2000’de, Sünnilere hoş görünmek için “Ramazan cemi” diye bir şey uydurdu Cem Vakfı. Cami-cemevi projesinden önce de, tıpkı yıllar önce Diyanet İşleri’nin hurafelere karşı başlattığı kampanya gibi, ülkedeki tüm cemleri tektipleştirecek, “çarpıklık”lardan arındıracak bir çalışmaya girişti. Cem ayininin standardize edilmesi, tüm Alevilerin devlete bağlanması idi. Yani özünde Cem Vakfı, Alevilerin Diyanet İşleri Başkanlığı’ydı.
* * *
Egemenlerin kültürel bir renk olarak Alevilikle bir sorunu yok. Hatta onu öz Türk kimliği, hakiki İslam ya da “Anadolu felsefesi” olarak satmaya çalışanlara da tanık olundu. Dert, mesele, onun ne olduğunda. Aleviliği kimlik hâlinde satanlar, onun ne olduğuna efendilerden yana olacak şekilde, çoktan karar vermiş isimler. 
Tüm söz konusu teşebbüsler, Aleviliğin sömürüye ve zulme karşı mücadele içinde yanan bir devrimci ocak olarak söndürülmesi için. Onun bugün var olmasını sağlayan, o ocaktaki köz.
* * *
Demek ki tersten, kültürel, öznel ve bireysel bir oluşa, kimliğe indirgenmiş bir şeyin şampiyonluğunu yapmak, sömürüye ve zulme karşı mücadeleye mani olmaktır. Bu kimlik ve ideoloji, pekâlâ “devrimcicilik” de olabilir. 
Devrimcicilik de devrimciliğin ne olduğuna ilişkin tartışmayı boğmak, onu kendi varlığında, bir kimliğe kapatmaktır. Burada ocaktaki közden değil, mangaldaki külden söz etmek gerekir. Bu tür küçük burjuvalar, kendilerini görürler, kendilerine insan örgütlemeye kalkarlar ve sadece kendilerini göstermek isterler. “Devrimcici” kimliklerine yönelik eleştirileri, mangalda kül bırakmayan oyunculukları ve pazarlama teknikleriyle savuşturmak isterler.
İzzettin Doğan’ın ve Fethullah’ın verdiği gibi, bir yerlere mesajlar verilir. Ve aslında, ilkinde Alevilik, ikincisinde İslamî hareket gibi, devrimcicilik kimliği üzerinden, devrimci örgütler likide edilmek istenir. Asıl mesaj onlaradır. Saldırılar, eleştiriler, kişiye yöneliktir, kişiyi ezmek içindir ve mantıksal açıdan safsatadır, kıyas-ı batıldır. Hakikat onların düşmanıdır. 
Oysa dövüşenlerin hakikate ihtiyacı vardır. Batıl, ne olduğunu gizlemek, kim olduğunu herkesin gözüne sokmak zorundadır. Hakikat, bu perdenin yırtılmasına muhtaçtır.
Aleviliğin üzerine perde gerenler, onun ne olduğunu saklayanlar, kişilerin varlığına kapatanlar, kendilerine verilen görevi yerine getirmek için onun bağlarını kesmek zorundadırlar. Aleviliği fukara halkların direniş hattı olmaktan çıkartmak için onun kabul edilebilir bir kimliğe indirgenmesi şarttır. Kendinden menkul özellikler icat edilecek, diğer mazlum halk katmanlarıyla arasındaki bağları tek tek kopartılacaktır.
Sivas ve Gazi katliamlarının yapılmasının nedeni budur. Orman kanunlarının işlediği günlerde ormancıların yangınları söndürmek için kullandığı yöntem devreye sokulmuştur: yangın, bir başka yangınla söndürülmek istenmiştir. 
Bugün Alevi hareketinin önemli bir bölümü, bu momentlerde politikleşmiş kesimlerden oluşmaktadır ve bu kesimler, aksine, suçu, günahı devrimcilerin ve diğer mazlum dinamiklerin sırtına yükleyenlerdir. Yani aslında, “bu devrimciler yüzünden onca gencimiz öldü” diyen Alevi sayısı, hiç de az değildir. Bu tür Aleviler, kendinden menkul bir meta olarak pazardaki Alevilikten memnundurlar.
* * *
Küçük burjuva damar, bu anlamda Aleviliği bir meta olarak sattığı için, onun pirüpak olmasını tercih etmektedir. Devlete veya burjuvaziye hoş göstermek için üzerindeki kan, gözyaşı ve barutu temizlemesi şarttır. Fethullah’a ambalajlanıp satılan Alevilik, bu kesimlerin bir malıdır. Zira Fethullah da Said-i Nursi’nin kırklardan sonra antikomünizm kampanyası gereği kemalizme örgütlenmiş koludur. Oradaki dert de İslam’ın kabul edilir olmasını sağlamaktır. 
Egemenlerin kabulüne şayan bulunan İslam, elbette ki dövüşmeyen bir İslam’dır. Bu Sünnilikle Aleviliğin “musahip” olması, birbirine kemerbest takması, yezidlerin semahını dönmek içindir.
Fethullahçılık, İslam’ın ılımlılaştırılması ve solun tasfiyesi demektir. Kırklardan beri ona verilen görev budur. Bu memuriyeti devam ettirmek, Fethullahçılar için ibadetten önce gelir. Aslında ibadet, bu memuriyetin emekliliğe kadar sürdürülebilmesi içindir.
Kemalist cumhuriyetçilik, türkülerdeki “şah” sözcüğünü silmek, Âşık Veysel’e dahi şah yerine “dost” dedirtmektir. Şah demek, Alevilik için başkaldırıdır. Sünni için “Bismillah” neyse, Alevi için de “Bismişah” odur: ikisi de meydan okumadır, zalimi meydana çağırmadır. Allah’ın ya da şahın adıyla söze başlamak, eyleme çağrıdır. Allah’ı ve şahı terk edenlerin sadece kendi adlarıyla özel burjuva salonlarda buluşmuş olmalarının bir hükmü yoktur.
* * *
Son dönemde ne olduğunu devrimci bir sorguya tabi kılmak yerine, kim olduğuna dair algıyı popüler bir dalgaya kurban eden Antikapitalist Müslümanlar da söz konusu Fethullahçı haleye nesnel olarak kapılmışlardır. Herkes ve her şeyle bağlarını kesmek, kibir üzre hareket etmek, ister istemez, var olmak için sağdan soldan gelen fısıltılara onları kulak asar hâle getirecektir. Dolayısıyla “Antikapitalist” ve “Müslüman” ayrıştırılacak, buradan, sadece hoşgörü bahçesi olunduğunun mesajı verilecektir. 
Ankara’daki AKM derneğinde Fethullah-İzzettin Doğan girişimi olan cami-cemevi projesinden bir iki hafta önce, “gidip Keçiören’deki cemevinde Cuma namazı kılalım” kararı, tam da bu fethullahçılığın bir yansımasıdır. Ama aynı dernek, soldan alan çalma emri gereği, tabiî ki Tuzluçayır’daki direnişte de flamasını sallamayı ihmal etmeyecektir.
Papa’nın elini öpen Fethullah, bir Alevi cemaati liderine elini öptürmüştür. İkisi de cemaatini “ben onları kandırıyorum” diyerek ikna ediyor olabilir, ama ikna odaları henüz kaldırılmış değildir. O odalara 28 Şubat’ta “girin” emri veren Fethullah, Erbakan’dan önce teslim olmuş ve başörtülü kızların direncini kırmıştır. 
Aynı dönemin ürünü olan İzzettin Doğan ise Aleviliğin Fethullah’ı olarak, Alevileri burjuvazinin ve devletin kucağına itmekle görevli bir isimdir. Babası ve kendisi Demokrat Parti, MHP ve DYP çizgisini takip eder, vakfının kurucuları da altmışlarda Türkiye İşçi Partisi’ni ezmek için kurulan Birlik Partisi’nin bileşenleridir.
* * *
Bugün camide badminton oynanması ile bir caminin alt katında semah dönülmesi aynıdır. Söz konusu proje, devletin ideolojik aygıtı olarak caminin içine cem sokacak, ama o ceme “lânet yezide” sözü asla girmeyecektir. Bu sürecin hoşgörü ve birey hakları teraneleri üzerinden övülmesi mümkün değildir. Pratikte gerçekleşen, bu topraklardaki bir direniş dinamiğinin tasfiyesidir. Yezid’i birey olarak yüceltip onu hoşgörü adına yanına oturtmak, Aleviliğin tükenişidir. Yezid lânettir, lânetlidir ve lânetlenmek içindir.
Fethullahçılık, söz konusu tasfiyenin ana bileşenidir. Resmî İslam içine çekilen Aleviliğin dişleri sökülecektir. O dişlerin kökleri Kerbela’da, Ehl-i Beyt’tedir. Isırma ihtimali de geleceğe dairdir. Demek ki Aleviliği bugünde kurtardığını, yücelttiğini düşünenler, öncelikle bu geçmişi silecek, gelecekteki ihtimalleri ortadan kaldıracaktır. Fethullahçılığın sol içine uzanan biçimlerinin günlük, çözüm odaklı yaklaşımlara bel bağlamasının nedeni buradadır. O kitlelere “sol size bugünde hiçbir şey veremez, aç karnınızı doyuramaz” diye haykırır. Kitleleri geçmişsiz ve geleceksiz bir yere hapseder.
Bu teorik ve pratik yönelim, her zaman sadece kendisini gören kişilere muhtaçtır. İzzettin Doğan bu zihniyetin ajanıdır: kendisi, Fethullah Gülen’in söz konusu projeyi önerdiğini, kabul ettiğini, ama artık camilerin de işlevinin değişmesi gerektiğini söyleyip “aşevi” önerisinde bulunduğunu söylemektedir. Aşımıza göz koyanlar kepçeyle çaldıkları ortak rızkı, lütufla, çatalın ucuyla dağıtmayı tek çözüm yolu olarak yutturabileceklerini zannetmektedirler.
Sadece kendini görmek, sadece kendine insan örgütlemek, ideolojiyi de buna göre biçimlendirecektir. O, ancak özel insanların ulaşabileceği bir fildişi kulesine yerleştirilecektir. Egemenlerin bu türden eğilimleri sevinerek izlediği açıktır. 
İlgili ideolojiler, dolayısıyla özellikle liberal olan, özgürlükten dem vuran, o ideolojinin yükselmesini isteyen, var olması için çalışan, onu sürekli satan, satıştan nemalanan, asla o ideolojinin neferi olamayan, ilk fırsatta o ideolojiyi var eden teorik ve pratik kavgaya ihanet eden küçük burjuvalara ihtiyaç duyarlar. O küçük burjuvalar, bu praksislerinden ötürü eleştirildiğinde, “vay ideolojiye saldırıyorlar” diye feveran edeceklerdir. 
İzzettin Doğan’ın Tuzluçayır’da direnenleri “düşkün” olarak ilân etmesinin nedeni budur. Devrimcicilerin kendilerine yönelik eleştirileri aynı ahlâksızlıkla bel altından cevaplamaları da buradadır. Alevilik’te dedelik makamı bile sorgulanır, lağv edilir, ilahi ve mutlak bir kudreti yoktur. Düşkünlüğü ise belirleyecek olan, halkın ta kendisidir, fukara Alevilerin elindeki üç kuruşluk arsaları yağmalayan bir “arazi mafyası” ya da sünepe bir “tetikçi” değil.
Haziran direnişi süresince ayakta olan, direnen halkın önemli bir bölümünün Alevi olduğu söylenmektedir. Cami-cemevi projesinin tam da bu hattı kesmek için devreye sokulduğu açıktır. Proje, bir yönüyle Fethullah’ın CHP sopasını AKP’ye sallaması olarak da okunabilir. Ne olursa olsun, Aleviler, tanınma ve kabul edilme üzerine kurulu siyasetlerinin bu türden oyunlara âlet edilmesine daha çok tanıklık edeceklerdir.
Siyaset içi bir devrim cereyan ediyorsa, küçük burjuvaların Alevileri o devrimden kaçırması ve bir tür Aleviciliğe kapanması ciddi bir tehlikedir. Aynı şekilde sol içi bir devrim cereyan ediyorsa, küçük burjuvaların solculuğu ve devrimciciliği koruma altına alması, sömürülenlerin ve mazlumların kolektif pratiğini teorik ve pratik olarak akamete uğratacağı kesindir. Tezgâhlar bozulup dağılıyorsa, dağıtana değil, tezgâha ve orada mal satıyor oluşa kızılmalıdır.
Eren Balkır
14 Eylül 2013