Önceliklerdeki Değişim:
Arap Devrimci Söyleminin Yükselişi ve Çöküşü
“Arap Baharı” denilen süreçle ilgili entelektüel
tartışmanın bütünüyle hürriyet, adalet, demokrasi ve en genel manada haklarla
ilgili bir tartışmadan, birbirine zıt muhtelif kamplar arası politik ağız
dalaşına doğru kaymış olması gerçekten de çok tuhaf.
Çeşitli Arap ülkelerinde isyan etmiş halkların bugün
söz konusu tartışmada marjinalleştirilmesine, bitmeyecekmiş gibi görünen bir
savaş dâhilinde sadece katiller ya da mağdurlar olarak birer yem niyetine
kullanıldığına tanık oluyoruz.
İyi ama bu süreç nasıl bu denli yanlış bir yola
evrildi?
Her şeyin alabildiğine basit, anlaşılıp izah edilmesi
gayet kolay olduğu bir dönem oldu: uzun süre zulme uğramış insanlar,
zalimlerine (Arap rejimlerine) ve ona yardım eden batılı güçlere karşı isyan
ettiler.
Arap coğrafyasında sivil toplum, ya mevcut
olmadığından ya da sıkı bir biçimde kontrol altında tutulduğundan, barışçıl
kanalları kullanarak belirli bir etkiye yol açamayan Arap kitleleri sokaklara
döküldü ve kendi özgül mücadelesini veren her bir millet temel talepler
etrafında birleşti.
Esasında 2011’in ilk aylarında Araplar kısa süre de
olsa bir araya geldiler. Devrimlerin kanı ve tozundan bir milliyete ait olma
hissi doğdu. Bu devrimlerde Arap kitleleri, sembolik düzeyde bile olsa,
kendilerini ilkin birer millet, ardından da bir kimlik bağlamında Arap olarak
tanımladılar.
Her şey “Eşşab yurid iskatül nizam” [“halk rejimin
devrilmesini istiyor”] şiarı ile başladı. Olan biten çok netti. Özgürlükleri
boğan ve halkı ülkelerinin zenginliklerinden ve doğal kaynaklarından mahrum
bırakan zalim, otoriter rejimlere dönük nefret çoğunlukla “İrhal” [“Terk et”]
ifadesinde karşılığını buldu.
“İrhal”, kitleleri güçlendiren bir şiarın ötesini
ifade ediyordu. Bir düşünün, şehirlerinin ana meydanlarında milyonlarca fakir
insan, kimilerinin üzerinde yırtık pırtık elbiseler, bazıları aç, kimisi umut
ve umutsuzluk arasında gidip geliyor ama hepsi de hep bir ağızdan, kulakları
sağır edecek biçimde “İrhal” diye bağırıyor. Ardından da o diktatörler birbiri
ardına ülkelerini terk etmeye başlıyorlar.
Kitlelerin gerçek bir değişimi tetikleme becerisinin
verdiği cesaretle Arap devrimine dair anlatılar zamanla evrim geçirip
olgunlaştı. Arap birliğine ait o Arapların müşterek hedefi etrafında birleşme
çabasına iştirak eden semboller, zamanla bir biçim alıyor, bu noktada Tunus,
Kahire ve Sana’da aynı bayraklar dalgalandırılıyor ve şu veya bu biçimde benzer
talepler dillendiriliyordu.
Rejimlerin bölücülük tohumları ekmesine karşın,
Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasındaki birliğe dair semboller de ortaya çıktı.
Buna daha çok Mısır’da rastlanıyor ama diğer toplumlar da birlik üzerinde
duruyor, kavmiyetçiliğe, bölgeciliğe, mezhepçiliğe, Arap milletlerini
nesillerdir felce uğratmış ayrıştırıcı tüm “izm”lere meydan okuyordu.
Zamanla diğer anlatılar da öne çıkıp, kökleri
derinlere uzanan öfkeyi ve adaletsizlikleri dile dökmeye başladı. Bu noktada
kadın haklarından eğitim alma hakkına oradan servetin eşit dağıtılmasına kadar
bir dizi konu gündeme getirildi.
Araplardaki devrimci anlatının nihai aşaması, Mısır’da
atılan şu şiarda karşılığını buldu: “Hubz, hürriye, adalet-i içtimaiye”
[“Ekmek, hürriyet, sosyal adalet”].
“Arap Baharı”nın bu aşaması boyunca televizyon
tartışmaları, gazetelerde yer bulan makaleler ve sosyal medya tartışmaları,
herkesle ilgili kendi gündemlerini öne taşımak amacıyla, bağırıp gösteriler
düzenleyen Arapların müştereken dayattıkları anlatıları karşılamak için
çabalayıp durdular. Medya bu gelişmeyi anladı, “rejim değişikliği”ne dayalı
kendi anlatısı dâhilde “hürriyet”, “demokrasi” ve nihai olarak da “kalkınma”ya
dönük genel atıflara yer verir hâle geldi. Ülkede ve tüm Arap coğrafyasında bu
kelimeler dillere pelesenk oldu.
Belli ölçüde nahif olmasa bile, o günlerde her şey
alabildiğine basitti. Genel varsayıma göre, Mısır’daki Tahrir Meydanı devrime
dair kanıtlardan temizlenip, (NATO sayesinde bölgesel ayaklanmanın ölümcül bir
savaşa dönüştüğü) Libya savaş ekipmanları ve gereçlerinden arındırıldığı
noktada, kalıcı bir demokrasi ve ekonomik kalkınma için geri sayım da
başlayacaktı.
Elbette tarihi biçimlendiren şey, hüsnü zan ya da iyi
niyetler değil. Modern tarihin tümünde hükmünü yürütmüş yolsuzluğa, sefalete ve
otoriter yönetimlere ait o fasit dairenin terse çevrilmesi için, ne kadar
manalı ya da ne kadar güçlü olursa olsun, atılan sloganlardan daha fazlasına
ihtiyaç var.
Arap isyanları sonrası yürürlüğe giren senaryoların
neredeyse tamamında, söz konusu milletleri gerisin geri politik ve ekonomik
canlanma yoluna sokma sorumluluğunu geçmişte o devrildiği varsayılan
diktatörlerle birlikte ülkeleri yönetmiş, onlarla birlikte hareket etmiş ya da
o diktatörlerden hayır görmüş elitler üstlendiler.
İsyan etmiş her bir Arap ülkesinde devrimci momentumun
aniden durmasına ya da hep birlikte yön değiştirmesine tanık olmak, gerçekten
ilginç ve tuhaf bir durum. Mısır, bu çelişkiler konusunda en iyi örnek. Bu
ülke, söz konusu devrimlerle ilgili coşkudan ya da tutkudan asla mahrum
değildi, ama burada yönetici elitlerin eşitlikçi bir ekonomik fırsata ve
şeffaflığa dayalı bir sistemi kurabileceklerine dair masum ve çocuksu bir
kanaat hâkimdi.
Her bir Arap devrimi esas olarak hiçbir temeli olmayan
birer geçiş süreci olarak biçimlendi. Eski rejimler ve onlara yardım eden dış
güçlerin inisiyatifi yeniden ele geçirip kazanımları tekrar kendi hanelerine
yazmaları gerekiyordu. Bu, Arap kitleleri için gayet simgesel bir gelişmeydi.
25 Ocak Devrimi sonrası (Hüsnü Mübarek devrildikten sadece on gün sonra)
Mısır’ı ilk ziyaret eden yabancı devlet başkanının İngiliz başbakanı David
Cameron olması önemli bir işaretti. Zira kendisi, silâh tüccarlarının ve askeriyeyle
anlaşmalar imzalayan yüklenicilerin başlıca temsilcilerinden biriydi. Cameron,
Mısırlı askerî yöneticilere silâhlar teklif etmek için gelmişti. Oysa silâh, o
dönem fakir Mısırlıların ihtiyaç duyduğu en son şeydi.
Kısa süre önce, 2 Ağustos 2015 tarihinde, ABD
Dışişleri Bakanı John Kerry’nin Bloomberg’de de haberleştirilen ziyareti
ile ilgili olarak, “Kerry İnsan Hakları Meselesiyle İlgili Gerilimlere Karşın
Gelişmiş Bir Mısır Gördüğünü Söylüyor” türünden manşetleri okumak da bu noktada
gayet makul. Kerry, bu ziyaretinde Mısır’a savaş uçakları ve başka silâhlar
önerdi.
“Arap Baharı” henüz hedeflerinin hiçbirisine
ulaşamadı. Ne ekmek bollaştı, ne özgürlük yakın bir ihtimal, ne de sosyal
adalete tanık olunuyor. Aksine “Bahar”, zayıf yanlarının her zamankinden daha
fazla bilincine varan Arap elitlerine, ordularına ve rejimlerine gerekli
enerjiyi verdi.
Bir zamanlar kendilerini yenilmez, halklarını da
sonsuza dek koyun gibi güdülecek şeyler olarak gören birçok Arap ülkesini bugün
korku sarmış durumda. Bu gelişme, bölgesel çatışmalara ve politik manada yeni
hizalanmalara sebebiyet veriyor. Dolayısıyla her bir halk isyanı, sınırları
aşan, aşırı gruplara gerekli ilhamı veren ve batı müdahalesi ile batının
kontrolünde yürüyecek bir savaşı davet eden bölgesel bir çatışmaya ya da savaşa
dönüşmüş durumda.
Arap dünyası ve en genelde Ortadoğu, Osmanlı
topraklarının eski Avrupalı sömürgeci güçler arasında bölüştürüldüğü ve II.
Dünya Savaşı’na giden yolun döşendiği yirminci yüzyılın başından beri bu
büyüklükte bir coğrafî ayaklanmayı deneyimlememişti. Sonuçta bu ayaklanma, söz
konusu çatışmalarda halk unsurunun bulunmasına bağlı olarak, daha fazla bir
çıktıyı koşullamasa bile, bu geçmiş deneyimler kadar toprağı parçalama imkânına
kavuşmuştur.
“Arap Baharı”nın önceliklerinde yaşanan en önemli
değişikliklerden biri de halkın dile döktüğü o temel, masum, birleştirici ve
halkı yetkilendiren söylemlerinin yerini, karmaşık, şeytanî, dağıtıcı, yetkiyi
halktan alan, seçkinci bir dizi söylemin almasıdır. Burada halk, ya hiç önem
arz etmez ya da çok az önemi haizdir.
Eğer zaman ve mekân içerisinde konumlanmış herhangi
bir tarihsel aşamadaki politik öncelikleri anlamak amaçlanıyorsa, dil bu
noktada önemli bir araç olarak devreye girecektir. Ortadoğu’da işbaşında olan
dil ise bölgesel hasımlar arasındaki çatışmalardan dem vuran, politik
hedeflerine ulaşmak için bu durumdan istifade etmek isteyen mezhep, kabile ve
bölgelerden bahseden bir dildir. Halklar ise giderek daha fazla kıyıya köşeye
atılmakta, sadece uzun süredir millî bir manaya sahip bulunmayan bayrakları ve gülümseyen,
o muzaffer edalarıyla, her daim zalim olan yöneticilerinin posterlerini
sallamaya mecbur edildikleri devlet törenlerinde kısa süre görünme imkânı
bulabilmektedir.
Remzi Barud
11 Ağustos 2015
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder