“İki medeniyet, medeniyete
dair iki ayrı programı, kurulacak toplumla ilgili iki ayrı ideal modeli ve
oluşması muhtemel iki farklı geleceği ifade eder. Ülkenin yönünün hangi tarafa
çevrileceği, mevcut krizden kurtulmak için hangi yolun seçileceği, bu iki
medeniyet projesi arasında hangisinin seçileceği ile ilgili bir meseledir.”
[Guillermo
Bonfil Batalla,
México Profundo: Reclaiming a Civilization]
Tırtıl
mantarı, Tibet Platosu’nun sıcak kesimlerinde ve bazı tropikal Asya
ormanlarında yetişir ve hayatını gayet sıra dışı bir yolu takip ederek idame
ettirir. Kışın mantarın sporları bir örümceğin gövdesine yerleşirler, sindirim
borusuna oradan da kafasına doğru dağılırlar. Sporlar olgunlaştıkça örümceğin
bedeninin kontrolünü ele geçirir ve beyin faaliyetini ayarlar. Bahar ayları
gelip de mantar olgunlaştığında örümceğin bedeni, tümüyle yerleşilmiş,
yiyeceğin temin edildiği, hareketsiz, uysal ve itaatkâr bir kabuktan farksızdır
artık.
Süreçteki
yavaşlık, uyguladığı şiddetle çelişecek cinstendir. Önce örümceğin bedenini
kendince kapan, ardından hayatî fonksiyonlarını ve dünya algısını değiştiren
mantar, ev sahibini küçük sporların yayılacağı ve sırası geldiğinde döl
vereceği bir yuva hâline getirir. Ne kadar şiddetli görünürse görünsün bu
döngü, esasen acısız seyretmektedir. Bu döngüde ev sahibi canlılığını korur,
yönünü kaybeder, nihayetinde de kafa karışıklığının esiri olmak suretiyle,
yavaştan silinip gider.
Meksikalı
yönetmen Alfonso Cuarón, çocukken pilot veya astronot olmak istemiş. Son
filmi Roma ile bu arzusunu birkaç farklı düzlemde
gerçekleştirmiş gibi görünüyor. Yapımcılığını Netflix’in üstlendiği ve şirketin
sınırlı sayıda salonda gösterime soktuğu filmde Cuarón, eski dadısının gözüyle
gören bir pilot hâline gelmiş. Yönetmen, çocukluğunda başından geçen, babasının
aileyi terk ettiği dönemin hikâyesini Cleo’nun gözünden aktarıyor. Cleo,
çocukların bakımından sorumlu Mikstek yerlisi kadının adı. Cleo karakteri,
aileye 1962’de 17-18 yaşlarında iken tam zamanlı dadı olarak dâhil olmuş olan
yerli kadın Liboria “Libo” Rodríguez’den başkası değil. “Roma” ismi ise Mexico
City şehrinin üst sınıfa mensup ailelerinin ikamet ettiği mahallenin adı.
Yönetmen Cuarón’un ailesi, altmışlarda ve yetmişlerde bu mahallede kalmış.
Variety isimli
derginin son sayısında çıkan yazıda aktarıldığı biçimiyle, Cuarón filmin çekim
sürecine başladığında sorgulamak istemediği üç temel yönle karşı karşıya
kalmış: “filmin merkezinde Rodríguez olacak; kendi anılarından beslenecek ve
siyah-beyaz çekilecek.”
Cuarón,
filmi çekerken kararını vermiş ve öne yerli kadını koymuş. Bu önemli bir karar,
zira Hollywood’da beyaz ve Batılı olmayan kahramanlara nadiren tanık oluyoruz.
Öte yandan yönetmen, kendi bakışını ve anılarını kadına giydirmek gibi bir
meseleyle de yüzleşmiş. Roma’nın gönderimlere dayalı bir film olmasına,
bir tür otobiyografi olarak çekilmesine karar veren Cuarón, anlatı konusunda da
bir tercihte bulunmuş. Kendi bakışını yerli ve göçmen bir kadına dayattığı
noktada yaptığı tercih, hem ahlâkî hem de politik bir tercih olarak
biçimlenmiş.
Cleo’nun
filmde on yedi yaşındaki göçmen bir Mikstek gözünden bakabiliyor olması
gerekirdi ki zaten filmi seyredenlerde de böylesi bir beklenti oluşuyor. Şehre
memleketi Tepelmeme’den yeni gelmiş olan bu kadın, şehirdeki işçi pazarına
ancak resmi kayıtlarda görünmeyen bir ev hizmetlisi olarak girebiliyor. Batı ve
oradaki şehirler, kırsal bölgeleri ve yerlilere ait toprakları başından
savdıkça, orada yaşayan halklar yersiz yurtsuzlaştırdıkça, yerli halk da kent
merkezlerine akmaya başlıyor. Fakat onların seyyar birer işçi olarak görünme
imkânları devletle çatışmalarına neden oluyor ki bu, yerlilerin önemli bir
kısmının neden üst sınıftan ailelerin evlerinde ucuza çalıştıklarını da izah
ediyor. Séverine Durine ve Rebeca Moreno Zúñiga’nın 2008 tarihli, Monterrey’e
doğru gerçekleşen göçmen akınına dair incelemesinde dile getirildiği biçimiyle,
yetmişlerde Meksika’nın durumunu izah eden istatistikî verilere bakıldığında,
birçok yerli dili konuşan insanın en zengin şehirlerin nispeten zengin
mahallelerinde yoğunlaştığı görülüyor.
Filmin
başlarında Cuarón da bize Cleo’nun evde hiç durmadan çalıştığını gösteriyor.
Küçücük bir odayı diğer hizmetçiyle ve ütü masasıyla paylaşıyor. Filmde
Cleo’nun ailesiyle, kültürüyle veya memleketiyle herhangi bir bağına hiç mi hiç
rastlamıyoruz.
Filmin
merkezinde ise Rodríguez’in dışa dönük vasıfları, davranışı, bakış açısındaki
benzerlik, kendisini çalıştıran aileyi görme biçimi duruyor. Oysa temel sorun
da Cleo’nun bakış açısı: şimdilerde 74 yaşında olan Liboria Rodríguez’le
yapılan uzun ama hileli bir mülâkat sürecinin ürünü o bakış açısı (“Alfonso tüm
o bilgileri benden alırken, ben onları benden neden aldığını bilmiyordum” diyor
Liboria). Dolayısıyla ortaya, Cuarón’un anılarından ve Rodríguez’e, yani
hizmetçiye dair, yönetmenin süzgecinden geçmiş bilgilerden oluşan bir terkip
çıkıyor. Hâsılı biz, filmde yönetmenin Cleo’nun gözlerini söküp çıkarttıktan
sonra yerleştirdiği bir çift gözün gördüklerini seyrediyoruz aslında.
Cleo’ya
ait bakış açısı, üç aşamada ayarlanıyor. Yönetmen, Variety’deki
mülâkatta bu üç aşamayı şu şekilde anlatıyor: özgün hatıra, kaynaktan, yani
Rodríguez’den alınıyor; yönetmenin bakışı üzerinden birleştirilip işlemden
geçiriliyor, nihayetinde de Cleo ismindeki karaktere tatbik ediliyor.
Bir
gazeteciyle filmi ilk kez irdeleme fırsatı bulduğunda Rodríguez, “Alfonso tüm o
bilgileri benden alırken ben onları benden neden aldığını bilmiyordum” diyor
çevirmene. Yönetmenin kendisine “şunu nasıl hatırlıyorsun Libo? Benim de
hatırlamama, anlamama yardım et” dediğini aktarıyor. Sonrasında işler daha da
tuhaflaşıyor. “Libo, ne giyerdin?” gibi sorular soruluyor. Rodríguez, “benim
üzerime kurulu bir filmin çekildiği hiç aklıma gelmemişti” diyor şaşkınlığını
gizlemeyerek.
Bu
işlem dâhilinde, yönetmene dair New York Times’da çıkan bir yazıda
aktarıldığı biçimiyle, Rodríguez para almayı reddediyor. Yönetmen, bu noktada
aile bağlantılarını devreye sokuyor ve dadısının anılarını birer hammadde
olarak kullanabilmek için yağmalıyor. Ama kadının hikâyesindeki değeri ortaya
çıkartabilmek adına ondaki bakışı değiştiriyor ve bakış açısını söküp atıyor.
Tam da Batı dışı dünyayı Batı’ya bağlayan, doğal kaynakları söküp çıkarma
sürecine benzer bir biçimde, Roma isimli filmin dayandığı hammaddenin
bulunma süreci de böylesi bir maden çıkartma pratiğine dayanıyor: ilgili
hatıralar yeniden anlamlandırılıyorlar, özgün kaynağa farklı bir tertip
kazandırılıyor, ona yeni bir form ve yeni bir hikâye dayatılıyor. Bu katma
değer üretme işlemi, saf ekonomiye indirgense bile, onun nötr bir işlem olması
mümkün değil. Çünkü katma değer, her daim sembolik ve kültürel düzlemde tayin
ediliyor.
Canlandırmalı
rol yapma oyununun (LARP) sinemadaki muadili olarak görülebilecek filmde Cleo,
esasen yönetmenin Libo’ya ait dışa dönük vasıfları, dili, bakışları,
kıyafetleri ve hikâyeyi mülk edinme biçimidir. Fakat sonuçta karşımızda duran
bakış, Cuarón’a aittir. Cuarón, Cleo’nun ince ince işlediği hayal âleminde,
kendi ailesinin hikâyesini tasarlayıp ölümsüzleştirmiştir.
Film,
Rodríguez’in gözlerini çıkartıp içine yönetmenin batılı bakışını yerleştirme
pratiğine dayanmaktadır. Filmi sürükleyen hikâye sayesinde Cuarón’un ailesi,
Rodríguez’e kötü ve uygunsuz muamele etmiş olmakla asla suçlanamayacak bir yere
taşınmaktadır.
Cleo,
tıpkı Rodríguez gibi bakar, duyguları sinema perdesini yırtıp taşacaktır
neredeyse. Gelgelelim görünüşleri dışında Cleo ile Rodríguez arasında hiçbir
benzerlik bulunmamaktadır.
Bundan
sonrası spoiler içeriyor.
Amerikalı
eleştirmenlerin nezdinde Roma filminin elde ettiği başarının sırrı,
yeni, hoşgörülü bir bakış açısının, sömürgeye ait bir bakışın oluşturulmuş
olmasında. Oysa filmin bu denli rahatsız edici olmasının sebebini de burada
aramak gerekiyor. Erkek, beyaz ve üst sınıftan biri olarak yönetmen Cuarón,
bilginin dağıtım sürecinin dizginlerini kendi ellerinde tutuyor. Filmin çekimi
esnasında bile süreci ve hikâyeyi aktörlerden esirgiyor. Dizginleri kendi
elinde tutmak suretiyle yönetmen, filminde Rodríguez’in gün ışığına
çıkartabileceği, ama Cleo’nun bahsini bile edemeyeceği, politik açıdan rahatsız
edici ve sınıf çatışması ile yüklü bir gerçekliği dümdüz eden bir dünya görüşü
takdim ediyor.
Cuarón,
ısrarla filminin bir tür mutlu sonla biten bir tanıklık olduğunu, beyaz bir
ailenin kendisini kucaklaması ile birlikte yerli Mikstek kadınının kurtarılıp
korunduğunu anlattığını söylese de film, esasında en ateşli savunucularının
bile kolayca izah edemeyecekleri bir bilişsel uyumsuzluk üretiyor.
New
Yorker’da çıkan film eleştirisinin başlığı şu: “Alfonso Cuarón
Roma’da Olmanın Risklerine Tanıklık Ediyor.” İlginç olan şu ki “tanıklık etme”
meselesi, Latin Amerika’da testimonio olarak bilinen edebiyat türünün
özünü teşkil ediyor. Bu hikâye geleneği ise tümüyle Küba Devrimi sonrasında
oluştu. Tüm o kusurlarına rağmen bu geleneğin amacı, hikâyeyi yaşayanla
hikâyeyi anlatan arasında kurulacak işbirliğine vurgu yapmak suretiyle, “sesi
çıkmayanların sesi” olmaktı. Ancak son yıllarda bu türü John Beverley gibi
isimler kapsamlı bir incelemeye tabi tuttular ve iç çelişkilerini ortaya
serdiler: bu tür hikâyelerde, her şeyi kendi etiyle kanıyla yaşamış olan ve
okur-yazar olmayan yerlinin hikâyesini her zaman bilgili biri kaleme alıyordu.
Roma’nın
duygusal ortamını Cleo’nun ölü doğum yaptığı o uzun sahne teşkil ediyor. Sahne
esasen Zócalo bölgesinde, Corpus Christi Katliamı’nın gerçekleştiği saatlerde
başlıyor. Arka planda binlerce öğrenci paramiliter güçlerle çatışıyor. “Los
Halcones” adı verilen bu güçler, en az 120 öğrenciyi katlediyorlar.
Bir
gencin vurularak öldürülmesine tanık olmanın yarattığı şokla Cleo suyunun
geldiğini anlıyor, kısa bir süre sonra da doğum başlıyor. Ailenin büyükannesi
onu hastaneye götürüyor, patronunun bağlantıları sayesinde bürokrasi aşılıp
hızla ameliyathaneye alınıyor. Burada Cuarón’un kamerası Cleo kızını doğurduğu
esnada pek hareket etmiyor. Bu sahne ve o yürek dağlayıcı finali, sonuçta
kaçınılmaz olarak yaşanan kayıp, cesaretle ve asap bozucu bir dolaysızlıkla ele
alınıyor. Oysa hizmetçinin patronlarının yüceltilmesine ve kurtarılmasına
hizmet edecek an da bu an aslında. Bize verilen güvence dâhilinde aile elinden
geleni yapıyor, Cleo’ya iş veriyor, hamile kalmasına rağmen onu kovmuyor, doğum
öncesinde muayene için hastaneye götürüyor, doğum esnasında da ona yardım
ediyor. Cleo’nun hamileyken çok çalıştırılmış olmasının, bavulları taşımasının,
günlük işleri yapmasının, herkesin pisliğini temizlemesinin bir önemi yok
elbette. Hamilelik veya doğum esnasında kadına destek olacak tek bir
akrabasının veya aileden birinin bulunmamasının bir önemi yok. Karakterin
gözleri bu detaylara hiç takılmıyor, film de genel bağlamı zerre aktarmıyor. Bu
bağlam, yetmişlerden beri Meksika’da göçmen yerli kadınlarda kısırlık
oranlarının hızla arttığı, çocuk ölüm oranlarında ciddi artışların
gözlemlendiği, adaletsizliğin hâkim olduğu toplumsal dinamikle tanımlı bir
bağlam. Film, bu kadınların o noktaya nasıl geldiğinden ve yolda neleri
kaybettiğinden, eşleri veya akrabalarının yerleştirildikleri şehirlerde yersiz
yurtsuzlaştıktan sonra ailevi ve toplumsal bağlarını nasıl kurduklarından,
çalışma tarzlarını, yeme alışkanlıklarını nasıl değiştirdiklerinden hiç
bahsetmiyor. Nihayetinde film, bu koşullarla o koşullardan istifade eden
patronlar arasındaki bağı da kurmuyor. Yönetmen, sadece o yaşanandan birini
kaybetmenin yarattığı duyguyu çekip alıyor ve o duyguyu estetik açıdan gayet
güzel aktarıyor ki muhtemelen bu güzellik, dolaysız oluşundaki yüksüzlükle
alakalı. Böyle yaparak film, beyaz aileye ve kuşaklar boyu yerli halkın
ölümünden sorumlu Meksikalı beyaz liderlere selam duruyor. (Meksikalı
araştırmacı Germán Vázquez Sandrin, 2013’te kaleme aldığı bir makalesinde bu
meselelerin bir kısmını ele almıştı.).
Hikâye
düzleminde esasen bu doğum sahnesi, Cleo’nun beyaz aileye, beyaz
kurtarıcılarına daha da fazla bağlanmasının (veya daha fazla bağımlı olmasının)
bahanesi olarak iş görüyor. Sonrasında tek bir soru bile sorulmuyor.
Filmin
merkezinde duran diğer bir sahne ise sahil sahnesi. Cleo’yu işe almış olan,
beyaz ailenin reisi Sofía, düşük sonrası biraz dinlenmesi ve rahatlaması için
Cleo’yu da davet ediyor. Cleo, çocukların bakımı görevini hâlen daha yerine
getirmeye devam ediyor. Kendisi yüzemezken dalgalı denize girip iki çocuğu
kurtarmak zorunda kalıyor. Ama yönetmen, bu sahnede yerli bir hizmetçiyi
patronunun çocukları için hayatını riske atmaya mecbur edecek güç asimetrisini,
sorumluluk yükünü veya yasal yükümlülüğü zerre aktarmıyor. Yönetmen, sadece
dadı ile çocukların arasındaki duygusal bağa odaklanıyor. Oysa bu bağ,
anlaşılır olmakla birlikte, Cleo’nun o çarpıcı ve aşırıya varan eylemindeki
ağırlığı kaldırabilecek cinsten bir bağ değil. Cuarón, bu sahnede Cleo’nun yaptığı
tercihi, saf sevgi ve kefaret eylemi olarak takdim ediyor. Yetmişlerde
Meksika’da, göçmen yerli kadınların görünmez olmak zorunda kaldıkları
koşullarda, iki beyaz çocuğun ölümü Cleo için felakete yol açabilecek bir
olaydır. Oysa Cuarón, Cleo’nun hizmetçi oluşunu geri plana atıp
doğallaştırıyor, öte yandan ön plana onun beyaz aileye bağlılığını alıyor.
Dadının
gözünden bakan yönetmen, Cleo ve Sofía’yı kadınlık noktasında birbirine benzer
ve denk iki kişi olarak takdim ediyor. Kocasının ihaneti sonrası Sofía’nın
boşanması ile Cleo’nun bebeğini kaybetmesi üzerinden iki kadın daha da
yakınlaşıyor, zira her ikisi de Sofía’nın çocuklarının bakımı ve yetiştirilmesi
noktasında ortaklaşıyorlar. Film, işte tam da bu aşamada kendi evinden,
ailesinden, muhtemel arkadaşlarından, sevgililerinden yüzlerce kilometre
uzaklıktaki bir şehirde yersiz yurtsuzlaştırılmış yerli Mikstek kadınına
dayatılan mülksüzleşmenin ve ızdırabın üzerini örtüyor. Mexico City’de
altmışlarda ve yetmişlerde Bracero programının bir parçası olarak inşa edilen
metroda ABD’den sınırı geçip gelen gündelikçilerle birlikte Mikstek yerlileri
çalıştırılıyor. Mikstekler, ülkedeki yerli toplulukları içerisinde en fazla
göçmek zorunda kalan, yoksulluğu ve ayrımcılığı dibine kadar yaşayanlar.
Toplumsal Kalkınma Politikası Değerlendirmesi İçin Ulusal Konsey’in verdiği
rakamlara göre, bugün bile Meksika’da sefalet koşullarında yaşayan yerlilerin
yüzdesi, genel nüfusun neredeyse yarısını oluşturuyor. Genel nüfusta
yoksulların oranı yüzde 43 iken bu oran yerlilerde yüzde 76,8. Film ise bize
Cleo’nun annesinin imarcıların kasabaya musallat olmaları sonrası toprağını
kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu söylüyor. Ama hamile olan Cleo,
konuyu anlamayacağını düşünerek annesinin yanına gitmiyor. Bize bu noktada
annenin kızını bir hain olarak gördüğü söyleniyor. Yönetmen, bu ihanetin
Mikstek milletiyle mi toplulukla mı yoksa göçmüş olmakla mı alakalı olduğunu
söylemiyor.
Esasen
hikâye anlatımı düzleminde bir yönetmenin karakterine kendi bakış açısını
giydirmesinde bir sorun yok. Sorun, bir yandan samimiyetsiz bir biçimde,
belirli bir bakış açısını karaktere giydirirken, bir yandan da o bakışın
yorumladığı, çözümlediği sürecin üzerini örtmüş olmakta. Üstelik böylesi bir
tanıklığı, azınlığa mensup ezilenin, yerlinin ve kadının temsilcisi olarak
takdim edilen biri üzerinden, alabildiğine hegemonik, Batılı ve sömürgeci bir
bakış açısı üzerinden gerçekleştirmenin kendisi samimiyetsiz olan. Yetmişlerde
Meksika’da yerli kadınlar, kendilerini topraklarından zorla çıkartıp atan aynı
beyaz, üst sınıftan veya üst orta sınıftan adamların şehirlerdeki evlerinde
yarı köle olarak çalıştırılıyorlardı. Oysa Roma isimli bu filmde
yönetmene ait anılar, eski dadısından derlediği anılarla yan yana
getiriliyorlar, üstelik bu yan yanalık, özgün bağlam dâhilinde işleyen sınıfsal
ve ırksal mücadelelerin geri plana atılmasını sağlamakla kalmıyor, ayrıca o
mücadelelerin yerlerine merkezde duran karaktere dair hikâyeden çok beyaz
aileye dair daha çok şey söyleyen yeni ve olumlayıcı bir hikâye konuluyor.
Esasen bu noktada Cleo, nihayetinde tüm çelişkilerin, çatışmaların, sorunların
üzerine beyaz badana sürmek için gerekli fırça olarak iş görüyor.
Özetle,
Roma çok güzel bir film. Siyah-beyaz, yumuşacık ve zarif. Doğal ışıkla
birlikte pırıl pırıl parlıyor, su birikintilerin üzerine havadaki uçaklar
yansıyor, orman yanıyor, Noel yemeği masalardan taşıyor. Sofía’nın ailesi de
güzel ve cana yakın, tıpkı Cuarón’un hatırladığı gibi. Ama gerçek kaynağından
(mülksüzleşmeden, sefaletten, zulümden ve sömürgecilikten) sökülüp alınmış,
yeni ama sahte olan başka bir kaynağa (beyaz patronlarına yönelik sevgiye)
iliştirilmiş bir duyguyla yüklü film. Bu noktada Cleo, yabancı gibi bakıyor ve
o bakış alabildiğine rahatsız edici bir hâl alıyor. Cuarón’un çocukluğunda açık
olan gerilimleri hoşgörülebilir kılmak, sömürgecilik sürecini daha az görünür
hâle getirmek adına film, yerliyi göstermek ama öte yandan da Meksika tarihinin
belirli bir kısmını tarafsız ve apolitik bir açıdan vermek zorunda kalıyor.
Roma,
Cuarón’un dadısına dair güzel bir hikâye anlatıyor olabilir ama bunu ancak
ailesinin Amerikalı toprak sahibi dostlarına ve aileye denk ailelere, kendi
yetişme sürecini ve karakterini o ailelerle ilişkilendirebilenlere anlatabilir.
Geri kalan tüm Latin Amerikalılar için Roma bir korku filmidir, Jordan
Peele’in Get Out (“Kapan”) isimli filmini yankılayan bir köpek
ağızlığıdır. Sofía, filmdeki hipnozcu Bayan Armitage’in Meksika’da dirilmiş
hâlidir. Ne var ki filmin o mutsuz sonunda da teyit edildiği biçimiyle,
Cleo’nun dışarı çıkma umudu bulunmamaktadır.
Cuarón
açısından şunu söylemek lazım: kendisi kusursuz bir stratejist. Aynı beceri
sayesinde o, Netflix’le filminin sinema salonlarına dağıtımı konusunda başarılı
bir pazarlık yürüttü ve düşük bütçeli filminin Oscar alacağına dair
dedikoduların dillendirilmesini bile sağladı. Ayrıca bu görüşme sayesinde
yönetmen L, B, G, T ve Q arasındaki farklılıkları bilecek kadar yetkin ve bilge
olan ama hâlen daha işçi sınıfı ile elit Latin Amerikalılar, yerli olanlar ve
olmayanlar arasındaki farkı bilmeyen bazı Amerikalı eleştirmenlerin ve
seyircilerin başlarını döndürmeyi başardı.
“Roma”
kelimesi tersten okunduğunda “amor” kelimesi çıkıyor karşımıza ki bu,
İspanyolcada “sevgi” demek. Cuarón’un filmi, sevginin yaslandığı aynı yapı
taşlarına dayanıyor olabilir, ama tersten okunduğunda tam zıttı duygular açığa
çıkarıyor.
Pablo Calvi
17 Aralık 2018
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder