Meksika etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Meksika etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

01 Ocak 2021

,

Maske ve Marcos


Zapatista güçleri, 1 Ocak’ta 1994’te San Cristóbal de las Casas’ı ele geçirdiklerinde onlara ilk sorulan sorulardan biri, yüzlerini maske veya bandana ile niye örttükleri idi. Bu soruya kendisini “Komutan Yardımcısı İsyancı Marcos” müstear adıyla tanımlayan Zapatista subayı, verdiği cevapta maskeyi iki sebebe bağlı olarak taktıklarını söyledi:

“Birinci sebep, davaya bağlılığımız üzerinde durmak zorunda olmamızla ilgilidir. Başka bir ifadeyle, mücadele içerisinde insanlar, kendilerini fazla yüceltmemeli, öne çıkartmamalıdırlar. Burada mesele, kendilerimizle ilgili korkularımız olması değil, isimsiz kalmak, bizi kimsenin yoldan çıkartmasına, yozlaştırmasına izin vermemektir. […] Biz, liderliğimizin kolektif olduğunu ve ona teslim olmak zorunda olduğumuzu biliyoruz. Burada ben olduğum için beni dinliyor olsanız bile başka yerlerde aynı şekilde maskeli başka insanlarla konuşacaksınız. Bugün burada bulunan maskeli şahsın adı Marcos’tur, yarın ona Margaritas’ta karşılaştığınızda Pedro, Ocosingo’da José, Altamirano’da Alfredo diyeceksiniz. Nihayetinde burada konuşan, kolektif bir yürektir, karizmatik bir caudillo (lider) değildir. Burada karşınızda o aşina olduğumuz imajıyla eski tip bir liderin bulunmadığını bilmenizi istiyorum. Tek göreceğiniz şey, tüm bunların olmasına neden olanların yüzlerindeki maskedir. Gün gelecek, halk onuruna sahip çıkacak, maskesini takacak ve ‘ben de yapabilirim’ diyecek”.

Marcos’un üzerinde durduğu sebeplere ek olarak Zapatist isyancıların yüzlerindeki maske, aynı zamanda Meksika’da yerli halkların içinde bulundukları hâli herkese anımsatmak gibi bir anlama sahipti. Yüzlerine maske takmak suretiyle Zapatistler, yüzlerini ve isimlerini siliyor, kimliksizleşiyorlardı. Onurun ayaklar altına alınması ve bu saldırının yol açtığı tüm sonuçlar, Amerika kıtasının Avrupalılarca işgal edilmesinden bugüne dek uzanan uzun süreç boyunca yerli halklara dayatılmış olan kaderin temel özelliğiydi. Yüzleri ve onurları olmayan halklar, sömürgeciliğe, emperyalizme, modernleşmeye ve kapitalizme yem olmuşlardı. Kendi isteğiyle yüzüne maske takmak suretiyle Zapatistler, dünyaya en fazla ötelenmiş, gözlerden en çok ırak tutulmuş ezilenlerin dünyayı yeniden inşa etme becerisine ve gücüne sahip olduğunu anımsatmak suretiyle, yerli halklardan çalınmış olan o onuru yeniden kazandılar. Zapatistlerin de dile getirdiği biçimiyle maske takıp ele silâh aldıklarında dünya, küresel neoliberal kapitalizmin “yeni dünya düzeni”nde en fazla ötelenmiş kesimleri bir kez daha dikkate almak, görmek zorunda kaldı.

Alex Khasnabish

[Kaynak: Zapatistas: Rebellion from the Grassroots to the Global, Zed Books, 2010, s. 11-13.]

27 Aralık 2018

, ,

Sevginin Ganimetleri

İki medeniyet, medeniyete dair iki ayrı programı, kurulacak toplumla ilgili iki ayrı ideal modeli ve oluşması muhtemel iki farklı geleceği ifade eder. Ülkenin yönünün hangi tarafa çevrileceği, mevcut krizden kurtulmak için hangi yolun seçileceği, bu iki medeniyet projesi arasında hangisinin seçileceği ile ilgili bir meseledir.

[Guillermo Bonfil Batalla,
México Profundo: Reclaiming a Civilization]


Tırtıl mantarı, Tibet Platosu’nun sıcak kesimlerinde ve bazı tropikal Asya ormanlarında yetişir ve hayatını gayet sıra dışı bir yolu takip ederek idame ettirir. Kışın mantarın sporları bir örümceğin gövdesine yerleşirler, sindirim borusuna oradan da kafasına doğru dağılırlar. Sporlar olgunlaştıkça örümceğin bedeninin kontrolünü ele geçirir ve beyin faaliyetini ayarlar. Bahar ayları gelip de mantar olgunlaştığında örümceğin bedeni, tümüyle yerleşilmiş, yiyeceğin temin edildiği, hareketsiz, uysal ve itaatkâr bir kabuktan farksızdır artık.

Süreçteki yavaşlık, uyguladığı şiddetle çelişecek cinstendir. Önce örümceğin bedenini kendince kapan, ardından hayatî fonksiyonlarını ve dünya algısını değiştiren mantar, ev sahibini küçük sporların yayılacağı ve sırası geldiğinde döl vereceği bir yuva hâline getirir. Ne kadar şiddetli görünürse görünsün bu döngü, esasen acısız seyretmektedir. Bu döngüde ev sahibi canlılığını korur, yönünü kaybeder, nihayetinde de kafa karışıklığının esiri olmak suretiyle, yavaştan silinip gider.

Meksikalı yönetmen Alfonso Cuarón, çocukken pilot veya astronot olmak istemiş. Son filmi Roma ile bu arzusunu birkaç farklı düzlemde gerçekleştirmiş gibi görünüyor. Yapımcılığını Netflix’in üstlendiği ve şirketin sınırlı sayıda salonda gösterime soktuğu filmde Cuarón, eski dadısının gözüyle gören bir pilot hâline gelmiş. Yönetmen, çocukluğunda başından geçen, babasının aileyi terk ettiği dönemin hikâyesini Cleo’nun gözünden aktarıyor. Cleo, çocukların bakımından sorumlu Mikstek yerlisi kadının adı. Cleo karakteri, aileye 1962’de 17-18 yaşlarında iken tam zamanlı dadı olarak dâhil olmuş olan yerli kadın Liboria “Libo” Rodríguez’den başkası değil. “Roma” ismi ise Mexico City şehrinin üst sınıfa mensup ailelerinin ikamet ettiği mahallenin adı. Yönetmen Cuarón’un ailesi, altmışlarda ve yetmişlerde bu mahallede kalmış.

Variety isimli derginin son sayısında çıkan yazıda aktarıldığı biçimiyle, Cuarón filmin çekim sürecine başladığında sorgulamak istemediği üç temel yönle karşı karşıya kalmış: “filmin merkezinde Rodríguez olacak; kendi anılarından beslenecek ve siyah-beyaz çekilecek.”

Cuarón, filmi çekerken kararını vermiş ve öne yerli kadını koymuş. Bu önemli bir karar, zira Hollywood’da beyaz ve Batılı olmayan kahramanlara nadiren tanık oluyoruz. Öte yandan yönetmen, kendi bakışını ve anılarını kadına giydirmek gibi bir meseleyle de yüzleşmiş. Roma’nın gönderimlere dayalı bir film olmasına, bir tür otobiyografi olarak çekilmesine karar veren Cuarón, anlatı konusunda da bir tercihte bulunmuş. Kendi bakışını yerli ve göçmen bir kadına dayattığı noktada yaptığı tercih, hem ahlâkî hem de politik bir tercih olarak biçimlenmiş.

Cleo’nun filmde on yedi yaşındaki göçmen bir Mikstek gözünden bakabiliyor olması gerekirdi ki zaten filmi seyredenlerde de böylesi bir beklenti oluşuyor. Şehre memleketi Tepelmeme’den yeni gelmiş olan bu kadın, şehirdeki işçi pazarına ancak resmi kayıtlarda görünmeyen bir ev hizmetlisi olarak girebiliyor. Batı ve oradaki şehirler, kırsal bölgeleri ve yerlilere ait toprakları başından savdıkça, orada yaşayan halklar yersiz yurtsuzlaştırdıkça, yerli halk da kent merkezlerine akmaya başlıyor. Fakat onların seyyar birer işçi olarak görünme imkânları devletle çatışmalarına neden oluyor ki bu, yerlilerin önemli bir kısmının neden üst sınıftan ailelerin evlerinde ucuza çalıştıklarını da izah ediyor. Séverine Durine ve Rebeca Moreno Zúñiga’nın 2008 tarihli, Monterrey’e doğru gerçekleşen göçmen akınına dair incelemesinde dile getirildiği biçimiyle, yetmişlerde Meksika’nın durumunu izah eden istatistikî verilere bakıldığında, birçok yerli dili konuşan insanın en zengin şehirlerin nispeten zengin mahallelerinde yoğunlaştığı görülüyor.

Filmin başlarında Cuarón da bize Cleo’nun evde hiç durmadan çalıştığını gösteriyor. Küçücük bir odayı diğer hizmetçiyle ve ütü masasıyla paylaşıyor. Filmde Cleo’nun ailesiyle, kültürüyle veya memleketiyle herhangi bir bağına hiç mi hiç rastlamıyoruz.

Filmin merkezinde ise Rodríguez’in dışa dönük vasıfları, davranışı, bakış açısındaki benzerlik, kendisini çalıştıran aileyi görme biçimi duruyor. Oysa temel sorun da Cleo’nun bakış açısı: şimdilerde 74 yaşında olan Liboria Rodríguez’le yapılan uzun ama hileli bir mülâkat sürecinin ürünü o bakış açısı (“Alfonso tüm o bilgileri benden alırken, ben onları benden neden aldığını bilmiyordum” diyor Liboria). Dolayısıyla ortaya, Cuarón’un anılarından ve Rodríguez’e, yani hizmetçiye dair, yönetmenin süzgecinden geçmiş bilgilerden oluşan bir terkip çıkıyor. Hâsılı biz, filmde yönetmenin Cleo’nun gözlerini söküp çıkarttıktan sonra yerleştirdiği bir çift gözün gördüklerini seyrediyoruz aslında.

Cleo’ya ait bakış açısı, üç aşamada ayarlanıyor. Yönetmen, Variety’deki mülâkatta bu üç aşamayı şu şekilde anlatıyor: özgün hatıra, kaynaktan, yani Rodríguez’den alınıyor; yönetmenin bakışı üzerinden birleştirilip işlemden geçiriliyor, nihayetinde de Cleo ismindeki karaktere tatbik ediliyor.

Bir gazeteciyle filmi ilk kez irdeleme fırsatı bulduğunda Rodríguez, “Alfonso tüm o bilgileri benden alırken ben onları benden neden aldığını bilmiyordum” diyor çevirmene. Yönetmenin kendisine “şunu nasıl hatırlıyorsun Libo? Benim de hatırlamama, anlamama yardım et” dediğini aktarıyor. Sonrasında işler daha da tuhaflaşıyor. “Libo, ne giyerdin?” gibi sorular soruluyor. Rodríguez, “benim üzerime kurulu bir filmin çekildiği hiç aklıma gelmemişti” diyor şaşkınlığını gizlemeyerek.

Bu işlem dâhilinde, yönetmene dair New York Times’da çıkan bir yazıda aktarıldığı biçimiyle, Rodríguez para almayı reddediyor. Yönetmen, bu noktada aile bağlantılarını devreye sokuyor ve dadısının anılarını birer hammadde olarak kullanabilmek için yağmalıyor. Ama kadının hikâyesindeki değeri ortaya çıkartabilmek adına ondaki bakışı değiştiriyor ve bakış açısını söküp atıyor. Tam da Batı dışı dünyayı Batı’ya bağlayan, doğal kaynakları söküp çıkarma sürecine benzer bir biçimde, Roma isimli filmin dayandığı hammaddenin bulunma süreci de böylesi bir maden çıkartma pratiğine dayanıyor: ilgili hatıralar yeniden anlamlandırılıyorlar, özgün kaynağa farklı bir tertip kazandırılıyor, ona yeni bir form ve yeni bir hikâye dayatılıyor. Bu katma değer üretme işlemi, saf ekonomiye indirgense bile, onun nötr bir işlem olması mümkün değil. Çünkü katma değer, her daim sembolik ve kültürel düzlemde tayin ediliyor.

Canlandırmalı rol yapma oyununun (LARP) sinemadaki muadili olarak görülebilecek filmde Cleo, esasen yönetmenin Libo’ya ait dışa dönük vasıfları, dili, bakışları, kıyafetleri ve hikâyeyi mülk edinme biçimidir. Fakat sonuçta karşımızda duran bakış, Cuarón’a aittir. Cuarón, Cleo’nun ince ince işlediği hayal âleminde, kendi ailesinin hikâyesini tasarlayıp ölümsüzleştirmiştir.

Film, Rodríguez’in gözlerini çıkartıp içine yönetmenin batılı bakışını yerleştirme pratiğine dayanmaktadır. Filmi sürükleyen hikâye sayesinde Cuarón’un ailesi, Rodríguez’e kötü ve uygunsuz muamele etmiş olmakla asla suçlanamayacak bir yere taşınmaktadır.

Cleo, tıpkı Rodríguez gibi bakar, duyguları sinema perdesini yırtıp taşacaktır neredeyse. Gelgelelim görünüşleri dışında Cleo ile Rodríguez arasında hiçbir benzerlik bulunmamaktadır.

Bundan sonrası spoiler içeriyor.

Amerikalı eleştirmenlerin nezdinde Roma filminin elde ettiği başarının sırrı, yeni, hoşgörülü bir bakış açısının, sömürgeye ait bir bakışın oluşturulmuş olmasında. Oysa filmin bu denli rahatsız edici olmasının sebebini de burada aramak gerekiyor. Erkek, beyaz ve üst sınıftan biri olarak yönetmen Cuarón, bilginin dağıtım sürecinin dizginlerini kendi ellerinde tutuyor. Filmin çekimi esnasında bile süreci ve hikâyeyi aktörlerden esirgiyor. Dizginleri kendi elinde tutmak suretiyle yönetmen, filminde Rodríguez’in gün ışığına çıkartabileceği, ama Cleo’nun bahsini bile edemeyeceği, politik açıdan rahatsız edici ve sınıf çatışması ile yüklü bir gerçekliği dümdüz eden bir dünya görüşü takdim ediyor.

Cuarón, ısrarla filminin bir tür mutlu sonla biten bir tanıklık olduğunu, beyaz bir ailenin kendisini kucaklaması ile birlikte yerli Mikstek kadınının kurtarılıp korunduğunu anlattığını söylese de film, esasında en ateşli savunucularının bile kolayca izah edemeyecekleri bir bilişsel uyumsuzluk üretiyor.

New Yorker’da çıkan film eleştirisinin başlığı şu: “Alfonso Cuarón Roma’da Olmanın Risklerine Tanıklık Ediyor.” İlginç olan şu ki “tanıklık etme” meselesi, Latin Amerika’da testimonio olarak bilinen edebiyat türünün özünü teşkil ediyor. Bu hikâye geleneği ise tümüyle Küba Devrimi sonrasında oluştu. Tüm o kusurlarına rağmen bu geleneğin amacı, hikâyeyi yaşayanla hikâyeyi anlatan arasında kurulacak işbirliğine vurgu yapmak suretiyle, “sesi çıkmayanların sesi” olmaktı. Ancak son yıllarda bu türü John Beverley gibi isimler kapsamlı bir incelemeye tabi tuttular ve iç çelişkilerini ortaya serdiler: bu tür hikâyelerde, her şeyi kendi etiyle kanıyla yaşamış olan ve okur-yazar olmayan yerlinin hikâyesini her zaman bilgili biri kaleme alıyordu.

Roma’nın duygusal ortamını Cleo’nun ölü doğum yaptığı o uzun sahne teşkil ediyor. Sahne esasen Zócalo bölgesinde, Corpus Christi Katliamı’nın gerçekleştiği saatlerde başlıyor. Arka planda binlerce öğrenci paramiliter güçlerle çatışıyor. “Los Halcones” adı verilen bu güçler, en az 120 öğrenciyi katlediyorlar.

Bir gencin vurularak öldürülmesine tanık olmanın yarattığı şokla Cleo suyunun geldiğini anlıyor, kısa bir süre sonra da doğum başlıyor. Ailenin büyükannesi onu hastaneye götürüyor, patronunun bağlantıları sayesinde bürokrasi aşılıp hızla ameliyathaneye alınıyor. Burada Cuarón’un kamerası Cleo kızını doğurduğu esnada pek hareket etmiyor. Bu sahne ve o yürek dağlayıcı finali, sonuçta kaçınılmaz olarak yaşanan kayıp, cesaretle ve asap bozucu bir dolaysızlıkla ele alınıyor. Oysa hizmetçinin patronlarının yüceltilmesine ve kurtarılmasına hizmet edecek an da bu an aslında. Bize verilen güvence dâhilinde aile elinden geleni yapıyor, Cleo’ya iş veriyor, hamile kalmasına rağmen onu kovmuyor, doğum öncesinde muayene için hastaneye götürüyor, doğum esnasında da ona yardım ediyor. Cleo’nun hamileyken çok çalıştırılmış olmasının, bavulları taşımasının, günlük işleri yapmasının, herkesin pisliğini temizlemesinin bir önemi yok elbette. Hamilelik veya doğum esnasında kadına destek olacak tek bir akrabasının veya aileden birinin bulunmamasının bir önemi yok. Karakterin gözleri bu detaylara hiç takılmıyor, film de genel bağlamı zerre aktarmıyor. Bu bağlam, yetmişlerden beri Meksika’da göçmen yerli kadınlarda kısırlık oranlarının hızla arttığı, çocuk ölüm oranlarında ciddi artışların gözlemlendiği, adaletsizliğin hâkim olduğu toplumsal dinamikle tanımlı bir bağlam. Film, bu kadınların o noktaya nasıl geldiğinden ve yolda neleri kaybettiğinden, eşleri veya akrabalarının yerleştirildikleri şehirlerde yersiz yurtsuzlaştıktan sonra ailevi ve toplumsal bağlarını nasıl kurduklarından, çalışma tarzlarını, yeme alışkanlıklarını nasıl değiştirdiklerinden hiç bahsetmiyor. Nihayetinde film, bu koşullarla o koşullardan istifade eden patronlar arasındaki bağı da kurmuyor. Yönetmen, sadece o yaşanandan birini kaybetmenin yarattığı duyguyu çekip alıyor ve o duyguyu estetik açıdan gayet güzel aktarıyor ki muhtemelen bu güzellik, dolaysız oluşundaki yüksüzlükle alakalı. Böyle yaparak film, beyaz aileye ve kuşaklar boyu yerli halkın ölümünden sorumlu Meksikalı beyaz liderlere selam duruyor. (Meksikalı araştırmacı Germán Vázquez Sandrin, 2013’te kaleme aldığı bir makalesinde bu meselelerin bir kısmını ele almıştı.).

Hikâye düzleminde esasen bu doğum sahnesi, Cleo’nun beyaz aileye, beyaz kurtarıcılarına daha da fazla bağlanmasının (veya daha fazla bağımlı olmasının) bahanesi olarak iş görüyor. Sonrasında tek bir soru bile sorulmuyor.

Filmin merkezinde duran diğer bir sahne ise sahil sahnesi. Cleo’yu işe almış olan, beyaz ailenin reisi Sofía, düşük sonrası biraz dinlenmesi ve rahatlaması için Cleo’yu da davet ediyor. Cleo, çocukların bakımı görevini hâlen daha yerine getirmeye devam ediyor. Kendisi yüzemezken dalgalı denize girip iki çocuğu kurtarmak zorunda kalıyor. Ama yönetmen, bu sahnede yerli bir hizmetçiyi patronunun çocukları için hayatını riske atmaya mecbur edecek güç asimetrisini, sorumluluk yükünü veya yasal yükümlülüğü zerre aktarmıyor. Yönetmen, sadece dadı ile çocukların arasındaki duygusal bağa odaklanıyor. Oysa bu bağ, anlaşılır olmakla birlikte, Cleo’nun o çarpıcı ve aşırıya varan eylemindeki ağırlığı kaldırabilecek cinsten bir bağ değil. Cuarón, bu sahnede Cleo’nun yaptığı tercihi, saf sevgi ve kefaret eylemi olarak takdim ediyor. Yetmişlerde Meksika’da, göçmen yerli kadınların görünmez olmak zorunda kaldıkları koşullarda, iki beyaz çocuğun ölümü Cleo için felakete yol açabilecek bir olaydır. Oysa Cuarón, Cleo’nun hizmetçi oluşunu geri plana atıp doğallaştırıyor, öte yandan ön plana onun beyaz aileye bağlılığını alıyor.

Dadının gözünden bakan yönetmen, Cleo ve Sofía’yı kadınlık noktasında birbirine benzer ve denk iki kişi olarak takdim ediyor. Kocasının ihaneti sonrası Sofía’nın boşanması ile Cleo’nun bebeğini kaybetmesi üzerinden iki kadın daha da yakınlaşıyor, zira her ikisi de Sofía’nın çocuklarının bakımı ve yetiştirilmesi noktasında ortaklaşıyorlar. Film, işte tam da bu aşamada kendi evinden, ailesinden, muhtemel arkadaşlarından, sevgililerinden yüzlerce kilometre uzaklıktaki bir şehirde yersiz yurtsuzlaştırılmış yerli Mikstek kadınına dayatılan mülksüzleşmenin ve ızdırabın üzerini örtüyor. Mexico City’de altmışlarda ve yetmişlerde Bracero programının bir parçası olarak inşa edilen metroda ABD’den sınırı geçip gelen gündelikçilerle birlikte Mikstek yerlileri çalıştırılıyor. Mikstekler, ülkedeki yerli toplulukları içerisinde en fazla göçmek zorunda kalan, yoksulluğu ve ayrımcılığı dibine kadar yaşayanlar. Toplumsal Kalkınma Politikası Değerlendirmesi İçin Ulusal Konsey’in verdiği rakamlara göre, bugün bile Meksika’da sefalet koşullarında yaşayan yerlilerin yüzdesi, genel nüfusun neredeyse yarısını oluşturuyor. Genel nüfusta yoksulların oranı yüzde 43 iken bu oran yerlilerde yüzde 76,8. Film ise bize Cleo’nun annesinin imarcıların kasabaya musallat olmaları sonrası toprağını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu söylüyor. Ama hamile olan Cleo, konuyu anlamayacağını düşünerek annesinin yanına gitmiyor. Bize bu noktada annenin kızını bir hain olarak gördüğü söyleniyor. Yönetmen, bu ihanetin Mikstek milletiyle mi toplulukla mı yoksa göçmüş olmakla mı alakalı olduğunu söylemiyor.

Esasen hikâye anlatımı düzleminde bir yönetmenin karakterine kendi bakış açısını giydirmesinde bir sorun yok. Sorun, bir yandan samimiyetsiz bir biçimde, belirli bir bakış açısını karaktere giydirirken, bir yandan da o bakışın yorumladığı, çözümlediği sürecin üzerini örtmüş olmakta. Üstelik böylesi bir tanıklığı, azınlığa mensup ezilenin, yerlinin ve kadının temsilcisi olarak takdim edilen biri üzerinden, alabildiğine hegemonik, Batılı ve sömürgeci bir bakış açısı üzerinden gerçekleştirmenin kendisi samimiyetsiz olan. Yetmişlerde Meksika’da yerli kadınlar, kendilerini topraklarından zorla çıkartıp atan aynı beyaz, üst sınıftan veya üst orta sınıftan adamların şehirlerdeki evlerinde yarı köle olarak çalıştırılıyorlardı. Oysa Roma isimli bu filmde yönetmene ait anılar, eski dadısından derlediği anılarla yan yana getiriliyorlar, üstelik bu yan yanalık, özgün bağlam dâhilinde işleyen sınıfsal ve ırksal mücadelelerin geri plana atılmasını sağlamakla kalmıyor, ayrıca o mücadelelerin yerlerine merkezde duran karaktere dair hikâyeden çok beyaz aileye dair daha çok şey söyleyen yeni ve olumlayıcı bir hikâye konuluyor. Esasen bu noktada Cleo, nihayetinde tüm çelişkilerin, çatışmaların, sorunların üzerine beyaz badana sürmek için gerekli fırça olarak iş görüyor.

Özetle, Roma çok güzel bir film. Siyah-beyaz, yumuşacık ve zarif. Doğal ışıkla birlikte pırıl pırıl parlıyor, su birikintilerin üzerine havadaki uçaklar yansıyor, orman yanıyor, Noel yemeği masalardan taşıyor. Sofía’nın ailesi de güzel ve cana yakın, tıpkı Cuarón’un hatırladığı gibi. Ama gerçek kaynağından (mülksüzleşmeden, sefaletten, zulümden ve sömürgecilikten) sökülüp alınmış, yeni ama sahte olan başka bir kaynağa (beyaz patronlarına yönelik sevgiye) iliştirilmiş bir duyguyla yüklü film. Bu noktada Cleo, yabancı gibi bakıyor ve o bakış alabildiğine rahatsız edici bir hâl alıyor. Cuarón’un çocukluğunda açık olan gerilimleri hoşgörülebilir kılmak, sömürgecilik sürecini daha az görünür hâle getirmek adına film, yerliyi göstermek ama öte yandan da Meksika tarihinin belirli bir kısmını tarafsız ve apolitik bir açıdan vermek zorunda kalıyor.

Roma, Cuarón’un dadısına dair güzel bir hikâye anlatıyor olabilir ama bunu ancak ailesinin Amerikalı toprak sahibi dostlarına ve aileye denk ailelere, kendi yetişme sürecini ve karakterini o ailelerle ilişkilendirebilenlere anlatabilir. Geri kalan tüm Latin Amerikalılar için Roma bir korku filmidir, Jordan Peele’in Get Out (“Kapan”) isimli filmini yankılayan bir köpek ağızlığıdır. Sofía, filmdeki hipnozcu Bayan Armitage’in Meksika’da dirilmiş hâlidir. Ne var ki filmin o mutsuz sonunda da teyit edildiği biçimiyle, Cleo’nun dışarı çıkma umudu bulunmamaktadır.

Cuarón açısından şunu söylemek lazım: kendisi kusursuz bir stratejist. Aynı beceri sayesinde o, Netflix’le filminin sinema salonlarına dağıtımı konusunda başarılı bir pazarlık yürüttü ve düşük bütçeli filminin Oscar alacağına dair dedikoduların dillendirilmesini bile sağladı. Ayrıca bu görüşme sayesinde yönetmen L, B, G, T ve Q arasındaki farklılıkları bilecek kadar yetkin ve bilge olan ama hâlen daha işçi sınıfı ile elit Latin Amerikalılar, yerli olanlar ve olmayanlar arasındaki farkı bilmeyen bazı Amerikalı eleştirmenlerin ve seyircilerin başlarını döndürmeyi başardı.

“Roma” kelimesi tersten okunduğunda “amor” kelimesi çıkıyor karşımıza ki bu, İspanyolcada “sevgi” demek. Cuarón’un filmi, sevginin yaslandığı aynı yapı taşlarına dayanıyor olabilir, ama tersten okunduğunda tam zıttı duygular açığa çıkarıyor.

Pablo Calvi
17 Aralık 2018
Kaynak

04 Ocak 2018

,

Lacandon Ormanı’ndan İlk Bildiri

1 Ocak 1994, birçok ilklere tanıklık etmiş bir gündü: öncelikle o, yeni bir yılın ilk günüydü; Kanada, Meksika ve ABD’yi kapsayan, neoliberal kapitalist ticaretle alakalı düzenlemeler konusunda ileride atılacak adımlar için gerekli şablonu temin eden Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması’nın imzalandığı gündü. Ayrıca bu tarih, Ejército Zapatista de Liberación Nacional’in (EZLN, Zapatista Milli Kurtuluş Ordusu’nun) “unutulmaya karşı savaş”ı ilân ettiği gündü. Meksika’nın güneydoğusundaki Chiapas eyaletinin ormanlarından ve vadilerinden silâhlı ayaklanma başlatan ve amacı kasabaları, çiftlikleri ele geçirmek hatta Chiapas’ın eski başkenti San Cristóbal de las Casas’ı işgal etmek olan EZLN, Meksika hükümetine, ordusuna, en önemlisi de Amerika’nın fethedilmesi ile başlayıp beş yüz yılı aşkın bir süre boyunca devam eden ırkçılığa, ihmale, soykırıma, ve sömürüye karşı savaş ilân etti. 

Başkent Mexico City’ye yürüyüp federal orduyu mağlup etme ve Meksikalıların milletin hayatı, insanların kendi canları konusunda özgürce ve demokratik bir düzlemde kontrol sağlamalarını mümkün kılma niyetinde olduğunu açıktan beyan etmek suretiyle Zapatistalar, 1 Ocak 1994 tarihinden sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmamasını güvence altına almış oldular.

[Alex Khasnabish]

* * *

EZLN’nin Savaş İlânı

“Bugün Artık Yeter Diyoruz”

(Ya Basta!)

 

Meksika Halkına:

Meksikalı erkek ve kız kardeşlerimize:

Biz, beş yüz yıllık bir mücadelenin ürünüyüz: önce köleliğe karşı mücadele ettik, ardından isyancıların liderliğinde İspanya’ya karşı Bağımsızlık Savaşı verdik, sonrasında Kuzey Amerika emperyalizmi bizi yutmasın diye kavga ettik, anayasamızı ilân edip Fransız imparatorluğunu topraklarımızdan söküp attık, devamında reform yasalarını uygulamamıza karşı çıkan Porfirio Diaz’ın diktatörlüğüne karşı çıktık, halk ayaklandı, bizim gibi yoksul olan Villa ve Zapata gibi liderler çıktı sahneye. Temel hazırlık sürecini yürütmemize mani olundu, böylelikle bizler, savaşta ilk ölüme gönderilecek unsurlar olarak kullanıldık, sonuçta da ülkemizin tüm zenginlikleri yağmalandı. Elimizde hiçbir şeyin olmaması, başımızı sokacak bir evden, bir karış topraktan, işten, sağlık hizmetinden, yiyecekten ve eğitim imkânından mahrum olmamız onların hiç umurlarında değildi. Politik temsilcilerimizi özgürce, demokratik yollardan seçemiyorduk, yabancılara bağımlı idik, ne biz ne de çocuklarımız huzura ve adalete mazhar olabiliyordu.

Ama bugün “artık yeter” diyoruz.

Biz, milletimizi gerçekte inşa etmiş olanların varisleriyiz. Mülksüz insanlar olarak bizler milyonlarız, dolayısıyla kardeşlerimizi yürünecek tek yol olan bu mücadeleye katılmaya çağırıyoruz, böylelikle en muhafazakâr ve hain grupları temsil eden ihanet kliğinin başını çektiği yetmiş yıllık diktatörlüğün doymak bilmeyen hırsları yüzünden açlıktan geberip gitmeyeceğiz. Onların Hidalgo ve Morelos’a karşı çıkanlardan hiçbir farkı yok, Vicente Guerrero’ya ihanet edenlere benziyorlar, onlar, yabancı işgalciye ülkenin yarısını satanlar, Avrupalı bir prense ülkemizi yönetsin diye toprağımızı peşkeş çekenler, gayet “bilimsel” olan Porfirsta diktatörlüğünü kuranlar, Petrol Müsaderesine karşı çıkanlar, 1958’de demiryolu işçilerini, 1968’de öğrencileri katledenler, bugün her şeyi elimizden alanlar.

Bu sürecin akıp gitmesine mani olmak adına, son bir umut niyetine, anayasamıza bağlı kalıp tüm o hukukî yolları denedikten sonra, bugün dönüp anayasamızın 39. maddesine bakıyoruz:

“Ulusal egemenlik, temelde ve aslen halka aittir. Tüm politik iktidar halktan neşet eder ve onun gayesi halka yardım etmektir. Kendi hükümetini değiştirmek veya ona başka bir biçim kazandırma hakkı devredilemeyecek, vazgeçilemeyecek bir haktır ve bu hak her daim halka aittir.”

Buradan, anayasamıza uygun olarak bizler, millete çile çektiren Meksika diktatörlüğünün dayandığı ana sütun olan, tek parti sisteminin tekelinde bulunan ve başında bugün iktidarın sahibi olan, aynı zamanda devletin en üst ve en gayrimeşru icra makamındaki kişi Carlos Salinas de Gortari’nin liderlik ettiği Meksika federal ordusuna savaş ilân ediyoruz.

Bu savaş ilânı uyarınca bizler, milletimiz içindeki diğer güçlerden diktatörü devirerek milletin meşruiyetini ve istikrarını yeniden tesis etmelerini istiyoruz.

Diğer bir talebimiz de içine gireceğimiz muharebelere Uluslararası Kızıl Haç’ın nezaret etmesi ve denetlemesi. Böylelikle bizler, mücadelemizi yürütürken bir yandan da sivil halkı korumak istiyoruz. Kurtuluş mücadelemizin silâhlı kolu olarak EZLN’yi kurarken Cenevre Sözleşmesi’ne tabi olduğumuzu beyan ediyoruz. Meksika halkı bizim safımızdadır. Üç renkli bayrağımız herkesçe sevilmekte, isyancılar tarafından el üstünde tutulmaktadır. Emekçi halkımızın grevlerde kullandığı siyah ve kırmızı renkli üniformayı kullanıyoruz. Bayrağımızda “EZLN” yazmaktadır. Zapatista Milli Kurtuluş Ordusu’nu ifade eden EZLN’nin yazılı olduğu bayrak hiçbir muharebede elimizden düşmez.

Uyuşturucu kaçakçılığı, kaçakçılıkla beslenen çete, hırsızlık veya düşmanın kullanabileceği başka her türden karalama ve suçlama amaçlı ifadeden beri olduğumuzu beyan ederiz. Bizim mücadelemiz, adalet ve eşitlik çağrısı yapan, yücede tutulan anayasaya uygun bir mücadeledir.

Bu savaş ilânına uygun olarak EZLN bünyesindeki askerî güçlerimize aşağıdaki talimatları vermekteyiz:

Bir: Başkente doğru ilerleyin, Meksika federal ordusunu yenin, ilerleyiş esnasında sivil halkı koruyun, kurtarılmış bölgede insanların kendi idarecilerini özgürce ve demokratik yoldan seçmelerine izin verin.

İki: Tutsakların hayatlarına saygı gösterin, tüm yaralıları Uluslararası Kızıl Haç’a teslim edin.

Üç: Maaşları dışarıdan gelen, eğitimleri yabancı güçlere ait olan Meksika federal ordusu ve siyasi polis, ülkemize ihanet etmiş olmakla suçlananlar, sivil halkı ezen veya ona kötü davrananlar, halka karşı suç işleyenler, hırsızlık yapanlar hakkında gerekli hükmü verin ve uygulayın.

Dört: Düşman ordusuna mensup olup bizimle hiç savaşmamış, Zapatista Milli Kurtuluş Ordusu Genel Komutanlığı’ndan emir almaya hazır askerler de dâhil, mücadelemize ilgi gösteren Meksikalılarla yeni askerî birlikler oluşturun.

Beş: Can kaybından kaçınmak adına, çatışmaya başlamadan önce, düşman karargâhlarının koşulsuz teslim olmasını istiyoruz.

Altı: EZLN kontrolündeki bölgelerde doğal kaynakların çalınmasına son verin.

Meksika halkına:

Biz erkek ve kadınlar olarak, ilân ettiğimiz savaşın son çare olduğunu ama onun adil bir savaş olduğunu biliyoruz. Yıllardır diktatörler halkımıza karşı açıktan ilân etmedikleri, soykırım amaçlı bir savaş yürütüyorlar. Dolayısıyla bizler, sizin mücadelemize iştirak etmenizi, iş, toprak, barınma, yiyecek, sağlık, eğitim, bağımsızlık, hürriyet, demokrasi, adalet ve barış için verdiğimiz mücadeleye destek vermenizi istiyoruz. Ve açıktan beyan ediyoruz: kavgamız, halkımızın temel talepleri özgür ve demokratik ülkemizi yönetecek bir hükümet eliyle yerine getirilene dek sürecektir.

Zapatista Milli Kurtuluş Ordusu İsyancı Güçleri’ne katılın.

EZLN Genel Komutanlığı
1993
Kaynak

22 Haziran 2016

,

Meksikalı Öğretmenlerden Mücadele Dersleri

Direnişteki Öğretmenlere Yönelik Savaşa Dair Notlar

Hem kedi hem köpek olan birinin defterinden:

-Ülkenin geri kalanından haberimiz yok, ama Chiapas’ta yukarıda, yönetimde olanlar medya savaşını kaybediyorlar.

Hem köylerde hem de kentlerde tüm ailelerin öğretmenlere destek verdiğine şahit olduk. “Göğe yükselen yumruklarınızı görüyoruz” ya da “birleşen halk asla yenilmez” türünden cümlelerle destek vermekten bahsetmiyoruz. 

Takvimdeki ve coğrafyadaki mesafelere karşın, başka türden sloganlara başvurmuyoruz. Oysa dayanışma, aşağıda en temel ilke olarak varlığını sürdürüyor. Geçmişte isyan eden öğretmenler karşısında (eşitsizliği gizleyen bir terim olarak) “yurttaşlar” rahatsız olmuş, “yeter artık” demişlerdi, ama bu sefer her şey değişti.

Bugün öğretmenler daha fazla aileden yardım görüyor. Onların seyahatleri ve yürüyüşleri için daha fazla bağışta bulunuluyor. O aileler saldırıya uğradıklarında o öğretmenler için kaygılanıyorlar, onlara yemek ve su veriyorlar, onlara kapılarını açıyorlar. Seçimden başka bir şey bilmeyen o solun tasnifine göre, bu aileler televizyonun “aptallaştırdığı” insanlar, “sandviççiler”[1], “meczuplar”, “koyunlar, “bilinçsiz sürü” idi. Oysa direnişteki öğretmenlere yönelik yürütülen ağır medya kampanyası bugün itibarıyla çökmüş görünüyor.

Eğitim reformuna karşı yürütülen direniş hareketi (toplumsal ve politik örgütler değil, sıradan halk anlamında) halkı daha fazla yansılayan bir nitelik kazandı. Sanki kapıyı çalan felâket karşısında direniş kolektif düzeyde acele etmeye dair bir bilinci koşulladı. Polis copları her sallandığında, biber gazı fişekleri her fırlatıldığında, plastik mermiler her atıldığında, tutuklama emirleri her çıkartıldığında şu söz işitiliyordu sanki: “Bugün ona saldırıyorum, ama yarın sıra sana gelecek.” O öğretmenlerin davasına ve mücadelesine sempati duyan tüm o ailelerin öğretmenlerin arkasında durmalarının sebebi belki de buydu.

Neden? Her yönden yoğun saldırılara maruz kalan bir hareket neden hâlâ büyümeye devam ediyor? Eğer bunlar “vandalsa”, “aylaksa”, “teröristse”, “yozsa” ve “ilerlemeye karşılarsa” o vakit alttaki birçok insan, orta sınıfın az bir kesimi, hatta üst kesimlerden bir avuç kişi öğretmenlere selam duruyor, bazen sessizlik içinde olsa da, onların savunduklarına arka çıkıyor?

—“Gerçeklik bir yalandır.” Bu pekâlâ, Chiapas’ta çıkan, kötü bir isme sahip Cuarto Poder [“Dördüncü Sınıf”] gazetesinde yayınlanacak bir makalenin ismi olabilir (gazete, dirgen ve bıçak taşıyan büyük çiftlik sahipleri ve efendiler dönemini nostaljiyle anan bir yayın organı). Zira gazete, Chiapas’ın başkenti Tuxtla Gutiérrez’te 9 Haziran’da direnişteki öğretmenlere destek için yapılan sokak partisini “sahtekârlık” olarak değerlendirip “eleştirdi”. Paraçikolar[2], dansçılar, müzisyenler, geleneksel kıyafetler içindeki kimi insanlar, tekerlekli sandalyeli seyirciler, marimbalar, davullar, düdükler ve flütler, Zoque sanatının en iyi örnekleri ile binlerce insan, öğretmenlerin direnişine saygılarını sundu. Eğitim Emekçileri Ulusal Koordinasyon Komitesi’ne [CNTE] karşı yürütülen medya savaşının elde ettiği söylenen “başarı”yı en iyi özetleyen şey, üzerinde şu cümlenin bulunduğu afişti: “Bana nasıl mücadele edileceğini öğrettiğin için sana teşekkür ederim öğretmenim”. Bir başka afişte ise şu yazıyordu: “Öğretmen değilim ama Chiapaslıyım ve eğitim reformuna karşıyım.”

Ama Cuarto Poder gazetesi yöneticilerini şu cümle nedense rahatsız etmişti: “Güero Velasco’yu[3] çöle vali yapsalar orada kum biterdi.”

—Üç yılı aşkın bir süreyi sözde “eğitim reformu”nu tanıtmakla geçiren Bay Nuño[4] hâlâ eğitimle alakalı tek bir argüman öne süremiyor. Esasında o, önerdiği “maaş ayarlama programı”nın derdinde. Bugüne dek dile getirdiği argümanları, Porfirio Diaz[5] dönemi boyunca herhangi bir müfettişin ağzından çıkan argümanlardan farksız: histerik çığlıklar atıyorlar, yumruklar savuruyorlar, tehdit ediyorlar, insanların üzerine ateş açıyorlar, onları hapse tıkıyorlar. Postmodern polisin rolünü oynamayı arzulayan herhangi bir hayırsız, alelade adayın yapabileceği işler bunlar oysa.

—Öğretmenleri dövdüler, gazladılar, hapse attılar, onlara ateş açtılar ve Mexico City’yi fiilen askerî abluka altına aldılar. Peki sırada ne var? Yok mu edecekler öğretmenleri? Öldürecekler mi? Ciddi ciddi bunları mı düşünüyorlar? “Eğitim” reformu, öğretmenlerin kanı ve cesetleri üzerinden mi neşvünema bulacak? Öğretmenlerin kurdukları kampların yerini polisin ve askerin kampları mı alacak? Göstericilerin barikatları kaldırılıp yerine tanklar ve süngüler mi gelecek?

—Nuño’nun terörizm konusunda aldığı dersler şunlar: Öğretmenleri diyaloga ve müzakereye zorlamak için (devletin ve ona bağlı köktenci taklitleri eliyle gerçekleştirilen) her türden terörizm üzerinden, CNTE liderlerini rehin (yani gözaltına) almak. Yukarıdakiler farkındalar mı bilmiyoruz ama diyalog ve müzakere peşinde olanlar öğretmenler. Yoksa Eğitim Bakanlığı IŞİD’e mi bağlı da terör tohumları ekmek için insanları rehin almaya başladı?

—Büyük güçlere bağlı istihbarat servisleri arasında anlatılıp durulan bir anekdot var. Anlatıldığı kadarıyla, Vietnam Savaşı süresince medya savaşını kazanmak adına Kuzey Amerika’daki istihbarat servisleri zaferlerin elde edildiğine, düşmanın giderek daha da zayıfladığına, ABD askerlerinin moral ve maddi gücüne dair bir sahne kuruyorlar. İlk başta Vietnam’da tatbik edilmesi öngörülen bu “kalpleri ve zihinleri kazanma” stratejisi, ABD’deki kentlerin büyük caddelerinde devreye sokuluyor. Tıpkı 1961’in aynı ayında şerefli bir ülke olan Küba’da, Playa Girón’da [Domuzlar Körfezi] yaşadığı yenilgiye benzer bir yenilgi Nisan 1975’te yaşandıktan sonra bir Kuzey Amerikalı yetkili şunları söylüyor: “Asıl sorun, medya için ürettiğimiz onca yalana bir süre sonra bizim de inanmamızdır. Kurduğumuz o zafer sahnesi dönüp dolaşıp bizi vurmuştur. O kadar tiz perdeden bağırıp durduk ki çöküşümüzün yol açtığı gürültüyü hiç işitmedik. Yalan söylemek kötü değil; kötü olan, insanın kendi yalanına inanmasıdır.” Şurası açık ki biz Zapatistler medyayı pek bilmiyoruz, en yalın ifadeyle, polis olmak isteyen hayırsız, alelade bir müfettişle o utanmak nedir bilmez özelleştirme süreci adına yürütülen bir basın kampanyasının başına geçmek kesinlikle kötü bir durum.

—Öğretmenlerin [maestros, maestras, maestroas] asıl yaptığı iş, çocukların bilim ve sanat alanında o ilk adımlarını atmalarını sağlamaktır.

Bu gerçeğe şahitlik ediyorum.

Miyav-Hav!

Enlace Zapatista
20 Haziran 2016
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Bizdeki “makarnacılar”a benzer bir ifade. Politik partilere verilecek destek karşılığında mitinglerde dağıtılan sandviçleri, hediyeleri, sadakaları kabul edenlere atıfla kullanılan, küçültücü bir tabir –çn.

[2] Chiapa de Corzo: Chiapaslı geleneksel dansçılar.

[3]. Manuel Velasco Coello: Chiapas valisi, teninin beyaz olması sebebiyle güero Velasco deniliyor. Güero, Meksika’da, Orta ve Güney Amerika’da açık tenliler, sarışın ve kızıl saçlılar için kullanılan bir tabir.

[4] Aurelio Nuño Mayer: Eğitim Bakanı.

[5] Porfirio Diaz: 1876’da darbeyle iktidara geldi, yedi kez başkan oldu, ülkede kapitalizmi tesis eden kişi. 1911’deki Meksika Devrimi ile iktidarı yıkıldı.

10 Nisan 2016

,

Diz Çöktürülemeyen Hareket

Şubat ayında Meksika federal mahkemesinde bir hâkim EZLN’ye karşı açılan davanın artık daha fazla ilerleyemeyeceğini kabul etti. Kurumsal Devrimci Parti’nin 1994’te Marcos’a ve direnişin yerli liderlerine yönelik isnat ettiği terörizm, yıkıcılık, isyan, ayaklanma ve fesat ile ilgili suçlamaların hepsi boşa düştü. Getirilen sınırlamalar zaman aşımına uğradı.

Meksika hükümetinin özelleştirme ve neoliberalleşme politikalarına karşı Zapatistaların verdiği yirmi yıllık savaşın hukukî bir mızırdanma ile son bulması ilk bakışta umut kırıcıymış gibi görünebilir. Esasında zulüm ve muhalefet karşısında sessiz kalma meselesi belirli bir şöhrete kavuşmuş, yüzü maskeli savaşçıların uzun erimli stratejisinin bir parçası.

San Andrés Mutabakatı

Zapatistalar, ilkin 1 Ocak 1994 sabahı ortaya çıktılar. Amaçları Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması’nın kabulünü protesto etmekti. Yoksul, bir kısmı çıplak ayaklı, Tsotsil, Tseltal, Ch’ol ve Tojolabal yerli halklarına mensup silâhlı kişilerin bazılarının elinde 1910 Meksika Devrimi’nden kalma silâhlar vardı. Bazıları ise ellerinde kartondan kesilmiş tüfekler taşıyordu. Bu insanlar Carlos Fuentes veya Laura Esquivel’in romanlarından çıkmış gibilerdi. Kısa sürede Chiapas genelindeki tüm kentleri ele geçirdiler, San Cristobal de las Casas’taki tutsakları özgürleştirdiler, askerî karakolları ateşe verdiler ve zengin toprak ağalarının elindeki çiftliklere el koydular.

Kurdukları tabur o insanın kanını donduran sabah soğuğunda dağlardan indiğinde tüm dünya bu insanlardan haberdar olmuş oldu. Oysa esasında bu hareket 1994 ayaklanmasını önceleyen on yıl boyunca örgütlenme faaliyeti yürütüyordu.

2014’te paramiliter güçlerin katlettiği yoldaşına ithafen ismini Galeano olarak değiştiren Marcos, örgütün doğum tarihinin “17 Kasım 1983” olduğunu söylüyor:

“[…] ‘Yeter!’ diye bağırabilmek için sessizce bir on yıl kadar hazırlık yaptık. Acımızı içimizde taşıyarak acıyla bağırmak için hazırlandık, artık bekleyemezdik, anlamadıklarını bile anlamayanlardan anlaşılmayı umut edemezdik.”

Hitabeti kuvvetli, pipo içen bir melez (devletin iddiasına göre o Mexico City’li, radikal kurtuluş teolojisinden etkilenmiş bir felsefe profesörü) olan Marcos, Zapatista mücadelesinin yüzü hâline geldi. Aynı yılın Ocak ayında yerli halkın isyanının sebeplerini şu şekilde ifade ediyordu:

“Alttakilerin direnişinin amacı uyuyanları uyandırmak, memnun olanları öfkelendirmek, tarihi sessizliğe gömülmüş olanı söyletmeye zorlamak ve yukarıdakilerin yalanlarının karşısına, müzelerin, heykellerin, kitapların ve anıtların arkasına saklanmış sömürüye, cinayetlere, insanların yerinden edilmesine, aşağılamalara ve unutulmaya dair hakikati bir tokat gibi çarpmaktır.”

Sessizce faaliyet yürüttükleri dönemde, Carlos Fuentes’in ifadesiyle, Zapatistalar “unutulmuş olmaya karşı bir savaş açarak bir milletin kalbini kazandılar.”

Meksika devleti Marcos’u ve Zapatista hareketinin yerli liderlerini terörizmle, yıkıcılıkla, isyanla, ayaklanma çıkartmakla ve fesada bulaşmakla suçladı. Ellerindeki kartondan silâhların karşısına tanklarla, askerlerle ve savaş helikopterleriyle çıktı. Ama ordu yenilince hükümet de yerli halklarla müzakere yürütmek zorunda kaldı ve onlara atalarından kalan toprakları, kültürlerini ve dillerini tanıyacağına dair resmi bir vaatte bulundu.

Zapatistalar ve devlet arasında 1995 Ocak’ında imza edilen San Andrés Mutabakatı İspanya İmparatorluğu’nun ilk işgalinden beri geçen beş yüz yıllık süreçte yerli halkların toprak, özerklik ve özyönetim haklarının egemen elitlerce ilk kez tanınmasını ifade ediyordu.

Ama kısa süre sonra anlaşmanın üzerine mürekkep damlatılan bir kâğıt parçasından başka bir şey olmadığı anlaşıldı. Sekiz ay sonra Kurumsal Devrimci Parti Chiapas bölgesindeki karşı-devrimci faaliyetlerini yoğunlaştırdı: askerî kontrol noktalarında halk her gün saldırılara maruz kaldı, tepelerinde sürekli uçup duran askerî helikopterlere tanık olundu, askerler av köpekleriyle köylerde devriyeye çıktılar. Daha da korkuncu ise devletin terör faaliyetlerini paramiliter unsurlara devretmesi idi. Bu gruplar Zapatistalara sempati besleyen insanları tehdit ettiler, onlara gözdağı verdiler, aileleri ile birlikte topraklarından sürdüler, karşı çıkanları ise öldürdüler.

Chiapas’taki Fray Bartolomé İnsan Hakları Merkezi’nin bildirdiğine göre, ordunun uyguladığı paramiliter stratejisinin etkili olmasının sebebi sadece ceza muafiyeti ile tatbik ettiği doğrudan saldırılar değil, ayrıca yerli halk arasından örgütlenen, devlete destek veren, korku yaratan ve toplulukları parçalayan insanların devşirilmesi ile kurulmuş paramiliter grupların yol açtığı psikolojik tesirdi.

Devletin yaptığı anlaşmaya kısa sürede sırt dönmesinin sebebi nedir? Yerli hakları için kampanyalar tertipleyen bir isim olan Francisco López Bárcenas’a göre, mutabakat “yabancı kapitalistlerin ortak mülkiyete ait topraklardaki kaynaklara el koymasını daha da güçleştirecekti.” Meksika gazetesi La Jornada’nın açıklamasına göre ise “yeni ve herkesi içine alan, halkların özerklik hakkına saygılı bir toplumsal barış tesis etmek yerine devlet eski statükoyu muhafaza etmeye karar verdi”. Bunun üzerine de özerk yerli halklar devlet kontrolüne teslim edilecek, kapitalizmin için ucuz işgücü olarak çalıştırılacaktı. Fray Merkezi’nin tespitiyle, “devlet servetin olabildiğince daha az sayıda insanın elinde toplanmasını sağlamak istiyordu.”

Muhafazakâr ve neoliberal Ulusal Eylem Partisi 2000 yılında şirket yanlısı Kurumsal Devrimci Parti’yi devirdikten sonra “tüm Meksika satışa çıkartıldı ve devlet Zapatistaların sonunu getirme derdiyle düşük yoğunluklu bir savaş yürütmeye karar verdi.” Bárcenas’ın tespiti bu yönde.

Küçük Adalar

Mutabakatı ve onun ardından gelen Chiapas’taki askerî operasyonu takip eden dönemdeki sessizlik büyük ölçüde medya ile alakalı. Marcos’un postmodern Ché Guevara, Zapatistaların donkişotvari devrimciler olarak resmedilmeleri sonucu bunlara yönelik ilgi hızla ortadan kayboldu. Ama faaliyetlerini kuşatan sessizlik ortamı onlara Lacandon ormanında özerk bir toplum kurmalarına imkân verdi. Zapatistalar Meksika’nın giderek yoğunlaşan neoliberalleşme sürecine karşı dipten ve derinden işleyen bir faaliyet içerisine girdiler.

Chiapas’taki mezraların ve köylerin girişlerinde Zapatista topraklarına ait sınır işaretlerine rastlanıyor: buradaki tabelalarda “Burada emir veren halktır, hükümetse bu emirlere itaat eder.” yazılı. Duvarlara çizili salyangoz işaretleri isyancıların kendi toplumlarını örgütlemek için “yavaşça ama emin adımlarla” ilerlediklerini anlatıyor. Devletin bu toplumu tanıyıp tanımaması bir önem arz etmiyor.

Zapatista dergisi Rebeldía’nın yayın yönetmeni Sergio Rodríguez Lascano, Zapatista ekonomisini “küçük zirai-ekolojik toprak parçalarına dayanan, ailelerin geçimlik üretim yaptığı, bir yandan da büyükbaş hayvan, mısır, kahve, ekmek ve balın ortaklaşa üretildiği çiftlikler üzerinden topluluğa gelir sağlandığı, okul ve kliniklere katkı sunulduğu bir ekonomi” olarak tarif ediyor. Zapatista toplulukları kendi öğretmenlerini, doktorlarını ve ebelerini yetiştiriyor, gelenekten beslenen bitkisel ilâçlarla dolu eczanelere rastlanıyor, hatta bu topluluklar kendi özerk bankalarını bile kuruyorlar.

Marcos’un “sessizlik stratejisi”ni ya da Zapatistaların ifadesiyle, yerelin kendi kaynaklarına sırtına dayanması stratejisini ülkedeki tüm solcuların benimsediğini söylemek mümkün değil.

Latin Amerika çalışmaları yürüten, Marksist profesör Mike Gonzalez “Zapatistaların başvurduğu haklar söyleminin kapitalist devletin sınıf çıkarlarından ziyade ilkeler ve yasalar üzerinden yönetildiği varsayımına dayandığını” düşünüyor. Ona göre, EZLN’nin “kahramanca direniş”i ilham verici olsa da yereldeki özerk topluluklara ricat edilmesi “toplumu farklı bir yöne sokmaya dönük her türden iddianın terk edilmesi” anlamına geliyor. İktidar ve iktidarın yokluğu dışında başka bir seçenek yok.”

Eski Meksika Devrimci İşçiler Partisi eylemcisi ve akademisyen Arturo Anguiano ise Zapatistaların kapitalizmden kurtulma çabasının yerli direnişini eleştiriye açık kıldığını düşünüyor. Ona göre, Zapatistalar “gayet istisnaî, gayet özel ve muhtemelen başka yerde tekrarlanamayacak bir alternatif” sunuyorlar.

Anguiano’nun tespitiyle, “Marcos Zapatista topluluklarını toplumsal ilişkilerin devrimi beklemeksizin dönüştürülebileceği ‘küçük birer ada’ veya ‘direniş mekânları’ olarak izah ediyor.”

Ama Lascano meseleye bu şekilde bakmıyor. O, Zapatistaların toprağı zengin toprak ağalarının elinden alıp “geleneksel solun uygulamaları ve düşünce tarzının dışında konumlandırılmış, eşitlikçi bir alternatif inşa etmek amacıyla kullandıklarını söylüyor.

Lascano’ya göre, “EZLN’nin kabul edilegelen sol uygulamaya mesafeli olmasının bir nedeni Zapatistaların işçi olmaması, EZLN’nin de işçi partisi olmaması. Zira bu topluluklarda geleneksel Marksist sınıf bilinci anlayışına rastlanmıyor. Ama Marksizmle yapılacak daha çok şey var. Örneğin herkes toplulukların teşkil ettikleri demokratik politik örgütlenmeye dâhil oluyor. Bu örgütlenme yerel meclislerden üst düzey konseylere kadar bir dizi yapıyı içeriyor. Üst düzey konseyler Zapatistaların elindeki toprak üzerinde politik, ekonomik ve hukukî işlerin yürütülmesinden sorumlu.”

Lascano Meksika Anayasası’nın yeniden yazılması ile ilgili olarak başını radikal Katolik rahiplerin çektiği, ülke genelinde yürütülen kampanyaya katılmasına dönük davetleri geri çevirdi. Mexico City’nin eski solcu belediye başkanı Andres Manuel Lopez Obrador’un başkanlık kampanyası ile de ilgilenmiyor. Marcos’a atıfta bulunarak şunu söylüyor: “Zapatistalar başka bir şey inşa edecekler.”

Meksika’daki İspanyol işgali esnasında yerli halkın ortaya koyduğu direnişle ilgili çalışması ile tanınan tarihçi Severo Martínez Peláez ise şunları söylüyor:

“Mazlum toplumsal sınıfların kaderlerini değiştirememeleri üzerinden o kadere boyun eğdiklerine ‘olağan’ hayatlar, isyan ettiklerinde ise ‘olağandışı’ hayatlar yaşayacaklarına inanmak yanlış. Bu, sadece olağanlık denilen şeyin hiç değişmediğini düşünenlere böyle gelir. Zapatistalar hâlâ birçok Meksikalının tanımadığı Tsotsil, Tseltal, Ch’ol ve Tojolabal gibi yerli topluluklara mensup kişilerin ‘olağandışı’ hayatlar yaşadıkları için gururlanıyorlar.”

Zapatistaların ülke solundan tecrit edilmesiyle ya da Anguiano’nun ifadesiyle, solun Zapatistalardan tecrit olmasıyla yerli halkların direnişi kimsenin haberdar olmadığı, birçok Meksika’nın gözünden ırak bir yerde yolunu yürümeye devam ediyor.

Aşağıdan Çalışma

Kurumsal Devrimci Parti’nin 2012’de tekrar iktidara gelmesiyle Zapatistalar sessizce de olsa, başkanlık sarayına Chiapas dağlarından seslerini duyurma kudretinde olduklarını gösterdiler.

O yıl Zapatistalar yüz binlerce destekçisiyle birlikte sokaklara dökülüp yerli haklarının tanınmasını öngören ilk San Andrés mutabakatına ona imza atan politik partinin saygı göstermesini talep etti.

Gösteriler sessizlikle gerçekleştirildi ama mesajı çok açıktı: “Bizi işitiyor musunuz?”

Zapatistalar o stratejilerini sadece Kurumsal Devrimci Parti içindeki eski düşmanlarına değil, Meksika’daki yozlaşmış politik sürecin tümüne karşı yürüttüler ve “ne onlar bizim umurumuzda ne de biz onlarla ilgileniyoruz” dediler.

“Meksikalılar halkın emir verdiği, hükümetin itaat ettiği bir dünyayı örgütlemelidirler. Onlar yukarıdakilerin sorunları çözmesini bekleye dursun, biz kendi özgürlüğümüzü aşağıdan kurmaya başladık bile.”

Marcos, EZLN savaşçılarına hitaben yaptığı konuşmasında şunu söyledi: “Bizler yeni bir sistem ve başka bir yaşam tarzı inşa ediyoruz.” Bu toplantıda dayanışma için gelen birkaç yabancı da vardı. Otuz yıllık direnişin anısına Lacandon ormanının merkezinde bir de kutlama yapıldı.

Daha önce bir kişi kızıl bir bandana ya da siyah bir yüz maskesi takıyorsa onun Zapatista olduğunu bilirdiniz. Ama şimdi kim toprağı daha iyi işliyorsa, yerli kültürüne daha fazla ilgi gösteriyorsa onun Zapatista olduğunu anlıyorsunuz. Biri çıkıp da “Zapatistalar kalmadı artık” derse onlar şu cevabı veriyorlar: “Endişelenme, sayımız daha da çoğalacak, bu biraz zaman alacak ama bizden daha çok insan göreceksiniz.”

Meksika’nın güney sınırındaki ormanlarda yürütülen askerî işgallere ve silahlı helikopterle, av köpekleriyle yürütülen devriyelere, hükümeti destekleyen politik partilerin maaşlarını ödediği paramiliter güçlerin tehditlerine, gözdağına ve şiddetine rağmen Zapatista direnişi mağlup edilemedi.

Paul Salgado
7 Nisan 2016
Kaynak

26 Şubat 2016

,

Marcos


24 Şubat günü Meksika’daki bir federal mahkemesi Subcomandante Marcos ya da Galeano’ya 1995 yılında isnat edilmiş suçların hükmünü yitirdiğini bildirdi. 1 Ocak 1994 günü başlayan Zapatista ayaklanmasının zirveye ulaştığı bir dönemde Marcos’a terörizm, isyan, ateşli silâhların yasadışı kullanımı ve başka suçlar isnat edilmişti. En ağır suç için verilecek muhtemel ceza süresi aşılmış olduğundan bu suçlamalar hükmünü yitirmiş oldu.

Artık Subcomandante Galeano aranmıyor, teorik olarak maskesini çıkartıp ormanda dolaşabilir, Zapatistaların davasını herkesin gözü önünde savunabilir. Ancak bu pek muhtemel değil, zira maske sadece Subcomandante’nin kimliğini gizlemekle kalmadı ayrıca başka, daha önemli bir rol oynadı: o her yerde bir kişinin bir Marcos, bir Galeano, bir Zapatista, bir isyancı ve bir devrimci olmasını mümkün kıldı.

Tuhaf aslında. Maske ilk başta mesajı aktaranı gizleyip mesajı ön plana çıkartmak içindi. Ama bu pek işe yaramadı. Leonidas Oikonomakis, Subcomandante Marcos’un ölümüne, Subcomandante Galeano’nun doğumuna dair şunları söylemişti:

“1 Ocak 1994’te EZLN Chiapas’ta beş şehri ele geçirdiğinde dünya da bu hareketin sözcüsü olarak o gizemli maskesiyle Subcomandante Insurgente Marcos’u tanıdı. EZLN dünyanın karşısına yerli ordusunun başkanı olarak melez bir Meksikalıyı çıkartmak niyetinde değildi. Bu sebeple sözcü olarak yerli bir Zapatista seçildi. Maalesef bir saldırı sonrası bu kişi katledildi ve Marcos sözcü rolünü üstlendi ve bu görevi büyük bir başarı ile ifa etti.

Meksika medyasının ve uluslararası medyanın Marcos’un gizemli kişiliği karşısında büyülendiğini gören EZLN daha fazla ilgi görmek ve sahne ışıklarının altında daha çok kalmak için bu albenili simayı ‘kullanmaya’ ve ondan istifade etmeye karar verdi.

Bu stratejinin kimi bedelleri de vardı kuşkusuz. Marcos’u öne atmak pratikte bir bumerang etkisine yol açtı: hareket Marcos kişiliğinde şahsileşti ve Zapatizmin büyük başarısı, yani özerk ve lidersiz cemaatler kurma meselesi gölgede kaldı.

EZLN ‘hareketin Marcos’laştığını, Marcos’un da hareketin yerini aldığını’ fark etti ve son birkaç yıldır Marcos’un ciddi bir biçimde hasta olduğuna dair kasten yayılan dedikodularla başa çıkmak için uzun süre bir yol bulmaya çalıştı. Zapatista’nın ileride yapacağı etkinlikle ilgili son kaleme alınan bildirilerden birinde (ki bu etkinlik Galeano’nun öldürülmesi yüzünden askıya alındı) Subcomandante Moisés Subcomandante Marcos’un da ‘sağlığı el verdiği takdirde o etkinlikte olacağını’ yazdı.

25 Mayıs 2014’te atının üzerinde bizzat Marcos’u sonsuzluğa uğurlamak için orada bulunuyordu.

Son bildiride, ‘İnancımıza ve pratiğimize göre isyan etmek ve mücadele vermek için bize gereken liderler [caudillo], mesihler veya kurtarıcılar değildir. Mücadele etmek için bize tek gereken biraz utanma, bir miktar haysiyet ve daha çok örgütlenmedir. Gerisi kolektif için ya faydalıdır ya da değildir’ yazıyordu.

Görünüşe göre Subcomandante Insurgente Marcos’un varolmaya artık son vermeyi seçmesinin gerçek sebebi buydu. Çünkü bugün Chiapas’ta kendilerini özerk ve yatay bir tarzda nasıl yöneteceklerini öğrenmiş insanlar var. Burada çocuklar özerk okullarda eğitim görüyorlar, hastalar özerk kliniklerde tedavi görüyorlar, kadınlar artık erkeklere nispeten daha altta görülmüyorlar.”

ROAR Kolektifi
25 Şubat 2016
Kaynak

11 Nisan 2015

,

Emiliano Zapata


10 Nisan 1919’da Meksikalı devrimci lider Emiliano Zapata Meksikalı bir albay tarafından pusuya düşürülüp katledildi. Albay, Zapata’yı kendisiyle bir toplantı yapma önerisiyle tuzağa düşürdü. Muhtemelen Zapata albayın kendi saflarına katılacağına inanarak bu toplantı için yola çıktı.
Emiliano Zapata, 1910’da patlak veren Meksika Devrimi’nin önde gelen ismidir. O, Güney Kurtuluş Ordusu’nu kurup bu orduyu komuta etmiştir. Ayala Planı, onun kaleminin ürünüdür. Planın ana şiarı, “Tierra y Libertad!”dır (Toprak ve Özgürlük!). Zapata bugün hâlâ hürmet gören bir kişidir. Bugün Meksika’da yapılan yürüyüşlerde atılan sloganlarda onun ismi duyulmaktadır: “Zapata vive - la lucha sigue!” (Zapata yaşıyor – mücadele sürüyor!)
Özgürlük Yolu Sosyalist Örgütü


04 Aralık 2014

, ,

Zapatistaları Neden Sevdik?

Yirmi iki yaşında lisans eğitimini almak için sürünen Ian Harris’in kaderi, görünüşe göre, o kendini beğenmiş ve yüklü miktarda maaş alanların safına katılmak yönündeydi. Planları Washington’da düzenlenen İlerici Öğrenci Ağı konferansına tesadüfen katıldığı noktada, ansızın değişti. Toplantının teması, yarımkürede ortaya çıkan halk hareketleriydi. Ian’e göre, toplantıdaki eylemcilerin iyi niyeti, bir Rage Against the Machine albümüne sahip olmanın ötesine geçmiyordu, görünüşe göre, Ian’de belirli bir tarih anlayışı mevcuttu. Ortada sömürülenlerin adil ve asil kıpırtıları söz konusuydu ve o, sömürülenlerin safındaydı. Takvim yaprakları 1994 yılını gösteriyordu; o günlerde Larry Hunter Cumhuriyetçiler adına, seçimler öncesi Amerika ile Sözleşme’nin taslağını hazırlıyor, Vanilla Ice rasta saçlarıyla spor yapıyor, Ian ise Chiapas’a doğru yola çıkıyordu.

“Zapatista Turizmi”, Meksika’nın güney eyaletine akan binlerce eylemciye tanık oldu. Tierra Adentro gibi yerlerdeki tüccarlar, uluslararası maceracılara süs eşyaları ve el sanatı ürünleri satıyor, okullarından mezun olmuş öğrenciler, ülkelerine dönüp “geçiş koşullarında seferberlik çerçeveleri” veya karşı hareket sinerjisi” gibi konularla ilgili mastır tezlerini satıyorlardı. Küresel iklim ve yerel koşullar aslında eskisinden farksızdı ama Meksika’ya gitmiş olanlar, esas olarak Venceremos Tugayı ve Kuzey Yıldızı Ağı geleneğine mensuplardı. Pasif birer gözlemci olmayan bu eylemciler yardım getirdiler, insan hakları gözlem faaliyetleri içerisine girdiler, sulama tesisleri kurdular ve altyapıyı tamir ettiler ve genel manada enternasyonalizmin asli modeli olarak çalıştılar. Bugün bile hâlâ Ian’in cepheyle ilgili anlattığı hikâyeler, çoğunlukla kronik ishal ve sivrisineklerle ilgili. Bugün bir hukuk şirketinin ortağı olan Ian, kendisinin de itiraf ettiği biçimiyle, kendini beğenmiş ve yüklü miktarda maaş alan birisi.

Bağlam

Soğuk Savaş dönemi süresince, Sovyetler Birliği’ne eleştiriler yönelten birçok solcu için bile, periferideki toplumları sefalet ve azgelişmişlik batağından çekip çıkartma yönündeki gayretler romantik duygular çağrıştırıyordu. Evrensel bir sınıf olan proletaryanın tarihsel potansiyeli kenara itilmişti. Maoistler köylülüğü yüceltiyor, Fanoncular da lümpen proletaryayı övüyorlardı. Fotojenik Latin Amerikalı gerillalar, Çinli köylüler ve Üçüncü Dünyalı orta düzey subaylar, modernite ve ilerlemeye kısa devre yapan unsurlar olarak takdim edildiler. Sosyalist ülkelerin kapitalizmle, onun dışından rekabet etmesi, nihayetinde onu aşması gerekiyordu.

Üçüncü Dünya milliyetçiliğinin feri, daha Doğu Bloğu’nun çökmesinden çok önce sönmüştü. Julius Nyerere’nin köy kooperatiflerine dayalı merkezsizleştirilmiş “Afrika sosyalizmi”, Tanzanya’yı kıtadaki önde gelen tarım ürünleri ihracatçısından en büyük ithalatçısı durumuna getirdi. Bölgede, Angola, Mozambik ve Etiyopya gibi ülkelerde uygulamaya sokulan, klasik manada Stalinist kalkınma programları vahim sonuçlar doğurdular. Vietnam ve Küba’da övgüyle karşılanan devrimciler de zamanla gizemlerini yitirdiler. Vietnam’da ABD’ye karşı kazanılan zafer, esasında bir Pirus zaferi olduğunu ispatladı. Geride zehirlenmiş bir manzara ve milyonlarca ölü bırakan ulusal kurtuluş güçleri, hem uluslararası sermaye hem de eski düşmanları ile uzlaşma yoluna gittiler. Küba’da devrimin ilk dönemlerindeki coşku ve karizma, yerini Brejnef Rusya’sının baskılanması ve durulması sürecinden farksız bir döneme bıraktı.

Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve Tarih’in sona erdiğinin kabulü ile birlikte, solun mevcut sahası dâhilinde başka bir yanılsamaya dair şenlik ateşleri yakılmaya başlandı. Avrokomünistler tüm maskelerini indirdiler ve liberalizmi benimsediler. Sömürgecilikten kurtulmuş devletler, ithal ikameci rejimi terk edip yabancı yatırımlara kucak açtılar. Eski sosyal demokrat partiler, Üçüncü Yol modernleştiricilerinin etkisi altına girdiler. Hepsi de pişmanlıkla ya da bile isteye, serbest piyasa kapitalizmiyle rekabet edebilecek sistematik başka bir dünya görüşünün bulunmadığı sonucuna ulaştı. Perry Anderson’ın da açık bir dille ifade ettiği hâliyle, “Uygulamada hangi sınırlamalara maruz kalırsa kalsın, bir ilkeler kümesi olarak neoliberalizm, herhangi bir ayrışmaya mahal vermeksizin tüm dünyaya hükmetmektedir. Dolayısıyla o, dünya tarihindeki en başarılı ideolojidir.”

Antikapitalizme sadık kalanlar ise bu uzlaşma hâlini parçalayacak toplumsal güçler aramaya başladılar. Bu kesim, ilham kaynağını gene ülke dışında buldular. Yeni bir batılı eylemci dalgası için stalinizmi reddetmek, Marksist analizden ve “Eski Sol”a ait örgütlenme şablonlarından vazgeçip işçicilik (operaismo) sonrası dönemin ve anarşizmin modellerini benimsemeyi gerekli kılıyordu. Bu aşamada John Holloway’in İktidarı Almadan Dünyayı Değiştirmek isimli çalışması Lenin’in Devlet ve Devrim’inin yerini aldı. Bu kesime göre, Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu’nun (EZLN) 1994’te Meksika’nın güney eyaleti Chiapas’ta gerçekleştirdiği isyan, fiilî ithal pratiğine orantısız biçimde, önceki kuşaklar için Petrograd’ın sahip olduğu öneme denk bir öneme sahipti.

Chiapas tarihi acılarla yüklü bir hikâyedir. On altıncı yüzyıl İspanyol fethi, Maya halkını ikiye bölmüştür. Kurbanlar pasif kalmamış, yerli halk sürece mücadeleyle cevap vermiş, bu direnişin en önemli yansıması da 1712’deki isyan olmuştur. Ancak yerli halk hastalıkların çilesini çekmiş, şiddetli bir bastırma harekâtıyla yüzleşmiştir. O dönemde kuzeydeki seçkinler bölgeye gelmiş, dünya pazarıyla sınırlı bağlantılara sahip, kendine yeterli malikâneler kurmuşlardır. Yirminci yüzyıla girerken bir kayma yaşanmış, Porfirio Diaz’ın diktatör olduğu dönemde Meksika ihracat güdümlü bir büyüme modelini benimsemiştir. Avrupa’daki endüstrileşme, periferide yiyecek maddelerine ve hammaddelere dönük talebi artırmıştır. İthal mamullerin tadına varan modern seçkinler görece daha merkezî bir devlete sahip olmuş, ortaya yeni ticaret sektörleri ve gelişkin toplumsal sınıflar çıkmıştır.

Bu sürecin ardından gerçekleşen Meksika Devrimi’nin gerçekleştirdiği toprak reformu bölgeyi epey etkilemiş ama otuzlar boyunca popülist Lazaro Cardenas’ın cumhurbaşkanlığı döneminde yerli halk Kurumsal Devrimci Parti [Partido Revolucionario Institucional –PRI] içerisinde örgütlenmiş, parti sendikalara ve köylü örgütlenmelerine hâkim olmuştur. Gene de büyük toprak sahipleri mülklerini pekiştirmeyi sürdürmüş, yereldeki halkın elindeki topraklar parsel parsel azalmıştır.

Bu dönemde Mexico City 1968 öğrenci ve işçi başkaldırısının merkezi durumundadır. İlericiler parti-devlete karşı grevler ve boykotlar örgütlemekte, hükümeti devirme noktasına gelmektedirler. Devlet yetkilileri kimseye aman vermemekte, bu noktada Yaz Olimpiyatları’nın açılışından birkaç gün önce gerçekleşen Tlatelolco Katliamı’nda yüzlerce insan öldürülmektedir. Yeni bir baskı düzeyi ile karşılaşan eylemciler, şehir gerillası gömleğini üzerlerine giymek için yeraltına çekilirler.

Ülkedeki koşullar, genç devrimcileri yalnız kalacakları bir yola sokar. Gençlerin karşısında halk desteği olmayan bir hükümet vardır ama kendilerinin de işçi sınıfı içerisinde bağlantıları yoktur. Yetmişlerin başındaki yoğun faaliyet süreci sonrası gerçekleşen ayaklanma bastırılır. Binlerce militan katledilir, birçoğu “kaybolur”. Maoist Ulusal Kurtuluş Kuvvetleri [Fuerzas de Liberación Nacional –FLN] türünden önemli gerilla grupları, ortaya çıktıkları gibi gözden kaybolurlar.

Ancak Chiapas’ta militanlık ciddi bir yükselişe sahiptir. Yetmişlerin ortasında bir “Yerli Kongresi” kurulur, 1979’da ise otuza yakın köylü örgütü otonomist olduklarını beyan ederler. Bu sürece yönetici sınıf yeni bir şiddet kampanyası ve devlet terörü ile cevap verir. Subcomandante Marcos ve FLN’den bir avuç yoldaşı, 1983’te Lacandon Ormanı’na bu koşullarda gelir. On yıl içerisinde grup, yerli topluluklarla bağlar kurar ve saflarına yüzlerce silâhlı üye katar.

Doksanların başında Kuzey Amerika Ülkeleri Serbest Ticaret Anlaşması’nın [NAFTA] tasdiklenmesi ve devrim dönemi anayasasının toprak reformunu yürürlükten kaldıracak ve kapsamlı bir özelleştirme furyasına izin verecek şekilde tadil edilmesiyle Zapatista toplulukları askerî saldırıya geçerler. 1 Ocak 1994’te, NAFTA’nın uygulamaya konulduğu gün, 3.000 EZLN kadrosu, eyalet genelinde birçok kasabayı ve çiftliği ele geçirir.

Postmodernist, Postmarksist ve Postmaddî

Kısa süreli bir silâhlı ayaklanmanın ardından devrimciler, alternatif direniş biçimlerine odaklanırlar. Bu aşamada esas çaba Batılı eylemcilere ulaşmaktır. İsyancılar bildiriler kaleme alırlar ve ünlü misafirlere ev sahipliği yaparlar. 1996’daki ilk mitinge binlerce insan katılır. Siyah kar maskesi, piposu, dizüstü bilgisayarı ve güçlü aforizmalarıyla grubun gizemli sözcüsü kahramanlara aç olan radikallerin imgelemini ele geçirir. Bu konuyla ilgili olarak Logoya Hayır isimli kitabın yazarı, postmodern solun yıldızı Naomi Klein şu tespiti yapmaktadır:

“[Subcomandante] Marcos, o tam bir lider karşıtı olan isim, siyah maskesinin bir ayna olduğunu, ‘Marcos’un San Fransisko’da bir eşcinsel, Güney Afrika’da bir siyah, Avrupa’da bir Asyalı, San Ysidro’da bir Chicano, İspanya’da bir anarşist, İsrail’de bir Filistinli, San Cristobal sokaklarında bir Maya Yerlisi, Almanya’da bir Yahudi, Polonya’da bir Çingene, Quebec’te bir Mohawk, Bosna’da bir pasifist, saat gece onda tek başına metroya binen bir kadın, topraksız bir köylü, gecekonduda bir çete üyesi, işsiz bir işçi, mutsuz bir öğrenci ve elbette dağlarda bir Zapatista’ olduğunu söylüyor. Başka bir ifadeyle o, aslında biziz: Biz, arayıp durduğumuz o lideriz.”

Zapatistaların o müphem çoğulculuğu ve kimlik politikasıyla ilgili teklifleri, eski solun “herkese uyan” ideolojilerine ve tek renkli liderlerine karşıymış gibi görünmektedir.

Bu bağlam dâhilinde düşünüldüğünde, EZLN’nin taktikleri de mükemmelen anlaşılmaktadır. Fokoculuk itibarsızlaşmıştır. Kolombiya ve Peru’da gerilla hareketlerinin, en azından söze döktükleri biçimiyle, hâlâ devlet iktidarı için mücadele ettikleri momentte, mücadele suçların artışı veya kitlelerin kendisine dönük şiddete doğru yozlaşmıştır. Zapatistalar, ordunun kendilerine üstün geldiğini ve hareketin en geniş manada Meksika toplumundan tecrit edildiğini bilmektedirler. O kızıl ve siyah bayrağı başkentte göndere çekmek gündemlerinde yoktur. Hedefleri konusunda çok isteklilerdir ama bu hedefler aynı ölçüde basit ve derhal ulaşılması gereken hedeflerdir. Dolayısıyla Zapatistalar, devlet baskısından ve neoliberal reformlardan arındırılmış özerk bir bölge yaratmak niyetindedirler. Bu aşamada da mücadelelerini Kurumsal Devrimci Parti’yi devirmek için politik spektrumdaki tüm diğer gruplarla ilişkilendirmeyi planlamaktadırlar, onlara göre, hükümetin devrilmesi kendilerine faaliyetleri noktasında daha fazla alan sağlayacaktır. Harekete göre, yurtdışının gösterdiği dayanışma ve kendileri lehine işleyen medya faaliyetleri, ordunun misilleme ihtimalini sıfırlamakta ve kendilerine vakit kazandırmaktadır.

Yapılan mitinglerin uluslararası sol üzerinde neden bu denli etki yarattığını anlamak gerçekten güçtür. Şuna şüphe yok ki Zapatistaların değerler sistemi, hem endüstriyel büyümeye hem de resmî komünizm kâbusu sonrası, devlet iktidarına dönük giderek artan bir şüphe içerisinde olan müttefikleriyle uyumludur. Yirminci yüzyıla girerken devrimciler, neolitik devrimden beri görülen önemli bir toplumsal çatlak olarak mevcut sınıfsal yarıklardan istifade etmek istemişlerdir. Yüzyıl sonra bu devrimcilerin halefleri, sadece “direnme” ve oluşturma değil, inkâr etmek için, yoğunlaşmış iktidar karşısında özgür bir alan temin etme arzusundadırlar. Artık düşman kapitalizm değil, neoliberalizmdir. Onun da mezar kazıcısı örgütlü işçi sınıfı değil, parçalı “çokluk”tur:

“Sahada birbirine yakınlaşan bu minyatür protestoların sonuçları, ya korkutucu biçimde kaotik ya ilham verici şekilde şiirsel ya da her ikisi birdendir. Birleşik bir cephe olmak yerine, küçük eylemci birimleri tüm yönlerden belirli bir hedefe yönelmektedirler. Karmaşık ulusal ve uluslararası bürokrasiler inşa etmek yerine geçici yapılar kurmaya yönelinmektedir: boş binalar alelacele ‘yakınlaşma merkezleri’ne dönüşmekte, bağımsız medya üreticileri doğaçlama hareket eden eylemci haber merkezlerini bir araya getirmektedir. Bu gösterilerin ardındaki geçici koalisyonlar, sıklıkla, planlanan olayın tarihi belirlendikten sonra belirli bir isme kavuşmaktadır: O18, K30, N16, E11, E26. Söz konusu tarih geçtikten sonra eylemciler fiiliyatta geride, arşivlenmiş bir internet sitesi dışında, hiçbir iz bırakmamaktadır.”

Klein kazara da olsa gerçeği dile döküyor. “İlham verici şekilde şiirsel” bir protestonun ardından savunduğu hareket, “fiiliyatta geride hiçbir iz bırakmıyor.” Ampirik olarak incelenebilecek somut bir toplumsal dönüşüme karşı olduğu için kendisi mevcut tantananın büyüsüne açıktan kapılıyor. Aydına ve modernist değerler sistemine karşı olmanın bozduğu bu ideoloji sonrası yeni sol, hem işçi sınıfı siyaseti hem de kapitalizmin yapısal eleştirisiyle her türlü bağını kesiyor. O, sadece duyguyla ayakta duruyor.

Duygu ise küresel Güney’deki hareketlerin nasıl görüldüğünü tayin eden merceği temin ediyor. Chiapas, bu aşamada imgelemin davet ettiği kurtarılmış cennet olarak algılanırken, bölge, yaklaşık yirmi yıllık bir devrime karşın, alabildiğine yoksul bir yer olarak varlığını koruyor. Okuma-yazma bilmeyenlerin oranı bölgede yüzde yirminin üzerinde. Su, elektrik ve kanalizasyon gibi temel kamu hizmetleri lüks kabul ediliyor, bebek ölümleri ulusal ortalamanın iki katı. Bu noktada sefaleti tek hamlede yok edemedikleri için Zapatistaları eleştirmeye kalkmak saçma ama onların dış destekçilerinin Chiapas’taki maddî koşullara daha fazla dikkat göstermelerini ve şapkadan “direniş” çıkarmak için dizüstü bilgisayarlarını yaratıcı tarzlarda daha az kullanmalarını isteyerek çok şey mi istemiş oluyoruz?

Her şeyden önce direniş maddî bir değişime yol açmadıkça nafile bir eylemdir ve kesinlikle semboliktir. Kara bloğun sık sık ortaya çıkışı, eylemcilerin siyah maskeler takıp törensel bir üslupla mülkiyete hasar vermesi ve süreç içerisinde geniş bir gösterici kitlesini uzaklaştırmaktadır. Söz konusu taktik yeni ruhu özetler niteliktedir. Komik olan şu ki, ne tür hatalar işlemiş olursa olsun, kentlerden Lacandon Ormanı’na giden FLN kadroları, içinde bulundukları ortamı ve yerel halkı anlamak konusunda belirli bir gayret sarf etmişlerdir. Oysa onlardan ilham alanların önemli bir bölümü ise seçkinci klikler oluşturmuşlar, paramiliter nihilizme gömülmüşler, polisle fizikî çatışmayı fetişleştirmişler ve bilinçli sınıf hareketini örgütlemek denilen o sıradan işin karşısında, burada ve şimdi gerçekleşen kişisel isyan pratiklerini tercih etmişlerdir. “Eğit, Kışkırt, Örgütle” “Kışkırt, Kışkırt, Kışkırt!”a dönüşmüştür.

Marksizmin terk edilişinin, akademik alan dışında da önemli sonuçları olmuştur. Marksizmin terk edilmesiyle birlikte kapitalizm sonrasına dair vizyonumuzu yitirdik ve dünyayı belirli bir zaman-mekân boşluğu içerisinde görmeye başladık. Böylece onun geçmiş kuşakları kurmaya ittiği o örgütleri kaybettik. Artık işçi sınıfından geçmiş zaman kipinde ya da belirli bir küçümseyici dille bahseder olduk. Soylu bir mücadele geleneğini miras aldık ve onu eylem için gerekli bir modele dönüştürdük.

Zapatistaları sevdik, çünkü onlar Tarih’in sonu ardından tarih yapacak kadar cesurlardı. Zapatistaları sevdik, çünkü politik iktidardan ve politik kararlardan korkuyorduk. Zapatistaları sevdik, çünkü elimizdeki yüz elli yıllık bagajla bir iş yapamayacağımızı düşünüyorduk. Ama hepimize prangalar takan bu sisteme, neoliberalizme karşı daha iyi bir itiraz geliştirmiş olsaydık, Zapatistalar için çok daha fazlasını yapmış olurduk. Neoliberalizm derken kastım, kapitalizm tabii.

Bhaskar Sunkara
1 Ocak 2011
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Naomi Klein, “Farewell to the End of History: Organization and Vision in Anti-Corporate Movements,” The Socialist Register, Cilt. 38 (2002): s. 3.

[2] Klein, A.g.e., s. 5-6.