Friedrich
Ebert, Alman sosyal demokrasisi tarihinde tüm bir döneme ait bir simgedir. Bu,
İkinci Enternasyonal’in geliştiği, olgunlaştığı dönemdir. Kemale eren
kapitalist rejim içerisinde bir işçi örgütü, sadece pratik kazanımları
hedefler.
Proletarya,
sendikaların gücünü ve oy hakkı kazanmak için verilen mücadeleleri burjuvaziden
kısa vadede tavizler kopartmak için kullanmıştır. Fransa’da ve diğer Avrupa
ülkelerinde devrimci sendikalizm, evcilleştirilmiş parlamenter sosyalizme karşı
bir tepki olarak ortaya çıkarken, Almanya’da bu akım, kendisine uygun bir ortam
bulamamıştır. Alman sosyalist hareketi, giderek burjuvazinin ve burjuva
devletinin dümen suyuna girmektedir.
Alman
sosyal demokrasisi, devrimci isimlerden mahrum olan bir akım değildi. Karl
Liebknecht, Rosa Luxemburg, Franz Mehring ve Kautsky gibi isimler, Marksizmin
hâlen daha yanmakta olan alazlarıdır. Fakat Sosyalist Parti ve işçi sendikaları
içerisindeki bürokrasi, ölçülü ve ihtiyatlı hareket etmeyi iş hâline getirmiş,
burjuva sınıfının ideolojisiyle yüklü ideologlardan ve memurlardan
oluşmaktadır.
Proletarya
da burjuvazinin taptığı akıl, evrim ve ilerleme denilen mitlere iman ediyordu.
Yoksul olan proletarya kendisini, kapitalizmde zengin olmuş kişilerin elini
tutmak zorunda hissetti. Bu, mantıklı bir yaklaşım gibi göründü. Neticede
reformizm, kendi reformist organını meydana getirdi. Oportünist politikanın
ortaya koyduğu deneyim ve pratik, manevi ve fikri düzlemde sosyalizm
mücadelesindeki bürokrasinin devrimci faaliyetle çelişmesine neden oldu.
Ebert’in
şahsiyeti, tam da bu ortamda oluştu. Üyesi olduğu sendika içerisinde ılımlı
görüşlere sahip işçilerle birlikte pişen Ebert, kol işçiliğinden gelip, sosyal
demokrasinin üst mevkilerinde dolaşan, dikkat çeken bir isim hâline geldi.
Sahip olduğu tüm fikirler, ortaya koyduğu tüm eylemler, kendi döneminin politik
iklimiyle asla çelişmiyorlardı. Teamüllere uyan, gerçekçi ve pratik
insanlardaki tüm vasıflar ve kusurlar onun mizacında bir araya gelmişlerdi.
Dehadan ve şevkten mahrum, sadece halkın nabzını iyi tutma meziyetini kuşanmış
olan Ebert, sosyal demokrasi denilen hantal ve ağır makinenin nasıl işlediğini
biliyor, o işleyişi gayet iyi idrak ediyordu. Ebert, savaş öncesinde sosyal
demokrasinin ortaya koyduğu faaliyetlere en uygun liderdi.
O
makine, sadece aldığı iki milyon oyla, meclisteki yüz on vekiliyle,
kooperatifleri ve sendikalarıyla övünen, Alman devletinin kendi ömrü dâhilinde
monarşist-kapitalist rejimin kendisine bahşettiği rolden memnun olan bir
yapıydı. Bebel’in Sosyalist Parti liderliği içerisindeki konumu, belki de bu
sebeple doldurulamamıştı. Sosyal demokrasi, tepe kadrosu içerisinde bir lidere
değil, bir makiniste ihtiyaç duyuyordu. Ama Ebert, makinist değil, saraçtı.
Saraçlık ve makinistlik aynı şeymiş gibi görünse de farklı işlerdi. O dönemde
parti, bir saraca ihtiyaç duyuyordu.
Sosyal
demokrasi hareketinin Kautsky ve Bernstein gibi eski teorisyenleri,
kondüktörlük makamından uzak duran isimlerdi. Sosyalist Parti, bu isimleri ihtiyar
kâhinler olarak görüyor, sosyalist bilgi birikimine sahip, yüce tutulması
gereken birer hazine olarak değerlendiriyordu. Ama partiye göre, bu isimler
birer kaptan veya general değillerdi. Öte yandan, partinin sol kanadında yer
alan Karl Liebknecht, Rosa Luxemburg ve Franz Mehring ise ellerini kollarını
kavuşturup sakin sakin reformlar üzerine kafa yoran çoğunluğun ruh hâline uygun
düşen isimler kesinlikle değildi.
Savaş
sayesinde sosyal demokrasinin burjuvaziye ve devlete verdiği tavizlerin
tarihsel kapsamı tüm çıplaklığıyla görünür hâle geldi. Sosyal demokrasi için
barışçılık, masum bir ifade değil, İkinci Enternasyonal kongrelerinin platonik
bir üslupla ettiği bir yeminden ibaretti. Gerçekte ise Alman sosyalist
hareketine milliyetçilik, derinlemesine nüfuz etmiş bir fikirdi. Reformist ve
parlamentarist politika yüzünden sosyal demokrasi, devlete ait bir çark hâline
gelmişti.
Alman
meclisinde oylanan ilk savaş kredisine o yüz on sosyalist vekil, “evet” oyu
verdi. İçlerinde Haase’nin, Liebknect’in olduğu, Ledebour’un başını çektiği on
dört vekilse, parti grubu toplantısında krediye karşı çıktı. Fakat bu isimler,
mecliste disiplin gereği çoğunluğa uydular. Meclisteki Sosyalist Parti grubu,
savaşın bir savunma savaşı olduğunu düşündüğü için “evet” oyu verdi.
Sonrasında, savaşın gerçek niteliğinin ortaya çıkmasıyla azınlık grubu,
çoğunluğun sorumluluğunu paylaşmaya devam etmeyeceklerini açıkladı. Meclisteki
yirmi sosyalist vekil, üçüncü kez talep edilen savaş kredisine “hayır” oyu
verdi. Çoğunluğun başındaki isimler olan Ebert ve Scheideman, bu oyla devletle
dayanışma içerisinde olduklarını bir kez daha dile getirmiş oldu. Parti
vekilleri, kullandıkları oy ile partilerini imparatorluğun yürürlüğe koyduğu
politikanın hizmetine sundular. Azınlıksa partiden ihraç edildi.
Yaşanan
yenilgi, Alman sosyalizmi içerisindeki bürokrasiyi manevi açıdan kendisine
uygun düşmeyen, partinin boyunu aşan bir rolü üstlenmeye itti. Sonrasında,
dillerinden düşürmedikleri, büyük bir şevkle andıkları öngörüleriyle hiçbir
şekilde örtüşmeyen tarihsel bir olay yaşandı: devrim.
Savaşın
yıkıma uğrattığı, Rusya’daki devrimin sunduğu örneklikten cesaret alan işçi
sınıfı, kararlı bir adım atıp iktidarı almak için harekete geçti. Sosyal
demokrat liderler, sendika yetkilileri ve halk ayaklanmasının iteklemesi
üzerine, hükümet kurmak zorunda kaldılar.
Liberal
siyasetçi, eski Alman dışişleri bakanı Walter Rathenau’nun da ifade ettiği
biçimiyle, “Alman devrimi, yenilmiş bir ordunun gerçekleştirdiği bir genel
grevden ibaretti.” Bu, doğru bir ifadeydi. Zira Alman proletaryası, manevi
açıdan devrime hazır değildi. Sınıfın liderleri, bürokratları uzun yıllardır
her türden devrimci itkiyi eylemden ve ruh dünyasından kovmaktan başka bir şey
yapmamıştı. Yaşanan yenilgi, devrimin araçları daha henüz imal edilmeden
devrimci dönemin fitilini ateşledi. Artık Almanya’da devrimci durum mevcuttu.
Ama ortada ne tek bir devrimci lider ne de devrimci bilinç vardı.
Liebknecht,
Rosa Luxemburg, Mehring, Joguisches, Leviné gibi sonradan adı Bağımsız
Sosyalist Parti olan azınlık grubu içinde yer alan muhalif isimlerin elleri
kolları bağlıydı, ayrıca bu liderler, kararsızlardı ve tereddütlü bir tutum
içerisindelerdi. Neticede azınlık grubu, sosyalist hareketin en kavgacı
unsurlarını bir araya getiren Spartaküs Birliği’ne dönüştü. Kitleler, Spartaküs
Birliği’ni gerçek devrimci gücün çekirdeği olarak görmeye ve ayaklanma süreci
dâhilinde dile getirdiği taleplere destek sunmaya başladı.
O
noktada açığa çıkan bu devrimci akımı ezmek, Ebert’e ve sosyal demokrasiye
düştü. 1919 yılının Ocak ve Mart aylarında yaşanan devrimci muharebelerde
Spartaküs Birliği’nin tüm liderleri öldüler. Sosyal demokrat hükümetin koltuğu
altında bir araya gelmiş olan gerici ve monarşist unsurlar, komünizmle mücadele
bahanesiyle bir savaş örgütü ve faşist bir hareket olarak örgütlediler. Bu
örgütlenme süreci konusunda yolu bizatihi cumhuriyet açtı. Devrimin insanlarını
vurup öldürdükten sonra o gerici kurşunlar, bu sefer demokrasinin insanlarını
hedef aldılar. Bavyera Devrimi’nin lideri Kurt Eisner’den sonra bağımsız
sosyalist lider Hugo Haase de öldürüldü. Onları, Katolik Merkez Partisi lideri
Matthias Erzberger ve Demokrat Parti lideri Walter Rathenau suikastları izledi.
Almanya’da
sosyal demokrat politika, reformist yöntemin itibarsızlaşmasına yol açacak
sonuçlar ortaya koydu. Sosyalistler, hükümet içerisindeki yerlerini gıdım gıdım
kaybettiler. İktidarın tek bir gücün eline geçmesi sonrası sosyal demokratlar,
gerici manevralar karşısında yetersiz kaldılar ve iktidardan tümüyle
uzaklaştılar. Son bakanlar kurulu, sosyal demokratların onayı olmaksızın
oluşturuldu. Bu gelişmeyle birlikte gericilik, intikamını almaya başladı.
Kasım
devriminde güçlü olan parti, bugün muhalefet partisi. Üye sayısı giderek
azaldı. Ama meclisteki vekil sayısı bugün itibarıyla yüz otuz. Bu anlamda
mecliste hiçbir partinin onun kadar vekili yok. Ne var ki bu güç,
sosyalistlerin iktidarın dizginlerini ele geçirmesine imkân vermiyor. Dün Kasım
1918’de sosyalist demokrasiyi kuracağına inanan insanların tek ülküsü, bugün
burjuva demokrasisini savunmaktan ibaret.
Bu
politikanın tüm sorumluluğu, tabii ki Friedrich Ebert’in omuzlarına yüklenemez.
Neticede Ebert, bir cumhurbaşkanı nasıl davranması gerekiyorsa, öyle davrandı.
Eski kuşaktan her sosyal demokrat, onun yerinde olsa aynı şeyi yapardı, buna
hiç şüphe yok. Esasen Ebert, partisi içerisindeki bürokrasinin mevcut ruhunu
hükümet şahsında cisimleştirmekten, somutlaştırmaktan başka bir şey yapmadı.
Bu
anlamda Ebert’in alnında kahraman olmak yazılı değildi. Romantiklere has bir
kaderi yoktu onun. Ebert, o büyük reformcularda görülen kumaşa da sahip değildi.
O, olağan zamanların adamıydı, böylesi dönemler için doğmuştu, istisnai
zamanlar için değil. Ebert, sergüzeşti boyunca elindeki tüm kudreti kullandı.
Zaten Ebert, Alman devriminin Kerensky’si olamazdı. Şubat Devrimi’nden sonra
Kerensky’nin yerini Lenin almıştı. Alman devriminin kendi Kerensky’sinin yerini
bir Lenin almadıysa, bu Ebert’in hatası olamaz.
José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder