14 Ağustos 2022

,

Ebert ve Alman Sosyal Demokrasisi

Friedrich Ebert, Alman sosyal demokrasisi tarihinde tüm bir döneme ait bir simgedir. Bu, İkinci Enternasyonal’in geliştiği, olgunlaştığı dönemdir. Kemale eren kapitalist rejim içerisinde bir işçi örgütü, sadece pratik kazanımları hedefler.

Proletarya, sendikaların gücünü ve oy hakkı kazanmak için verilen mücadeleleri burjuvaziden kısa vadede tavizler kopartmak için kullanmıştır. Fransa’da ve diğer Avrupa ülkelerinde devrimci sendikalizm, evcilleştirilmiş parlamenter sosyalizme karşı bir tepki olarak ortaya çıkarken, Almanya’da bu akım, kendisine uygun bir ortam bulamamıştır. Alman sosyalist hareketi, giderek burjuvazinin ve burjuva devletinin dümen suyuna girmektedir.

Alman sosyal demokrasisi, devrimci isimlerden mahrum olan bir akım değildi. Karl Liebknecht, Rosa Luxemburg, Franz Mehring ve Kautsky gibi isimler, Marksizmin hâlen daha yanmakta olan alazlarıdır. Fakat Sosyalist Parti ve işçi sendikaları içerisindeki bürokrasi, ölçülü ve ihtiyatlı hareket etmeyi iş hâline getirmiş, burjuva sınıfının ideolojisiyle yüklü ideologlardan ve memurlardan oluşmaktadır.

Proletarya da burjuvazinin taptığı akıl, evrim ve ilerleme denilen mitlere iman ediyordu. Yoksul olan proletarya kendisini, kapitalizmde zengin olmuş kişilerin elini tutmak zorunda hissetti. Bu, mantıklı bir yaklaşım gibi göründü. Neticede reformizm, kendi reformist organını meydana getirdi. Oportünist politikanın ortaya koyduğu deneyim ve pratik, manevi ve fikri düzlemde sosyalizm mücadelesindeki bürokrasinin devrimci faaliyetle çelişmesine neden oldu.

Ebert’in şahsiyeti, tam da bu ortamda oluştu. Üyesi olduğu sendika içerisinde ılımlı görüşlere sahip işçilerle birlikte pişen Ebert, kol işçiliğinden gelip, sosyal demokrasinin üst mevkilerinde dolaşan, dikkat çeken bir isim hâline geldi. Sahip olduğu tüm fikirler, ortaya koyduğu tüm eylemler, kendi döneminin politik iklimiyle asla çelişmiyorlardı. Teamüllere uyan, gerçekçi ve pratik insanlardaki tüm vasıflar ve kusurlar onun mizacında bir araya gelmişlerdi. Dehadan ve şevkten mahrum, sadece halkın nabzını iyi tutma meziyetini kuşanmış olan Ebert, sosyal demokrasi denilen hantal ve ağır makinenin nasıl işlediğini biliyor, o işleyişi gayet iyi idrak ediyordu. Ebert, savaş öncesinde sosyal demokrasinin ortaya koyduğu faaliyetlere en uygun liderdi.

O makine, sadece aldığı iki milyon oyla, meclisteki yüz on vekiliyle, kooperatifleri ve sendikalarıyla övünen, Alman devletinin kendi ömrü dâhilinde monarşist-kapitalist rejimin kendisine bahşettiği rolden memnun olan bir yapıydı. Bebel’in Sosyalist Parti liderliği içerisindeki konumu, belki de bu sebeple doldurulamamıştı. Sosyal demokrasi, tepe kadrosu içerisinde bir lidere değil, bir makiniste ihtiyaç duyuyordu. Ama Ebert, makinist değil, saraçtı. Saraçlık ve makinistlik aynı şeymiş gibi görünse de farklı işlerdi. O dönemde parti, bir saraca ihtiyaç duyuyordu.

Sosyal demokrasi hareketinin Kautsky ve Bernstein gibi eski teorisyenleri, kondüktörlük makamından uzak duran isimlerdi. Sosyalist Parti, bu isimleri ihtiyar kâhinler olarak görüyor, sosyalist bilgi birikimine sahip, yüce tutulması gereken birer hazine olarak değerlendiriyordu. Ama partiye göre, bu isimler birer kaptan veya general değillerdi. Öte yandan, partinin sol kanadında yer alan Karl Liebknecht, Rosa Luxemburg ve Franz Mehring ise ellerini kollarını kavuşturup sakin sakin reformlar üzerine kafa yoran çoğunluğun ruh hâline uygun düşen isimler kesinlikle değildi.

Savaş sayesinde sosyal demokrasinin burjuvaziye ve devlete verdiği tavizlerin tarihsel kapsamı tüm çıplaklığıyla görünür hâle geldi. Sosyal demokrasi için barışçılık, masum bir ifade değil, İkinci Enternasyonal kongrelerinin platonik bir üslupla ettiği bir yeminden ibaretti. Gerçekte ise Alman sosyalist hareketine milliyetçilik, derinlemesine nüfuz etmiş bir fikirdi. Reformist ve parlamentarist politika yüzünden sosyal demokrasi, devlete ait bir çark hâline gelmişti.

Alman meclisinde oylanan ilk savaş kredisine o yüz on sosyalist vekil, “evet” oyu verdi. İçlerinde Haase’nin, Liebknect’in olduğu, Ledebour’un başını çektiği on dört vekilse, parti grubu toplantısında krediye karşı çıktı. Fakat bu isimler, mecliste disiplin gereği çoğunluğa uydular. Meclisteki Sosyalist Parti grubu, savaşın bir savunma savaşı olduğunu düşündüğü için “evet” oyu verdi. Sonrasında, savaşın gerçek niteliğinin ortaya çıkmasıyla azınlık grubu, çoğunluğun sorumluluğunu paylaşmaya devam etmeyeceklerini açıkladı. Meclisteki yirmi sosyalist vekil, üçüncü kez talep edilen savaş kredisine “hayır” oyu verdi. Çoğunluğun başındaki isimler olan Ebert ve Scheideman, bu oyla devletle dayanışma içerisinde olduklarını bir kez daha dile getirmiş oldu. Parti vekilleri, kullandıkları oy ile partilerini imparatorluğun yürürlüğe koyduğu politikanın hizmetine sundular. Azınlıksa partiden ihraç edildi.

Yaşanan yenilgi, Alman sosyalizmi içerisindeki bürokrasiyi manevi açıdan kendisine uygun düşmeyen, partinin boyunu aşan bir rolü üstlenmeye itti. Sonrasında, dillerinden düşürmedikleri, büyük bir şevkle andıkları öngörüleriyle hiçbir şekilde örtüşmeyen tarihsel bir olay yaşandı: devrim.

Savaşın yıkıma uğrattığı, Rusya’daki devrimin sunduğu örneklikten cesaret alan işçi sınıfı, kararlı bir adım atıp iktidarı almak için harekete geçti. Sosyal demokrat liderler, sendika yetkilileri ve halk ayaklanmasının iteklemesi üzerine, hükümet kurmak zorunda kaldılar.

Liberal siyasetçi, eski Alman dışişleri bakanı Walter Rathenau’nun da ifade ettiği biçimiyle, “Alman devrimi, yenilmiş bir ordunun gerçekleştirdiği bir genel grevden ibaretti.” Bu, doğru bir ifadeydi. Zira Alman proletaryası, manevi açıdan devrime hazır değildi. Sınıfın liderleri, bürokratları uzun yıllardır her türden devrimci itkiyi eylemden ve ruh dünyasından kovmaktan başka bir şey yapmamıştı. Yaşanan yenilgi, devrimin araçları daha henüz imal edilmeden devrimci dönemin fitilini ateşledi. Artık Almanya’da devrimci durum mevcuttu. Ama ortada ne tek bir devrimci lider ne de devrimci bilinç vardı.

Liebknecht, Rosa Luxemburg, Mehring, Joguisches, Leviné gibi sonradan adı Bağımsız Sosyalist Parti olan azınlık grubu içinde yer alan muhalif isimlerin elleri kolları bağlıydı, ayrıca bu liderler, kararsızlardı ve tereddütlü bir tutum içerisindelerdi. Neticede azınlık grubu, sosyalist hareketin en kavgacı unsurlarını bir araya getiren Spartaküs Birliği’ne dönüştü. Kitleler, Spartaküs Birliği’ni gerçek devrimci gücün çekirdeği olarak görmeye ve ayaklanma süreci dâhilinde dile getirdiği taleplere destek sunmaya başladı.

O noktada açığa çıkan bu devrimci akımı ezmek, Ebert’e ve sosyal demokrasiye düştü. 1919 yılının Ocak ve Mart aylarında yaşanan devrimci muharebelerde Spartaküs Birliği’nin tüm liderleri öldüler. Sosyal demokrat hükümetin koltuğu altında bir araya gelmiş olan gerici ve monarşist unsurlar, komünizmle mücadele bahanesiyle bir savaş örgütü ve faşist bir hareket olarak örgütlediler. Bu örgütlenme süreci konusunda yolu bizatihi cumhuriyet açtı. Devrimin insanlarını vurup öldürdükten sonra o gerici kurşunlar, bu sefer demokrasinin insanlarını hedef aldılar. Bavyera Devrimi’nin lideri Kurt Eisner’den sonra bağımsız sosyalist lider Hugo Haase de öldürüldü. Onları, Katolik Merkez Partisi lideri Matthias Erzberger ve Demokrat Parti lideri Walter Rathenau suikastları izledi.

Almanya’da sosyal demokrat politika, reformist yöntemin itibarsızlaşmasına yol açacak sonuçlar ortaya koydu. Sosyalistler, hükümet içerisindeki yerlerini gıdım gıdım kaybettiler. İktidarın tek bir gücün eline geçmesi sonrası sosyal demokratlar, gerici manevralar karşısında yetersiz kaldılar ve iktidardan tümüyle uzaklaştılar. Son bakanlar kurulu, sosyal demokratların onayı olmaksızın oluşturuldu. Bu gelişmeyle birlikte gericilik, intikamını almaya başladı.

Kasım devriminde güçlü olan parti, bugün muhalefet partisi. Üye sayısı giderek azaldı. Ama meclisteki vekil sayısı bugün itibarıyla yüz otuz. Bu anlamda mecliste hiçbir partinin onun kadar vekili yok. Ne var ki bu güç, sosyalistlerin iktidarın dizginlerini ele geçirmesine imkân vermiyor. Dün Kasım 1918’de sosyalist demokrasiyi kuracağına inanan insanların tek ülküsü, bugün burjuva demokrasisini savunmaktan ibaret.

Bu politikanın tüm sorumluluğu, tabii ki Friedrich Ebert’in omuzlarına yüklenemez. Neticede Ebert, bir cumhurbaşkanı nasıl davranması gerekiyorsa, öyle davrandı. Eski kuşaktan her sosyal demokrat, onun yerinde olsa aynı şeyi yapardı, buna hiç şüphe yok. Esasen Ebert, partisi içerisindeki bürokrasinin mevcut ruhunu hükümet şahsında cisimleştirmekten, somutlaştırmaktan başka bir şey yapmadı.

Bu anlamda Ebert’in alnında kahraman olmak yazılı değildi. Romantiklere has bir kaderi yoktu onun. Ebert, o büyük reformcularda görülen kumaşa da sahip değildi. O, olağan zamanların adamıydı, böylesi dönemler için doğmuştu, istisnai zamanlar için değil. Ebert, sergüzeşti boyunca elindeki tüm kudreti kullandı. Zaten Ebert, Alman devriminin Kerensky’si olamazdı. Şubat Devrimi’nden sonra Kerensky’nin yerini Lenin almıştı. Alman devriminin kendi Kerensky’sinin yerini bir Lenin almadıysa, bu Ebert’in hatası olamaz.

José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak

0 Yorum: