25 Ağustos 2022

Foucault’da LSD Kafası


1975 yılının bahar aylarında Michel Foucault, yirminci yüzyılın son büyük Fransız aydınlarından biri olarak görülüyordu. Cinselliğin Tarihi isimli kitabının ilk cildini yayınlamak üzereydi. Lâkin, Fransız toplumunun mevcut kurallara riayet etmeyi öne alan ve uyumu gözeten yaklaşımından, ayrıca kendine kapalı kültüründen bıkmış olan Foucault, sığınacak bir yer bulmak adına, önce İsveç’e, sonra Polonya’ya, oradan da Mayıs 1968 olayları süresince kalacağı Tunus’a gitti. San Fransisko’daki özgürlük ortamına hayran kalan Foucault, bir ara buraya göç edip Kaliforniyalı olmayı bile düşündü. Görünüşe göre Foucault, Kaliforniya’ya âşık olmuştu.

Jean Paul Sartre’ın özgürlük felsefesine açıktan karşıt bir fikir olarak öne sürülen “insanın öldüğü”ne dair fikrin sahibi olan, altmışlı yılların dili sert antihümanist felsefecilerinin yaşadığı bu eyalette Foucault, ömrünün son on yılı süresince başkalarıyla yeni ilişki biçimleri kurdu, şehirdeki sado-mazoşist kulüplerinde yeni bir benlik edindi.

Muhtemelen “LSD alan son adam” olma vasfına da bu kulüplerde kavuşmuştu. Foucault, LSD kullandığı o anı “hayatımdaki en önemli olay, büyük bir deneyim” olarak tarif ediyordu. Fransız felsefeci, kişiye halüsinasyon gördüren uyuşturucu maddelerle geç tanışmış olduğu için “LSD alan son adam” şeklinde anılıyordu. Altmışlarda bu türden LSD kullanımının kültürel açıdan zirveye ulaşmak olarak görüldüğü bir dönemde Foucault, bu işlere bir miktar geç meyletmişti. Bu uyuşturucu, genelde bilincin alanını genişletmek maksadıyla kullanılıyordu. Kendisinden önce LSD kullanan isimler arasında Timothy Leary, Aldous Huxley, R. D. Laing, Allen Ginsberg, Beatles üyeleri gibi isimler vardı.

Altmışlarda Kaliforniya’da LSD kullanmak, gençlik arasında hâkim olan karşı-kültür akımının önemli bir simgesi olarak görülüyordu. 1964-1966 yılları arasında Ken Kesey ve “Mutlu Şakacılar” isimli çetesi, sürekli uyuşturucu kullanılan bir otobüsle ülkeyi dolaşıyor, ara sıra bir yerlerde durup LSD kullanıyordu. Bu uyuşturucu kullanımı, Beat Kuşağı’ndan Hippie hareketine uzanan yolun önemli bir unsuruydu.

Bu maddeler sonrasında da kullanıldı, farklı düzeylerde etkilere yol açtılar, ama fakat hiçbirisi, kültürü, sanatı, modayı ve yaşam tarzını tarif etme noktasında LSD’nin ulaştığı seviyeye ulaşamadı.

O dönemde uyuşturucunun sahip olduğu, zihni bir biçimde değiştiren özelliklerin, kişinin kendisini analiz etmesine, kendisine psikoterapi uygulamasına, bir tür dinsel deneyime sahip olmasına katkıda bulunduğuna inanılıyordu. Hatta Timothy Leary, Ruhani Keşif Birliği isminde bir kilise bile kurdu. Kilisede genelde yapılan ekmek-şarap ayininin yerini LSD ayini almıştı.

Foucault da bu deneyimin “gizemli” bir deneyim olduğunu kabul ediyor, yeni bir hayata dair vizyonlar sunduğunu söylüyor, kendi benliğiyle ve kişiliğiyle ilgili yepyeni bir bakış açısı edinmesini sağladığını düşünüyordu.

Genç müritlerinden Simeon Wade, bir gün Foucault’ya bir mektup yazdı ve kendisini birlikte uyuşturucu kullanmaya davet etti. Dediğine göre, uyuşturucu kullandıktan sonra Cinselliğin Tarihi kitabının birinci cildini oturup yeniden yazma ihtiyacı duydu. Yüzlerce sayfayı, hatta tüm ikinci cildi yırtıp attı, ardından da kitap projesine son verdi. Süreç içerisinde Kaliforniya gibi yerlerde yeni ortaya çıkan eşcinsel hareketinin manifestosu hâline gelen birinci cilt haricinde kitabın diğer ciltleri ilk hâliyle yayımlanma imkânı bulamadı.

Foucault, araştırmasıyla ilgili olarak Berkeley’e gerçekleştirdiği ziyaretlerin birinde, Güney Kaliforniya’daki Claremont Okulu’na gitti. Okula aslında Wade için gidiyordu, çünkü Wade, orada Foucault Kibriti isminde bir fanzin çıkartıyordu. Derginin kapağında, üzerinde Foucault’nun balıkçı yaka kazaklı, beyaz kalın çerçeve gözlüklü bir resmi bulunuyordu. Resimde Foucault, hem Kojak hem de biraz Elton John gibi çıkmıştı.

Foucault’yu ve hem sevgilisi hem de yoldaşı olan piyanist Michael Stoneman’ı yanına alan Wade, yola koyuldu. Ölüm Vadisi denilen, 5 milyon önce kurumuş bir gölden geriye kalmış çölün bulunduğu bölgedeki Zabriskie Noktası’nda LSD kullandılar. Fakat bu iş için söz konusu bölgeyi ilk tercih eden onlar değildi. Ünlü İtalyan yönetmen Michelangelo Antonioni, 1968’de Zabriskie Noktası adını taşıyan, öğrenci eylemleri, Kara Panter hareketi, uyuşturucu kültürü ve cinsel özgürlükle ilgili bir film çekmişti. Film, bahsini ettiğimiz yerde gerçekleşen bir grup seksle sona eriyordu.

Dolayısıyla, Mayıs 1975’te burada LSD atmak, basit bir hippie klişesinden ibaretti ve asla avangart bir estetik etkinlik olarak görülemezdi. En azından Foucault ve arkadaşları, uyuşturucunun etkisiyle kendilerinden geçtikleri vakit arka planda çalacak müzik konusunda Antonioni’nin filmine kıyasla daha elit bir müzik seçmiş, o vecd hâlinde Pink Floyd ve Grateful Dead yerine Richard Strauss, Stockhausen ve Pierre Boulez’in kasetlerini dinlemişlerdi. Foucault, LSD’yi meslektaşı, antik çağ düşüncesi tarihçisi Pierre Hadot’nun “ruhani bir deneyim” olarak niteleyeceği, ölüm sancıları çeken, kısa bir süre sonra yetmişlerin sonunda kokainle beslenen, disko ve gece kulübü girişimciliğine bıraktığı bir dönemde kullanıyordu.

LSD, Foucault’yu epey etkiledi. Öyle ki takip eden dönemde araştırmalarının genel yönelimi, köklü bir biçimde değişti. Cinselliğin Tarihi’nin ikinci ve üçüncü ciltlerini ancak sekiz yıl sonra tamamlayabilen Foucault, bu projesinin merkezine Klasik Yunan ve Antik Roma etiği dâhilinde keşfettiği “nefs teknikleri”ni yerleştirdi. Cinselliği Hristiyanlık’tan miras kalmış olan baskılama ve ikrar paradoksu üzerinden incelemek yerine, onu insanların kendilerini görmelerini, yönetmelerini, hangisi öne çıkıyorsa, bedenin arzularını, isteklerini veya onu ayartan şeyleri ılımlı hâle gelmelerini, kontrol etmelerini veya onları serbest bırakmalarını sağlayan yollar üzerinden ele aldı.

Foucault’nun bu çalışmasında, kendi çağdaşlarının “cinsellik” dediği şey, tıpkı Freud’un yaptığı gibi, bilinçaltımızın içine kilitlenmiş derin bir hakikat olarak görülmüyordu. Artık cinsellik, kendimizi şehvete dair şeylerle, haneyle, aileyle, gündelik hayatla ve ahlakla ilişkimiz dâhilinde, insan olarak icat etme yollarından biriydi. Tarihsel açıdan göreceli oluşu ve Ortaçağ Hristiyanlığındaki günah çıkartma kültürüyle ilişkisi üzerinden ele alındığında cinsellik, antik çağ insanlarının bizim ondan kurtulmamıza yardımcı oldukları bir şeydi veya Foucault’nun sıklıkla tespit ettiği biçimiyle, cinsellik, en azından “başka bir şey olarak tefekkür edebileceğimiz” bir şeydi. Bu anlayışa göre biz, kendimizi cinsellikten kurtaramayız, ama özgürlüğü cinsellik üzerine kuran tüm günah çıkartma sisteminden kurtulabiliriz.

Altmışlı yıllar boyunca Foucault’nun belirli bir tür Fransız felsefesinde görülen takıntıya benzer biçimde, “özne” denilen, hem teknik hem de muğlâk olan o garip terimden kurtulmaya kafayı taktığını pekâlâ söyleyebiliriz. Foucault, Barthes, Derrida ve şürekâsının geliştirdiği söylem ve edebiyat teorisinde öznenin reddi, öznenin veya yazarın ölümünü ilân etme, yaygın görülen bir klişe hâline gelmişti. Yetmişlerde özne, sadece toplum bilimlerinin ve davranış bilimlerinin açıklamalarında gördüğümüz bir tür kurgu değil, ayrıca akıl hastanesinden, hastaneden, okuldan, her şeyin ötesinde, hapishaneden oluşan ve Erving Goffman gibi Amerikalıların “totaliter kurumlar” demeye bayıldığı sözde bilimlere ait uygulamaların yol açtığı bir sonuç olarak izah ediliyordu. Örneğin Foucault’nun hapishanelerle ilgili çalışmasında asıl yanlış olan, onun insan denilen özneyi deforme edip ona merhametsizce davranan fikre başvurması, üstelik bunu, hâkim olacak veya başkalarını kendisine tabi kılacak, özne gibi özneler imal edecek büyük hümanizm adına yaptıklarını iddia etmesiydi.

Kaliforniya’daki deneyimi ve “Kaliforniya’ya has nefs dini”ne maruz kalışı ardından Foucault’nun aklındaki özne özgürleşti ve Batı’da insanların meditasyon, yoga, terapi, “kendine yardım etme” gibi pratiklerle ifa ettikleri manevi ve fiziksel egzersizler aracılığıyla kendisini oluşturan, hareket hâlindeki, kendisini uç deneyimlerle köklü bir biçimde dönüşüme tabi tutma potansiyeline sahip bir fail hâline geldi.

Wade’e yazdığı mektupta da dile getirdiği biçimiyle, artık mesele, “haz ilkesini gerçeğin bir ilkesi hâline getirmekti” ve bu, “bugünlerde çözüme kavuşturulması gereken, ahlakî ve politik bir sorundu.” Dolayısıyla, şehvet dolu maceralara dalmak, halüsinasyon gördüren uyuşturucuları denemek ve yeni yaşam tarzları “icat” etmek suretiyle insan, modern refah devletine ait kurumların ürettikleri normalleşmiş benliğinin sınırları aşmasını sağlayabilirdi. Bu cümleyi o dönem Foucault’nun okuduğu Amerikalı neoliberallerin diliyle ifade edersek, “girişimci benlik”, kendisini yaratma eylemi dâhilinde, kendi kimliğini de riske atmayı istiyordu.

Mitchell Dean
Daniel Zamora
13 Mart 2021
Kaynak

0 Yorum: