1975
yılının bahar aylarında Michel Foucault, yirminci yüzyılın son büyük Fransız
aydınlarından biri olarak görülüyordu. Cinselliğin Tarihi isimli
kitabının ilk cildini yayınlamak üzereydi. Lâkin, Fransız toplumunun mevcut
kurallara riayet etmeyi öne alan ve uyumu gözeten yaklaşımından, ayrıca kendine
kapalı kültüründen bıkmış olan Foucault, sığınacak bir yer bulmak adına, önce
İsveç’e, sonra Polonya’ya, oradan da Mayıs 1968 olayları süresince kalacağı
Tunus’a gitti. San Fransisko’daki özgürlük ortamına hayran kalan Foucault, bir
ara buraya göç edip Kaliforniyalı olmayı bile düşündü. Görünüşe göre Foucault,
Kaliforniya’ya âşık olmuştu.
Jean
Paul Sartre’ın özgürlük felsefesine açıktan karşıt bir fikir olarak öne sürülen
“insanın öldüğü”ne dair fikrin sahibi olan, altmışlı yılların dili sert
antihümanist felsefecilerinin yaşadığı bu eyalette Foucault, ömrünün son on
yılı süresince başkalarıyla yeni ilişki biçimleri kurdu, şehirdeki
sado-mazoşist kulüplerinde yeni bir benlik edindi.
Muhtemelen
“LSD alan son adam” olma vasfına da bu kulüplerde kavuşmuştu. Foucault, LSD
kullandığı o anı “hayatımdaki en önemli olay, büyük bir deneyim” olarak tarif
ediyordu. Fransız felsefeci, kişiye halüsinasyon gördüren uyuşturucu maddelerle
geç tanışmış olduğu için “LSD alan son adam” şeklinde anılıyordu. Altmışlarda
bu türden LSD kullanımının kültürel açıdan zirveye ulaşmak olarak görüldüğü bir
dönemde Foucault, bu işlere bir miktar geç meyletmişti. Bu uyuşturucu, genelde
bilincin alanını genişletmek maksadıyla kullanılıyordu. Kendisinden önce LSD
kullanan isimler arasında Timothy Leary, Aldous Huxley, R. D. Laing, Allen
Ginsberg, Beatles üyeleri gibi isimler vardı.
Altmışlarda
Kaliforniya’da LSD kullanmak, gençlik arasında hâkim olan karşı-kültür akımının
önemli bir simgesi olarak görülüyordu. 1964-1966 yılları arasında Ken Kesey ve
“Mutlu Şakacılar” isimli çetesi, sürekli uyuşturucu kullanılan bir otobüsle
ülkeyi dolaşıyor, ara sıra bir yerlerde durup LSD kullanıyordu. Bu uyuşturucu
kullanımı, Beat Kuşağı’ndan Hippie hareketine uzanan yolun önemli bir
unsuruydu.
Bu
maddeler sonrasında da kullanıldı, farklı düzeylerde etkilere yol açtılar, ama
fakat hiçbirisi, kültürü, sanatı, modayı ve yaşam tarzını tarif etme noktasında
LSD’nin ulaştığı seviyeye ulaşamadı.
O
dönemde uyuşturucunun sahip olduğu, zihni bir biçimde değiştiren özelliklerin,
kişinin kendisini analiz etmesine, kendisine psikoterapi uygulamasına, bir tür
dinsel deneyime sahip olmasına katkıda bulunduğuna inanılıyordu. Hatta Timothy
Leary, Ruhani Keşif Birliği isminde bir kilise bile kurdu. Kilisede genelde
yapılan ekmek-şarap ayininin yerini LSD ayini almıştı.
Foucault
da bu deneyimin “gizemli” bir deneyim olduğunu kabul ediyor, yeni bir hayata
dair vizyonlar sunduğunu söylüyor, kendi benliğiyle ve kişiliğiyle ilgili
yepyeni bir bakış açısı edinmesini sağladığını düşünüyordu.
Genç
müritlerinden Simeon Wade, bir gün Foucault’ya bir mektup yazdı ve kendisini
birlikte uyuşturucu kullanmaya davet etti. Dediğine göre, uyuşturucu
kullandıktan sonra Cinselliğin Tarihi kitabının birinci cildini oturup
yeniden yazma ihtiyacı duydu. Yüzlerce sayfayı, hatta tüm ikinci cildi yırtıp
attı, ardından da kitap projesine son verdi. Süreç içerisinde Kaliforniya gibi
yerlerde yeni ortaya çıkan eşcinsel hareketinin manifestosu hâline gelen
birinci cilt haricinde kitabın diğer ciltleri ilk hâliyle yayımlanma imkânı
bulamadı.
Foucault,
araştırmasıyla ilgili olarak Berkeley’e gerçekleştirdiği ziyaretlerin birinde, Güney
Kaliforniya’daki Claremont Okulu’na gitti. Okula aslında Wade için gidiyordu,
çünkü Wade, orada Foucault Kibriti isminde bir fanzin çıkartıyordu.
Derginin kapağında, üzerinde Foucault’nun balıkçı yaka kazaklı, beyaz kalın
çerçeve gözlüklü bir resmi bulunuyordu. Resimde Foucault, hem Kojak hem de
biraz Elton John gibi çıkmıştı.
Foucault’yu
ve hem sevgilisi hem de yoldaşı olan piyanist Michael Stoneman’ı yanına alan Wade,
yola koyuldu. Ölüm Vadisi denilen, 5 milyon önce kurumuş bir gölden geriye
kalmış çölün bulunduğu bölgedeki Zabriskie Noktası’nda LSD kullandılar. Fakat bu iş
için söz konusu bölgeyi ilk tercih eden onlar değildi. Ünlü İtalyan yönetmen Michelangelo
Antonioni, 1968’de Zabriskie Noktası adını taşıyan, öğrenci eylemleri,
Kara Panter hareketi, uyuşturucu kültürü ve cinsel özgürlükle ilgili bir film
çekmişti. Film, bahsini ettiğimiz yerde gerçekleşen bir grup seksle sona
eriyordu.
Dolayısıyla,
Mayıs 1975’te burada LSD atmak, basit bir hippie klişesinden ibaretti ve asla avangart
bir estetik etkinlik olarak görülemezdi. En azından Foucault ve arkadaşları, uyuşturucunun
etkisiyle kendilerinden geçtikleri vakit arka planda çalacak müzik konusunda Antonioni’nin
filmine kıyasla daha elit bir müzik seçmiş, o vecd hâlinde Pink Floyd ve Grateful
Dead yerine Richard Strauss, Stockhausen ve Pierre Boulez’in kasetlerini
dinlemişlerdi. Foucault, LSD’yi meslektaşı, antik çağ düşüncesi tarihçisi
Pierre Hadot’nun “ruhani bir deneyim” olarak niteleyeceği, ölüm sancıları
çeken, kısa bir süre sonra yetmişlerin sonunda kokainle beslenen, disko ve gece
kulübü girişimciliğine bıraktığı bir dönemde kullanıyordu.
LSD,
Foucault’yu epey etkiledi. Öyle ki takip eden dönemde araştırmalarının genel yönelimi,
köklü bir biçimde değişti. Cinselliğin Tarihi’nin ikinci ve üçüncü
ciltlerini ancak sekiz yıl sonra tamamlayabilen Foucault, bu projesinin
merkezine Klasik Yunan ve Antik Roma etiği dâhilinde keşfettiği “nefs teknikleri”ni
yerleştirdi. Cinselliği Hristiyanlık’tan miras kalmış olan baskılama ve ikrar
paradoksu üzerinden incelemek yerine, onu insanların kendilerini görmelerini,
yönetmelerini, hangisi öne çıkıyorsa, bedenin arzularını, isteklerini veya onu
ayartan şeyleri ılımlı hâle gelmelerini, kontrol etmelerini veya onları serbest
bırakmalarını sağlayan yollar üzerinden ele aldı.
Foucault’nun
bu çalışmasında, kendi çağdaşlarının “cinsellik” dediği şey, tıpkı Freud’un
yaptığı gibi, bilinçaltımızın içine kilitlenmiş derin bir hakikat olarak
görülmüyordu. Artık cinsellik, kendimizi şehvete dair şeylerle, haneyle,
aileyle, gündelik hayatla ve ahlakla ilişkimiz dâhilinde, insan olarak icat
etme yollarından biriydi. Tarihsel açıdan göreceli oluşu ve Ortaçağ
Hristiyanlığındaki günah çıkartma kültürüyle ilişkisi üzerinden ele alındığında
cinsellik, antik çağ insanlarının bizim ondan kurtulmamıza yardımcı oldukları
bir şeydi veya Foucault’nun sıklıkla tespit ettiği biçimiyle, cinsellik, en
azından “başka bir şey olarak tefekkür edebileceğimiz” bir şeydi. Bu anlayışa
göre biz, kendimizi cinsellikten kurtaramayız, ama özgürlüğü cinsellik üzerine
kuran tüm günah çıkartma sisteminden kurtulabiliriz.
Altmışlı
yıllar boyunca Foucault’nun belirli bir tür Fransız felsefesinde görülen
takıntıya benzer biçimde, “özne” denilen, hem teknik hem de muğlâk olan o garip
terimden kurtulmaya kafayı taktığını pekâlâ söyleyebiliriz. Foucault, Barthes,
Derrida ve şürekâsının geliştirdiği söylem ve edebiyat teorisinde öznenin
reddi, öznenin veya yazarın ölümünü ilân etme, yaygın görülen bir klişe hâline gelmişti.
Yetmişlerde özne, sadece toplum bilimlerinin ve davranış bilimlerinin
açıklamalarında gördüğümüz bir tür kurgu değil, ayrıca akıl hastanesinden,
hastaneden, okuldan, her şeyin ötesinde, hapishaneden oluşan ve Erving Goffman
gibi Amerikalıların “totaliter kurumlar” demeye bayıldığı sözde bilimlere ait
uygulamaların yol açtığı bir sonuç olarak izah ediliyordu. Örneğin Foucault’nun
hapishanelerle ilgili çalışmasında asıl yanlış olan, onun insan denilen özneyi deforme
edip ona merhametsizce davranan fikre başvurması, üstelik bunu, hâkim olacak veya
başkalarını kendisine tabi kılacak, özne gibi özneler imal edecek büyük hümanizm
adına yaptıklarını iddia etmesiydi.
Kaliforniya’daki
deneyimi ve “Kaliforniya’ya has nefs dini”ne maruz kalışı ardından Foucault’nun
aklındaki özne özgürleşti ve Batı’da insanların meditasyon, yoga, terapi, “kendine
yardım etme” gibi pratiklerle ifa ettikleri manevi ve fiziksel egzersizler
aracılığıyla kendisini oluşturan, hareket hâlindeki, kendisini uç deneyimlerle köklü
bir biçimde dönüşüme tabi tutma potansiyeline sahip bir fail hâline geldi.
Wade’e
yazdığı mektupta da dile getirdiği biçimiyle, artık mesele, “haz ilkesini gerçeğin
bir ilkesi hâline getirmekti” ve bu, “bugünlerde çözüme kavuşturulması gereken, ahlakî
ve politik bir sorundu.” Dolayısıyla, şehvet dolu maceralara dalmak, halüsinasyon
gördüren uyuşturucuları denemek ve yeni yaşam tarzları “icat” etmek suretiyle
insan, modern refah devletine ait kurumların ürettikleri normalleşmiş benliğinin
sınırları aşmasını sağlayabilirdi. Bu cümleyi o dönem Foucault’nun okuduğu Amerikalı
neoliberallerin diliyle ifade edersek, “girişimci benlik”, kendisini yaratma eylemi
dâhilinde, kendi kimliğini de riske atmayı istiyordu.
Mitchell Dean
Daniel Zamora
13
Mart 2021
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder