Ekofaşizm: Alman Deneyiminden Dersler
Giriş
Günümüzde merhameti ve insaniyeti
olan her kişi, ekolojik krizi büyük bir endişe kaynağı olarak görüyor. Birçok doğa
eylemcisi, zehirli atıkları ortadan kaldırmak, tropik yağmur ormanlarını ve
yaşlı kızılağaçları korumak ve biyosferin yıkımına son vermek için mücadele
etmekle kalmıyor, aynı zamanda hayatın her kesiminden birçok sıradan insan, çocukların
büyüyüp yaşayacakları gezegenin doğası hakkında yoğun endişe duyuyor. ABD’de
olduğu gibi Avrupa’da da çoğu doğa eylemcisi, toplumsal düzlemde ilerici kabul
ediliyor. Yani bu insanlar, ezilen halkların sosyal adalet taleplerini de
destekliyorlar ve yoksulluk, hastalık, savaş ve kıtlık içinde yaşayan
insanların ihtiyaçlarının ciddiyetle ele alınması gerektiğine inanıyorlar.
Bu türden pek çok insan için,
ekolojik politika tarihinin her zaman doğası gereği ve zorunlu olarak ilerici
ve iyi kalpli olmadığını öğrenmek, şaşırtıcı gelebilir. Aslında, ekolojik
fikirlerin çarpıtıldığı ve son derece gerici amaçların, hatta faşizmin kendisinin
hizmetine sunulduğu bir geçmiş var elimizde.
Peter Staudenmaier'in bu
broşürdeki ilk denemede gösterdiği gibi, kökleri on dokuzuncu yüzyıl doğa
mistisizmine uzanan Alman “ekolojizmindeki” önemli eğilimler, yirminci yüzyılda
Nazizmin yükselişini beslediler. Staudenmaier’in de ortaya koyduğu biçimiyle, Üçüncü
Reich döneminde, Nazi “ekolojistleri”, organik tarım, vejetaryenlik, doğaya
tapınma ve ilgili temaları yalnızca ideolojilerinde değil, hükümet
politikalarında da kilit unsurlar hâline getirdiler. Dahası, Nazilerdeki
“ekolojik” ideoloji, Avrupa Yahudilerinin yok edilmesini haklı çıkarmak için
kullanıldı. Nazi ideologlarının dile getirdikleri kimi temalar, günümüzde
ekolojiyle ilgili insanların aşina oldukları temalara rahatsız edici derecede benziyorlar.
Sosyal ekolojistler olarak,
çevrecilerin ve ekolojistlerin biyosferi yıkımdan kurtarmak için yaptıkları çok
önemli çabaları küçümsemek niyetinde değiliz. Tam tersine: Ciddi ekoloji
hareketlerinin bütünlüğünü, ekolojik sorunlarla ilgili yaygın popüler endişeyi
gerici gündemler için kullanmaya çalışan çirkin gerici eğilimlerden korumak,
bizim en derin meselemizdir. Ancak, büyüyen mistisizm ve antihümanizm ile
zamanımızın “ekolojik sahnesi”nin, ekoloji hareketinin gideceği yön konusunda
ciddi sorunlar yarattığını görüyoruz.
Yirminci yüzyılın sonlarında çoğu
Batılı ülkede, ırkçılık ve göçmen karşıtı duyguları temel alan ifadeler, kendilerine
dil bulmakla kalmıyorlar, aynı zamanda giderek daha fazla tolere ediliyorlar.
Aynı derecede rahatsız edici bir gelişme, faşist ideologların ve siyasi grupların
yaşadıkları canlanma. İdeolojilerini güncelleyen ve ekolojinin yeni dilini
konuşan bu hareketler, toplumsal tepkiye hizmet etmek için bir kez daha
ekolojik temalara başvuruyorlar. Bu gerici ve düpedüz faşist ekolojistler,
bazen ilerici görüşlü ekolojistlerin inançlarına yakın bir şekilde, “Dünya”nın
insanlar üzerindeki üstünlüğüne vurgu yapıyorlar; akıl pahasına “duyguları” ve
sezgiyi uyandırmaya çalışıyorlar; ayrıca kaba bir sosyo-biyolojik ve hatta
Malthusçu biyolojizmi savunuyorlar. İngiltere ve ABD’deki çoğu insan için iyi kalpliymiş
gibi görünen “Yeni Çağ” ekoloji ideolojisinin ilkeleri, özellikle de mistik ve
akıl karşıtı türleri, bugün Almanya’da ekofaşizmle iç içe geçiyor.
Janet Biehl'in makalesi,
ekolojinin ırkçı, milliyetçi ve faşist amaçlar doğrultusunda ekolojinin nasıl
gasp edildiğini inceliyor.
Birlikte ele alındığında, bu
makaleler, hem Almanya'daki hem de başka yerlerdeki ekoloji hareketlerine ders
çıkarmak amacıyla Alman faşizminin geçmişteki ve günümüzdeki yönlerini
inceliyor. Tekilliklerine rağmen, Alman deneyimi, bir zamanlar aşağılık ve
modası geçmiş olarak kabul edilen hareketlere ve ideolojilere her zamankinden
daha fazla müsamaha göstermeye istekli görünen bir dünyada ekolojinin kötüye
kullanılmasına karşı açık bir uyarı sunuyor. Politik ekoloji düşünürleri, bu
fikirlerin İngilizce konuşulan dünyadaki ve Almanya’daki politik etkilerini
henüz tam olarak incelemiş değiller.
Ekolojik politikanın gericileşmesine
veya faşizm rengine boyanmasına mani olacak şey, topluma vurgu yapmaya devam
eden, ekolojik krizi toplumsal bir bağlama yerleştiren bir ekoloji hareketinin
oluşmasıdır. Sosyal ekolojistler olarak, mevcut ekolojik krizin sebebinin,
insanların biyolojik yapısı, belirli bir din, akıl, bilim veya teknoloji değil,
akıl dışı toplum olduğunu düşünüyoruz. Biz, hem ilerici bir ekolojik hareket
hem de ekolojik bir toplum yaratmada aklın, bilimin ve teknolojinin önemini
savunuyoruz. Şu anda biyosferi tahrip eden, belirli bir toplumsal ilişkiler
dizisidir, her şeyden önce, rekabetçi piyasa ekonomisidir. Mistisizm ve
biyolojizm, en azından, kamuoyunun dikkatini bu tür toplumsal nedenlerden
uzaklaştırır.
Biz bu denemeleri sunarken,
ekolojik politikanın çok önemli ilerici ve özgürleştirici etkilerini korumaya
çalışıyoruz. Ekoloji hareketi, bugün mebzul miktarda bulunan mistik ve
anti-hümanist eğilimler içinde kaybolmasın istiyorsak, ekolojinin vaadinin, bugün
insanların geçmişin hatalarını tekrar etmekten kaçınmalarını her zamankinden
daha fazla gerekli kıldığını görmek gerekiyor.
* * *
Faşist Ekoloji:
Nazi Partisi’nin “Yeşil Kanadı” ve Tarihsel Ataları
“İnsanlığı doğadan,
yaşamın bütününden ayırmanın, insanlığın kendi yıkımına ve ulusların ölümüne
yol açtığının farkındayız. İnsanlarımız, sadece insanlığın tüm doğayla yeniden
bütünleşmesiyle daha güçlü hâle getirilebilirler. Çağımızın biyolojik
görevlerinin temel noktası budur. Artık düşüncenin odak noktası, yalnızca insan
değil, bir bütün olarak yaşamdır. […] Nasyonal sosyalist düşüncenin en derin anlamı
ve gerçek özü, yaşamın bütünlüğüyle, doğanın kendisiyle, içine doğduğumuz
doğayla bağ kurma çabasıdır.”[1]
Statükoyu
mahkûm etme heveslisi olan radikaller, genellikle “faşist” ve “ekofaşist” gibi
sıfatları dikkatsizce kullanıyorlar, böylelikle etkili olabilecek toplumsal
eleştiriyi zerre ilerletmeyen bir tür kavramsal enflasyona katkıda
bulunuyorlar. Böylesi bir durumda, siyasi kültürümüzde hâlâ marjinal de olsa
dikkatimizi gerektiren faşizm türlerinin olduğu gerçeğini gözden kaçırmak kolaylaşıyor.
Bu
türlerin en az tanınan veya anlaşılanlarından biri de “gerçekte var olan
ekofaşizm” olarak adlandırılabilecek olgudur, yani sahici faşist hareketlerin
çevreci kaygılarla meşgul edilmesidir. Bu yakınlığın kendine özgü yoğunluğunu
ve dayanıklılığını kavramak için, Alman Nasyonal Sosyalizmi’nin sözde “yeşil
kanadı” olarak adlandırılan, en kötü şöhretli tarihsel tecessümünü daha
yakından incelemekte fayda var.
Elde
konuyla ilgili kapsamlı bir belge birikimi bulunmasına karşın, hem profesyonel
tarihçiler hem de çevre aktivistleri, ekofaşizmi yeterince ele almıyorlar, bu
sebeple ekofaşizm, anlaşılması zor bir konu olmaya devam ediyor. Almanya’nın
yanı sıra İngilizce konuşulan ülkelerde de, Nazi hareketinin ilham kaynağı,
hedefleri ve sonuçları bir yana, bir “yeşil kanat”ın varlığı, henüz yeterince
araştırılmamış ve analiz edilmemiştir. Eldeki bir avuç yorum da ya konularıyla aralarındaki
“o endişe verici fikri yakınlığa teslim oluyor” [2] ya da “doğayı koruma ile
Nasyonal Sosyalizm arasındaki ideolojik örtüşme”nin tüm boyutlarını çocukça bir
tavırla reddediyor.[3]
Bu
makale, Nazizmin ekolojik bileşenlerinin hem Nazi ideolojisindeki merkezî
rollerini hem de Üçüncü Reich sırasında pratik uygulamalarını vurgulayarak,
Nazizmin ekolojik bileşenlerine kısa ama mecburen şematik olan genel bir bakış
sunuyor. Klasik ekofaşizmin on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl öncüllerine dair
bir ön inceleme, tüm gerici ekoloji biçimleri için ortak olan kavramsal
temelleri aydınlatmaya hizmet etmelidir.
Önce
makaleye dair iki açıklamayı sunarak başlayalım:
1.
Yazı boyunca “çevresel” ve “ekolojik” terimleri, çağdaş çevre hareketiyle
yaygın olarak ilişkilendirilen fikirleri, tutumları ve uygulamaları belirtmek amacıyla,
genelde aynı anlamda kullanılıyor. Bu, bir anakronizm değil, sadece günümüzün
endişeleriyle bağlantıları vurgulayan yorumlayıcı bir yaklaşımı ortaya koyuyor.
2.
İlgili yaklaşım, 1933 öncesi tarihsel verilerin “kaçınılmaz bir şekilde Nazi
felâketine yol açtığı” şeklinde okunabileceği ya da okunması gerektiği
şeklindeki, tarihyazımı açısından itibarını yitirmiş görüşü onaylamak anlamına
gelmiyor. Daha ziyade, burada asıl derdimiz, geçmişi mevcut durumumuzun
ışığında anlamaya, tarihi mevcut sosyal ve ekolojik krizle alakalı hâle
getirmeye yönelik bir girişimde, ideolojik süreklilikleri ayırt etmek ve siyasi
soykütüklerin izini sürmektir.
Kan
ve Toprak Mistisizminin Kökleri
Almanya,
sadece ekoloji biliminin doğduğu ve Yeşil siyasetin öne çıktığı yer değil; o, aynı
zamanda Romantik geleneğin Aydınlanma karşıtı irrasyonalizminin etkisi altında
şekillenen doğacılığın ve milliyetçiliğin kendine özgü sentezine de ev
sahipliği yapmıştır. On dokuzuncu yüzyılın iki siması, bu uğursuz birlikteliğin
örneği gibidir: Ernst Moritz Arndt ve Wilhelm Heinrich Riehl.
Almanya’da
en çok da bağnaz milliyetçiliğiyle tanınan Arndt, kendisini aynı zamanda
köylülüğün davasına adamıştı ve bu da kendisini toprağın refahı için bir
endişeye sevk etti. Alman çevreciliği tarihçileri, ondan modern anlamda “ekolojik”
düşüncenin en eski örneği olarak bahsederler.[4] Orta Avrupa’da sanayileşmenin
şafağında yazdığı Ormanların Bakımı ve Korunması Üzerine isimli, 1815
tarihli dikkat çekici makalesi, orman kesimlerini ve ormansızlaşmanın ekonomik
nedenlerini eleştirir, ormanlık alanların ve toprağın dar görüşlü sömürüsüne
karşı çıkar. Makale, kimi yerlerinde, bugün gördüğümüz, biyolojiyi merkeze alan
ifadelere benzer ifadelere yer vermektedir:
“İnsan, doğayı zorunlu bir
bağlantı ve karşılıklı ilişki içinde gördüğünde, o vakit her şey, çalı,
solucan, bitki, insan, taş, her şey eşit derecede önemli görünecek, hiçbir şey ilk
ve son olarak görülmeyecek, her şey tek bir birlik olarak görülecektir.”[5]
Bununla
birlikte, Arndt’taki çevrecilik, kendisindeki aşırı yabancı düşmanlığı ile
yoğrulmuş milliyetçilikle bağlantılı bir olguydu. Ekolojik duyarlılığa yönelik
belagat ustalığı üzerine kurulu ve ileri görüşlü çağrıları, her zaman Alman
toprağının ve Alman halkının refahı ve melezleşmeye karşı tekrar tekrar yürüttüğü
polemikler, Cermen ırkının saf olmasına dönük talepleri ve Fransızlara,
Slavlara ve Yahudilere yönelik kullandığı ağır laflar ve yakıştırmalar, onun
düşüncesinin her yönüne sirayet etmiş hususlardı. On dokuzuncu yüzyılın en
başında, toprak sevgisi ile militan ırkçı milliyetçilik arasında sağlam bir bağ
kurulmuştu.
Arndt’ın
öğrencisi olan Riehl, bu uğursuz geleneği daha da geliştirdi. Bazı açılardan
onun geliştirdiği “yeşil” politika, Arndt’ın politikasından daha derin köklere
sahipti; Yakın zamandaki çevre aktivizmdeki belirli eğilimleri önceden haber
veren 1853 tarihli “Tarla ve Orman” isimli makalesi, “vahşi doğanın hakları”
için savaşma çağrısıyla sona eriyordu. Ama burada bile yazının havasını milliyetçi
duygusallık tayin ediyordu:
“Ormanı kurtarmalıyız,
sadece kışın sobalarımız soğumasın diye değil, aynı zamanda insanların nabzı
sıcak olsun, neşeyle atmaya devam etsin ki Almanya da Almanların olmaya devam
etsin diye kurtarmalıyız.”[6]
Riehl,
sanayileşme ve kentleşme sürecine karşı olan bir isimdi; kırsal köylü
değerlerini açıkça antisemit bir şekilde yüceltmesi ve ayrımsız her tür moderniteyi
kınaması, onu “tarım romantizminin ve şehircilik karşıtlığının kurucusu” bir
isim hâline getirdi.[7]
Bu
son iki saplantı, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında, etnosentrik popülizmi
doğa mistisizmiyle birleştiren güçlü bir kültürel ve toplumsal eğilim olan halkçı
[“völkisch”] hareket bağlamında olgunlaştı. Halk bedeninde bir ve bütün
olmaya vurgu yapan ve başka ırkları aşağılık gören bu hareketin edindiği
cazibenin ana nedeni, moderniteye karşı geliştirdiği patolojik tepkiydi. Hareketin
fikrî altyapısını teşkil eden isimler, endüstriyel kapitalizmin zaferinin ve
ulusal birliğin getirdiği gerçek altüst oluşlar karşısında toprağa, doğanın
saflığına uygun bir yaşamın sadeliğine ve bütünlüğüne dönüşü vaaz ettiler. Bu
sapkın ütopyacılığın mistik coşkunluğu, politik bayağılığıyla örtüşüyordu.
“Halkçı
hareket, tarihin onayladığı, doğada kök salmış ve kozmik yaşam ruhuyla birlik
içinde olan toplumu yeniden inşa etmeyi arzularken”[8] bir yandan da yabancılaşmanın,
köksüzlüğün ve çevresel yıkımın kaynaklarını toplumsal yapılarda
konumlandırmayı açıkça reddetti ve suçu rasyonalizme, kozmopolitliğe ve kentsel
uygarlığa attı. Bu üç unsur da köylü nefretinin ve orta sınıftaki öfkenin
asırlık nesnesi olan Yahudilerde birleşmişti.
“Almanlar, Yahudi
komplosunun kendilerine dayattığı kentsel endüstriyel uygarlığın düşmanca
ortamını yok ederek, onları ilkel mutluluğa geri döndürecek gizemli bir
bütünlük arayışı içerisine girdiler.”[9]
Geleneksel
Alman antisemitizmini doğa dostu terimlerle yeniden formüle eden halkçı hareket,
on dokuzuncu yüzyıla ait kültürel önyargıların, romantik saflık takıntılarının
ve Aydınlanma karşıtı duyguların uçucu bir karışımını yirminci yüzyıl siyasi
söylemine taşıdı. Modern ekolojinin ortaya çıkışı ile birlikte, saldırgan
milliyetçiliği, mistisizm yüklü ırkçılığı ve çevreci eğilimleri birbirine
bağlayan zincirdeki eksik halka da tamamlanmış oldu.
1867’de
Alman zoolog Ernst Haeckel, “ekoloji” terimini türetti ve onu organizma ve
çevre arasındaki etkileşimleri incelemeye adanmış bilimsel bir disiplin olarak
kurmaya başladı. Haeckel, aynı zamanda Darwin’i ve Almanca konuşan dünyada evrim
teorisini popüler kılın en önemli isimdi. Ayrıca Haeckel, “monizm” adını
verdiği tuhaf bir tür sosyal Darwinci felsefe geliştirdi. Kurduğu Alman Monist
Birliği, bilimsel temelli ekolojik holizmi halkçı hareketin toplumla alakalı
görüşleriyle cem etti.
Haeckel,
nordik ırkın üstünlüğüne inanıyordu, ırkların karıştırılmasına şiddetle karşı
çıktı ve ırksal öjeniyi coşkuyla destekledi. Ondaki hararetli milliyetçilik,
Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla iyice bağnazlaştı ve savaş sonrası Bavyera’da
kurulan Konsey Cumhuriyeti’ne karşı başvurduğu antisemitik dil içerisinde iyice
koyulaştı.
Bu
şekilde “Haeckel, Nasyonal Sosyalizmin tohum yatağı olarak hizmet eden Alman
düşüncesinin özel çeşitliliğine katkıda bulundu. Almanya’nın ırkçılık,
milliyetçilik ve emperyalizm için önde gelen ideologlarından biri hâline geldi.”[10]
Hayatının sonlarına doğru, “Nazi hareketinin kuruluşunda kilit rol oynayan
gizli, radikal sağcı bir örgüt” olan Thule Cemiyeti’ne katıldı.[11]
Haeckel,
cemiyete toplantılara katılmanın ötesinde bir katkı sunuyordu. Bilimsel ekolojiye
öncülük eden öğrencileri Willibald Hentschel, Wilhelm Bölsche ve Bruno Wille
ile birlikte, doğal dünyaya yönelik kaygıyı sıkı bir şekilde dokunmuş gerici
sosyal temalar ağına dâhil ederek, sonraki süreçte çalışma ortaya koyacak çevrecilerin
düşüncesini derinden etkiledi. Bu anlamda ekoloji, başlangıcından itibaren, son
derece gerici bir siyasetin ürünüydü.
Ekoloji
ve otoriter sosyal görüşlerin bu erken evliliğinin özel hatları oldukça öğreticidir.
Bu ideolojik kompleksin merkezinde, biyolojik kategorilerin sosyal alana
doğrudan, dolayımsız uygulanması durur. Haeckel, “uygarlık ve ulusların yaşamı,
doğa ve organik yaşam boyunca geçerli olan aynı yasalar tarafından yönetilir” diyordu.[12]
Bu “doğal yasalar” ya da “doğal düzen” kavramı, uzun süredir gerici çevre
düşüncesinin temel dayanağı olmuştur. Bu iki kavram da antihümanizmin eseridir:
“Dolayısıyla, Monistlere
göre, Avrupa burjuva uygarlığının belki de en zararlı özelliği, genel olarak
insanın fikrine, insanın ve yeteneklerine, ayrıca, insandaki ona has akli
melekeler sayesinde insanın dünyayı yeniden yaratma ve evrensel olarak daha
uyumlu ve etik açıdan adil bir toplumsal düzen inşa etme becerisi
gösterebileceğine dair inanca gereğinden fazla önem atfediyor oluşudur. Kozmosun
ve doğanın bir parçası olarak ele alındığında insanoğlu, kozmosun enginliğiyle ve
doğanın ezici güçleriyle kıyaslandığında, onun önemsiz bir mahluk olduğu
görülecektir.”[13]
Diğer
Monistler, bu antihümanist vurguyu genişlettiler ve onu ayrım gözetmeyen
sanayicilik karşıtlığı ve şehircilik karşıtlığının yanı sıra, yeni ortaya çıkan
sözde bilimsel ırkçılığın geleneksel halkçı [“völkisch”] motifleriyle meczettiler.
Burada en önemli mesele, biyoloji ve sosyolojiye ait kategorilerin
birleştirilmesiydi.
Monist
Birlik’in kurucu üyesi olan biyolog Raoul France, doğal düzenin toplumsal
düzeni belirlediği “yaşam yasaları” olarak adlandırılan Lebensgesetze’yi
ayrıntılandırdı. Örneğin, ırkların karıştırılmasını öngören ve “doğal olmayan”
müdahalelere karşı çıktı. France, bugün hâlâ çağdaş ekofaşistler tarafından
“ekoloji hareketinin öncüsü” olarak yüceltilen bir isimdir.[14]
Haeckel’in
bir başka öğrencisi ve France’ın meslektaşı Ludwig Woltmann, kültürel
tutumlardan ekonomik düzenlemelere kadar tüm toplumsal olguları ısrarla
biyoloji açısından yorumlamayı sürdürdü:
“Woltmann, modern
sanayiciliğe karşı olumsuz bir tavır aldı. Tarım toplumundan sanayi toplumuna
geçişin, ırkın zayıflama sürecini hızlandırdığını iddia etti. Cermenizmin
uyumlu biçimlerini doğuran doğanın karşısında, ırkın erdemlerini yok eden
şeytanî ve inorganik büyük şehirler duruyordu.”[15]
Yirminci
yüzyılın ilk yıllarında, iyice sağcı bir içerik kazanmış olan ekoloji ile
ilgili argümanlar, Almanya’nın siyasi kültürü içerisinde belirli bir saygınlığa
kavuştu. Birinci Dünya Savaşı’nı içine alan çalkantılı dönem boyunca,
etnosentrik bağnazlığın, modernitenin gerici reddinin ve gerçek çevresel
kaygının meydana getirdiği karışım, gerçekten çok güçlü bir iksir olduğunu
kanıtladı.
Gençlik
Hareketi ve Weimar Dönemi
Bu
ideolojik kümelenmeyi öne çıkarmanın başlıca aracı, bu yüzyılın ilk çalkantılı
otuz yılı boyunca Alman popüler kültürünün şekillenmesinde belirleyici, ama son
derece ikircikli bir rol oynayan amorf bir olgu olan gençlik hareketiydi. Wandervögel
(kabaca “özgürce dolaşan ruhlar” olarak tercüme edilir) olarak da bilinen
gençlik hareketi, neoromantizmi, Doğu felsefelerini, doğa mistisizmini, akla
düşmanlığı ve güçlü bir toplumsal dürtüyü harmanlayan karşı-kültürel unsurlardan,
aynı zamanda otantik, yabancılaşmamış toplumsal ilişkilere dönük kafası karışık,
ama bir o kadar da ateşli arayışı harmanlayan bir yapıydı. Bu hareketin toprağa
dönüşle ilgili vurgusu, doğal dünyaya ve uğradığı zarara karşı tutkulu bir
duyarlılığı teşvik etti. Hareketin bazı kesimleri, çeşitli özgürleştirici
siyaset biçimlerine yönelse de (çoğunlukla çevreci yanlarından bu süreçte
atsalar da), Wandervögel’in çoğu en nihayetinde Nazilerin safına
geçtiklerinden, yerinde bir ifadeyle, “sağcı hippiler” olarak
nitelendirildiler. Doğaya tapınmadan Führer’e tapınmaya geçiş, incelenmeyi hak
eden bir olgu.
Gençlik
hareketinin muhtelif kolları, ortak bir benlik algısını paylaşıyorlardı: bunlar,
doğrudan duygusal deneyimin toplumsal eleştiri ve eylem üzerindeki önceliğini
vurgulayarak, derin bir kültürel krize sözde “siyasi olmayan” bir tepkiydi. Kendi
dönemlerinin çelişkilerini kırılana dek zorladılar, ancak örgütlü, odaklanmış
toplumsal ayaklanmaya doğru son adımı atamadılar ya da atmak istemediler,
“toplumda yapmak istedikleri değişikliklerin siyasi yollarla değil, ancak
bireyin geliştirilmesi suretiyle gerçekleştirilebileceğine ikna oldular.”[16]
Bunun ölümcül bir hata olduğu sonrasında görüldü. “Genel bir ifadeyle, isyana
uzanan yol, bu gençlik açısından çatallandı: Bu gençler, kendilerini vakti
geldiğinde toplumsal devrim safına taşıyacak olan radikal toplum eleştirisini
sürdürebilirlerdi. Fakat Wandervögel, topluma karşı başka bir protesto
biçimini olan romantizmi seçti.”[17]
Bu
duruş, çok farklı türde bir politik seferberliğe, faşizmin “siyaset dışı”
bağnazlığına kendisini çok kolay teslim etti. Gençlik hareketi, seçtiği
protesto biçiminde sadece başarısız olmadı, binlerce üyesi Nazilere geçtiğinde,
pratikte kendisini yeniden konumlandırdı. Kültürlerarası enerjileri ve doğayla
uyum hayalleri, en acı meyveyi verdi. Belki de sosyal ve ekolojik sorunların
varlığını kabul eden ve bunlara karşı çıkan, ancak bunların sistemik köklerini görmeyen
veya onları yaratan siyasi ve ekonomik yapılara pratikte karşı koymayan her
türden hareketin kaçınılmaz olarak gireceği yol buydu. Kişisel değişim lehine
toplumsal dönüşümden kaçınan, görünüşte apolitik bir hoşnutsuzluk, kriz
zamanlarında barbarca sonuçlar doğurabiliyordu.
İdealist
gençliğin tür bakış açılarının cazibesine kapılacağı açıktı: Krizin büyüklüğü,
görünen nedenlerinin tamamen reddedilmesini emrediyor gibiydi. Bu özel reddiye
biçimi, tehlikeliydi. Dönemin teorik akıllarının ortaya koyduğu çalışmalar, bu
konuda çok öğreticiydi.
Felsefeci
Ludwig Klages, gençlik hareketini derinden etkilemiş ve özellikle onların
ekolojik bilincini şekillendirmiş bir isimdi. 1913’te Wandervögel’in düzenlediği
o efsanevi Meissner toplantısı için “İnsan ve Dünya” başlıklı son derece önemli
bir makale kaleme aldı.[18] Makale, hayli dokunaklı bir metindi ve Klages’in tüm
çalışmaları içerisinde en çok bilineniydi, ayrıca “Almanya’daki radikal ekolojist
barışçı hareketin en iyi manifestolarından biri”[19], aynı zamanda gerici
ekolojinin baştan çıkarıcı terminolojisinin klasik bir örneğiydi.
“İnsan
ve Dünya”, çağdaş ekoloji hareketinin hemen hemen tüm temalarını önceden dile
getiriyordu. Türlerin hızla yok olmasını, küresel ekosistem dengesinin
bozulmasını, ormansızlaşmayı, yerli halkların ve vahşi yaşam alanlarının yok
edilmesini, kentsel yayılmayı ve insanların doğaya artan yabancılaşmasını eleştiriyordu.
Vurgulu terimlerle, Hıristiyanlığı, kapitalizmi, ekonomik faydacılığı, aşırı
tüketimi ve “ilerleme” ideolojisini küçümseyen metin, yaygın turizmin çevresel
yıkıcılığını ve balinaların katledilmesini eleştiriyor, gezegenin ekolojik bir
bütün olarak görülmesi gerektiğini söylüyordu. Üstelik ta 1913’te!
Klages’in
hayatı boyunca politik olarak muhafazakâr ve zehirli bir antisemit olduğunu
öğrenmek kimilerine şaşırtıcı gelebilir. Bir tarihçi, onu “halk bağnazı” olarak
nitelendirirken, bir diğeri, onu basitçe “birçok önemli açıdan faşist
felsefenin yolunu açan, Üçüncü Reich için çalışan fikir öncüsü” olarak görüyor.[20]
“İnsan
ve Dünya”da, doğal çevrenin tahribatına yönelik gerçek bir öfke, kültürel
umutsuzluğun politik bir alt metni ile birleştiriliyor.[21] Klages’in modern
toplumun hastalıklarına ilişkin teşhisinde, kapitalizm hakkındaki tüm
açıklamalarına rağmen, her zaman tek bir suçluya işaret ediliyor: “Geist”. Akıl
veya zekâ anlamına gelen bu terimi Klages, sadece aşırı akılcılığı veya araçsal
aklı değil, rasyonel düşüncenin kendisini de eleştirmek için kullanıyordu. Klages,
bu anlamda topyekûn aklı suçluyordu. Bu suçlama da doğalında yıkıcı politik
sonuçlar doğurmaktan başka bir işe yaramadı. Toplumun doğayla ilişkisini
rasyonel olarak yeniden inşa etme şansını engelliyor, en acımasız otoriterliği
haklı çıkarıyordu. Ancak Klages’in hayatından ve çalışmalarından alınan dersleri
ekolojistler çok zor edindiler. 1980’de “İnsan ve Dünya”, Alman Yeşillerinin
doğuşuna eşlik edecek saygın ve ufuk açıcı bir inceleme olarak yeniden
yayımlandı.
Faşizm
ve çevrecilik arasında köprü kurmaya yardımcı olan diğer bir Aydınlanma
filozofu ve sert eleştirmeni Martin Heidegger’di. Klages’ten çok daha ünlü bir
düşünür olan Heidegger, “otantik Varlık”ı vaaz etti ve modern teknolojiyi sert
bir şekilde eleştirdi ve bu nedenle çoğu zaman ekolojik düşüncenin öncüsü
olarak övüldü. Bugünün derin ekolojistleri, teknoloji eleştirisi ve hümanizmi
reddetme temelinde, Heidegger’i ekoloji kahramanları panteonuna yerleştirdiler.
“Heidegger’in antroposentrik
hümanizm eleştirisi, insanlığa ‘şeylerin olmasına izin verme’yi öğrenme
çağrısı, insanlığın yeryüzü, gökyüzü ve tanrılarla bir ‘oyun’ ya da ‘dans’
içinde olduğu fikri, yeryüzünde hakiki bir varolma imkânına dair tefekkürü, endüstriyel
teknolojinin dünyayı harabeye çevirdiğine dair şikâyeti, yerelin ve ‘vatan’ın
önemine dönük vurgusu, insanlığın her şeye hükmetmek yerine onları koruma ve
muhafaza etmesi gerektiği iddiası türünden Heidegger’in düşüncesini teşkil eden
tüm veçheler, onun derin ve büyük bir ekoloji teorisyeni olduğu iddiasını
destekliyor.”[22]
Bu
tür değerlendirmeler, esasında alabildiğine çocukçadır. Alıntılanan pasajın
sahibi, özü itibarıyla, Heidegger’de övdüğü tüm unsurların zamanla faşistlerce
sahiplendiği gerçeğini dikkate almıyor. (Kendi başına büyük bir derin ekolojik
teorisyen olan yukarıdaki satırların yazarı da sonrasında konumunu değiştirdi
ve meslektaşlarını da aynısını yapmaya teşvik etti.)[23] Varlık filozofunun
kendisine gelince, o, 1915’ten sonra İsviçre’de yaşayan Klages’in aksine, Nazi
partisinin aktif bir üyesi oldu ve bir süre için Führer’i coşkuyla, hatta
sevgiyle destekledi. Vatana yönelik mistik övgülere, derin bir antisemitizm eşlik
etti. Teknolojiye ve moderniteye karşı metafizik olarak ifade edilen görüşlerle
popülist demagoji birleşti.
Heidegger,
Üçüncü Reich’ın çöküşünden sonra otuz yıl yaşayıp ders vermesine rağmen,
Nasyonal Sosyalizm ile olan ilişkisinden bir kez bile alenen pişmanlık duymadı,
bu konumundan asla vazgeçmedi, hatta onun suçlarını kınama gereği bile duymadı.
Felsefi değeri ne olursa olsun, eseri bugün, antihümanizmin ekoloji kılıfına
bürünmüş politik kullanım yolları konusunda önemli bir alamet olarak duruyor
karşımızda.
Gençlik
hareketi ve önfaşist felsefelere ek olarak, elbette Weimar döneminde doğal
yaşam alanlarını korumaya yönelik pratik çabalar da mevcuttu. Bu projelerin
çoğu, “Kan ve Toprak”ın zaferiyle sonuçlanan ideolojiye derinden dâhildi. Bir
ormanlık alan koruma ekibi için 1923’te yapılan bir işe alım konuşması, zamanın
çevresel söylemine dair bir fikir veriyor:
“Her Alman, göğsünde Alman
ormanları, tüm o mağaraları ve vadileriyle, yalçın kayalıkları ve uçurumlarıyla,
suları ve rüzgârlarıyla, efsaneleri ve masallarıyla, şarkıları ve ezgileriyle
titriyor, o göğüs kafesinde güçlü bir yuva hasreti ve özlemini saklıyor; tüm Almanların
ruhunda Almanya’nın ormanları, tüm o derinliği ve genişliği, durgunluğu ve
gücü, kudreti ve saygınlığı, zenginliği ve güzelliği ile yaşıyor, o ruh orada
oluşuyor. Almanya’nın ormanları, Almanlardaki maneviyatın, ruhun, onların
özgürlüğün kaynağıdır. Bu nedenle, yaşlıların ve gençlerin iyiliği için Almanya’nın
ormanlarını koruyun, onlara özen gösterin ve yeni oluşan Alman Ormanlarını Koruma
ve Kutsama Birliği”ne katılın.”[24]
Bu
tür ifadelerde “Alman” kelimesi, tekrar tekrar dile getiriliyor ve hep kutsal
orman ile ilgili tasvirle bir arada kullanılıyor, bir anlamda milliyetçilik ve
doğacılık meczediliyor. Bu iç içe geçme, Weimar cumhuriyetinin çöküşüyle birlikte
epey bir önem kazanıyor. Çünkü ülkede o dönemde, bu tür nispeten zararsız
koruma gruplarının yanı sıra, bu fikirlere sıcak bir yuva sunan başka bir örgüt
büyüyüp gelişiyor: NSDAP kısaltmasıyla bilinen Nasyonal Sosyalist Alman İşçi
Partisi.
Arndt,
Riehl ve Haeckel gibi (1933-1945 arası dönemde muzaffer Nasyonal Sosyalizmin
ataları olarak onurlandırılan) isimlerin geride bıraktığı mirastan istifade
eden Nazi hareketinin çevreci temaları sahiplenmesi, onun popüler bir güç
hâline gelmesi ve iktidar olması konusunda çok önemli katkılar sunuyor.
Peter Staudenmaier
22
Aralık 2010
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Ernst Lehmann, Biologischer Wille. Wege und Ziele biologischer
Arbeit im neuen Reich, Münih, 1934, s. 10-11. Lehmann botanik
profesörüydü. Nasyonal Sosyalizm’in “politika sahasında uygulanan biyoloji”
olduğunu düşünüyordu.
[2] Bu anlamda konuyla ilgili tek kitabı kaleme
almış olan Anna Bramwell, önemli bir örnektir. Bkz.: Blood and Soil: Walther Darré and Hitler’s ‘Green
Party’, Bourne End, 1985 ve Ecology
in the 20th Century: A History, New Haven, 1989.
[3] Bkz.: Raymond H. Dominick, The Environmental Movement in Germany: Prophets
and Pioneers, 1871-1971, Bloomington, 1992, özellikle “Halkçı
Hareketin Cazibesi” isimli üçüncü bölümü.
[4] Örneğin Dominick, The Environmental Movement in Germany, s. 22; ve Jost
Hermand, Grüne Utopien in Deutschland:
Zur Geschichte des ökologischen Bewußtseins, Frankfurt, 1991, s. 44-45.
[5] Aktaran: Rudolf Krügel, Der Begriff des Volksgeistes in Ernst Moritz
Arndts Geschichtsanschauung, Langensalza, 1914, s. 18.
[6] Wilhelm Heinrich Riehl, Feld und Wald, Stuttgart, 1857, s. 52.
[7] Klaus Bergmann, Agrarromantik und Großstadtfeindschaft, Meisenheim, 1970, s. 38. İngilizcede “Großstadtfeindschaft”
kelimesinin tam bir karşılığı yok. “Büyük şehir düşmanlığı”nı ifade eden
kelime, kozmopolitizm, enternasyonalizm ve şehirlerdeki kültürel hoşgörüye
yönelik husumeti anlatmak için kullanılıyor. Bu “şehircilik” karşıtlığı, Murray
Bookchin’in dikkatli bir dille aktardığı şehirleşme eleştirisiyle çelişiyor.
Murray Bookchin, Urbanization Without Cities, Montréal, 1992 ve The
Limits of the City, Montréal, 1986.
[8] George Mosse, The Crisis of German Ideology: Intellectual Origins of the Third
Reich, New York, 1964, s. 29.
[9] Lucy Dawidowicz, The War Against the Jews 1933-1945, New York, 1975, s. 61-62.
[10] Daniel Gasman, The Scientific Origins of National Socialism: Social Darwinism in
Ernst Haeckel and the German Monist League, New York, 1971, s. xvii.
[11] A.g.e., s. 30. Gasman’ın Monizmin
politikasıyla ilgili tezi hayli tartışmalıdır; ancak gene de kitabın ana
argümanı sağlamdır.
[12] Aktaran: Gasman, The Scientific Origins of National Socialism, s. 34.
[13] A.g.e., s. 33.
[14] 1923 tarihli Die Entdeckung der Heimat [“Vatanın Keşfi”] isimli kitabı 1982’de aşırı
sağcı Mut Verlag dergisi yayımladı.
[15] Mosse, The
Crisis of German Ideology, s. 101.
[16] Walter Laqueur, Young Germany: A History of the German Youth Movement, New York, 1962, s. 41.
[17] A.g.e., s. 6. Benzer sonuçlara ulaşan
gençlik hareketinin kısa bir takdimi için bkz.: John De Graaf, “The
Wandervogel,” CoEvolution Quarterly, Güz 1977, s. 14-21.
[18] Şu çalışma içerisinde yeniden yayımlandı: Ludwig
Klages, Sämtliche Werke, Band 3, Bonn, 1974, s. 614-630. İngilizce çevirisi mevcut
değil.
[19] Ulrich Linse, Ökopax und Anarchie. Eine Geschichte der ökologischen Bewegungen in
Deutschland, Münih, 1986, s. 60.
[20] Mosse, The
Crisis of German Ideology, s. 211, ve Laqueur, Young Germany, s. 34.
[21] Bkz.: Fritz Stern, The Politics of Cultural Despair, Berkeley, 1963.
[22] Michael Zimmerman, Heidegger’s Confrontation with Modernity:
Technology, Politics and Art, Indianapolis, 1990, s. 242-243.
[23] Bkz.: Michael Zimmerman, “Rethinking the
Heidegger -- Deep Ecology Relationship”, Environmental
Ethics Cilt. 15, Sayı. 3 (Güz 1993), s. 195-224.
[24] Şu çalışma içerisinde yer alıyor: Joachim
Wolschke-Bulmahn, Auf der Suche nach Arkadien, Münih,
1990, s. 147.
0 Yorum:
Yorum Gönder