16 Ağustos 2022

, ,

Ekofaşizm I


Ekofaşizm: Alman Deneyiminden Dersler

Giriş

Günümüzde merhameti ve insaniyeti olan her kişi, ekolojik krizi büyük bir endişe kaynağı olarak görüyor. Birçok doğa eylemcisi, zehirli atıkları ortadan kaldırmak, tropik yağmur ormanlarını ve yaşlı kızılağaçları korumak ve biyosferin yıkımına son vermek için mücadele etmekle kalmıyor, aynı zamanda hayatın her kesiminden birçok sıradan insan, çocukların büyüyüp yaşayacakları gezegenin doğası hakkında yoğun endişe duyuyor. ABD’de olduğu gibi Avrupa’da da çoğu doğa eylemcisi, toplumsal düzlemde ilerici kabul ediliyor. Yani bu insanlar, ezilen halkların sosyal adalet taleplerini de destekliyorlar ve yoksulluk, hastalık, savaş ve kıtlık içinde yaşayan insanların ihtiyaçlarının ciddiyetle ele alınması gerektiğine inanıyorlar.

Bu türden pek çok insan için, ekolojik politika tarihinin her zaman doğası gereği ve zorunlu olarak ilerici ve iyi kalpli olmadığını öğrenmek, şaşırtıcı gelebilir. Aslında, ekolojik fikirlerin çarpıtıldığı ve son derece gerici amaçların, hatta faşizmin kendisinin hizmetine sunulduğu bir geçmiş var elimizde.

Peter Staudenmaier'in bu broşürdeki ilk denemede gösterdiği gibi, kökleri on dokuzuncu yüzyıl doğa mistisizmine uzanan Alman “ekolojizmindeki” önemli eğilimler, yirminci yüzyılda Nazizmin yükselişini beslediler. Staudenmaier’in de ortaya koyduğu biçimiyle, Üçüncü Reich döneminde, Nazi “ekolojistleri”, organik tarım, vejetaryenlik, doğaya tapınma ve ilgili temaları yalnızca ideolojilerinde değil, hükümet politikalarında da kilit unsurlar hâline getirdiler. Dahası, Nazilerdeki “ekolojik” ideoloji, Avrupa Yahudilerinin yok edilmesini haklı çıkarmak için kullanıldı. Nazi ideologlarının dile getirdikleri kimi temalar, günümüzde ekolojiyle ilgili insanların aşina oldukları temalara rahatsız edici derecede benziyorlar.

Sosyal ekolojistler olarak, çevrecilerin ve ekolojistlerin biyosferi yıkımdan kurtarmak için yaptıkları çok önemli çabaları küçümsemek niyetinde değiliz. Tam tersine: Ciddi ekoloji hareketlerinin bütünlüğünü, ekolojik sorunlarla ilgili yaygın popüler endişeyi gerici gündemler için kullanmaya çalışan çirkin gerici eğilimlerden korumak, bizim en derin meselemizdir. Ancak, büyüyen mistisizm ve antihümanizm ile zamanımızın “ekolojik sahnesi”nin, ekoloji hareketinin gideceği yön konusunda ciddi sorunlar yarattığını görüyoruz.

Yirminci yüzyılın sonlarında çoğu Batılı ülkede, ırkçılık ve göçmen karşıtı duyguları temel alan ifadeler, kendilerine dil bulmakla kalmıyorlar, aynı zamanda giderek daha fazla tolere ediliyorlar. Aynı derecede rahatsız edici bir gelişme, faşist ideologların ve siyasi grupların yaşadıkları canlanma. İdeolojilerini güncelleyen ve ekolojinin yeni dilini konuşan bu hareketler, toplumsal tepkiye hizmet etmek için bir kez daha ekolojik temalara başvuruyorlar. Bu gerici ve düpedüz faşist ekolojistler, bazen ilerici görüşlü ekolojistlerin inançlarına yakın bir şekilde, “Dünya”nın insanlar üzerindeki üstünlüğüne vurgu yapıyorlar; akıl pahasına “duyguları” ve sezgiyi uyandırmaya çalışıyorlar; ayrıca kaba bir sosyo-biyolojik ve hatta Malthusçu biyolojizmi savunuyorlar. İngiltere ve ABD’deki çoğu insan için iyi kalpliymiş gibi görünen “Yeni Çağ” ekoloji ideolojisinin ilkeleri, özellikle de mistik ve akıl karşıtı türleri, bugün Almanya’da ekofaşizmle iç içe geçiyor.

Janet Biehl'in makalesi, ekolojinin ırkçı, milliyetçi ve faşist amaçlar doğrultusunda ekolojinin nasıl gasp edildiğini inceliyor.

Birlikte ele alındığında, bu makaleler, hem Almanya'daki hem de başka yerlerdeki ekoloji hareketlerine ders çıkarmak amacıyla Alman faşizminin geçmişteki ve günümüzdeki yönlerini inceliyor. Tekilliklerine rağmen, Alman deneyimi, bir zamanlar aşağılık ve modası geçmiş olarak kabul edilen hareketlere ve ideolojilere her zamankinden daha fazla müsamaha göstermeye istekli görünen bir dünyada ekolojinin kötüye kullanılmasına karşı açık bir uyarı sunuyor. Politik ekoloji düşünürleri, bu fikirlerin İngilizce konuşulan dünyadaki ve Almanya’daki politik etkilerini henüz tam olarak incelemiş değiller.

Ekolojik politikanın gericileşmesine veya faşizm rengine boyanmasına mani olacak şey, topluma vurgu yapmaya devam eden, ekolojik krizi toplumsal bir bağlama yerleştiren bir ekoloji hareketinin oluşmasıdır. Sosyal ekolojistler olarak, mevcut ekolojik krizin sebebinin, insanların biyolojik yapısı, belirli bir din, akıl, bilim veya teknoloji değil, akıl dışı toplum olduğunu düşünüyoruz. Biz, hem ilerici bir ekolojik hareket hem de ekolojik bir toplum yaratmada aklın, bilimin ve teknolojinin önemini savunuyoruz. Şu anda biyosferi tahrip eden, belirli bir toplumsal ilişkiler dizisidir, her şeyden önce, rekabetçi piyasa ekonomisidir. Mistisizm ve biyolojizm, en azından, kamuoyunun dikkatini bu tür toplumsal nedenlerden uzaklaştırır.

Biz bu denemeleri sunarken, ekolojik politikanın çok önemli ilerici ve özgürleştirici etkilerini korumaya çalışıyoruz. Ekoloji hareketi, bugün mebzul miktarda bulunan mistik ve anti-hümanist eğilimler içinde kaybolmasın istiyorsak, ekolojinin vaadinin, bugün insanların geçmişin hatalarını tekrar etmekten kaçınmalarını her zamankinden daha fazla gerekli kıldığını görmek gerekiyor.

Faşist Ekoloji:
Nazi Partisi’nin “Yeşil Kanadı” ve Tarihsel Ataları

“İnsanlığı doğadan, yaşamın bütününden ayırmanın, insanlığın kendi yıkımına ve ulusların ölümüne yol açtığının farkındayız. İnsanlarımız, sadece insanlığın tüm doğayla yeniden bütünleşmesiyle daha güçlü hâle getirilebilirler. Çağımızın biyolojik görevlerinin temel noktası budur. Artık düşüncenin odak noktası, yalnızca insan değil, bir bütün olarak yaşamdır. […] Nasyonal sosyalist düşüncenin en derin anlamı ve gerçek özü, yaşamın bütünlüğüyle, doğanın kendisiyle, içine doğduğumuz doğayla bağ kurma çabasıdır.”[1]

Statükoyu mahkûm etme heveslisi olan radikaller, genellikle “faşist” ve “ekofaşist” gibi sıfatları dikkatsizce kullanıyorlar, böylelikle etkili olabilecek toplumsal eleştiriyi zerre ilerletmeyen bir tür kavramsal enflasyona katkıda bulunuyorlar. Böylesi bir durumda, siyasi kültürümüzde hâlâ marjinal de olsa dikkatimizi gerektiren faşizm türlerinin olduğu gerçeğini gözden kaçırmak kolaylaşıyor.

Bu türlerin en az tanınan veya anlaşılanlarından biri de “gerçekte var olan ekofaşizm” olarak adlandırılabilecek olgudur, yani sahici faşist hareketlerin çevreci kaygılarla meşgul edilmesidir. Bu yakınlığın kendine özgü yoğunluğunu ve dayanıklılığını kavramak için, Alman Nasyonal Sosyalizmi’nin sözde “yeşil kanadı” olarak adlandırılan, en kötü şöhretli tarihsel tecessümünü daha yakından incelemekte fayda var.

Elde konuyla ilgili kapsamlı bir belge birikimi bulunmasına karşın, hem profesyonel tarihçiler hem de çevre aktivistleri, ekofaşizmi yeterince ele almıyorlar, bu sebeple ekofaşizm, anlaşılması zor bir konu olmaya devam ediyor. Almanya’nın yanı sıra İngilizce konuşulan ülkelerde de, Nazi hareketinin ilham kaynağı, hedefleri ve sonuçları bir yana, bir “yeşil kanat”ın varlığı, henüz yeterince araştırılmamış ve analiz edilmemiştir. Eldeki bir avuç yorum da ya konularıyla aralarındaki “o endişe verici fikri yakınlığa teslim oluyor” [2] ya da “doğayı koruma ile Nasyonal Sosyalizm arasındaki ideolojik örtüşme”nin tüm boyutlarını çocukça bir tavırla reddediyor.[3]

Bu makale, Nazizmin ekolojik bileşenlerinin hem Nazi ideolojisindeki merkezî rollerini hem de Üçüncü Reich sırasında pratik uygulamalarını vurgulayarak, Nazizmin ekolojik bileşenlerine kısa ama mecburen şematik olan genel bir bakış sunuyor. Klasik ekofaşizmin on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl öncüllerine dair bir ön inceleme, tüm gerici ekoloji biçimleri için ortak olan kavramsal temelleri aydınlatmaya hizmet etmelidir.

Önce makaleye dair iki açıklamayı sunarak başlayalım:

1. Yazı boyunca “çevresel” ve “ekolojik” terimleri, çağdaş çevre hareketiyle yaygın olarak ilişkilendirilen fikirleri, tutumları ve uygulamaları belirtmek amacıyla, genelde aynı anlamda kullanılıyor. Bu, bir anakronizm değil, sadece günümüzün endişeleriyle bağlantıları vurgulayan yorumlayıcı bir yaklaşımı ortaya koyuyor.

2. İlgili yaklaşım, 1933 öncesi tarihsel verilerin “kaçınılmaz bir şekilde Nazi felâketine yol açtığı” şeklinde okunabileceği ya da okunması gerektiği şeklindeki, tarihyazımı açısından itibarını yitirmiş görüşü onaylamak anlamına gelmiyor. Daha ziyade, burada asıl derdimiz, geçmişi mevcut durumumuzun ışığında anlamaya, tarihi mevcut sosyal ve ekolojik krizle alakalı hâle getirmeye yönelik bir girişimde, ideolojik süreklilikleri ayırt etmek ve siyasi soykütüklerin izini sürmektir.

Kan ve Toprak Mistisizminin Kökleri

Almanya, sadece ekoloji biliminin doğduğu ve Yeşil siyasetin öne çıktığı yer değil; o, aynı zamanda Romantik geleneğin Aydınlanma karşıtı irrasyonalizminin etkisi altında şekillenen doğacılığın ve milliyetçiliğin kendine özgü sentezine de ev sahipliği yapmıştır. On dokuzuncu yüzyılın iki siması, bu uğursuz birlikteliğin örneği gibidir: Ernst Moritz Arndt ve Wilhelm Heinrich Riehl.

Almanya’da en çok da bağnaz milliyetçiliğiyle tanınan Arndt, kendisini aynı zamanda köylülüğün davasına adamıştı ve bu da kendisini toprağın refahı için bir endişeye sevk etti. Alman çevreciliği tarihçileri, ondan modern anlamda “ekolojik” düşüncenin en eski örneği olarak bahsederler.[4] Orta Avrupa’da sanayileşmenin şafağında yazdığı Ormanların Bakımı ve Korunması Üzerine isimli, 1815 tarihli dikkat çekici makalesi, orman kesimlerini ve ormansızlaşmanın ekonomik nedenlerini eleştirir, ormanlık alanların ve toprağın dar görüşlü sömürüsüne karşı çıkar. Makale, kimi yerlerinde, bugün gördüğümüz, biyolojiyi merkeze alan ifadelere benzer ifadelere yer vermektedir:

“İnsan, doğayı zorunlu bir bağlantı ve karşılıklı ilişki içinde gördüğünde, o vakit her şey, çalı, solucan, bitki, insan, taş, her şey eşit derecede önemli görünecek, hiçbir şey ilk ve son olarak görülmeyecek, her şey tek bir birlik olarak görülecektir.”[5]

Bununla birlikte, Arndt’taki çevrecilik, kendisindeki aşırı yabancı düşmanlığı ile yoğrulmuş milliyetçilikle bağlantılı bir olguydu. Ekolojik duyarlılığa yönelik belagat ustalığı üzerine kurulu ve ileri görüşlü çağrıları, her zaman Alman toprağının ve Alman halkının refahı ve melezleşmeye karşı tekrar tekrar yürüttüğü polemikler, Cermen ırkının saf olmasına dönük talepleri ve Fransızlara, Slavlara ve Yahudilere yönelik kullandığı ağır laflar ve yakıştırmalar, onun düşüncesinin her yönüne sirayet etmiş hususlardı. On dokuzuncu yüzyılın en başında, toprak sevgisi ile militan ırkçı milliyetçilik arasında sağlam bir bağ kurulmuştu.

Arndt’ın öğrencisi olan Riehl, bu uğursuz geleneği daha da geliştirdi. Bazı açılardan onun geliştirdiği “yeşil” politika, Arndt’ın politikasından daha derin köklere sahipti; Yakın zamandaki çevre aktivizmdeki belirli eğilimleri önceden haber veren 1853 tarihli “Tarla ve Orman” isimli makalesi, “vahşi doğanın hakları” için savaşma çağrısıyla sona eriyordu. Ama burada bile yazının havasını milliyetçi duygusallık tayin ediyordu:

“Ormanı kurtarmalıyız, sadece kışın sobalarımız soğumasın diye değil, aynı zamanda insanların nabzı sıcak olsun, neşeyle atmaya devam etsin ki Almanya da Almanların olmaya devam etsin diye kurtarmalıyız.”[6]

Riehl, sanayileşme ve kentleşme sürecine karşı olan bir isimdi; kırsal köylü değerlerini açıkça antisemit bir şekilde yüceltmesi ve ayrımsız her tür moderniteyi kınaması, onu “tarım romantizminin ve şehircilik karşıtlığının kurucusu” bir isim hâline getirdi.[7]

Bu son iki saplantı, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında, etnosentrik popülizmi doğa mistisizmiyle birleştiren güçlü bir kültürel ve toplumsal eğilim olan halkçı [“völkisch”] hareket bağlamında olgunlaştı. Halk bedeninde bir ve bütün olmaya vurgu yapan ve başka ırkları aşağılık gören bu hareketin edindiği cazibenin ana nedeni, moderniteye karşı geliştirdiği patolojik tepkiydi. Hareketin fikrî altyapısını teşkil eden isimler, endüstriyel kapitalizmin zaferinin ve ulusal birliğin getirdiği gerçek altüst oluşlar karşısında toprağa, doğanın saflığına uygun bir yaşamın sadeliğine ve bütünlüğüne dönüşü vaaz ettiler. Bu sapkın ütopyacılığın mistik coşkunluğu, politik bayağılığıyla örtüşüyordu.

“Halkçı hareket, tarihin onayladığı, doğada kök salmış ve kozmik yaşam ruhuyla birlik içinde olan toplumu yeniden inşa etmeyi arzularken”[8] bir yandan da yabancılaşmanın, köksüzlüğün ve çevresel yıkımın kaynaklarını toplumsal yapılarda konumlandırmayı açıkça reddetti ve suçu rasyonalizme, kozmopolitliğe ve kentsel uygarlığa attı. Bu üç unsur da köylü nefretinin ve orta sınıftaki öfkenin asırlık nesnesi olan Yahudilerde birleşmişti.

“Almanlar, Yahudi komplosunun kendilerine dayattığı kentsel endüstriyel uygarlığın düşmanca ortamını yok ederek, onları ilkel mutluluğa geri döndürecek gizemli bir bütünlük arayışı içerisine girdiler.”[9]

Geleneksel Alman antisemitizmini doğa dostu terimlerle yeniden formüle eden halkçı hareket, on dokuzuncu yüzyıla ait kültürel önyargıların, romantik saflık takıntılarının ve Aydınlanma karşıtı duyguların uçucu bir karışımını yirminci yüzyıl siyasi söylemine taşıdı. Modern ekolojinin ortaya çıkışı ile birlikte, saldırgan milliyetçiliği, mistisizm yüklü ırkçılığı ve çevreci eğilimleri birbirine bağlayan zincirdeki eksik halka da tamamlanmış oldu.

1867’de Alman zoolog Ernst Haeckel, “ekoloji” terimini türetti ve onu organizma ve çevre arasındaki etkileşimleri incelemeye adanmış bilimsel bir disiplin olarak kurmaya başladı. Haeckel, aynı zamanda Darwin’i ve Almanca konuşan dünyada evrim teorisini popüler kılın en önemli isimdi. Ayrıca Haeckel, “monizm” adını verdiği tuhaf bir tür sosyal Darwinci felsefe geliştirdi. Kurduğu Alman Monist Birliği, bilimsel temelli ekolojik holizmi halkçı hareketin toplumla alakalı görüşleriyle cem etti.

Haeckel, nordik ırkın üstünlüğüne inanıyordu, ırkların karıştırılmasına şiddetle karşı çıktı ve ırksal öjeniyi coşkuyla destekledi. Ondaki hararetli milliyetçilik, Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla iyice bağnazlaştı ve savaş sonrası Bavyera’da kurulan Konsey Cumhuriyeti’ne karşı başvurduğu antisemitik dil içerisinde iyice koyulaştı.

Bu şekilde “Haeckel, Nasyonal Sosyalizmin tohum yatağı olarak hizmet eden Alman düşüncesinin özel çeşitliliğine katkıda bulundu. Almanya’nın ırkçılık, milliyetçilik ve emperyalizm için önde gelen ideologlarından biri hâline geldi.”[10] Hayatının sonlarına doğru, “Nazi hareketinin kuruluşunda kilit rol oynayan gizli, radikal sağcı bir örgüt” olan Thule Cemiyeti’ne katıldı.[11]

Haeckel, cemiyete toplantılara katılmanın ötesinde bir katkı sunuyordu. Bilimsel ekolojiye öncülük eden öğrencileri Willibald Hentschel, Wilhelm Bölsche ve Bruno Wille ile birlikte, doğal dünyaya yönelik kaygıyı sıkı bir şekilde dokunmuş gerici sosyal temalar ağına dâhil ederek, sonraki süreçte çalışma ortaya koyacak çevrecilerin düşüncesini derinden etkiledi. Bu anlamda ekoloji, başlangıcından itibaren, son derece gerici bir siyasetin ürünüydü.

Ekoloji ve otoriter sosyal görüşlerin bu erken evliliğinin özel hatları oldukça öğreticidir. Bu ideolojik kompleksin merkezinde, biyolojik kategorilerin sosyal alana doğrudan, dolayımsız uygulanması durur. Haeckel, “uygarlık ve ulusların yaşamı, doğa ve organik yaşam boyunca geçerli olan aynı yasalar tarafından yönetilir” diyordu.[12] Bu “doğal yasalar” ya da “doğal düzen” kavramı, uzun süredir gerici çevre düşüncesinin temel dayanağı olmuştur. Bu iki kavram da antihümanizmin eseridir:

“Dolayısıyla, Monistlere göre, Avrupa burjuva uygarlığının belki de en zararlı özelliği, genel olarak insanın fikrine, insanın ve yeteneklerine, ayrıca, insandaki ona has akli melekeler sayesinde insanın dünyayı yeniden yaratma ve evrensel olarak daha uyumlu ve etik açıdan adil bir toplumsal düzen inşa etme becerisi gösterebileceğine dair inanca gereğinden fazla önem atfediyor oluşudur. Kozmosun ve doğanın bir parçası olarak ele alındığında insanoğlu, kozmosun enginliğiyle ve doğanın ezici güçleriyle kıyaslandığında, onun önemsiz bir mahluk olduğu görülecektir.”[13]

Diğer Monistler, bu antihümanist vurguyu genişlettiler ve onu ayrım gözetmeyen sanayicilik karşıtlığı ve şehircilik karşıtlığının yanı sıra, yeni ortaya çıkan sözde bilimsel ırkçılığın geleneksel halkçı [“völkisch”] motifleriyle meczettiler. Burada en önemli mesele, biyoloji ve sosyolojiye ait kategorilerin birleştirilmesiydi.

Monist Birlik’in kurucu üyesi olan biyolog Raoul France, doğal düzenin toplumsal düzeni belirlediği “yaşam yasaları” olarak adlandırılan Lebensgesetze’yi ayrıntılandırdı. Örneğin, ırkların karıştırılmasını öngören ve “doğal olmayan” müdahalelere karşı çıktı. France, bugün hâlâ çağdaş ekofaşistler tarafından “ekoloji hareketinin öncüsü” olarak yüceltilen bir isimdir.[14]

Haeckel’in bir başka öğrencisi ve France’ın meslektaşı Ludwig Woltmann, kültürel tutumlardan ekonomik düzenlemelere kadar tüm toplumsal olguları ısrarla biyoloji açısından yorumlamayı sürdürdü:

“Woltmann, modern sanayiciliğe karşı olumsuz bir tavır aldı. Tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişin, ırkın zayıflama sürecini hızlandırdığını iddia etti. Cermenizmin uyumlu biçimlerini doğuran doğanın karşısında, ırkın erdemlerini yok eden şeytanî ve inorganik büyük şehirler duruyordu.”[15]

Yirminci yüzyılın ilk yıllarında, iyice sağcı bir içerik kazanmış olan ekoloji ile ilgili argümanlar, Almanya’nın siyasi kültürü içerisinde belirli bir saygınlığa kavuştu. Birinci Dünya Savaşı’nı içine alan çalkantılı dönem boyunca, etnosentrik bağnazlığın, modernitenin gerici reddinin ve gerçek çevresel kaygının meydana getirdiği karışım, gerçekten çok güçlü bir iksir olduğunu kanıtladı.

Gençlik Hareketi ve Weimar Dönemi

Bu ideolojik kümelenmeyi öne çıkarmanın başlıca aracı, bu yüzyılın ilk çalkantılı otuz yılı boyunca Alman popüler kültürünün şekillenmesinde belirleyici, ama son derece ikircikli bir rol oynayan amorf bir olgu olan gençlik hareketiydi. Wandervögel (kabaca “özgürce dolaşan ruhlar” olarak tercüme edilir) olarak da bilinen gençlik hareketi, neoromantizmi, Doğu felsefelerini, doğa mistisizmini, akla düşmanlığı ve güçlü bir toplumsal dürtüyü harmanlayan karşı-kültürel unsurlardan, aynı zamanda otantik, yabancılaşmamış toplumsal ilişkilere dönük kafası karışık, ama bir o kadar da ateşli arayışı harmanlayan bir yapıydı. Bu hareketin toprağa dönüşle ilgili vurgusu, doğal dünyaya ve uğradığı zarara karşı tutkulu bir duyarlılığı teşvik etti. Hareketin bazı kesimleri, çeşitli özgürleştirici siyaset biçimlerine yönelse de (çoğunlukla çevreci yanlarından bu süreçte atsalar da), Wandervögel’in çoğu en nihayetinde Nazilerin safına geçtiklerinden, yerinde bir ifadeyle, “sağcı hippiler” olarak nitelendirildiler. Doğaya tapınmadan Führer’e tapınmaya geçiş, incelenmeyi hak eden bir olgu.

Gençlik hareketinin muhtelif kolları, ortak bir benlik algısını paylaşıyorlardı: bunlar, doğrudan duygusal deneyimin toplumsal eleştiri ve eylem üzerindeki önceliğini vurgulayarak, derin bir kültürel krize sözde “siyasi olmayan” bir tepkiydi. Kendi dönemlerinin çelişkilerini kırılana dek zorladılar, ancak örgütlü, odaklanmış toplumsal ayaklanmaya doğru son adımı atamadılar ya da atmak istemediler, “toplumda yapmak istedikleri değişikliklerin siyasi yollarla değil, ancak bireyin geliştirilmesi suretiyle gerçekleştirilebileceğine ikna oldular.”[16] Bunun ölümcül bir hata olduğu sonrasında görüldü. “Genel bir ifadeyle, isyana uzanan yol, bu gençlik açısından çatallandı: Bu gençler, kendilerini vakti geldiğinde toplumsal devrim safına taşıyacak olan radikal toplum eleştirisini sürdürebilirlerdi. Fakat Wandervögel, topluma karşı başka bir protesto biçimini olan romantizmi seçti.”[17]

Bu duruş, çok farklı türde bir politik seferberliğe, faşizmin “siyaset dışı” bağnazlığına kendisini çok kolay teslim etti. Gençlik hareketi, seçtiği protesto biçiminde sadece başarısız olmadı, binlerce üyesi Nazilere geçtiğinde, pratikte kendisini yeniden konumlandırdı. Kültürlerarası enerjileri ve doğayla uyum hayalleri, en acı meyveyi verdi. Belki de sosyal ve ekolojik sorunların varlığını kabul eden ve bunlara karşı çıkan, ancak bunların sistemik köklerini görmeyen veya onları yaratan siyasi ve ekonomik yapılara pratikte karşı koymayan her türden hareketin kaçınılmaz olarak gireceği yol buydu. Kişisel değişim lehine toplumsal dönüşümden kaçınan, görünüşte apolitik bir hoşnutsuzluk, kriz zamanlarında barbarca sonuçlar doğurabiliyordu.

İdealist gençliğin tür bakış açılarının cazibesine kapılacağı açıktı: Krizin büyüklüğü, görünen nedenlerinin tamamen reddedilmesini emrediyor gibiydi. Bu özel reddiye biçimi, tehlikeliydi. Dönemin teorik akıllarının ortaya koyduğu çalışmalar, bu konuda çok öğreticiydi.

Felsefeci Ludwig Klages, gençlik hareketini derinden etkilemiş ve özellikle onların ekolojik bilincini şekillendirmiş bir isimdi. 1913’te Wandervögel’in düzenlediği o efsanevi Meissner toplantısı için “İnsan ve Dünya” başlıklı son derece önemli bir makale kaleme aldı.[18] Makale, hayli dokunaklı bir metindi ve Klages’in tüm çalışmaları içerisinde en çok bilineniydi, ayrıca “Almanya’daki radikal ekolojist barışçı hareketin en iyi manifestolarından biri”[19], aynı zamanda gerici ekolojinin baştan çıkarıcı terminolojisinin klasik bir örneğiydi.

“İnsan ve Dünya”, çağdaş ekoloji hareketinin hemen hemen tüm temalarını önceden dile getiriyordu. Türlerin hızla yok olmasını, küresel ekosistem dengesinin bozulmasını, ormansızlaşmayı, yerli halkların ve vahşi yaşam alanlarının yok edilmesini, kentsel yayılmayı ve insanların doğaya artan yabancılaşmasını eleştiriyordu. Vurgulu terimlerle, Hıristiyanlığı, kapitalizmi, ekonomik faydacılığı, aşırı tüketimi ve “ilerleme” ideolojisini küçümseyen metin, yaygın turizmin çevresel yıkıcılığını ve balinaların katledilmesini eleştiriyor, gezegenin ekolojik bir bütün olarak görülmesi gerektiğini söylüyordu. Üstelik ta 1913’te!

Klages’in hayatı boyunca politik olarak muhafazakâr ve zehirli bir antisemit olduğunu öğrenmek kimilerine şaşırtıcı gelebilir. Bir tarihçi, onu “halk bağnazı” olarak nitelendirirken, bir diğeri, onu basitçe “birçok önemli açıdan faşist felsefenin yolunu açan, Üçüncü Reich için çalışan fikir öncüsü” olarak görüyor.[20]

“İnsan ve Dünya”da, doğal çevrenin tahribatına yönelik gerçek bir öfke, kültürel umutsuzluğun politik bir alt metni ile birleştiriliyor.[21] Klages’in modern toplumun hastalıklarına ilişkin teşhisinde, kapitalizm hakkındaki tüm açıklamalarına rağmen, her zaman tek bir suçluya işaret ediliyor: “Geist”. Akıl veya zekâ anlamına gelen bu terimi Klages, sadece aşırı akılcılığı veya araçsal aklı değil, rasyonel düşüncenin kendisini de eleştirmek için kullanıyordu. Klages, bu anlamda topyekûn aklı suçluyordu. Bu suçlama da doğalında yıkıcı politik sonuçlar doğurmaktan başka bir işe yaramadı. Toplumun doğayla ilişkisini rasyonel olarak yeniden inşa etme şansını engelliyor, en acımasız otoriterliği haklı çıkarıyordu. Ancak Klages’in hayatından ve çalışmalarından alınan dersleri ekolojistler çok zor edindiler. 1980’de “İnsan ve Dünya”, Alman Yeşillerinin doğuşuna eşlik edecek saygın ve ufuk açıcı bir inceleme olarak yeniden yayımlandı.

Faşizm ve çevrecilik arasında köprü kurmaya yardımcı olan diğer bir Aydınlanma filozofu ve sert eleştirmeni Martin Heidegger’di. Klages’ten çok daha ünlü bir düşünür olan Heidegger, “otantik Varlık”ı vaaz etti ve modern teknolojiyi sert bir şekilde eleştirdi ve bu nedenle çoğu zaman ekolojik düşüncenin öncüsü olarak övüldü. Bugünün derin ekolojistleri, teknoloji eleştirisi ve hümanizmi reddetme temelinde, Heidegger’i ekoloji kahramanları panteonuna yerleştirdiler.

“Heidegger’in antroposentrik hümanizm eleştirisi, insanlığa ‘şeylerin olmasına izin verme’yi öğrenme çağrısı, insanlığın yeryüzü, gökyüzü ve tanrılarla bir ‘oyun’ ya da ‘dans’ içinde olduğu fikri, yeryüzünde hakiki bir varolma imkânına dair tefekkürü, endüstriyel teknolojinin dünyayı harabeye çevirdiğine dair şikâyeti, yerelin ve ‘vatan’ın önemine dönük vurgusu, insanlığın her şeye hükmetmek yerine onları koruma ve muhafaza etmesi gerektiği iddiası türünden Heidegger’in düşüncesini teşkil eden tüm veçheler, onun derin ve büyük bir ekoloji teorisyeni olduğu iddiasını destekliyor.”[22]

Bu tür değerlendirmeler, esasında alabildiğine çocukçadır. Alıntılanan pasajın sahibi, özü itibarıyla, Heidegger’de övdüğü tüm unsurların zamanla faşistlerce sahiplendiği gerçeğini dikkate almıyor. (Kendi başına büyük bir derin ekolojik teorisyen olan yukarıdaki satırların yazarı da sonrasında konumunu değiştirdi ve meslektaşlarını da aynısını yapmaya teşvik etti.)[23] Varlık filozofunun kendisine gelince, o, 1915’ten sonra İsviçre’de yaşayan Klages’in aksine, Nazi partisinin aktif bir üyesi oldu ve bir süre için Führer’i coşkuyla, hatta sevgiyle destekledi. Vatana yönelik mistik övgülere, derin bir antisemitizm eşlik etti. Teknolojiye ve moderniteye karşı metafizik olarak ifade edilen görüşlerle popülist demagoji birleşti.

Heidegger, Üçüncü Reich’ın çöküşünden sonra otuz yıl yaşayıp ders vermesine rağmen, Nasyonal Sosyalizm ile olan ilişkisinden bir kez bile alenen pişmanlık duymadı, bu konumundan asla vazgeçmedi, hatta onun suçlarını kınama gereği bile duymadı. Felsefi değeri ne olursa olsun, eseri bugün, antihümanizmin ekoloji kılıfına bürünmüş politik kullanım yolları konusunda önemli bir alamet olarak duruyor karşımızda.

Gençlik hareketi ve önfaşist felsefelere ek olarak, elbette Weimar döneminde doğal yaşam alanlarını korumaya yönelik pratik çabalar da mevcuttu. Bu projelerin çoğu, “Kan ve Toprak”ın zaferiyle sonuçlanan ideolojiye derinden dâhildi. Bir ormanlık alan koruma ekibi için 1923’te yapılan bir işe alım konuşması, zamanın çevresel söylemine dair bir fikir veriyor:

“Her Alman, göğsünde Alman ormanları, tüm o mağaraları ve vadileriyle, yalçın kayalıkları ve uçurumlarıyla, suları ve rüzgârlarıyla, efsaneleri ve masallarıyla, şarkıları ve ezgileriyle titriyor, o göğüs kafesinde güçlü bir yuva hasreti ve özlemini saklıyor; tüm Almanların ruhunda Almanya’nın ormanları, tüm o derinliği ve genişliği, durgunluğu ve gücü, kudreti ve saygınlığı, zenginliği ve güzelliği ile yaşıyor, o ruh orada oluşuyor. Almanya’nın ormanları, Almanlardaki maneviyatın, ruhun, onların özgürlüğün kaynağıdır. Bu nedenle, yaşlıların ve gençlerin iyiliği için Almanya’nın ormanlarını koruyun, onlara özen gösterin ve yeni oluşan Alman Ormanlarını Koruma ve Kutsama Birliği”ne katılın.”[24]

Bu tür ifadelerde “Alman” kelimesi, tekrar tekrar dile getiriliyor ve hep kutsal orman ile ilgili tasvirle bir arada kullanılıyor, bir anlamda milliyetçilik ve doğacılık meczediliyor. Bu iç içe geçme, Weimar cumhuriyetinin çöküşüyle birlikte epey bir önem kazanıyor. Çünkü ülkede o dönemde, bu tür nispeten zararsız koruma gruplarının yanı sıra, bu fikirlere sıcak bir yuva sunan başka bir örgüt büyüyüp gelişiyor: NSDAP kısaltmasıyla bilinen Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi.

Arndt, Riehl ve Haeckel gibi (1933-1945 arası dönemde muzaffer Nasyonal Sosyalizmin ataları olarak onurlandırılan) isimlerin geride bıraktığı mirastan istifade eden Nazi hareketinin çevreci temaları sahiplenmesi, onun popüler bir güç hâline gelmesi ve iktidar olması konusunda çok önemli katkılar sunuyor.

Peter Staudenmaier
22 Aralık 2010
Kaynak

Dipnotlar
[1] Ernst Lehmann, Biologischer Wille. Wege und Ziele biologischer Arbeit im neuen Reich, Münih, 1934, s. 10-11. Lehmann botanik profesörüydü. Nasyonal Sosyalizm’in “politika sahasında uygulanan biyoloji” olduğunu düşünüyordu.

[2] Bu anlamda konuyla ilgili tek kitabı kaleme almış olan Anna Bramwell, önemli bir örnektir. Bkz.: Blood and Soil: Walther Darré and Hitler’s ‘Green Party’, Bourne End, 1985 ve Ecology in the 20th Century: A History, New Haven, 1989.

[3] Bkz.: Raymond H. Dominick, The Environmental Movement in Germany: Prophets and Pioneers, 1871-1971, Bloomington, 1992, özellikle “Halkçı Hareketin Cazibesi” isimli üçüncü bölümü.

[4] Örneğin Dominick, The Environmental Movement in Germany, s. 22; ve Jost Hermand, Grüne Utopien in Deutschland: Zur Geschichte des ökologischen Bewußtseins, Frankfurt, 1991, s. 44-45.

[5] Aktaran: Rudolf Krügel, Der Begriff des Volksgeistes in Ernst Moritz Arndts Geschichtsanschauung, Langensalza, 1914, s. 18.

[6] Wilhelm Heinrich Riehl, Feld und Wald, Stuttgart, 1857, s. 52.

[7] Klaus Bergmann, Agrarromantik und Großstadtfeindschaft, Meisenheim, 1970, s. 38. İngilizcede “Großstadtfeindschaft” kelimesinin tam bir karşılığı yok. “Büyük şehir düşmanlığı”nı ifade eden kelime, kozmopolitizm, enternasyonalizm ve şehirlerdeki kültürel hoşgörüye yönelik husumeti anlatmak için kullanılıyor. Bu “şehircilik” karşıtlığı, Murray Bookchin’in dikkatli bir dille aktardığı şehirleşme eleştirisiyle çelişiyor. Murray Bookchin, Urbanization Without Cities, Montréal, 1992 ve The Limits of the City, Montréal, 1986.

[8] George Mosse, The Crisis of German Ideology: Intellectual Origins of the Third Reich, New York, 1964, s. 29.

[9] Lucy Dawidowicz, The War Against the Jews 1933-1945, New York, 1975, s. 61-62.

[10] Daniel Gasman, The Scientific Origins of National Socialism: Social Darwinism in Ernst Haeckel and the German Monist League, New York, 1971, s. xvii.

[11] A.g.e., s. 30. Gasman’ın Monizmin politikasıyla ilgili tezi hayli tartışmalıdır; ancak gene de kitabın ana argümanı sağlamdır.

[12] Aktaran: Gasman, The Scientific Origins of National Socialism, s. 34.

[13] A.g.e., s. 33.

[14] 1923 tarihli Die Entdeckung der Heimat [“Vatanın Keşfi”] isimli kitabı 1982’de aşırı sağcı Mut Verlag dergisi yayımladı.

[15] Mosse, The Crisis of German Ideology, s. 101.

[16] Walter Laqueur, Young Germany: A History of the German Youth Movement, New York, 1962, s. 41.

[17] A.g.e., s. 6. Benzer sonuçlara ulaşan gençlik hareketinin kısa bir takdimi için bkz.: John De Graaf, “The Wandervogel,” CoEvolution Quarterly, Güz 1977, s. 14-21.

[18] Şu çalışma içerisinde yeniden yayımlandı: Ludwig Klages, Sämtliche Werke, Band 3, Bonn, 1974, s. 614-630. İngilizce çevirisi mevcut değil.

[19] Ulrich Linse, Ökopax und Anarchie. Eine Geschichte der ökologischen Bewegungen in Deutschland, Münih, 1986, s. 60.

[20] Mosse, The Crisis of German Ideology, s. 211, ve Laqueur, Young Germany, s. 34.

[21] Bkz.: Fritz Stern, The Politics of Cultural Despair, Berkeley, 1963.

[22] Michael Zimmerman, Heidegger’s Confrontation with Modernity: Technology, Politics and Art, Indianapolis, 1990, s. 242-243.

[23] Bkz.: Michael Zimmerman, “Rethinking the Heidegger -- Deep Ecology Relationship”, Environmental Ethics Cilt. 15, Sayı. 3 (Güz 1993), s. 195-224.

[24] Şu çalışma içerisinde yer alıyor: Joachim Wolschke-Bulmahn, Auf der Suche nach Arkadien, Münih, 1990, s. 147.

0 Yorum: