02 Ocak 2018

, ,

İran Vesilesiyle


Bir Metafizik Olarak Troçkizm

Régis Debray, Devrim İçinde Devrim mi? isimli çalışmasında bir troçkizm tanımı sunar: “Troçkizm, yolu iyi niyet taşlarıyla örülü bir metafiziktir.” Ve şu tespiti yapar: “Troçkizme göre, mekânsal açıdan her yer aynıdır: aynı analizler ve perspektifler Peru ve Belçika için de geçerlidir. Onun için zamanın da bir hükmü yoktur: Troçkizm tarihten hiçbir şey öğrenmez. O, zaten tarihin anahtarına sahiptir.”

Kimi küçük burjuvalar için Marx’tan Lenin’e, Mao’dan Enver’e uzanan dizge, Cem Yılmaz’ın komutan esprisinde dile getirdiği uzay kapsülünü andırır. Uzaya fırlayan küçük burjuva, ağırlıklarından kurtulur, tüm dünyayı kendinde düzler, basitleştirir ve her şeyi kendisinden yola çıkarak anlamaya başlar. Sonuçta uzay boşluğunda “kendi” diye bir şey de kalmaz. Troçkizm, maoistlerin, enveristlerin, fidelistlerin uzaydan düşünme imkânı buldukları yerdir. Orada zaman-mekânın hükmü yoktur. Kentlileşen solcular, troçkizmin tuzağına düşmek zorundadırlar. Zira kent, huzur ve nizam talep eder.

Geçmişte olduğu gibi bugün de egemenler, sol içi ajanlarını bu tuzağın içinden devşiriyorlar. Suriye muhalefetini AKP ile birlikte savunanlar, bunlar. Tabii ki aynı destek, yer-zaman farklılığı gözetilmeksizin, İran için de verilmelidir. Solcuların Adem Özköse ile yan yana gelmelerinin sebebi buradadır. Troçkizm, zamana ve mekâna karşı sorumsuzluğun somut tezahürüdür.

Oysa Troçki, devrim sonrası “sönmüş yıldızlara hayat götüreceğiz” diyen şairi azarlayan, “sen önce Moskova’nın yirmi kilometre uzağındaki köye ekmek götür” diyendir. Burada troçkizmden kastedilen, bizatihi ABD’de mayalanmış Troçki’siz troçkizmdir, onun da ekmek gibi bir derdi yoktur, çünkü kendi karnı toktur ve o karından bakar dünyaya. O bakış için Troçki, devrim bağlamından kurtarılmalı, her yere satılabilecek bir anlama kavuşturulmalıdır.

İran’daki isyanla alakalı değerlendirmelerde asıl tartışılan mesele de bu metafizik ve bu troçkizmdir. O, gerçekten kaçanların ana sığınağı, karanlık sığınaktan çıkanları tavşan gibi avlayan el feneridir. İran vesilesiyle bilinmesi gereken husus budur.

Devrim İçinde Devrim mi?

O yok yerden birileri, hiçbir şeyin sorumluluğunu almadan, herkese laf yetiştirme imkânına kavuşuyorlar. Egemenlerin ışığına aldanan tavşanlar, sürünün peşinden gidiyorlar.

Öte yandan, İran’daki madde ve diyalektik, kafalardakilerden farklıdır. Mekâna ve zamana karşı sorumsuz olan kimi ajan-solcular için o maddenin ve diyalektiğin bir önemi yoktur. Çünkü İran, kayıp diyardır, no man's land'dir. Daha doğrusu, o solcular için kendi dışında bir maddeden ve diyalektikten asla söz edilemez. Bu kendine tapma biçimi, halkların dinlerine her zaman küfretmek zorundadır. Madde de diyalektik de devrim de sosyalizm de kendi varlığından tecessüm etmiş ve bitmiştir, onun dışındakiler fani ve zavallı olgulardır, yok edilmelidirler. Batı'nın güç yanılsamasına kurban edilmiş bir devrim'cilik, tehlikelidir. Hesaplaşılmalıdır.

İddiaya göre, İran-Irak savaşı, ABD Büyükelçiliği işgalinin intikamıdır. Savaş sonucu tüm ülke harap olmuştur. Ama daha ilk günden “yıkılır bu rejim” dedikleri devrim, o savaşı da atlatmayı bilmiştir. Yalnız bu, ancak belirli tavizlerle birlikte mümkün olabilmiştir.

Bugün ABD’deki “alt-right” dedikleri kesimlerin laflarına benzer lafları İran bağlamında destekleyenleri alt-troçkist olarak nitelemek mümkündür. İran’da “boşver Filistin’i, Suriye’yi”, tekrar “Büyük İran olalım” denilmektedir. Bu söyleme destek veren alt-troçkist yapılardan birinin, Abstract’in kaleme aldığı yazıda “ambargo” kelimesine hiç rastlanmaması, gayet doğal bir durumdur.[1] Oysa solculuk, emperyalistlerin saldırılarına teorik kılıf bulmak değildir.

O ambargo ve savaş sebebiyle Çin ve Küba da benzer kimi adımlar atmıştır. O adımlara laf etmeyenler, İran “gerici ve yobaz” diye ağızlarındaki küfrü bileyleyip duruyorlar. Ambargonun ve savaşın mahvettiği ülke, ayakta kalmanın yollarını arıyor. Gelişmelere Afgan kralına omuz veren Lenin gibi mi yoksa ellerini ovuşturan Netanyahu gibi mi bakacağız, asıl mesele budur.[2] 

Ambargo ve savaştan tek kelime bahsetmeyip, İran'ı yerin dibine sokmak, ABD'nin yöntemidir. Bu yöntemin Marksist diye pazarlanması kesinlikle mümkün değildir.

Süreç ne gösterir bilinmez, ama bu yaşanan ayaklanmanın rejimle ilgili kısmı, ancak bir tür “devrim içinde devrim” olarak değerlendirilebilir. Ekmek (Fransız Devrimi), süt (Ekim Devrimi) ve yumurta önemlidir. Akbabalarsa, bulmayı umdukları kana kavuşamayacaklardır. İran halkı, hainleri de devrimcileri de iyi tanır ve devrim bağlamında devrimci müdahaleyi gerçekleştirmeyi bilir. O müdahale ise ABD think-tank’lerinde veya onların bölgedeki uzantıları olan solcu örgütlerin zihin dünyasında tahayyül edilenden çok daha farklı bir içerik ve biçim kazanacaktır.


Devlet ve Devrim

Bugün rejim, devlet ve devrim arasında yaşanan gerilime tanıklık ediyor. Liberal siyasete karşı halkın öfkesi ve tepkisi, gayet meşrudur. Alt-troçkistlerin ve troçkistlerin zamandan-mekândan münezzeh görüp taptıkları değişim putu, başka bir yoruma yol açıyor: buna göre, Ekim Devrimi’nde olduğu gibi, İran Devrimi de devletin kusur, günah ve yanlışları ölçüsünde eleştiriye tabi tutuluyor. Devrimse, devlet denilen sorumluluk sahasından münezzeh olmak adına, tercih edilen boş bir hayalden ibarettir. Esasında devrimcilik, somut mekânda ve somut zamanda icra edilen, müşterek bir pratiktir. Bu solcuların devrim’cilikleri ile devrimci pratiği karşı karşıya getirmek şarttır. Onların değişim ve ilerleme putları, liberalizmin ve neoliberalizmin günahlarını gizlemek için cilâlanmaktadır.

Bugünkü isyanlar, bir yanıyla, devletin devrimle geriliminin bir sonucudur. Devrimin halkı, devletin kadrolarına kıyam etmektedir. O halkı beğenmeyip küçük görenler, tarihten ve toplumdan münezzeh bir yerden bakmakta ve halkın yaptıklarından kendilerine dair notlar, yıldızlı pullar çıkartmaktadırlar. Küçük burjuvaya gene istismar, gene küçümseme düşmektedir.

Bağlam ve Anlam

Geçmişte “İstanbul’da bir mahallede bir örgüt, bizim çalışma yürütmemize izin vermiyor” diyen bir solcuya verilen cevap, İran örneğinde de bir anlama sahiptir: “O mahalleyi o örgüt kurdu, sen dünyanın âlimi olsan, orada yapacağın siyaset, o örgütün çapı kadardır. Ayrıca İstanbul’da solun daha ayak basmadığı yüzlerce mahalle var, oraya gir, orada çalışma yürüt.”

Demek ki İran vesilesiyle tartışılan burasıdır, buranın siyasetidir. O örgüte “gerici” diyenlerle İran’a “gerici” diyenler, bir ve aynı kişilerdir. “Neden o mahalleye girmek istiyorsun?” sorusu, meşrudur. İran’da bu solcuların önerebilecekleri bir şey yoktur.

İran halkı, bir devrimin halkıdır ve oradan düşünüp hareket etmektedir. Dolayısıyla hiçbir şey, uzay boşluğunda gerçekleşmez. Rejimi ve devleti hedef alan sloganları allayıp pullayanlar, Trump’çı solculardır. Hükümeti ve hükümet politikalarını hedef alan sloganların politik bir bağlamı ve anlamı vardır, ancak o bağlam ve anlam dâhilinde tartışılır.

Türk solcularının görmediği şudur: İran, devrim yapmış bir halka sahiptir. Aradaki farkı, ABD’den veya Avrupa’dan gelen gevezeliklerle silmeye çalışmak nafiledir. O, kendi yolunu kendisi bulacaktır. İran vesilesiyle dile dökülen sözler, buraya yönelik bir siyasetin pazarlanması ile alakalıdır. O liberal dili kesmek, devrimci bir zorunluluktur.

Oryantalizmin Çöküşü

Malala için feryat kopartıp Ahid Tamimi için sessiz kalanları sorgulayan yazısında Şenila Hoca Mulci, bunun sebebini “devletin uyguladığı şiddetin meşru kabul edilmesi” olduğunu söylüyor.[3] Buna göre, Taliban “terörist”, İsrail “meşru devlet” görülüyor. AKP, İran, IŞİD üzerinden yürütülen propagandada asıl görülmesi gereken bu: sol, devletin meşrulaşması noktasında bir araç olarak kullanılıyor. Liberal dil, döne dolaşa, devletini yüceltiyor, aklıyor.

İran vesilesiyle tartışılan bir husus da bu zihniyetin solun belirli bir kısmını ele geçirmiş olması. Buna göre İran, “gayrimeşru, haydut devlet” olarak görülüp hedefe konuluyor. ABD meşru, İran gayrimeşru oluyor. Devletten sayılmıyor. O yüzden Suud’la görüşülüyor. O sebeple İsrail denilen din devletine hiç laf edilmiyor, ama her fırsatta İran konusunda bol bol konuşuluyor. Aynı isyan İsrail'de olduğunda "Yahudi devleti yıkılsın" demeyenler, mesele küçük gördükleri İran olunca birden "yiğit" kesiliyorlar. Tabiatıyla sahada, gerçekte ABD üslerinin ve petrol kuyularının bekçiliğini yapmayı kimse sorgulamıyor.

Mesele, buradan yapılan gevezeliklerin bu zihniyete göre dillendirilmesi. Asıl mesele, sınır-mınır, zaman-mekân, bağlam-anlam üzerinden hiçbir ölçü ve ölçek kabul edilmemesi. Buradan konuşan kimi solcular, bu zemini emperyalistlerden ediniyorlar. Ve temelde “devrim” tanımları, üretim güçlerinin emperyalist kapitalist gelişim uyarınca gelişme kaydetmesi üzerine kurulu. Böylelikle her yere aynı programı önerebiliyorlar, her yere laf yetiştirmeyi kendilerine hak görüyorlar, her yerin ufak tanrısı olabileceklerini düşünüyorlar.

Devletten saymadıkları İran, yıkılmayı hak ediyor sonuçta. Şah dönemini savunan kesimleri bile “devrimci” görüp kendilerine “yoldaş” kabul ediyorlar. Netanyahu da “İran ve İsrail yeniden dost olacak” diyor, çünkü Şahlık İran’ının en büyük dostu İsrail, ikincisi ABD. Bugünkü solcuların da öyle. Orta sınıf siyaseti, İran vesilesiyle kendisini meşrulaştırma, pazara çıkartma imkânı buluyor. Önerilen ekonomi de coğrafya da biyoloji de egemenlerin politikasına göre belirleniyor. O politika, “herkese ideolojiden uzak durun” emrini veriyor, kendi politikasını ölçü almalarını, ekonomiye, coğrafyaya ve biyolojiye oradan bakmalarını söylüyor. Bugün İran adına ve İran için konuşanların hepsi, bu politikanın uzantıları.

Melbörnlü Ressam

Muzaffer Oruçoğlu, ne bir geleneğin parçası ne de devrimci, sadece Melbörnlü bir ressam olarak düşünüyor ve konuşuyor aslında. Birkaç yıl önce Taksim’in lüks otellerinin birinde düzenlenen Kaypakkaya sempozyumunda düzenleyenleri, “beni artık bu konu için rahatsız etmeyin” diye azarlayan Oruçoğlu, o gün Kaypakkaya’yı aştığını, kendisinin akıllı, İbrahim’in akılsız, bilgisiz olduğunu söylüyordu. Ama nedense her konuda Kaypakkaya’yı tanımış olmayı fırsata çeviren Oruçoğlu, bugün İbrahim’in İsrail’i tanıdığını, onun iki devletli çözümden yana olduğunu söylüyor, utanmıyor.[4] Oruçoğlu’nun yakında şunu söylemesi de mümkün: “Bir gün Kartal’dan geldim. İbrahim’e dedim ki ‘orada işçi çalışması yürüten arkadaşlar Koç ve Sabancı’dan nefret ediyorlar.’ Bunun üzerine İbrahim ‘olur mu canım, işimiz zor valla, Koç-Sabancı, ilerlemeci kavgamızın önderleri’ dedi.” Oruçoğlu'nun Koç ve Sabancı'yı kendisine yoldaş bellediğini hatırlamak gerek bu noktada.

İsrail ve ABD ölçekli düşünen bu küçük burjuva solculuğun açmazı şurada: devletten saymadığı İran’da halktan, insandan saymadığı kişiler, hakları için sokağa dökülmüşlerdir. O solcular gibi, devletin rahat koltuklarına kul olmuş kesimler de “dış mihrak” peşindedirler. İran’la ilgili haberlerde bu solun arayıp bulduğu, bulmaya çalıştığı, hep kendisi gibi batılı, ilerici, aydınlık unsurlardır. Akledemeyen, düşünemeyen, eyleme geçemeyen Doğulu halklar, hakları için mücadele edebilmektedirler.

Bu anlamda solcular, zarfa tapıyorlar, mazrufta, muhtevada ne olduğuyla ilgilenmiyorlar. Onlar, emperyalist kapitalizmin tasavvur ettiği Batı Asya’nın solcularıdır.

Melbörn’den Filistin’e akıl verebileceğini zannetme hâli ile İran konusunda ahkâm kesebilme hâli, bir ve aynı şeydir. Bir troçkist, son yaşanan olaylarla ilgili olarak, “Filistin’in tek ihtiyacı, troçkist-leninist öncülüktür” diyebiliyor. Gerçeğin, zamanın, mekânın, toplumun, tarihin, halkların iradesinin, müşterek kavganın, birikimin hiçbir önemi yoktur onun için. Bu metafiziğin kaba bir metafiziğe indirgenmiş bir tür İslamî yorumu sürekli öne çıkartması kaçınılmazdır. Metafizikler yarışmasında kimin kazanacağı, ezilenler ve sömürülenlerin umurunda değildir.

Barzani ve Netanyahu

Bu metafizik dünyada, İran’daki gelişmelere dair değerlendirmelerde, atılan sevinç çığlıklarında dile getirilmeyen asli unsur, ambargo ve İran’ın Suriye ile Yemen’de varolma mecburiyetidir. Ahmet K. Han gibi ABD ajanları, geçen yıl, İran devletinin bu kadar sahaya yayılmasının ekonomik açıdan içeride sıkıntıya yol açacağını söylemişlerdir. Bu hoca, on küsur yıl önce İranlı bir görevliyle TV’de yaptığı tartışmada, “siz uyduda porno yayınına yasak koyuyorsunuz. Porno izlemek ilericiliktir” diyen kişidir.

Pornoculuk için koca bir devrimi silip süpürmek isteyenler, bugün sanki o adla örgütler kalmış gibi, bazı sol örgütlerin açıklamalarına yer veriyorlar. Bu örgütlerden biri, Avrupa’dan aldığı parayla, uydudan İran halkına porno izlettirmeyi “komünistlik” zannediyor. Ki bu “eylem”, İsrail’in Gazze’de TV yayınına müdahale edip halka porno izlettirdiği günlerde gerçekleştirilmiştir. Akıl fikir aynı merkezdendir. O merkeze bağlı başka bir İranlı sol örgüt ise “Suriye’de cinayetlerin ve katliamın esas sorumluları Esat Rejimi ve müttefikleri olan İslam Cumhuriyeti ve Rusya’dır” diyerek ABD müdahalesini destekliyor.[5]

Dolayısıyla o akıl ve fikir, yayın organlarında, bugün İran’dakine benzer isyanların ve eylemlerin hedef aldığı Barzani ve Netanyahu’ya tek laf etmiyor. Etha gibi yayın organlarında, aylardır İsrail’de süren eylemlere dair tek bir habere rastlamak mümkün değildir. Üstelik ABD’deki eylemler bile haber konusu olamıyor. Sadece geçen yıl ABD'de 1.100 kadar insan, polis terörü sonucu katledilmiş. Bu solcuların istediği düzen, işte bu polis devletidir.

Herkes, elindeki silâhın markasına ve menşeine göre düşünüyor. Dolayısıyla geçen yıl Suriye’de düşen Suriye ordusu uçağı konusunda suçlanınca ABD genelkurmayının kendisini aklamaya yönelik bildirisine Etha’nın yer vermesine hiç şaşırmamak gerekiyor. Onu yapan, tabii ki Trump’ın değişimine de kul olur.

İran vesilesiyle, saflar netleşiyor. Bir yanda Taraf devrim’ciliği, diğer yanda halkın devrimciliği...


Gezi

İran’daki gelişmeler, bir açıdan, Gezi penceresinden izleniyor. Lâkin burada o pencereden bakan gözler, önce Gezi’de neyi yapıp neyi yapmadıklarını sorgulamalıdırlar. HDP ve CHP üzerinden, devrimci öfkeyi düzen kanallarına akıtanlar, Tebrizliler ve Meşhedliler değildir.

Gezi’de somut olarak görülen, idrak edilen şudur: en az on, yirmi veya otuz yıldır varolan örgütlerin hiçbirisi, böylesi bir isyana yönelik hiç hazırlık yapmamıştır. Hepsi de “şaşırdık, hiç beklemiyorduk” demiştir. Oysa örgüt demek, böylesi bir isyana hazırlık yapmak demektir, mastürbasyonla vakit geçirmek değil.

Bugün o hazırlığı yapmayıp bir kıyamı düzenin eline teslim edenler, belirli bir büyüksenme ve kibirle, İran sokaklarına akıl veriyorlar. Orada kolektif bir öncünün olmadığı gayet iyi biliniyor. Düzene teslim olanlar, İran’ın da emperyalist düzene teslim olacağı günü, ellerini ovuşturarak, bekliyorlar. Burada cari olan zan ise şudur: “İlerleme sayesinde bizim de günümüz gelecek.” Lâkin bu kişiler, herhangi bir sorumluluk almamak için o günü de sürekli meçhul bir geleceğe havale edip duracaklardır. Boş bir yalanın tüccarına kanmak yerine, eksik bir gerçeğin kavgasını verenle yanılmak evladır.

Vitrin Solculuğu

Devrimci ve solcu pratik, “elâlem ne der, nasıl görünürüm sonra!” diyerek yürütülmez. “İran’da yaşanan olaylarda emperyalistlerin parmağı var” diyen Acun Karadağ’ın nasıl göründüğü ile ilgili bir meselesi yoktur. O, kendi dışında, tüm halkları ilgilendiren nesnel bir gelişmeye karşı politik bir tavır almaktadır. Ama ona itiraz edenler, “Türk solunun paslı vanaları” diyenler [Yıldırım Türker], o vanaların görünüşünü dert edinmişlerdir, çünkü o vanaların içinden akacak paradır asıl dertleri. Kimileri için de petrol borularının vanaları önemlidir.

Herhangi bir siyasi gelişme, öznel vitrinle, etiketle, zarfla, şekil şemalle değerlendirmeye tabi tutulmaz. Mesele, mollalardan yana düşmek değil, Filistinlilerden, Lübnanlılardan, Suriyelilerden, Yemenlilerden ve yoksul İran halklarından yana düşmektir. Nasıl göründüğünü dert edinenlerin asıl meselesi, satılamama korkusudur. Pazardan çıkmak, o pazarı reddetmek, onunla kavgalı olmak gerekmektedir. Solculuğu pazarda olmak, satılabilir bir mal olabilmek imkânı olarak görenler, hareketin asli ajanları ve hainleridir.

Ve evet, haykırmak gerekir: mesele o değil ama, o beğenmediğiniz cübbeleri ve sakallarıyla, müşterek bir direnişin parçası olabildikleri ölçüde, mollalarla bir momentte yoldaşız ve bunu söyleyerek nasıl göründüğümüzü hiç umursamıyoruz. Pazarınız sizin olsun, ABD ve tekellerin pazar kavgasına figüran olmak size kalsın! Mesele, nasıl göründüğümüz, ne bildiğimiz, ne olduğumuz değil, ne yaptığımızdır. Pazarda meta olarak varolmayı tek dert edinen küçük burjuvaların tahakkümü, solu böylesi bir vitrinciliğe mahkûm etmiştir ve o sol, vitrin camlarını asla kıramamaktadır.

Fedailer ve Mücahidler

İran konusunda solun zırcahil olduğunu geçerken belirtmek lazım. Kendi ülkesinin cahili olanın İran konusunda zırcahil olması gayet doğal. Mollaların devrimi devrimcilerin elinden çaldığını söyleyenlerin esasen bilmek istemedikleri, o solun Humeyni’yi öncü olarak kabul edip ülkeye çağırdığı gerçeğidir. Zira vitrin camı kırılamamıştır. Fedailerin de Mücahidlerin de devrimin sorumluluğunu üstlenme gibi bir derdi yoktur. İlki, iç güç dengesi ve gerilimleri; ikincisi de dış güç dengesi ve gerilimleri bahane ederek, devrim ve iktidar sorumluluğundan kaçmıştır. Sonrası ise güç mücadelesidir ve sol, tüm acziyeti ve basiretsizliğiyle, o mücadeleden yenilerek çıkmıştır, niyeti de iradesi de zaten budur. Süreç içerisinde içe dair sorumluluk almayanlar, varolmak adına saldırıya geçmiş, Humeyni hareketi de saldırıya saldırıyla cevap vermiştir. Öte yandan belirtmekte fayda var: “Rejim çok solcu öldürdü” diyenler, o gün yaşasalar, o solculara “solcu” bile demeyecekti.

Politikleşmiş molla sınıfı, devlet geleneği içerisindeki yeriyle ilintili olarak, sahneye çıkıp sorumluluk alıyor, devrim yolunu kendi ideolojisiyle buluşturuyor. O ideoloji, fedaiyanı ve mücahidini de içererek ilerliyor. Onları tasfiye ediyor. Temelsiz kalmalarının sebebi burada.

Üzerine “ML” postu geçirmiş Ekim Devrimi düşmanlarının bugün İran Devrimi düşmanlığında en öne atılması, anlaşılır bir durum. ABD’deki düşünce kuruluşlarından çıkan İran raporlarını Türkçeye çevirip yayın organlarında paylaşıyorlar. Avrupa’da rahat koltuklarından düşünen Gazi Çağlar gibi isimlerse, oradaki İranlılardan duydukları abartılı, gerçek dışı, zeminsiz, bağlamsız kırıntı malumatlardan besleniyorlar.[6] İran içine, İran gerçeğine dair hiçbir şey bilmeden yığınla laf sarfedebilme hokkabazlığını akademisyenlik örtüsü altında gizleyebiliyorlar. Fedailerin Devyol'la hiç alakası yok örneğin...

AKP bağlamında yürütülen siyaset de Avrupa fonlarına tabi. O fonların beslediği Yıldırım Türker’in Fatih Yaşlı’ya ettiği küfür de bu gerçekle alakalı. On yıl önce AKP’yi destekleyen Türker’in bugün İran üzerinden herkesi AKP’ci diye etiketleyip küfretmesinin sebebi, o fonlar.

Dolayısıyla Avrupa’daki İran diasporası üzerinden anlamlı bir politik değerlendirmeye ulaşmak mümkün değil. Bu yanılsamanın temel sebebi, Avrupa’nın “özne”, İran halkının “koyun sürüsü” olarak görülmesidir. İran’ı “haydut devlet” kabul edip yıkmaya yeltenenler, halkını da “çetelere mahkûm esirler” olarak görmek zorundadır. 

Rejim, devlet-devrim bağlamında gerilmektedir. Sınıflar mücadelesi kendisini hissettirmektedir ve dönüşüm buna göre biçimlenecektir. Gezi’de olduğu gibi ayaklanan halkı küçümseyenlerin İran bağlamında anlamadığı, görmediği budur.

Devrimin yayı kendi okunu fırlatmıştır ve o devrim buranın Tarafçı devrim’ciliğine karşıdır. Dolayısıyla mesele, İran'da ABD parmağı bulmak değildir, İran haberlerine tuzlukla koşanlarda “ABD parmağı” bulmaktır. İran vesilesiyle yaşanan, buraya dair bir tartışmadır. Tartışma, Avrupa'yı ve Batı'yı memleket sayanlarla kavganın memleketinde kök salmak ve onu burada kavgayla inşa etmek isteyenler arasındadır.

Manipülasyon

O memleketten kaçanlar, kök salma sorumluluğunu üstlenemeyenler, sürekli kaçmak için bahane üretenler, güzel bir sığınak bulmuşlardır: “Kürt” metafiziği...

Buradan şu söylenmelidir: Küçük bir çocuğa tecavüz ettiği için asılanı veya devletin gizli belgelerini Batı’ya satanı idam ettiklerinde, “İran’da bir Kürt şair idam edildi” şeklinde haber yapanların siyasetinden ve ideolojisinden uzak durmak gerekir. “İran çok komünist öldürdü” diyenlerin, bağlandıkları örgütün geçmişte kaç komünist öldürdüğüne bakmaları tavsiye olunur.

Kafalarındaki vesveseleri, vehimleri, kibirli kurguları gerçek zannedenlerin dünyasından eleştiriyi eksik etmemek şarttır. O kurguların nereye, hangi güçlere bel bağladığı görülmelidir. İran devrimi ile açılan perdeyi bölgede kim kapatmak istiyor, bu gerçek sorgulanmalıdır.

İran vesilesiyle eleştirilmesi gereken, o kafanın İran’a dair söyledikleridir. Burada bir yönelim açığa çıkmaktadır: hakikat, bitmiş tamamlanmış, havada asılı, gerçekle alakası olmayan, metafizik bir olgu olarak “Kürt” kurgusu etrafında tavaf ettirilmeye çalışılmaktadır. O Kürt kurgusunun belediyelerindeki sıkıntılar, müteahhitlerle ilişkiler, hendekler sonrası gerilimler, tüm yakıcılığı ile sorgulanabilmelidir. İran vesilesiyle, oraya fırlatılan okların uçları buraya yöneltilmelidir. Zihindeki her türden havada asılı, metafizik kurgunun sömürenlere ve ezenlere hizmet edeceğini bilmek gerekmektedir. Mollalar, böyle bir kurguya biat etmişlerse, halk onlara Allah’ı öğretir, öğretecektir. Ama burada buranın solcularına İran’a akıl vermek değil, kendi putlarıyla hesaplaşmak düşer.

* * *

İran vesilesiyle görülmesi gereken şudur: aslolan, kafamızdaki metafizik kurgular değil, somut mekânda ve somut zamanda kavga eden ezilenlerin ve sömürülenlerin kerteriz alınması ve buna göre kavganın örülmesidir. Putlara karşı bizi şerbetli kılacak bir “Allah” olmalıdır.

Eren Balkır
1 Ocak 2018

Dipnotlar:
[1] “İran: Halkın Ayaklanması, Tutumlar, Yorumlar, Hurafeler,” 30 Aralık 2017, Abstract.

[2] “Lenin ve Muhammed Vali Han”, 17 Ekim 1919. Türkçesi: İştirakî.

[3] Şenila Hoca Mulci, “Malala ve Ahid”, 28 Aralık 2017, İştirakî.

[4] Muzaffer Oruçoğlu, “Yahudi Sorunu”, 28 Aralık 2017, Patika.

[5] İran Komünist İşçi Partisi’nin Bildirisi, 7 Nisan 2017, Wpiran.

[6] Gazi Çağlar, “İran ve Halk İsyanları”, 31 Aralık 2017, Sendika.

0 Yorum: