11 Kasım 2019

, ,

Siyanür


Siyanür, insanı oksijensiz bırakıyor.

Frantz Fanon, “Temelde artık nefes alamadığımız için isyan ederiz” diyor.[1] Gezi, kontrollü muhalefeti ile bu nefesin kısa bir süre alınmasını sağlamış görünüyor. Ayaklanmaya öncülük etmek için varolması gereken örgütler, o isyana “hiç hazır değildik” diyorlar. Böylelikle hiç varolmadıklarını kabul etmiş oluyorlar. Halkın nefesi, bu şekilde kesiliyor.

Bugün siyanürün çok kolay dolaşıma sokulduğuna tanık oluyoruz. Belki de kriz koşullarında piyasaya bile isteye sürülüyor. Çünkü egemenler, nüfus fazlasından, fazla nüfusun yoksulluğa, iklim değişikliğine sebep olduğundan söz ediyorlar. Bu iklim ve nüfus siyasetini bizatihi sol örgütler üstleniyor. Söz konusu siyasetin işçi, yoksul ve ezilen düşmanı olduğu gerçeğini örtbas ediyorlar.

Aileyi ölçü alan ekonomik hesaplamalar karşısında rahatlamak için aileyi öldürüyorlar. Eşcinselliği ve feminizmi o yüzden destekliyorlar. Solcular, köksüz ve aidiyetsiz olma imkânını sattıkları için bu gelişmeyi ellerini ovuşturarak izliyorlar. Emperyalistlerin müdahalelerine içten içe destek sunuyorlar. Et yiyemeyenlere veganlığı öneriyorlar.

Muhtemelen hepimiz, bir deneyin, öjonik bir pratiğin kobaylarıyız.[2] Farelere acıyıp rahatlamamızı, başkalarını fare görüp huzur bulmamızı istiyorlar.

En nihayetinde egemenler, ıslah için insan soyuna odaklanıyorlar. Kendi soylu hâlleri için ıslah amaçlı işlere imza atıyorlar. Köleliği kabul edilir düzeye çekmek için gayret ediyorlar. Siyanürle ve uyuşturucuyla sinir uçlarımız uyuşuyor. Kavgalı hayattan dirhem dirhem çekiliyoruz. Yoksullara yönelik, sessiz bir soykırımın içerisindeyiz.

* * *

Bolivya’da darbe, tam da bu koşullarda gerçekleşiyor. Lityum madenleriyle ilişkisi üzerinde duruluyor. Buradaki solcu aklı evveller, hiç vakit kaybetmeden, bu deneyime saldırıyorlar, Bolivya’ya akıl veriyorlar. Kendilerini aklamak için yapıyorlar bunu.

Burada burjuvazinin, “Kilise”nin, ordunun kılına halel getirememiş, getirmeyi de düşünmeyen örgütler, Bolivya’daki solculara ahkâm kesiyorlar. Bu eleştirileri, Suriye’ye giren orduyu aklayan örgütler yapıyor. Kendilerinin yapmadığı şeyleri Bolivyalılardan istiyorlar. Bolivya’yı ucuz TV gösterilerinde veya boş üniversite kürsülerinde incelenecek bir mevzu olarak ele alanlar, eylemsizlikleri için kılıflar örüyorlar.

Bolivya için birden ezberlerini çıkınlarından çıkaranlar, teorilerini büyük burjuvaziye, pratiklerini küçük burjuvaziye teslim ettiklerini gizlemeye çalışıyorlar. Hemen Bolivya’ya akıl verme yarışına girilmiş olması, bu teorinin ve pratiğin bir sonucu.

Yoksulluk, işçi ölümleri, Bolivya darbesi…

Solun bu konularda ettiği her laf, yalandan ibaret. O, en fazla, kitleleri uyuşturmak, kontrol altında tutmak için var ve varlığını bu göreve borçlu olduğunu biliyor.

Baştan tayin edilmiş bir kum havuzu mevcut ve herkes orada olmak istiyor. Taktik ve strateji, uyumun, tavizin, teslimiyetin gerekçelerini bulmak olarak anlaşılıyor. Tarih ve toplum, burjuvazinin sınırlarına hapsediliyor. O sınırları aşan her fikir ve pratik, anında boğuluyor.

* * *

Bir İngiliz dizisinde (Peaky Blinders) sosyalist bir sendikacının apolitik eşi kocasına, “ABD’ye gidelim, hem onlar devrim yapmışlar, bu işler için uğraşmana gerek kalmaz” diyor. Bizim solcularımızın devrim konusundaki bilinci de bu düzeyde. Avrupa’yla ilişkilerini de bu anlayış tayin ediyor. Avrupa’yı devrimin cephe gerisi değil, ileri mevzii olarak görüyorlar. Nihayetinde oranın ajanı olmakla “devrimci” olmak arasındaki fark siliniyor.

Solcuların devrim ile ilgili ölçü ve ölçekleri tümüyle burjuvaziye ait. Toplum ve tarih okumaları, burjuvazinin ve devrimlerinin ölçütüne vuruluyor. O yüzden “Mustafa Kemal olmasaydı, işler karışırdı, tahmin edilemeyecek kadar karışırdı. […] TKP, 1920’de gerekli etkiye ve güce sahip değildi” türünden cümleler kuruluyor.[3] Mustafa Kemal’in batı dünyasıyla ölümüne bir savaş yürüttüğü, kalıcı bir düşmanlığa ve dünyadan kopmaya niyetli olduğu, bu sebeple iddia edilebiliyor. Yalan örgütleniyor, yalana örgütleniliyor.

Oysa mesele, zaten işlerin karışması, zira devrim, tam da böylesi bir momentte anlamlı ve mümkün. Basit burjuva aklıyla, burjuvazinin, onun kurduğu ilişkilerin pürüzsüz, sorunsuz şekilde sosyalizme evrileceği, küçük burjuvaların ezilenlere, yoksullara söylediği bir yalan. Bu yalanı, burjuvazinin görevli adamları yayıyorlar. O yalan, ezilenlerin iradesiz kılınmasına katkı sunuyor. Solculuk, “tek irade benim” yalanı olarak, bu boşluğa oturuyor. Devrim, burjuvazinin iradesine teslim ediliyor. Burjuvazinin sosyalizmi getireceği yalanı bilinçlere işleniyor. O yüzden burjuva siyasetine kadro yetiştiriliyor.

* * *

Asıl unutulan, unutturulansa burjuvazinin kendi devrimleri öncesi mevcut iktidar ilişkilerinin, yönetici sınıfın parçası olması, proletaryanın veya ezilen halkın böyle bir imkânının bulunmuyor oluşu.[4] Yani burjuva devriminin ölçü ve ölçeği ile proleter devrimin ölçü ve ölçeği çok farklı şeyler. 1848’den beri bu farkı silenler, Marksizmle açıktan ve gizlice mücadele etmek zorunda kalmışlar. Bugün de bu mücadele sürüyor. Bugün sol örgütlerin teori ve pratiğini Marksizm-Leninizmle mücadele tayin ediyor.

Sonuçta solcular, siyaseti en fazla, verili iktidar ilişkilerinde, siyasi denklemde, toplumsal kurguda bir yer bulmak, yönetici sınıfın parçası hâline gelmeye çalışmak olarak anlıyorlar. O yerin sosyalizme evrileceğine inanıyorlar. Burjuvaziden akıl ödünç alınınca onun gibi muktedir olunacağı vehmine kapılıyorlar. Burjuvaziyle birlikte başka muktedir olma pratiklerini yok etmek için uğraşıyorlar. Kendilerine bu yönde görevler verilsin diye bekleyip duruyorlar. Proletaryanın varlığı da aklı da küçük görülüyor.

Bugünün Ekimcileri, 1917’nin Menşevikleri gibi konuşuyorlar[5] ve kendilerine Bolşevik süsü veriyorlar. O günlerde Menşevikler, Bolşeviklerin komplosundan söz ediyorlar, “karşı-devrim güçlenir” sopasını sallıyorlar ve teslimiyeti öneriyorlar. Öte yandan, Lenin ise “Burjuvazi, artık tarihsel ölçekte başka bir hâl almıştır ve tümüyle başka bir sınıftır” diyor ve başka bir yere işaret ediyor.[6] 1917 Kasım’ında yaşasa Lenin’in karşısında olacak sol örgüt şefleri, bugün Lenincilik oynuyorlar.

* * *

Bolivya’da basit bir seçim süreciyle iktidara gelmiş partiyi “zenginlerin gücünü kırmamak”la eleştiriyorlar, ama kendileri de zenginlerin partisine oy topluyorlar, ayrıca seçtikleri sendika başkanını patron örgütünün toplantısına gönderiyorlar.[7] Yani seçim yoluyla muktedir olmak için uğraşıp zenginleri kendilerine yoldaş belliyorlar. Kendi ülkelerinde kuzu olanlar, Bolivya’da kurt kesiliyorlar.

Bolivya ise seçim siyasetinin, kalkınma projelerinin, maden aramalarının, iyi yönetişim uygulamalarının, STK’lara teslim olan solcuların ve koka üreticisi köylülerin sisteme entegrasyonunun kurbanı. Türkiye’deki solcuların Bolivyalı muadilleri, kitlesel mücadeleyi terk edip seçim siyasetine bağlanıyorlar:

“Seçim siyasetine bağlanmak, devrimci hareketlerin zayıflayıp kitlesel zeminini yitirmeleriyle sonuçlanıyor. Ne vakit bu siyasete bağlanılsa geriye gidiliyor, sonuçta halk hareketinden uzaklaşılıyor.”[8]

Bugün solcuların CHP’ye iltisaklı hâle gelmesinde olduğu gibi Morales de oranın CHP’si Devrimci Milliyetçi Parti çizgisinden kopamıyor. Solcu maskeye gerek kalmayınca yırtılıp atılıyor. Aslında seçim siyasetine bağlanınca teslimiyet kapısı aralanmıyor, teslimiyet gerçekleştiği için seçimlere giriliyor.

* * *

Asıl ikiyüzlülük, buranın solcularının bundan fazlasını, Morales’ten ötesini önermemesi, ama Bolivya’yı ve Morales'i koca koca laflarla eleştirmesinde. Bugünlerde bir anda “Bolşevik” pozları takınmalarının sebebini, yalanın güncellenme ihtiyacında aramak gerekiyor.

Bugün yaptıkları eylemlerdeki sloganlar, bildirilerindeki cümleler bile başka ülkelerin eylemlerinden aşırma. Türkçeye çevirip buranın ateşinde dövülmemiş kelimeleri satmaya çalışıyorlar. Örgütler, tercüme bürolarından farksız. Üretim yok, ter yok, emek yok.

Burjuvaziyi ve iktidara gelme hâllerini mutlak ölçü kabul edince, tarih ve toplum okuması da buna göre biçimleniyor. Ezilenlerin, yoksulların, işçilerin ölçülerine tahammül edemiyorlar. Onları kontrol altında tutma görevi uyarınca bir süre güzel kelimeler satıyorlar pazarlarında.

Bu uyuşturma pratiğinin, uyuşukluk hâlinin siyanürle toplu kıyıma uğratılan yoksullara nefes borusu, bir seçenek, umut olması, asla mümkün değil. Demek ki mesele, zenginlerin gücünü kırma işini devrim sonrasına bırakmamakta, bugünde muktedir olmanın yolunu bulmakta.

Eren Balkır
11 Kasım 2019

Dipnotlar:
[1] Frantz Fanon, Black Skin White Masks, Pluto Books, 1988, s. 176.

[2] Jacob Levich, “Bill Gates ve Aşırı Nüfus Efsanesi”, 12 Nisan 2019, İştirakî.

[3] Kemal Okuyan, “Mustafa Kemal Olmasaydı”, 9 Kasım 2018, Sol.

[4] Diana Johnstone, “The Western Left and the Russian Revolution”, 1 Temmuz 2017, MR.

[5] Competing Voices from the Russian Revolution, Yayına Hz.: Michael C. Hickey, Greenwood, 2011, s. 463.

[6] V. I. Lenin, “Yanlış Bayrak Altında”, 12 Ekim 2019, İştirakî.

[7] Eren Balkır, “İkinci Sayfa”, 16 Ekim 2019, İştirakî.

[8] James Petras ve Henry Veltmeyer, Social Movements and State Power: Argentina, Brazil, Bolivia, Ecuador, Pluto Press, 2005, s. 200-201.

0 Yorum: