16 Ekim 2019

,

İkinci Sayfa


Meral Akşener, “Türkiye’nin iyi ve cesur insanları, teröre ve dış cepheye karşı, elbette devletinin ve ordusunun yanında duracaktır. Bu birlik görüntüsü, bizim varlık sebebimizdir” diyor.[1]
Ataol Behramoğlu, niye varolduğunu İYİ bilen Akşener için, “Sahnede pırıl pırıl, apaydınlık bir kadın konuşuyor… Samimi, bilgili, açık sözlü, zarif. Slogandan uzak, cesur, esprili” tespitinde bulunuyor. Sonra tuhaf bir akılla, bizzat Meral Akşener’e sesleniyor ve “Ülkenin sağıyla, soluyla, ortasıyla normalleşmesinde çok önemli bir işlev üstlendiğinizi, işinizin çok güç olduğunu görüyorum ve biliyorum” diyor.[2] Behramoğlu, bir hafta sonra, bazı yoldaşlarının eleştirisi üzerine, bu yazısını sahiplenip, “Ben, herhangi bir ülkeyi, devleti değil, bütünüyle Batı’yı, aydınlanma düşüncesini savunuyorum” dedikten sonra, Meral Akşener’in ABD projesi olmadığını düşündüğünü söylüyor. Oysa herkes, o Batı ve Aydınlanma düzleminde yan yana geliyor.
Aslında Akşener, Behramoğlu gibilerle birlikte birçok ismin ve yapının varlık sebebini doğru tespit ediyor. Devlet ve ordu, Batı’yı ve Aydınlanma’yı anlatıyor. Onların kurduğu insan, kendisi dışındaki kurgulara saldırıyor. Normalleşme dedikleri bu. Herkes, bu normal kurguda yer alabilmek için çırpınıyor. Normal olan, teoriyi ve pratiği tayin ediyor. Normları burjuvazi ve devlet belirliyor.
Sonuçta herkes, içtimaya alınıyor, nereye saldıracağına, neler söyleyeceğine dair emirleri alıp görev yerlerine dağılıyor. AKP, onu eleştirenlerle aynı yerde duruyor, Ortadoğu’ya, buranın pazarına, ilişkiler ağına, gerilimli sahasına girmesi gereken devlet adına hareket ediyor, kendisinin kirleneceğini gören devlet, kendi sol muhalefetini örgütlüyor. Kendisini orada temize çekiyor.
“Hayatla ölüm, özgürlük talebiyle zulüm ve baskı, insanca yaşama özlemiyle daha çok sömürme hırsı” sol örgütler şahsında uzlaşıyor. Devyol ve türevleri, gerekli talimatlar uyarınca bu uzlaşının resmini çiziyorlar. Sayfayı çevirince karşımıza uzlaşma siyaseti çıkıyor. TİSK ve DİSK, bu düzlemde yan yana geliyor. “Arzusu, ‘sosyalist bir rejimden ziyade ılımlı bir koalisyon hükümeti”[4] olan sosyal demokrat Friedrich Ebert’in adına hareket eden vakıf, bu düzlemde Marksizm seminerleri düzenliyor.[5] Akşener gibi bu sosyalistler de varlık sebeplerini iyi biliyorlar.
* * *
Neticede artık bu ülkede Osman Kavala’yı idam edecek bir devrim mümkün değil, çünkü o, artık iş insanı, herkesin yoldaşı! İş de insan da kutsal. Birleşilen yer de burası. Behramoğlu’nun ve Akşener’in Batı’sı da insanı da bir. O insan devrim istemiyor.
Belçika gibi kimi ülkelerde beş yıl oy kullanmayanların oy hakları ellerinden alınıyor. Beş yılı aşkın bir süredir yurtdışında olanların sadece oy hakkına hatta malına-mülküne el koyacak bir devrim de artık mümkün değil Türkiye’de. Herkesin çocuklarına Batı dillerinde rahatça söylenebilecek isimler verdiği koşullarda, buna itiraz edecek o kadar çok örgüt var ki!
Bu gerçekte tuhaf olansa şu: Üç kuruş değerindeki bir kâğıt parçasını bir sandığa attılar diye CHP’yi yönettiklerini, yönetebileceklerini sananlar var! “Ben oy verdim CHP’ye, benim dediğimi yapacak, bana yakışacak be bu parti!” diye feveran edenleri anlamak hiç mümkün değil. Tezkere konusunda CHP’yi eleştirenler, daha dün CHP’li oluşlarını eleştirmeliler. Yine olsa yine oy verecekler, buna mecburlar, bağra taş basıldı bir kere!
Bugün mesele, her örgütün CHP türevi hâline gelmesidir. “TSK'nin, Saray’ın savaşına alet edilmeye çalışılması kabul edilemez” diyen Erkan Baş[6], temize çekilen devlet adına konuşuyor, çünkü o, bizzat CHP’nin cümlelerini “sosyalist” sosa daldırmakla görevli. Ona göre TSK, sınıf dışıdır, sütten çıkmış ak kaşıktır, çünkü Batı’dır, Aydınlanma’dır, varlık sebebi ise nettir. Kitlelerin, devrimci mücadelenin, devrimci iradenin olmadığı, ama varmış gibi yapıldığı tuhaf bir kurgu hüküm sürmektedir. Bu kurguda CHP’ye oy verenler, bir süre daha küçük dünyalarında yüksek ve büyük siyaset yapma becerilerine sosyal medyalarında övgüler düzeceklerdir. Alçak ve küçük olan, onların sınıfsal gerçeklerine asla yakışmamaktadır. Asıl sorun budur.
* * *
“Yanlış Bayrak Altında”[7] başlıklı yazısında Lenin, burjuvazinin on dokuzuncu yüzyılda “devrimci” sınıf iken artık bu vasfını yitirdiğini söylüyor, siyaseten ve teorik düzlemde ölçü alınması gerekenin bu sınıf olmaması gerektiği üzerinde duruyor. Solculardaki milliyetçiliği oportünizmle ilişkilendiriyor, uluslararası ilişkileri yeni sınıf değil de burjuvazinin bakış açısı üzerinden değerlendirenleri eleştiriyor, Lassalle gibi isimlerin burjuva devrimlerinin büyüsüne kapılıp gözlerini aşağı değil yukarı çevirdiğini söylüyor.
Bu anlatılanlar, bugünün sosyalist örgütlerinin hikâyesidir. DİSK, “12 Eylül’den önce işçiler güldü, şimdi sıra bizde” diyen TİSK'le bu düzlemde yan yana geliyor. Friedrich Ebert’ten bu sebeple para alınabiliyor. TSK, bu bağlamda sınıf dışı bir olguymuş gibi yüceltilip arındırılıyor. İkinci sayfada söz konusu uzlaşma, bu gerçeklikte mümkün olabiliyor.
Ön sayfaya çekici cümleler yazılıyor, arka sayfaya ise “ama” diye başlanıyor, varolan koşullarda normal, akıllı, sakin, temkinli vs. olmanın gerektiği üzerinde durulup, varolanla uzlaşmanın yolları aranıyor, okura bu yollar öneriliyor. O yolsa teslimiyetten başka bir yere çıkmıyor.
Eren Balkır
16 Ekim 2019
Dipnotlar
[1] Akşener Haberi, 15 Ekim 2019, Türkiyem.
[2] Ataol Behramoğlu, “Meral Akşener Gerçeği”, 30 Eylül 2017, Cumhuriyet.
[3] Ataol Behramoğlu, “Meral Akşener’i Desteklemek”, 7 Ekim 2017, Cumhuriyet.
[4] Eren Balkır, “Mustafa Sönmez Bu Şafaklarda”, 16 Nisan 2019, İştirakî.
[6] Erkan Baş, “Meclis’te Basın Açıklaması”, 15 Ekim 2019, İleri.
[7] V. I. Lenin, “Yanlış Bayrak Altında”, 12 Ekim 2019, İştirakî.

0 Yorum: