Bugünlerde
Çin’de yaygın olarak kullanılan bir söz var: “Misyonu aklından hiç çıkartma,
baştaki emeli asla unutma.”
Bu
sözle başlamamın sebebi, onun Yeni Çin’in kuruluşunun yetmişinci yıldönümüne
yönelik kutlamaların önemli bir parçası olması. Şuan Çin’deyim, hazırlıklara,
beklentilere ve kutlamaların yapıldığı güne ilk elden tanıklık ediyorum.
Yazıyı
1 Ekim günü kaleme alıyorum, yani Mao Zedung’un Tiananmen olarak bilinen kapıda
durup Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşunu ilân ettiği günden yetmiş yıl sonra.
Bugün aynı yerde Xi Jinping vardı, Mao ve onu takip eden liderlere teşekkür
etti. Tüm oturumları bilgisayarımda canlı izledim, Çin’in geleceğini ellerinde
tutan gençlere yapılan vurguya, ayrıca ülkenin tüm eyaletlerine ve özerk
bölgelerine verilen takdire ve milliyetler açısından sahip olunan çeşitliliğine
yönelik övgülere tanıklık ettim.
Beni
etkileyen bir husus da kısa süren askerî geçit töreniydi. Sosyalist bir ülke,
kendisini yıkmak isteyenlere karşı varlığını koruyabilmeli. Birçok ülkeden
temsilci gelmiş. Çin gibi gelişme kaydeden ülkeler, özel katılım göstermişler.
Bu ülkeler, Çin’in paradigmasını benimsiyorlar, buna bağlı olarak da
“Washington Konsensüsü” olarak bilinen neoliberal projeye sırtlarını
dönüyorlar.
Fakat
burada bir süre durup bir adım geri çekilerek “Çin’e az çok aşina olan bir
yabancı neler gördü?” sorusunu soralım. Sıradan insanlar, yetmişinci yıldönümü
kutlamaları konusunda neler söylüyorlar? Bir ay süreyle insanlarla bu konuda
sohbet ettim ve hislerini, düşüncelerini anlamaya çalıştım.
İlk
elden gözlemlenecek en önemli gerçek, insanların yetmiş yılda çok çalışıldığını
görüyor olmaları. Herkes, “çok çalışıldığını, artık biraz da başarıların
keyfini çıkartıp kutlama yapabileceklerini” söylüyorlar. Başarılar çok net
ortada: herkes, “sosyo-ekonomik açıdan refah içinde yaşama” denilen temel insan
hakkına sahip. 800 milyondan fazla insan, yoksulluk koşullarından kurtarılmış.
Güçlü ve müreffeh bir Çin inşa edilmiş.
Bu
sebeple bizzat tanıdığım insanlar, Çin’in mutlu mesut yaşamasını açıklama ve bu
hususta söz etme noktasında kendinden gayet emin cümleler kuruyorlar. Çin’in
yapıp ettiği her şeyin özünde, artık daha fazla Marksizm var. Çin Komünist
Partisi ve tarihi, bugünlerde seyrettiğim Pekin’deki geçit töreninin asli
bileşeni idi.
“Çalışmak”
denilirken ne kastediliyor peki? Burada insanlar çok çalışıyorlar. Ama gene de
çoğu vakit yeterince çalışmadıklarını söylüyorlar. Çalışmaya bir de mücadele
eşlik ediyor. Son yetmiş yılda uluslararası planda yoğun bir itiraza ve
muhalefete maruz kalmış olan Çinliler, ciddi zorluklara karşı mücadele vermeyi
bildiler. Onlar, bugün kazanılmış ve elde edilmiş olan her şeyin çalışmak kadar
mücadelenin eseri olduğunu gayet iyi biliyorlar. Başka bir ifadeyle, kendi
deneyimleri üzerinden Çinliler, çalışmanın bizatihi kendisinin bir tür mücadele
olduğunun bilincindeler ve asla mücadeleden korkmuyorlar.
Her
şeyin ötesinde Çinliler, daha yapılacak çok şeyin olduğunun farkındalar. Çevre
sorunlarının çözümü konusunda epey yol alınsa da Çinliler, daha yapılacak çok
işin bulunduğunu biliyorlar. Hâlen daha birkaç milyon insanın yoksulluk
koşullarında yaşadığını görüyorlar ve mütevazı ölçülerde müreffeh ve varlıklı
olan bir toplumda (xiaokang shehui) bunun asla kabul edilir olmadığını
da biliyorlar.
Çinliler,
bir yandan da, Çin’i kuşatma altına almak ve ona ne yapması gerektiğini dikte
etmek konusunda, kendi içinde çatlaklar barındıran bir avuç eski sömürgecinin
ümitsiz girişimleriyle boğuşuyorlar. Oysa Çinliler, yollarından dönmeyecek ve
başkalarının şartlarını kendilerine zorla dayatmasına asla izin vermeyecekler.
Peki
bu, bir tür milliyetçilik midir, “önce Amerika, gerisini salla!” anlayışının
Çin versiyonu mudur? Asla böyle değil.
Eskiden
ilkin Sovyetler’de, ardından ulusal kurtuluş kavgası veren birçok sömürge
ülkede olumlu bir milliyetçilik anlayışının varlığını anlamaya çalışırdık. Bu
anlamda milliyetçilik, sömürgecilik karşıtı bir emel, bir irade hâlini almış,
egemenlik meselesi tüm ağırlığı ile merkeze yerleşmişti. Bu, tabii ki
başkalarının da egemenliğine saygı duymayı gerekli kılıyordu.
Aynı
şekilde, kendi ülkenize başka bir ülkenin hükmetmesini istemiyorsanız, aynı
şeyi başkalarına da yapmamanız gerekir. Zhou Enlai ve Mao Zedung’un “Barış
İçerisinde Bir Arada Yaşamanın Beş İlkesi” bu konumu net bir biçimde ortaya
koyuyor.
İnsanlarla
konuştuğumda başka bir his daha oluştu bende. Öncelikle şunu belirtmeliyim:
Çincedeki “ai guo” terimi, kötü bir tercüme sonucu “milliyetçilik”
olarak tercüme ediliyor. Düz manada “ai guo”, esasında “memleket
sevdası” anlamına geliyor ve ulus-devletle veya onunla alakalı herhangi bir
izm’le zerre ilişkisi bulunmuyor.
“Memleket
sevdası”, ülkenin kimliğinin ayrılmaz parçası. Dünyanın herhangi bir yerinde
yaşayan Çinliler, bu duyguyu illaki paylaşıyorlar. “Memleket sevdası”, beş bin
yıllık bir kültürü, tarihi, geleneği, felsefeyi ve siyasi formları kapsıyor.
Benim
açıdan en önemli husus ise memleket sevdasının “ben kazanayım sen kaybet”
zihniyetini veya (“Önce Amerika” anlayışında görüldüğü üzere) bir tarafın
kazancının diğerinin kaybı ile sonuçlanacağı kurguyu esas almıyor olması.
Bilâkis memleket sevdası, aslında kendi ülkeni, kendi kültürel kimliğini
sevmeyi ifade ediyor. Bu anlayış, başkalarının kimliğine destek olma ve onlarla
ilişki kurma, o kimliklere saygı duymanın zemini olarak iş görüyor. Bu sebeple
Çin halkı, memleket sevdasını dünyaya faydalı bir olgu olarak görüyor, çünkü bu
halk, başkalarının da kendi memleketlerini sevdiğini, bu sevginin müşterek
projeler geliştirmeyi mümkün kılacağını iyi biliyor.
Bazıları,
insanların Çin’de bayrak sallamanın Marksizmi geri plana attığını söylüyorlar.
Oysa bu tespit bir cehaletin ürünü. Bu türden sözler sarf edenler, Xi
Jinping’in Marksizmi merkeze yerleştirdiğini, Çin’in yürüdüğü yolun kılavuzu
olarak değerlendirdiğini görmüyor, doksan milyonluk ÇKP’nin komünist parti
olarak net ve açık bir misyona sahip olduğunu anlamıyor.
Bu
insanlardaki şüphe, bir yanıyla, onlardaki Çin bayrağı ile ilgili gerçeği de
görmezden gelmelerine neden oluyor. Çin’de bayrağa “beş yıldızlı kızıl bayrak”
[wuxinghongqi] deniliyor. Bu kızıl bayrak, tabii ki yıldız gibi önemli
bir komünist sembol. Dolayısıyla ne vakit biri beş yıldızlı kızıl bayrağı
dalgalandırsa, orada salınan aslında komünist bir bayrak, bu bilinmeli.
Buradan, yazının en başında aktardığımız, “Misyonu aklından hiç çıkartma, baştaki emeli
asla unutma” (laoji shiming, bu wang chuxin) sözüne geri dönelim. Çin’in her
köşesinde bu söze rastlıyorsunuz. Herkesin ağzında bu cümle var. Peki ama
“baştaki emel” neydi? Marksizm. Misyon neydi? Komünizm. Komünizmin
gerçekleşmesi için neye ihtiyaç var? Daha fazla çalışmaya ve daha fazla
mücadeleye.
Roland Boer
2 Ekim 2019
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder