İstanbul’dan gelen bir öğretmen olarak Türk komünist
Naciye Hanım için 1920’de Doğu Halkları Kurultayı’na katılmak hiç de kolay
olmadı. Toplantı, kendisini Taşkent gibi Doğu komünizminin merkezi olarak
kurmuş olan Bakû’de yapılıyordu. Naciye Hanım, Komintern liderlerinin onca
çabasına rağmen kurultaya katılma imkânı bulan çok az sayıda kadından biriydi.
Kurultaya katılan yaklaşık 2.000 delegenin yalnızca 55’i kadındı. Buna karşın Komintern,
iki kadının eşbaşkan olarak görev almasını, yürütme kuruluna ise üç kadının
seçilmesini sağladı. Komintern temsilcileri delegelere kadınların sermayenin
zulmü kadar “erkeklerin zulmü”nün de hakkından gelmelerinin gerektiğini
söylüyorlardı. Bu, esasen bütünüyle kabule hevesli olmayan bir salon dolusu
insana verilen oldukça sert bir mesajdı.
Naciye Hanım ise delegelere şu uyarıyı yaptı:
“Ortaya
koyduğunuz gayretler ne kadar samimi ne kadar coşkulu olursa olsun o gayretler
kadınları çalışmalarınıza gerçek katkılar sunmaları için bir araya getirmedikçe
akim kalacaktır.”
Naciye Hanım, konuşmasına, sözlerini hiç yumuşatmadan,
aksine, şiddetini artırarak devam etti:
“Kadınların
yeterince yük hayvanı yok diye işe koşuluyor olmaları sebebiyle kadınlara eşit
haklar verilmesini öngören davaya katkı sunduklarını sanan kişileri dikkate
almaya bile değmez.”
Muhtemelen salondakiler duyduklarından rahatsız olmuş,
Naciye Hanım’ın yorumları, dinleyenlerin canını acıtmıştı.
Kurultayı örgütleyen isimler, Naciye Hanım’ı son gün
konuşturdular. Konuşma için çok geç bir tarihti. İnsanlar uykusuzdu ve evlerine
dönmek için yanıp tutuşuyorlardı. İngiliz muhbirin aktardığı kadarıyla,
“salonda yığınla hararetli konuşma yapılmış, ama bu konuşmaların etkisi, çok
sayıda Müslüman temsilcinin dışarı çıkıp namaz kılması sebebiyle azalmıştı.”
Naciye Hanım’ın uyarısı yanında, başka bir delege de
“tüm geleneklerin ve hayat şartlarının bir çırpıda komünist bir çerçeve
içerisine oturtulamayacağı” uyarısına bulundu. Delegenin ifadesiyle, “Doğu
tümüyle farklı bir yer”di ve Batı’dan tümüyle farklı çıkarlara sahip”ti.
Bolşevik lider Aleksandra Kollontay’ın kadınların kurtuluşunun önemine dair
birçok yazısında dediği gibi, Batı o kadar da farklı değildi. Naciye Hanım’ın
açık bir dille ifade ettiği üzere, Doğu’nun da cennet olduğunu kimse
söyleyemezdi.
Naciye Hanım’ın dile getirdiği talepler, bugün bile
radikal, bu sebeple üzerinde durulmayı hak ediyorlar:
1. Haklarda tam eşitlik,
2) Kadınlara erkekler için kurulmuş eğitim ve meslek
kurumlarına kayıtsız şartsız giriş hakkı verilmesi,
3) Evlilikte her iki tarafa eşit hakların verilmesi.
Çokeşli evliliğin koşulsuz ilgası,
4) Kadınların tüm yönetsel ve idarî kurumlarda çalışma
hakkının koşulsuz olarak kabul edilmesi,
5) Tüm şehir, kasaba ve köylerde kadınların haklarını
koruyan komitelerin oluşturulması.
Naciye Hanım idealist değildi. Hayatını cesaretle,
eksiksiz bir biçimde yaşamayı bilmiş bir kadın olarak daha fazlasını istiyordu.
“Doğrudur, yolu görmeden, karanlıkta yürürken
sendeleyebiliriz, hatta uçurumun eşiğinde duruyor olabiliriz.” diyen Naciye
Hanım, sözlerini şiirsel bir ifadeyle bitirdi: “Ama biz korkmuyoruz, çünkü
gündoğumunu görmek için karanlık geceden geçmek zorunda olduğumuzu biliyoruz.”
Naciye Hanım, Moskova’da, özellikle Zhenotdel’de
(kadın departmanında) kendisine destek sunacak müttefiklere sahipti. 1920’deki
Bakû Kurultayı’ndan bir yıl sonra, o günlerde Zhenotdel’in başında
bulunan Aleksandra Kollontay, Naciye Hanım’ın Sovyet siyaseti için öne sürdüğü
talepleri dillendirmek adına, bir Doğulu Kadınlar Kurultayı toplamak istedi.
9-15 Haziran 1921’de Moskova’da düzenlenen İkinci
Enternasyonal Komünist Kadınlar Konferansı’nda “Doğulu kadınlar” meselesi,
coşkulu bir dizi tartışmanın konusu oldu. Konferansın sonunda alınan nihai
kararda, partiden ve Sovyetler’in Doğu’sundaki tüm devlet kurumlarından,
“kadınları ezen ahlâkî, dinî tüm önyargılara karşı mücadele etmeleri ve benzer
bir ajitasyon faaliyetini erkekler arasında yürütmeleri” istendi.
“Halkın kültürel seviyesini yükseltmenin temel aracı,
kültürel aydınlanmanın merkezi olarak iş görmesi gereken kadın işçi
kulüplerinin, en genelde kadın birliklerinin kurulması için verilecek
mücadele”ydi. Bu türden kulüpler, kadınlara yuva, anaokulu, kulüplerin
himayesinde okuma yazma öğreten okullar gibi, kurtuluş için gerekli girişimler
aracılığıyla neleri elde edebileceklerini gösterecekti.
Sovyetler’in Doğu’sunda proleter kadınlar,
sendikalarda ve ev kadınları birliklerinde örgütlenmeli, ayrıca Sovyet
anayasasının verdiği eşit hakların uygulamaya sokulması için mücadele etme
cesaretiyle kuşanmalılardı. Karardaki ifadeyle, “Doğu halklarının gündelik
hayatlarına ait ayrıntılara saygı duyulmalı”ydı. Bu da mücadelelerin ırkçı,
kendini üstün gören bir tarzda verilmemesi gerektiği, Doğulu kadınların kendi
kültürel dünyalarında gerçekleşecek devrim için verilen kavgada en önde
olmalarının şart olduğu anlamına geliyordu.
Zhenotdel’in
başkanı olarak Kollontay, Aleksander Şlapnikof ve Lenin ile birlikte, İkinci
Komünist Kadınlar Konferansı’nda ulaşılan sonuçların özel bir Doğulu Kadınlar
Kurultayı’nı gerekli kıldığı kanaatindeydi. Ağustos 1921’de yapılan ve sert
geçen, bu kurultay meselesini ele alıp oylama ardından kurultaya gerek olmadığı
sonucuna ulaşan toplantıdan sonra Kollontay, hükümetteki örgütsüzlük ve bunun Zhenotdel
üzerinde yarattığı olumsuz etki konusunda Lenin’i eleştirdi. Hayal kırıklığını
aktardığı yazısında Kollontay, şunları söylemekteydi:
“Kışın
üç kez Doğulu Kadınlar Kurultayı düzenlemeyi planladık, ama bu plan, Örgütlenme
Bürosu’yla anlaşılarak üç kez iptal edildi, üstelik bu konuda bana bilgi
verilmedi, kurulayın iptali konusunda Zhenotdel’e bildirimde de
bulunulmadı!”
Kollontay, kendisini bazı Sovyet liderlerinin
muhafazakâr görüşlerince kuşatıldığını düşündü. Bu konuda en sert tutumu
özellikle Stalin sergiliyordu. Doğulu Kadınlar Kurultayı’nın ihtiyaç olup
olmadığı sorulduğunda Stalin, “ne için lazım olsun ki? Buralarda kadınlar neden
peçelerini, çarşaflarını çıkarsın? İlgilenmemiz gereken bir sürü sorunumuz var.
Bu tip bir hamlede bulunulduğunda kadınların kocaları tepki koyacaklardır.
Böylesi bir hamle oldukça erken olur. Kim şahsi meselelerinin didiklenmesini
ister ki?” dedi.
Doğulu Kadınlar Konferansı gene de toplandı. Konferans,
esas olarak Sovyetler’in Doğu’sunda yaşayan kadınlarla alakalıydı. Konferansın
ön kanaatine göre, “Türk kadınları arasında bugüne dek yapılan çalışmalar
yeterince geliştirilmemişti.” Yerelliklerdeki parti komitelerinden kadınlar
arasında yürütülecek çalışmalarla ciddi biçimde ilgilenmeleri istendi.
Konferansın tespitiyle, Doğulu kadınlar sendikalarda ve muhtelif kulüplerde
örgütlenmeliydi. Kollontay’ın, (o günlerde Fergana’daki parti sekreteri olan
Tatar lider) Hanife Burnaşef’in ve Mirsaid Sultan Galiyef’in üzerinde durduğu
husus, halk arasında yürütülecek çalışmaların dikkatli bir biçimde yürütülmesi
gerekliliği, kadınlara her türden ajitasyon ve propaganda aracı ile komünizm
düşüncesini kazandıracak komünist eğitimin verilmesi ve kadınların sovyetlerin
inşasına pratikte katılımı idi. Tüm bu faaliyetler, Doğulu halklara mensup
emekçilerin temsilcileri pratik çalışmalara iştirak ettikleri takdirde
başarıyla yürütülebilirdi.
Kadın departmanları, Doğu halklarına mensup
komünistler arasında çalışan genç görevlilerin çalışmalarına yön vermeli, öte
yandan bu görevlilerin çalıştıkları yerlerde edindikleri deneyim ve bilgiler
temelinde dile getirdikleri tüm pratik önerileri dinleyip, o önerilerin hayata
geçmesine yardım etmeliydi.
Sonuçta Orta Asya’da faaliyet yürüten Bolşevikler,
Buhara’da (1923) ve Hive’de Zhenotdel’in şubelerini, ayrıca Fergana’da
da kadın kulüpleri (1925) açtılar. Şubat 1925’te SSCB Merkez Yürütme Komitesi
Başkanlığı, Sovyetler’in Doğu’sundaki kadınlara haklarını verdi. Burada Zhenotdel’in
başındaki isimler, hazırladıkları ajanda uyarınca, çokeşlilik ve kadınların eve
kapatılması gibi zulmün geleneksel biçimlerine karşı yoğun bir mücadele
içerisine girdiler. Bu mücadele hiç de kolay değildi. Çoğunluğunu Orta
Asyalıların oluşturduğu yerelliklerdeki partiler ve devrimciler, bağnazlarla
kökleşmiş gelenekleri eleştirmekle gelenekçilerin başını çektiği, Sovyet
siyasetine karşı gerçekleşen isyan arasında sıkışıp kaldı.
Zhenotdel lideri
Serafima Liubimova’nın 19 Mayıs 1926’da aktardığı biçimiyle, başlık parası,
çocuk yaşta evlilik ve eve kapatılma türünden geleneksel uygulamaların yasadışı
ilân edilmeleri gerekiyordu. Liubimova’ya göre, “bugüne dek korunmuş olan ve
bir hayat tarzı hâline gelmiş bulunan kadınlardaki kölelik meselesi, ekonomiyle
çatışma içindeki bir meseleydi ve kadınların ekonomik bağımsızlık için
yürüttükleri hareketi engellemekteydi.”
Liubimova, Orta Asya’daki cumhuriyetlerin bu türden
uygulamaları yasaklayan kanunlar çıkartmalarını istiyordu. Fakat süreç
içerisinde çıkartılan bu kanunlar kâfi gelmedi. Yeni kanunlar, mevcut toplumsal
normları bütünüyle hükümsüz kılamıyordu. Ayrıca Zhenotdel birimlerinin
kurulduğu yerlerde kadınlar, bazen geleneksel tarzları benimseyip, bunları ev
içerisinde aşina oldukları ortamlarda rahat etmek ve güç elde etmek için
kullanmaktaydı. Mollalarla cedidîler (reformcular) arasında oluşan çelişkiler,
ev hayatına ait eski biçimlerden yeni biçimlere geçişi kolaylaştırmadı.
Sovyetler, ilk on yıl içerisinde yaşadığı tereddüt sonucu, bölgede kapsamlı bir
isyanın patlak vermesinden korktuğundan, Orta Asya kültürünü doğrudan karşısına
almak istemedi.
9 Mart 1927’de, Uluslararası kadın gününde Zhenotdel
üyesi eylemciler Özbek şehirlerinde sokaklara döküldüler. Kadınlar meydanlara
yürüyüşler gerçekleştirdiler, bu meydanlar, üzerlerinde kadınların kurtuluşu
ile ilgili militan sloganların yazılı olduğu kızıl bayraklarla süslenmişti.
Müzisyenler kadınları selamladılar. Sonrasında kadınlar, halıların üzerine oturdular
ve liderlerinin eski geleneklere saldırıp önlerinde uzanan yol olarak komünizmi
öven konuşmalarını dinlediler. Bazı çarşaflı kadınlar çarşaflarını, örtülerini
çıkartıp yaktılar. Sonraki süreçte hiyerarşik Orta Asya gelenekleriyle doğrudan
mücadele etmek amacıyla, başını Zhenotdel eylemcilerinin çektiği “hücum”
adını alan yeni bir proje yürürlüğe konuldu. “K nastupleniiu!”
(Saldırın!) diyen eylemciler, doğrudan eylemlere imza attılar, ayrıca kadınlar
için kulüpler ve okullar kurdular. Eylemciler, artık eski yöntemlerin dayattığı
toplumsal sükûnetten istifade eden din adamlarıyla ve toprak ağalarıyla
doğrudan çatışma içerisindeydi.
Hücum kampanyasına sert tepki gösterildiyse de bu
tepkiler sınırlı kaldı. Yaşmağı (başörtüsünü) ve okumamışlık hâlini savunmak
adına az sayıda tepki ortaya konuldu. Bu tepkiler, düşüncelerini açıktan
söyleyen kadınlara veya yeni normları benimseme gayreti içerisine giren
kadınlara yönelikti. 1920’lerin sonlarında Özbek Yüksek Mahkemesi’nin aktardığı
kadarıyla, muhtelif beyanlarından dolayı öfkelenmiş olan erkeklerle ilgili
yetmiş bir dosya açılmıştı. Mahkeme, kadınlara saldırdıkları için 127 erkeği
mahkûm etti. Taşkent mahkemesinde bu türden otuz sekiz dava açıldı, bunların on
üçü, kadınları katleden erkeklerle alakalıydı. 1928’de örtülerini açtıkları
için 270 Özbek kadını öldürüldü. Ama Zhenotdel eylemcileri
faaliyetlerini inatla sürdürdüler.
Hücum, kolay bir kavgayı vaat eden bir kampanya
değildi, zaten kampanya, göçebe Kazak, Kırgız ve Türkmen ailelerin kültürel
dünyalarını bütünüyle dönüştürme konusunda başarılı da olamadı. Bu fikirlerin
nesilleri kuşatacak şekilde yayılması onlarca yıla ihtiyaç duyan bir meseleydi.
Kadınların eğitilmesi için verilen mücadele de aynı
ölçüde güç olan bir mücadeleydi. 1931’de Surhanderya Özerk Bölgesi’ndeki
okullarda yapılan bir incelemede hiçbir köyde kızların okula gitmediği tespit
edildi. Eğer eğitim, yeni bir kültürün geliştirilmesi için gerekli olan
ajandanın yürürlüğe konulmasında önemli bir yol ise kızların okula gitmediği
koşullarda bu yol yürünemezdi. Devrimden önce Orta Asya’da kadınlar arasında
okuryazarlık oranı sıfıra yakındı. 1970’te bu oran yüzde 99’a çıktı.
1917-1970 arası dönemde yapılan yolculukta görülmesi
gereken bir şeyler olduğu açık. Yerelliklerdeki Zhenotdel eylemcileri,
komünist parti işçileri ve Sovyet devleti bu ajandayı yürürlüğe koymak için
elinden geleni yaptı. Okuryazarlık oranlarındaki artış, aynı zamanda sağlıkla
ilgili göstergelerde iyileşme yaşandığı anlamına geliyordu. Bu işte sabır kadar
ısrar ve azme de ihtiyaç vardı. Eski yöntemlerle uzlaşmak artık mümkün değildi.
Bu yöntemlerin sekteye uğratılması gerekiyordu. 1964’te, Özbekistan Sovyet
Sosyalist Cumhuriyeti’nin kuruluşunun kırkıncı yıl dönümünde, Fatma Kasımova
kendi hayatından bahsetmek üzere sahneye çıktı. Onun hikâyesinde Naciye
Hanım’ın umutlarını duyumsamak mümkündü:
“Sizlere
son yirmi yıldır İkinci Dünya Savaşı esnasında farklı milliyetlerden on çocuğu
evlat edinmiş, bunun yanı sıra kendi altı çocuğunu besleyip büyütmüş bir anne
ve Semerkant bölgesindeki Engels kolektif çiftliğinin başkanı olan bir kadının
hayatından, benim hayatımdan bahsedeceğim. Semerkant Ziraat Enstitüsü’nden
mezun oldum, şimdi ise yeni ve oldukça tatlı Sultana üzümlerinin seçilmesi ile
ilgili yüksek lisans tezi üzerine çalışıyorum. […] Hayat hikâyem sıradan bir
Özbek kadının hayat hikâyesidir ve bu hikâye, Sovyet iktidarının Doğulu kadınlara
verdiklerine ilişkin canlı bir örnektir.”
SSCB dışındaki komünist kadınlar, Sovyetler’in aldığı
konumların ve verdiği mücadelelerin ilhamından istifade ettiler. Otuzlarda, tüm
dünya genelinde kadınların meseleleri konusunda bizzat kadınların öncülük
ettikleri mücadelelerin geliştirilmesi amacıyla kadın cepheleri oluşturmak,
komünist partilerde sıradan bir pratik hâlini aldı. Her kesimden kadını
bünyesine katan bu örgütler ve mücadeleler, benimsemelerinin öyle kolay
olmadığı meseleleri komünist partilerin gündemine taşıdılar. Irak Komünist
Partisi’nden ve Kadın Haklarını Savunma Birliği’nden Emine Rahhal ve Nezihe
Cevdet Duleymi, Venezuelalı komünist Argelia Laya ve Ekvadorlu komünist
Tránsito Amaguaña (“Tránsito Ana”) komünist kadınlardaki eylemliliği
biçimlendirdi. Bu kadınların birçoğu, 1945’te Paris’te kurulan Uluslararası
Demokratik Kadın Federasyonu’nun (WIDF) birer parçası hâline geldi.
Vijay Prashad
[Kaynak: Red Star Over The Third World, Leftword, 2017, s. 81-88.]
0 Yorum:
Yorum Gönder