13 Ekim 2019

,

Gündoğumunu Görmek

İstanbul’dan gelen bir öğretmen olarak Türk komünist Naciye Hanım için 1920’de Doğu Halkları Kurultayı’na katılmak hiç de kolay olmadı. Toplantı, kendisini Taşkent gibi Doğu komünizminin merkezi olarak kurmuş olan Bakû’de yapılıyordu. 

Naciye Hanım, Komintern liderlerinin onca çabasına rağmen kurultaya katılma imkânı bulan çok az sayıda kadından biriydi. 

Kurultaya katılan yaklaşık 2.000 delegenin yalnızca 55’i kadındı. Buna karşın Komintern, iki kadının eşbaşkan olarak görev almasını, yürütme kuruluna ise üç kadının seçilmesini sağladı. Komintern temsilcileri delegelere kadınların sermayenin zulmü kadar “erkeklerin zulmü”nün de hakkından gelmelerinin gerektiğini söylüyorlardı. Bu, esasen bütünüyle kabule hevesli olmayan bir salon dolusu insana verilen oldukça sert bir mesajdı.

Naciye Hanım ise delegelere şu uyarıyı yaptı:

“Ortaya koyduğunuz gayretler ne kadar samimi ne kadar coşkulu olursa olsun o gayretler kadınları çalışmalarınıza gerçek katkılar sunmaları için bir araya getirmedikçe akim kalacaktır.”

Naciye Hanım, konuşmasına, sözlerini hiç yumuşatmadan, aksine, şiddetini artırarak devam etti:

“Kadınların yeterince yük hayvanı yok diye işe koşuluyor olmaları sebebiyle kadınlara eşit haklar verilmesini öngören davaya katkı sunduklarını sanan kişileri dikkate almaya bile değmez.”

Muhtemelen salondakiler duyduklarından rahatsız olmuş, Naciye Hanım’ın yorumları, dinleyenlerin canını acıtmıştı.

Kurultayı örgütleyen isimler, Naciye Hanım’ı son gün konuşturdular. Konuşma için çok geç bir tarihti. İnsanlar uykusuzdu ve evlerine dönmek için yanıp tutuşuyorlardı. İngiliz muhbirin aktardığı kadarıyla, “salonda yığınla hararetli konuşma yapılmış, ama bu konuşmaların etkisi, çok sayıda Müslüman temsilcinin dışarı çıkıp namaz kılması sebebiyle azalmıştı.”

Naciye Hanım’ın uyarısı yanında, başka bir delege de “tüm geleneklerin ve hayat şartlarının bir çırpıda komünist bir çerçeve içerisine oturtulamayacağı” uyarısına bulundu. Delegenin ifadesiyle, “Doğu tümüyle farklı bir yer”di ve Batı’dan tümüyle farklı çıkarlara sahip”ti. Bolşevik lider Aleksandra Kollontay’ın kadınların kurtuluşunun önemine dair birçok yazısında dediği gibi, Batı o kadar da farklı değildi. Naciye Hanım’ın açık bir dille ifade ettiği üzere, Doğu’nun da cennet olduğunu kimse söyleyemezdi.

Naciye Hanım’ın dile getirdiği talepler, bugün bile radikal, bu sebeple üzerinde durulmayı hak ediyorlar:

1. Haklarda tam eşitlik,

2) Kadınlara erkekler için kurulmuş eğitim ve meslek kurumlarına kayıtsız şartsız giriş hakkı verilmesi,

3) Evlilikte her iki tarafa eşit hakların verilmesi. Çokeşli evliliğin koşulsuz ilgası,

4) Kadınların tüm yönetsel ve idarî kurumlarda çalışma hakkının koşulsuz olarak kabul edilmesi,

5) Tüm şehir, kasaba ve köylerde kadınların haklarını koruyan komitelerin oluşturulması.

Naciye Hanım idealist değildi. Hayatını cesaretle, eksiksiz bir biçimde yaşamayı bilmiş bir kadın olarak daha fazlasını istiyordu.

“Doğrudur, yolu görmeden, karanlıkta yürürken sendeleyebiliriz, hatta uçurumun eşiğinde duruyor olabiliriz.” diyen Naciye Hanım, sözlerini şiirsel bir ifadeyle bitirdi: “Ama biz korkmuyoruz, çünkü gündoğumunu görmek için karanlık geceden geçmek zorunda olduğumuzu biliyoruz.”

Naciye Hanım, Moskova’da, özellikle Zhenotdel’de (kadın departmanında) kendisine destek sunacak müttefiklere sahipti. 1920’deki Bakû Kurultayı’ndan bir yıl sonra, o günlerde Zhenotdel’in başında bulunan Aleksandra Kollontay, Naciye Hanım’ın Sovyet siyaseti için öne sürdüğü talepleri dillendirmek adına, bir Doğulu Kadınlar Kurultayı toplamak istedi.

9-15 Haziran 1921’de Moskova’da düzenlenen İkinci Enternasyonal Komünist Kadınlar Konferansı’nda “Doğulu kadınlar” meselesi, coşkulu bir dizi tartışmanın konusu oldu. Konferansın sonunda alınan nihai kararda, partiden ve Sovyetler’in Doğu’sundaki tüm devlet kurumlarından, “kadınları ezen ahlâkî, dinî tüm önyargılara karşı mücadele etmeleri ve benzer bir ajitasyon faaliyetini erkekler arasında yürütmeleri” istendi.

“Halkın kültürel seviyesini yükseltmenin temel aracı, kültürel aydınlanmanın merkezi olarak iş görmesi gereken kadın işçi kulüplerinin, en genelde kadın birliklerinin kurulması için verilecek mücadele”ydi. Bu türden kulüpler, kadınlara yuva, anaokulu, kulüplerin himayesinde okuma yazma öğreten okullar gibi, kurtuluş için gerekli girişimler aracılığıyla neleri elde edebileceklerini gösterecekti.

Sovyetler’in Doğu’sunda proleter kadınlar, sendikalarda ve ev kadınları birliklerinde örgütlenmeli, ayrıca Sovyet anayasasının verdiği eşit hakların uygulamaya sokulması için mücadele etme cesaretiyle kuşanmalılardı. Karardaki ifadeyle, “Doğu halklarının gündelik hayatlarına ait ayrıntılara saygı duyulmalı”ydı. Bu da mücadelelerin ırkçı, kendini üstün gören bir tarzda verilmemesi gerektiği, Doğulu kadınların kendi kültürel dünyalarında gerçekleşecek devrim için verilen kavgada en önde olmalarının şart olduğu anlamına geliyordu.

Zhenotdel’in başkanı olarak Kollontay, Aleksander Şlapnikof ve Lenin ile birlikte, İkinci Komünist Kadınlar Konferansı’nda ulaşılan sonuçların özel bir Doğulu Kadınlar Kurultayı’nı gerekli kıldığı kanaatindeydi. Ağustos 1921’de yapılan ve sert geçen, bu kurultay meselesini ele alıp oylama ardından kurultaya gerek olmadığı sonucuna ulaşan toplantıdan sonra Kollontay, hükümetteki örgütsüzlük ve bunun Zhenotdel üzerinde yarattığı olumsuz etki konusunda Lenin’i eleştirdi. Hayal kırıklığını aktardığı yazısında Kollontay, şunları söylemekteydi:

“Kışın üç kez Doğulu Kadınlar Kurultayı düzenlemeyi planladık, ama bu plan, Örgütlenme Bürosu’yla anlaşılarak üç kez iptal edildi, üstelik bu konuda bana bilgi verilmedi, kurulayın iptali konusunda Zhenotdel’e bildirimde de bulunulmadı!”

Kollontay, kendisini bazı Sovyet liderlerinin muhafazakâr görüşlerince kuşatıldığını düşündü. Bu konuda en sert tutumu özellikle Stalin sergiliyordu. Doğulu Kadınlar Kurultayı’nın ihtiyaç olup olmadığı sorulduğunda Stalin, “ne için lazım olsun ki? Buralarda kadınlar neden peçelerini, çarşaflarını çıkarsın? İlgilenmemiz gereken bir sürü sorunumuz var. Bu tip bir hamlede bulunulduğunda kadınların kocaları tepki koyacaklardır. Böylesi bir hamle oldukça erken olur. Kim şahsi meselelerinin didiklenmesini ister ki?” dedi.

Doğulu Kadınlar Konferansı gene de toplandı. Konferans, esas olarak Sovyetler’in Doğu’sunda yaşayan kadınlarla alakalıydı. Konferansın ön kanaatine göre, “Türk kadınları arasında bugüne dek yapılan çalışmalar yeterince geliştirilmemişti.” Yerelliklerdeki parti komitelerinden kadınlar arasında yürütülecek çalışmalarla ciddi biçimde ilgilenmeleri istendi. Konferansın tespitiyle, Doğulu kadınlar sendikalarda ve muhtelif kulüplerde örgütlenmeliydi. Kollontay’ın, (o günlerde Fergana’daki parti sekreteri olan Tatar lider) Hanife Burnaşef’in ve Mirsaid Sultan Galiyef’in üzerinde durduğu husus, halk arasında yürütülecek çalışmaların dikkatli bir biçimde yürütülmesi gerekliliği, kadınlara her türden ajitasyon ve propaganda aracı ile komünizm düşüncesini kazandıracak komünist eğitimin verilmesi ve kadınların sovyetlerin inşasına pratikte katılımı idi. Tüm bu faaliyetler, Doğulu halklara mensup emekçilerin temsilcileri pratik çalışmalara iştirak ettikleri takdirde başarıyla yürütülebilirdi.

Kadın departmanları, Doğu halklarına mensup komünistler arasında çalışan genç görevlilerin çalışmalarına yön vermeli, öte yandan bu görevlilerin çalıştıkları yerlerde edindikleri deneyim ve bilgiler temelinde dile getirdikleri tüm pratik önerileri dinleyip, o önerilerin hayata geçmesine yardım etmeliydi.

Sonuçta Orta Asya’da faaliyet yürüten Bolşevikler, Buhara’da (1923) ve Hive’de Zhenotdel’in şubelerini, ayrıca Fergana’da da kadın kulüpleri (1925) açtılar. Şubat 1925’te SSCB Merkez Yürütme Komitesi Başkanlığı, Sovyetler’in Doğu’sundaki kadınlara haklarını verdi. Burada Zhenotdel’in başındaki isimler, hazırladıkları ajanda uyarınca, çokeşlilik ve kadınların eve kapatılması gibi zulmün geleneksel biçimlerine karşı yoğun bir mücadele içerisine girdiler. Bu mücadele hiç de kolay değildi. Çoğunluğunu Orta Asyalıların oluşturduğu yerelliklerdeki partiler ve devrimciler, bağnazlarla kökleşmiş gelenekleri eleştirmekle gelenekçilerin başını çektiği, Sovyet siyasetine karşı gerçekleşen isyan arasında sıkışıp kaldı.

Zhenotdel lideri Serafima Liubimova’nın 19 Mayıs 1926’da aktardığı biçimiyle, başlık parası, çocuk yaşta evlilik ve eve kapatılma türünden geleneksel uygulamaların yasadışı ilân edilmeleri gerekiyordu. Liubimova’ya göre, “bugüne dek korunmuş olan ve bir hayat tarzı hâline gelmiş bulunan kadınlardaki kölelik meselesi, ekonomiyle çatışma içindeki bir meseleydi ve kadınların ekonomik bağımsızlık için yürüttükleri hareketi engellemekteydi.”

Liubimova, Orta Asya’daki cumhuriyetlerin bu türden uygulamaları yasaklayan kanunlar çıkartmalarını istiyordu. Fakat süreç içerisinde çıkartılan bu kanunlar kâfi gelmedi. Yeni kanunlar, mevcut toplumsal normları bütünüyle hükümsüz kılamıyordu. Ayrıca Zhenotdel birimlerinin kurulduğu yerlerde kadınlar, bazen geleneksel tarzları benimseyip, bunları ev içerisinde aşina oldukları ortamlarda rahat etmek ve güç elde etmek için kullanmaktaydı. Mollalarla cedidîler (reformcular) arasında oluşan çelişkiler, ev hayatına ait eski biçimlerden yeni biçimlere geçişi kolaylaştırmadı. Sovyetler, ilk on yıl içerisinde yaşadığı tereddüt sonucu, bölgede kapsamlı bir isyanın patlak vermesinden korktuğundan, Orta Asya kültürünü doğrudan karşısına almak istemedi.

9 Mart 1927’de, Uluslararası kadın gününde Zhenotdel üyesi eylemciler Özbek şehirlerinde sokaklara döküldüler. Kadınlar meydanlara yürüyüşler gerçekleştirdiler, bu meydanlar, üzerlerinde kadınların kurtuluşu ile ilgili militan sloganların yazılı olduğu kızıl bayraklarla süslenmişti. Müzisyenler kadınları selamladılar. Sonrasında kadınlar, halıların üzerine oturdular ve liderlerinin eski geleneklere saldırıp önlerinde uzanan yol olarak komünizmi öven konuşmalarını dinlediler. Bazı çarşaflı kadınlar çarşaflarını, örtülerini çıkartıp yaktılar. Sonraki süreçte hiyerarşik Orta Asya gelenekleriyle doğrudan mücadele etmek amacıyla, başını Zhenotdel eylemcilerinin çektiği “hücum” adını alan yeni bir proje yürürlüğe konuldu. “K nastupleniiu!” (Saldırın!) diyen eylemciler, doğrudan eylemlere imza attılar, ayrıca kadınlar için kulüpler ve okullar kurdular. Eylemciler, artık eski yöntemlerin dayattığı toplumsal sükûnetten istifade eden din adamlarıyla ve toprak ağalarıyla doğrudan çatışma içerisindeydi.

Hücum kampanyasına sert tepki gösterildiyse de bu tepkiler sınırlı kaldı. Yaşmağı (başörtüsünü) ve okumamışlık hâlini savunmak adına az sayıda tepki ortaya konuldu. Bu tepkiler, düşüncelerini açıktan söyleyen kadınlara veya yeni normları benimseme gayreti içerisine giren kadınlara yönelikti. 1920’lerin sonlarında Özbek Yüksek Mahkemesi’nin aktardığı kadarıyla, muhtelif beyanlarından dolayı öfkelenmiş olan erkeklerle ilgili yetmiş bir dosya açılmıştı. Mahkeme, kadınlara saldırdıkları için 127 erkeği mahkûm etti. Taşkent mahkemesinde bu türden otuz sekiz dava açıldı, bunların on üçü, kadınları katleden erkeklerle alakalıydı. 1928’de örtülerini açtıkları için 270 Özbek kadını öldürüldü. Ama Zhenotdel eylemcileri faaliyetlerini inatla sürdürdüler.

Hücum, kolay bir kavgayı vaat eden bir kampanya değildi, zaten kampanya, göçebe Kazak, Kırgız ve Türkmen ailelerin kültürel dünyalarını bütünüyle dönüştürme konusunda başarılı da olamadı. Bu fikirlerin nesilleri kuşatacak şekilde yayılması onlarca yıla ihtiyaç duyan bir meseleydi.

Kadınların eğitilmesi için verilen mücadele de aynı ölçüde güç olan bir mücadeleydi. 1931’de Surhanderya Özerk Bölgesi’ndeki okullarda yapılan bir incelemede hiçbir köyde kızların okula gitmediği tespit edildi. Eğer eğitim, yeni bir kültürün geliştirilmesi için gerekli olan ajandanın yürürlüğe konulmasında önemli bir yol ise kızların okula gitmediği koşullarda bu yol yürünemezdi. Devrimden önce Orta Asya’da kadınlar arasında okuryazarlık oranı sıfıra yakındı. 1970’te bu oran yüzde 99’a çıktı.

1917-1970 arası dönemde yapılan yolculukta görülmesi gereken bir şeyler olduğu açık. Yerelliklerdeki Zhenotdel eylemcileri, komünist parti işçileri ve Sovyet devleti bu ajandayı yürürlüğe koymak için elinden geleni yaptı. Okuryazarlık oranlarındaki artış, aynı zamanda sağlıkla ilgili göstergelerde iyileşme yaşandığı anlamına geliyordu. Bu işte sabır kadar ısrar ve azme de ihtiyaç vardı. Eski yöntemlerle uzlaşmak artık mümkün değildi. Bu yöntemlerin sekteye uğratılması gerekiyordu. 1964’te, Özbekistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin kuruluşunun kırkıncı yıl dönümünde, Fatma Kasımova kendi hayatından bahsetmek üzere sahneye çıktı. Onun hikâyesinde Naciye Hanım’ın umutlarını duyumsamak mümkündü:

“Sizlere son yirmi yıldır İkinci Dünya Savaşı esnasında farklı milliyetlerden on çocuğu evlat edinmiş, bunun yanı sıra kendi altı çocuğunu besleyip büyütmüş bir anne ve Semerkant bölgesindeki Engels kolektif çiftliğinin başkanı olan bir kadının hayatından, benim hayatımdan bahsedeceğim. Semerkant Ziraat Enstitüsü’nden mezun oldum, şimdi ise yeni ve oldukça tatlı Sultana üzümlerinin seçilmesi ile ilgili yüksek lisans tezi üzerine çalışıyorum. […] Hayat hikâyem sıradan bir Özbek kadının hayat hikâyesidir ve bu hikâye, Sovyet iktidarının Doğulu kadınlara verdiklerine ilişkin canlı bir örnektir.”

SSCB dışındaki komünist kadınlar, Sovyetler’in aldığı konumların ve verdiği mücadelelerin ilhamından istifade ettiler. Otuzlarda, tüm dünya genelinde kadınların meseleleri konusunda bizzat kadınların öncülük ettikleri mücadelelerin geliştirilmesi amacıyla kadın cepheleri oluşturmak, komünist partilerde sıradan bir pratik hâlini aldı. Her kesimden kadını bünyesine katan bu örgütler ve mücadeleler, benimsemelerinin öyle kolay olmadığı meseleleri komünist partilerin gündemine taşıdılar. Irak Komünist Partisi’nden ve Kadın Haklarını Savunma Birliği’nden Emine Rahhal ve Nezihe Cevdet Duleymi, Venezuelalı komünist Argelia Laya ve Ekvadorlu komünist Tránsito Amaguaña (“Tránsito Ana”) komünist kadınlardaki eylemliliği biçimlendirdi. Bu kadınların birçoğu, 1945’te Paris’te kurulan Uluslararası Demokratik Kadın Federasyonu’nun (WIDF) birer parçası hâline geldi.

Vijay Prashad

[Kaynak: Red Star Over The Third World, Leftword, 2017, s. 81-88.]

0 Yorum: