Fanon, savaştan yaklaşık on yıl sonra Cezayir’deki
Blida-Joinville Psikiyatri Hastanesi’nde bir tedavi topluluğu oluşturuyor.
Kurum bünyesinde bir futbol takımı kuruyor ve topluluk içerisindeki insanlardan
oluşturduğu diğer takımlarla maçlar yapıyor.
Muhtemelen en ünlü çalışması olan, 1961 tarihli Yeryüzünün Lanetlileri’nde Afrika’da
sürmekte olan sömürgecilik karşıtı mücadeleler üzerine düşüncelerini aktaran
Fanon, hareketlerin yüzleşecekleri güçlükler konusunda uyarılarda bulunuyor.
İleri görüşlü bir çalışma olarak kitap, bugün bile hâlâ geçerliliğini muhafaza
ediyor. Ama öte yandan da bugün Fanon’un kitabın ortalarında yer alan “Ulusal
Bilincin Yüzleştiği Tehlikeler” isimli bölümde yürüttüğü sporla ilgili tartışma
üzerinde çok az durulduğunu görmek gerekiyor.
Fanon orada şunları söylüyor:
“Afrikalı
gençlerin yüzü, stadyumlara değil tarlalara ve okullara dönük olmalı. Stadyum,
kentte görülmeye değer bir yapı değil, aklanıp paklandıktan sonra işlenen ve o
hâliyle millete takdim edilen bir taşra mekânı. Kapitalist spor anlayışı,
azgelişmiş bir ülkede varolması gereken spor anlayışından temelde çok
farklıdır.”
Fanon’un değerlendirmesinin içeriği ve genel
çerçevesi, esasen çok önemli. Bu cümlelerin dile döküldüğü dönemin büyük
dönüşümlere tanıklık edilen bir dönem olduğunu unutmamak lazım. Bilindiği üzere
bu dönemde resmî sömürge idaresinin sona ermesiyle bağımsızlık geliyor.
Böylesine çalkantılı bir ortamda dayanışmayı ve
sosyalliği inşa etmenin ne denli güç olduğunu görmek gerek. Fanon’un
görüşlerine, herkesin eşit olduğu, geleceğin ancak birlikte olunduğunda
gerçekleşme imkânı bulacağı fikri yön veriyor.
Dört
Milyar Taraftar
Futbolun bu kadar popüler olduğu, paranın güdümüne
girdiği bir dönemde yaşasaydı Fanon ne derdi acaba?
Futbol, dünya genelinde dört milyar takipçiye
ulaşmış bir spor dalı. Futbolu kontrol eden kurum olan FIFA’ya göre, şuan dünyada
futbolla aktif olarak ilgilenen insan sayısı yaklaşık 270 milyon (dünya
nüfusunun yüzde dördü).
Profesyonel futbolda dönen paranın miktarı ise dudakları
uçuklatacak cinsten. İngiliz Premier League takımı Manchester United, dünyadaki
en kıymetli takım ve değeri 3,69 milyar doları buluyor.
Dünya futbol hiyerarşisi içerisinde futbolculara
ajanslar, üçüncü taraflar ve şirketler sahip iken ülkelerdeki futbol ligleri,
bu hiyerarşik sistemin içerisinde küçük birer dişli olarak iş görüyorlar.
İngiltere’de Premier League, İspanya’da La Liga, Almanya’da Bundesliga,
İtalya’da Serie A ve Fransa’da Ligue 1, en iyi futbolcular için ciddi bir yarış
içerisinde.
Avrupa’da kulüpler arasında süren savaş
Şampiyonlar Ligi üzerinden sürüyor. Taraftarlar, çevreden yarı çevreye oradan
da merkeze doğru işleyen sistemler aracılığıyla, dünyanın güneyinden futbolcu
devşirebilmek için yasadışı veya yarı yasal tüm yollara başvuran kulüpleri destekliyorlar.
(Örneğin futbolcular, Brezilya’da bulunup Portekiz’e oradan da İspanya’ya veya
Batı Afrika’da bulunup Fransa’ya oradan da İngiltere’ye getiriliyorlar.)
Transferlerle ilgili anlatılan efsaneler herkesin
malumu. Bu hikâyeler dâhilinde insanlara değer biçiliyor. Bazı üst düzey
futbolcuların değeri, günümüzde 110 milyon doların üzerine bile çıkıyor. Genç
yeteneklerin peşine düşülüyor, bir futbolcuyu almak için herkese “pamuk ellere
cebe” deniliyor, imza törenleri spor programlarında tüm ihtişamıyla veriliyor,
okul bahçelerinde “X futbolcuyu biz kaptık, siz avcunuzu yaladınız” türünden
konuşmalara tanıklık ediliyor.
Yere
Serilen Çelenkler
Chelsea’nin 2-1’lik skorla Arsenal’e yenildiği,
Mayıs ayında Wembley Stadyumu’nda yapılan FA Cup (Futbol Birliği Kupası) maçı, kültür
endüstrisini kusursuz bir biçimde yeniden üreten bir gösteriydi. Maçtan önce
milli marş okundu, bu olağan faaliyetin ardından Manchester’da patlayan bomba
sonucu ölenler için bir dakika saygı duruşunda bulunuldu, sahaya çelenkler
serildi, futbolcular kollarına siyah pazubentler taktı ve “Manchester’ı
Seviyorum” dövizleri taşındı. Tüm bunlar, tekrar tekrar televizyon
ekranlarından kitlelere sunuldu.
Bu türden geleneksel spor etkinliklerinde ulusal
mitoloji bir tür nostalji ve modernite pratiği olarak yeniden üretiliyor. Burada
tüm dünyadaki ağa bağlanan, televizyonlardan ücret karşılığı cümle âleme takdim
edilen şey, “İngiltere”nin ta kendisidir.
Arsenal, maçı kazandıktan sonra statta “Emirates
Kupası”nı kutlamak amacıyla Clash
isimli punk grubunun 1979 tarihli marşı “London Calling”i [Londra Arıyor] çaldı.
Bu çok önemli İngiliz kupası, dünyadaki en eski futbol müsabakası ve bugünlerde
bir havayolu şirketinin adıyla anılıyor.
Premier League’in en önemli unsuru ise yıldız
futbolcuları tüm dünyaya seyrettirmesi. Ligde oynayan İngiliz futbolcularsa
azınlıkta. Lig, dünyanın en fazla seyircisi olan ligi olarak değerlendiriliyor.
Arsenal’in stadına ismini veren, maçları izleyenlere Abu Dabi’nin aşırı zengin,
neoliberal turbo kapitalizminin göz alıcı ışıklarını anımsatan Emirates Stadı’nın
açılışını kraliyet ailesinin sağcı üyelerinden Prens Phillip gerçekleştirmişti.
Futbolu kontrol eden FIFA isimli kurumun baş
hırsızlarından olan Sepp Blatter, bir seferinde İngiltere Kraliçesi’nin futbol
konusunda eski İtalya Başbakanı ve AC Milan kulübünün sahibi, dolandırıcı
Silvio Berlusconi’den daha fazla bilgiye sahip olduğunu söylemişti.
Sonuçta kulüpler bu türden berbat isimlerin malı,
futbol sektörünü onlar yönetiyorlar. Bu aşırı kapitalist hikâye herkesin
bildiği bir şey, ama buna karşın oluşan öfke genelde başka yerlere
yöneltiliyor. Taraftarlar, kulüplerinin başına zenginlerin gelmesini istiyor ve
çoğunlukla bu zenginlerin nasıl zengin oldukları meselesi karşısında gözlerini
kör ediyorlar.
Mesele elbette ki para.
Ayrıca spor, siyasetten daha önemli ve büyük bir
şey. İnsanlar, her fırsatta spor sohbeti yapıyorlar ve en ufak ayrıntılarını
bile konuşuyorlar. Genelde spor özelde futbol, sıradan insanların tutkulu ve
bilgili olma izni elde ettikleri bir alan. Siyasetse seçkinlere has ve
alabildiğine teknokratik. Kullandığı dilse genelde anlaşılmaz. Bu gerçeklikte
futbol çoğunlukla popülist.
Yabancılaşmaya
Meydan Okumak
Futbol toplumsal bir oyun, bir takım oyunu.
Dolayısıyla Fanon’un futbolu tedavi amacıyla kullanması anlaşılır bir durum. “Hastalar”ın
kendilerine saha yapmaları, takım kurmaları, böylece her şeyin merkezine
kendilerine almaları, birer “rakip” bulup gelişme süreci içine girmeleri
önemli. Fanon’a göre, tüm bunlar sosyal terapinin birer parçası. Bu terapinin bir
psikiyatri hastanesindeki tüm kurumsal hiyerarşileri parçalayıp toplumsal
ilişkileri beslemesi ve kurumda mevcut olan yabancılaşmaya meydan okuması
mümkün.
Sporun zihnin faaliyet alanını genişlettiğini, insanîleştirme
görevini ifa ettiğini söylerken Fanon, esas olarak zihinsel ve psikolojik
kurtuluş üzerinde duruyor. Yani aslında Fanon’un derdi, aklı sömürgeciliğin ve
savaşın oluşturduğu sinirsel koşullardan kurtarmak.
Fanon, sporla ilgili konuşurken biraz ne yapmaları
gerektiğini söyleyen okul müdürüne benziyor olabilir. Fakat gene de tüm dünya
genelinde futbola, Avrupa liglerine ve takımlara şirketlerin hâkim olduğu, her
birinin birer marka olarak çokuluslu sermayenin mülkü hâline geldiği koşullarda
asıl mesele, Fanon’un önerdiği modelin dünyanın güneyinde nasıl takip
edileceği.
Fanon verdiği cevapsa gayet açık ve net:
“Yoldaş, Avrupa’da oyun nihayet
bitmiştir.”
Buna karşılık şunu önerir:
“Afrikalı
siyasetçi, profesyonel sporcular değil spor da yapan bilinçli bireyler
yetiştirmekle ilgilenmelidir.”
Oysa bugün bu bakış açısını savunan bir Afrikalı
siyasetçiyi bulmak mümkün değildir. Siyaset kirlidir, kişisel çıkar için
oynanan yoz bir oyuna dönüşmüştür. Pragmatik Afrikalı siyasetçi, Fanon’un
görüşlerini ve fikirlerini ütopik diye bir kenara atmaktadır. Bu insanlar,
toplumsal dönüşümle değil her hâlükârda küresel sermayeye ait makinenin birer
dişlisi olmakla ilgilenmektedirler.
Fanon’un sporun nasıl olması gerektiği ile ilgili
görüşü konusunda neler yapılabilir?
Fanon spor, dekolonizasyon ve ulus konusunda
farklı bir anlayış ve tahayyül sunar.
Peki bugün farklı bir spor
anlayışı tahayyül edebilir miyiz? Yarışmayı ille de dışlamayan, yarışmayı
farklı bir şekilde ele alan bu spor anlayışı, alabildiğine antikapitalisttir,
ticarileşme karşıtıdır ve burjuvaziye düşmandır. Fanon’un üzerinde düşünmemizi
istediği anlayış da tam olarak budur.
Nigel Gibson
11 Haziran 2017
11 Haziran 2017
0 Yorum:
Yorum Gönder