18 Ekim 2019

,

Fanon ve Futbol


Birçok çocuk gibi Martinikli/Cezayirli büyük devrimci Frantz Fanon da gençken futbol oynamayı severmiş. İkinci Dünya Savaşı süresince Avrupa ve Kuzey Afrika’da savaşması ardından 1945 yılında Martinik’e dönen Fanon, bir takımda futbol oynamaya devam etmiş.
Fanon, savaştan yaklaşık on yıl sonra Cezayir’deki Blida-Joinville Psikiyatri Hastanesi’nde bir tedavi topluluğu oluşturuyor. Kurum bünyesinde bir futbol takımı kuruyor ve topluluk içerisindeki insanlardan oluşturduğu diğer takımlarla maçlar yapıyor.
Muhtemelen en ünlü çalışması olan, 1961 tarihli Yeryüzünün Lanetlileri’nde Afrika’da sürmekte olan sömürgecilik karşıtı mücadeleler üzerine düşüncelerini aktaran Fanon, hareketlerin yüzleşecekleri güçlükler konusunda uyarılarda bulunuyor. İleri görüşlü bir çalışma olarak kitap, bugün bile hâlâ geçerliliğini muhafaza ediyor. Ama öte yandan da bugün Fanon’un kitabın ortalarında yer alan “Ulusal Bilincin Yüzleştiği Tehlikeler” isimli bölümde yürüttüğü sporla ilgili tartışma üzerinde çok az durulduğunu görmek gerekiyor.
Fanon orada şunları söylüyor:
“Afrikalı gençlerin yüzü, stadyumlara değil tarlalara ve okullara dönük olmalı. Stadyum, kentte görülmeye değer bir yapı değil, aklanıp paklandıktan sonra işlenen ve o hâliyle millete takdim edilen bir taşra mekânı. Kapitalist spor anlayışı, azgelişmiş bir ülkede varolması gereken spor anlayışından temelde çok farklıdır.”
Fanon’un değerlendirmesinin içeriği ve genel çerçevesi, esasen çok önemli. Bu cümlelerin dile döküldüğü dönemin büyük dönüşümlere tanıklık edilen bir dönem olduğunu unutmamak lazım. Bilindiği üzere bu dönemde resmî sömürge idaresinin sona ermesiyle bağımsızlık geliyor.
Böylesine çalkantılı bir ortamda dayanışmayı ve sosyalliği inşa etmenin ne denli güç olduğunu görmek gerek. Fanon’un görüşlerine, herkesin eşit olduğu, geleceğin ancak birlikte olunduğunda gerçekleşme imkânı bulacağı fikri yön veriyor.
Dört Milyar Taraftar
Futbolun bu kadar popüler olduğu, paranın güdümüne girdiği bir dönemde yaşasaydı Fanon ne derdi acaba?
Futbol, dünya genelinde dört milyar takipçiye ulaşmış bir spor dalı. Futbolu kontrol eden kurum olan FIFA’ya göre, şuan dünyada futbolla aktif olarak ilgilenen insan sayısı yaklaşık 270 milyon (dünya nüfusunun yüzde dördü).
Profesyonel futbolda dönen paranın miktarı ise dudakları uçuklatacak cinsten. İngiliz Premier League takımı Manchester United, dünyadaki en kıymetli takım ve değeri 3,69 milyar doları buluyor.
Dünya futbol hiyerarşisi içerisinde futbolculara ajanslar, üçüncü taraflar ve şirketler sahip iken ülkelerdeki futbol ligleri, bu hiyerarşik sistemin içerisinde küçük birer dişli olarak iş görüyorlar. İngiltere’de Premier League, İspanya’da La Liga, Almanya’da Bundesliga, İtalya’da Serie A ve Fransa’da Ligue 1, en iyi futbolcular için ciddi bir yarış içerisinde.
Avrupa’da kulüpler arasında süren savaş Şampiyonlar Ligi üzerinden sürüyor. Taraftarlar, çevreden yarı çevreye oradan da merkeze doğru işleyen sistemler aracılığıyla, dünyanın güneyinden futbolcu devşirebilmek için yasadışı veya yarı yasal tüm yollara başvuran kulüpleri destekliyorlar. (Örneğin futbolcular, Brezilya’da bulunup Portekiz’e oradan da İspanya’ya veya Batı Afrika’da bulunup Fransa’ya oradan da İngiltere’ye getiriliyorlar.)
Transferlerle ilgili anlatılan efsaneler herkesin malumu. Bu hikâyeler dâhilinde insanlara değer biçiliyor. Bazı üst düzey futbolcuların değeri, günümüzde 110 milyon doların üzerine bile çıkıyor. Genç yeteneklerin peşine düşülüyor, bir futbolcuyu almak için herkese “pamuk ellere cebe” deniliyor, imza törenleri spor programlarında tüm ihtişamıyla veriliyor, okul bahçelerinde “X futbolcuyu biz kaptık, siz avcunuzu yaladınız” türünden konuşmalara tanıklık ediliyor.
Yere Serilen Çelenkler
Chelsea’nin 2-1’lik skorla Arsenal’e yenildiği, Mayıs ayında Wembley Stadyumu’nda yapılan FA Cup (Futbol Birliği Kupası) maçı, kültür endüstrisini kusursuz bir biçimde yeniden üreten bir gösteriydi. Maçtan önce milli marş okundu, bu olağan faaliyetin ardından Manchester’da patlayan bomba sonucu ölenler için bir dakika saygı duruşunda bulunuldu, sahaya çelenkler serildi, futbolcular kollarına siyah pazubentler taktı ve “Manchester’ı Seviyorum” dövizleri taşındı. Tüm bunlar, tekrar tekrar televizyon ekranlarından kitlelere sunuldu.
Bu türden geleneksel spor etkinliklerinde ulusal mitoloji bir tür nostalji ve modernite pratiği olarak yeniden üretiliyor. Burada tüm dünyadaki ağa bağlanan, televizyonlardan ücret karşılığı cümle âleme takdim edilen şey, “İngiltere”nin ta kendisidir.
Arsenal, maçı kazandıktan sonra statta “Emirates Kupası”nı kutlamak amacıyla Clash isimli punk grubunun 1979 tarihli marşı “London Calling”i [Londra Arıyor] çaldı. Bu çok önemli İngiliz kupası, dünyadaki en eski futbol müsabakası ve bugünlerde bir havayolu şirketinin adıyla anılıyor.
Premier League’in en önemli unsuru ise yıldız futbolcuları tüm dünyaya seyrettirmesi. Ligde oynayan İngiliz futbolcularsa azınlıkta. Lig, dünyanın en fazla seyircisi olan ligi olarak değerlendiriliyor. Arsenal’in stadına ismini veren, maçları izleyenlere Abu Dabi’nin aşırı zengin, neoliberal turbo kapitalizminin göz alıcı ışıklarını anımsatan Emirates Stadı’nın açılışını kraliyet ailesinin sağcı üyelerinden Prens Phillip gerçekleştirmişti.
Futbolu kontrol eden FIFA isimli kurumun baş hırsızlarından olan Sepp Blatter, bir seferinde İngiltere Kraliçesi’nin futbol konusunda eski İtalya Başbakanı ve AC Milan kulübünün sahibi, dolandırıcı Silvio Berlusconi’den daha fazla bilgiye sahip olduğunu söylemişti.
Sonuçta kulüpler bu türden berbat isimlerin malı, futbol sektörünü onlar yönetiyorlar. Bu aşırı kapitalist hikâye herkesin bildiği bir şey, ama buna karşın oluşan öfke genelde başka yerlere yöneltiliyor. Taraftarlar, kulüplerinin başına zenginlerin gelmesini istiyor ve çoğunlukla bu zenginlerin nasıl zengin oldukları meselesi karşısında gözlerini kör ediyorlar.
Mesele elbette ki para.
Ayrıca spor, siyasetten daha önemli ve büyük bir şey. İnsanlar, her fırsatta spor sohbeti yapıyorlar ve en ufak ayrıntılarını bile konuşuyorlar. Genelde spor özelde futbol, sıradan insanların tutkulu ve bilgili olma izni elde ettikleri bir alan. Siyasetse seçkinlere has ve alabildiğine teknokratik. Kullandığı dilse genelde anlaşılmaz. Bu gerçeklikte futbol çoğunlukla popülist.
Yabancılaşmaya Meydan Okumak
Futbol toplumsal bir oyun, bir takım oyunu. Dolayısıyla Fanon’un futbolu tedavi amacıyla kullanması anlaşılır bir durum. “Hastalar”ın kendilerine saha yapmaları, takım kurmaları, böylece her şeyin merkezine kendilerine almaları, birer “rakip” bulup gelişme süreci içine girmeleri önemli. Fanon’a göre, tüm bunlar sosyal terapinin birer parçası. Bu terapinin bir psikiyatri hastanesindeki tüm kurumsal hiyerarşileri parçalayıp toplumsal ilişkileri beslemesi ve kurumda mevcut olan yabancılaşmaya meydan okuması mümkün.
Sporun zihnin faaliyet alanını genişlettiğini, insanîleştirme görevini ifa ettiğini söylerken Fanon, esas olarak zihinsel ve psikolojik kurtuluş üzerinde duruyor. Yani aslında Fanon’un derdi, aklı sömürgeciliğin ve savaşın oluşturduğu sinirsel koşullardan kurtarmak.
Fanon, sporla ilgili konuşurken biraz ne yapmaları gerektiğini söyleyen okul müdürüne benziyor olabilir. Fakat gene de tüm dünya genelinde futbola, Avrupa liglerine ve takımlara şirketlerin hâkim olduğu, her birinin birer marka olarak çokuluslu sermayenin mülkü hâline geldiği koşullarda asıl mesele, Fanon’un önerdiği modelin dünyanın güneyinde nasıl takip edileceği.
Fanon verdiği cevapsa gayet açık ve net:
“Yoldaş, Avrupa’da oyun nihayet bitmiştir.”
Buna karşılık şunu önerir:
“Afrikalı siyasetçi, profesyonel sporcular değil spor da yapan bilinçli bireyler yetiştirmekle ilgilenmelidir.”
Oysa bugün bu bakış açısını savunan bir Afrikalı siyasetçiyi bulmak mümkün değildir. Siyaset kirlidir, kişisel çıkar için oynanan yoz bir oyuna dönüşmüştür. Pragmatik Afrikalı siyasetçi, Fanon’un görüşlerini ve fikirlerini ütopik diye bir kenara atmaktadır. Bu insanlar, toplumsal dönüşümle değil her hâlükârda küresel sermayeye ait makinenin birer dişlisi olmakla ilgilenmektedirler.
Fanon’un sporun nasıl olması gerektiği ile ilgili görüşü konusunda neler yapılabilir?
Fanon spor, dekolonizasyon ve ulus konusunda farklı bir anlayış ve tahayyül sunar.
Peki bugün farklı bir spor anlayışı tahayyül edebilir miyiz? Yarışmayı ille de dışlamayan, yarışmayı farklı bir şekilde ele alan bu spor anlayışı, alabildiğine antikapitalisttir, ticarileşme karşıtıdır ve burjuvaziye düşmandır. Fanon’un üzerinde düşünmemizi istediği anlayış da tam olarak budur.
Nigel Gibson
11 Haziran 2017

0 Yorum: