Futbol etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Futbol etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Ekim 2019

,

Fanon ve Futbol



Birçok çocuk gibi Martinikli/Cezayirli büyük devrimci Frantz Fanon da gençken futbol oynamayı severmiş. İkinci Dünya Savaşı süresince Avrupa ve Kuzey Afrika’da savaşması ardından 1945 yılında Martinik’e dönen Fanon, bir takımda futbol oynamaya devam etmiş.

Fanon, savaştan yaklaşık on yıl sonra Cezayir’deki Blida-Joinville Psikiyatri Hastanesi’nde bir tedavi topluluğu oluşturuyor. Kurum bünyesinde bir futbol takımı kuruyor ve topluluk içerisindeki insanlardan oluşturduğu diğer takımlarla maçlar yapıyor.

Muhtemelen en ünlü çalışması olan, 1961 tarihli Yeryüzünün Lanetlileri’nde Afrika’da sürmekte olan sömürgecilik karşıtı mücadeleler üzerine düşüncelerini aktaran Fanon, hareketlerin yüzleşecekleri güçlükler konusunda uyarılarda bulunuyor. İleri görüşlü bir çalışma olarak kitap, bugün bile hâlâ geçerliliğini muhafaza ediyor. Ama öte yandan da bugün Fanon’un kitabın ortalarında yer alan “Ulusal Bilincin Yüzleştiği Tehlikeler” isimli bölümde yürüttüğü sporla ilgili tartışma üzerinde çok az durulduğunu görmek gerekiyor.

Fanon orada şunları söylüyor:

“Afrikalı gençlerin yüzü, stadyumlara değil tarlalara ve okullara dönük olmalı. Stadyum, kentte görülmeye değer bir yapı değil, aklanıp paklandıktan sonra işlenen ve o hâliyle millete takdim edilen bir taşra mekânı. Kapitalist spor anlayışı, azgelişmiş bir ülkede varolması gereken spor anlayışından temelde çok farklıdır.”

Fanon’un değerlendirmesinin içeriği ve genel çerçevesi, esasen çok önemli. Bu cümlelerin dile döküldüğü dönemin büyük dönüşümlere tanıklık edilen bir dönem olduğunu unutmamak lazım. Bilindiği üzere bu dönemde resmî sömürge idaresinin sona ermesiyle bağımsızlık geliyor.

Böylesine çalkantılı bir ortamda dayanışmayı ve sosyalliği inşa etmenin ne denli güç olduğunu görmek gerek. Fanon’un görüşlerine, herkesin eşit olduğu, geleceğin ancak birlikte olunduğunda gerçekleşme imkânı bulacağı fikri yön veriyor.

Dört Milyar Taraftar

Futbolun bu kadar popüler olduğu, paranın güdümüne girdiği bir dönemde yaşasaydı Fanon ne derdi acaba?

Futbol, dünya genelinde dört milyar takipçiye ulaşmış bir spor dalı. Futbolu kontrol eden kurum olan FIFA’ya göre, şuan dünyada futbolla aktif olarak ilgilenen insan sayısı yaklaşık 270 milyon (dünya nüfusunun yüzde dördü).

Profesyonel futbolda dönen paranın miktarı ise dudakları uçuklatacak cinsten. İngiliz Premier League takımı Manchester United, dünyadaki en kıymetli takım ve değeri 3,69 milyar doları buluyor.

Dünya futbol hiyerarşisi içerisinde futbolculara ajanslar, üçüncü taraflar ve şirketler sahip iken ülkelerdeki futbol ligleri, bu hiyerarşik sistemin içerisinde küçük birer dişli olarak iş görüyorlar. İngiltere’de Premier League, İspanya’da La Liga, Almanya’da Bundesliga, İtalya’da Serie A ve Fransa’da Ligue 1, en iyi futbolcular için ciddi bir yarış içerisinde.

Avrupa’da kulüpler arasında süren savaş Şampiyonlar Ligi üzerinden sürüyor. Taraftarlar, çevreden yarı çevreye oradan da merkeze doğru işleyen sistemler aracılığıyla, dünyanın güneyinden futbolcu devşirebilmek için yasadışı veya yarı yasal tüm yollara başvuran kulüpleri destekliyorlar. (Örneğin futbolcular, Brezilya’da bulunup Portekiz’e oradan da İspanya’ya veya Batı Afrika’da bulunup Fransa’ya oradan da İngiltere’ye getiriliyorlar.)

Transferlerle ilgili anlatılan efsaneler herkesin malumu. Bu hikâyeler dâhilinde insanlara değer biçiliyor. Bazı üst düzey futbolcuların değeri, günümüzde 110 milyon doların üzerine bile çıkıyor. Genç yeteneklerin peşine düşülüyor, bir futbolcuyu almak için herkese “pamuk ellere cebe” deniliyor, imza törenleri spor programlarında tüm ihtişamıyla veriliyor, okul bahçelerinde “X futbolcuyu biz kaptık, siz avcunuzu yaladınız” türünden konuşmalara tanıklık ediliyor.

Yere Serilen Çelenkler

Chelsea’nin 2-1’lik skorla Arsenal’e yenildiği, Mayıs ayında Wembley Stadyumu’nda yapılan FA Cup (Futbol Birliği Kupası) maçı, kültür endüstrisini kusursuz bir biçimde yeniden üreten bir gösteriydi. Maçtan önce milli marş okundu, bu olağan faaliyetin ardından Manchester’da patlayan bomba sonucu ölenler için bir dakika saygı duruşunda bulunuldu, sahaya çelenkler serildi, futbolcular kollarına siyah pazubentler taktı ve “Manchester’ı Seviyorum” dövizleri taşındı. Tüm bunlar, tekrar tekrar televizyon ekranlarından kitlelere sunuldu.

Bu türden geleneksel spor etkinliklerinde ulusal mitoloji bir tür nostalji ve modernite pratiği olarak yeniden üretiliyor. Burada tüm dünyadaki ağa bağlanan, televizyonlardan ücret karşılığı cümle âleme takdim edilen şey, “İngiltere”nin ta kendisidir.

Arsenal, maçı kazandıktan sonra statta “Emirates Kupası”nı kutlamak amacıyla Clash isimli punk grubunun 1979 tarihli marşı “London Calling”i [Londra Arıyor] çaldı. Bu çok önemli İngiliz kupası, dünyadaki en eski futbol müsabakası ve bugünlerde bir havayolu şirketinin adıyla anılıyor.

Premier League’in en önemli unsuru ise yıldız futbolcuları tüm dünyaya seyrettirmesi. Ligde oynayan İngiliz futbolcularsa azınlıkta. Lig, dünyanın en fazla seyircisi olan ligi olarak değerlendiriliyor. Arsenal’in stadına ismini veren, maçları izleyenlere Abu Dabi’nin aşırı zengin, neoliberal turbo kapitalizminin göz alıcı ışıklarını anımsatan Emirates Stadı’nın açılışını kraliyet ailesinin sağcı üyelerinden Prens Phillip gerçekleştirmişti.

Futbolu kontrol eden FIFA isimli kurumun baş hırsızlarından olan Sepp Blatter, bir seferinde İngiltere Kraliçesi’nin futbol konusunda eski İtalya Başbakanı ve AC Milan kulübünün sahibi, dolandırıcı Silvio Berlusconi’den daha fazla bilgiye sahip olduğunu söylemişti.

Sonuçta kulüpler bu türden berbat isimlerin malı, futbol sektörünü onlar yönetiyorlar. Bu aşırı kapitalist hikâye herkesin bildiği bir şey, ama buna karşın oluşan öfke genelde başka yerlere yöneltiliyor. Taraftarlar, kulüplerinin başına zenginlerin gelmesini istiyor ve çoğunlukla bu zenginlerin nasıl zengin oldukları meselesi karşısında gözlerini kör ediyorlar.

Mesele elbette ki para.

Ayrıca spor, siyasetten daha önemli ve büyük bir şey. İnsanlar, her fırsatta spor sohbeti yapıyorlar ve en ufak ayrıntılarını bile konuşuyorlar. Genelde spor özelde futbol, sıradan insanların tutkulu ve bilgili olma izni elde ettikleri bir alan. Siyasetse seçkinlere has ve alabildiğine teknokratik. Kullandığı dilse genelde anlaşılmaz. Bu gerçeklikte futbol çoğunlukla popülist.

Yabancılaşmaya Meydan Okumak

Futbol toplumsal bir oyun, bir takım oyunu. Dolayısıyla Fanon’un futbolu tedavi amacıyla kullanması anlaşılır bir durum. “Hastalar”ın kendilerine saha yapmaları, takım kurmaları, böylece her şeyin merkezine kendilerine almaları, birer “rakip” bulup gelişme süreci içine girmeleri önemli. Fanon’a göre, tüm bunlar sosyal terapinin birer parçası. Bu terapinin bir psikiyatri hastanesindeki tüm kurumsal hiyerarşileri parçalayıp toplumsal ilişkileri beslemesi ve kurumda mevcut olan yabancılaşmaya meydan okuması mümkün.

Sporun zihnin faaliyet alanını genişlettiğini, insanîleştirme görevini ifa ettiğini söylerken Fanon, esas olarak zihinsel ve psikolojik kurtuluş üzerinde duruyor. Yani aslında Fanon’un derdi, aklı sömürgeciliğin ve savaşın oluşturduğu sinirsel koşullardan kurtarmak.

Fanon, sporla ilgili konuşurken biraz ne yapmaları gerektiğini söyleyen okul müdürüne benziyor olabilir. Fakat gene de tüm dünya genelinde futbola, Avrupa liglerine ve takımlara şirketlerin hâkim olduğu, her birinin birer marka olarak çokuluslu sermayenin mülkü hâline geldiği koşullarda asıl mesele, Fanon’un önerdiği modelin dünyanın güneyinde nasıl takip edileceği.

Fanon verdiği cevapsa gayet açık ve net:

“Yoldaş, Avrupa’da oyun nihayet bitmiştir.”

Buna karşılık şunu önerir:

“Afrikalı siyasetçi, profesyonel sporcular değil spor da yapan bilinçli bireyler yetiştirmekle ilgilenmelidir.”

Oysa bugün bu bakış açısını savunan bir Afrikalı siyasetçiyi bulmak mümkün değildir. Siyaset kirlidir, kişisel çıkar için oynanan yoz bir oyuna dönüşmüştür. Pragmatik Afrikalı siyasetçi, Fanon’un görüşlerini ve fikirlerini ütopik diye bir kenara atmaktadır. Bu insanlar, toplumsal dönüşümle değil her hâlükârda küresel sermayeye ait makinenin birer dişlisi olmakla ilgilenmektedirler.

Fanon’un sporun nasıl olması gerektiği ile ilgili görüşü konusunda neler yapılabilir?

Fanon spor, dekolonizasyon ve ulus konusunda farklı bir anlayış ve tahayyül sunar.

Peki bugün farklı bir spor anlayışı tahayyül edebilir miyiz? Yarışmayı ille de dışlamayan, yarışmayı farklı bir şekilde ele alan bu spor anlayışı, alabildiğine antikapitalisttir, ticarileşme karşıtıdır ve burjuvaziye düşmandır. Fanon’un üzerinde düşünmemizi istediği anlayış da tam olarak budur.

Nigel Gibson
11 Haziran 2017
Kaynak

23 Nisan 2017

,

Ankaragücü: İmalat-ı Harbiye’den Menemen Yiyen Futbolculara


Arjantin’de kızlar
orda hayat var
hepsinin elinde
8310 var
ayaklarda ox var
prada bot var
..anızı ...iksin
tüm garibanlar

 

Ankaragüçlülerin tribünlerinden zaman zaman yükselmiş olan bu slogan, bugün takımın bulunduğu durumunda özetidir aslında. Ekmek kavgası tasasından uzak yaşamlarını sürdürenlerin keyfi yerindedir, fakat varoluşunu futbol üzerinden biçimlendirmeye çalışan taşralının Ankaragücü sevgisi, kendini bu düzen içinde sisteme ağır söylemlerle saldırmaktan başka çare bırakmamakta. Kökleri geçmişe uzanan bir işçi-taşralı ruhunun 100 yıllık temsilcisi kulüp, şu anda PTT 1. Lig’de 13 maçta 1 galibiyet alarak son sıraya demir atmış durumdadır.

Prada bot giyenlerin Türk futbolunu endüstrileştirirken ortaya koydukları çarpık ve seçkinci uygulamalar, dün “Atatürk adına düzenlenen” bir kupanın, kazananı olmalarına karşın, Ankaragücü’nün temelini atan İmalatı-ı Harbiye takımını oluşturan işçilerin kirli ellerine verilemeyeceğini söylemekten geri durmuyorlardı. Bugün de futbolu yönetenler, zenginlik içinde yüzen kulüplerin milyonlarca borçlarını yapılandırmasına yardımcı olurken, devlet desteği onlara her türlü sağlanırken ve yapılan tüm manevralarda İstanbul’un üç kulübünün menfaati gözetilirken 100 yılı aşkın tarihiyle ülke futbolunun en köklü kulübü Ankaragücülü futbolcular tesislerde kendi hazırladıkları menemeni yiyerek kulübü ayakta tutmaya çalışmaktadırlar. Menemen lezzetli ve güzel bir yemektir, fakat adaletin olmadığı bir düzende değil…

Peki Ankaragücü nasıl doğmuştur? Halk takımı oluşunun bir kökeni var mıdır? Ve geçmişten günümüze hangi anlam dünyasından doğmuş hangi düşüncelerin temsilcisi olmuştur?

Ankaragücü’nün kuruluşu 19. yy Osmanlı Devleti’nin askerî alandaki sanayi hamlelerinden biri olan silah imalatı ve tamiri yapan “İmalat-ı Harbiye” adındaki askerî fabrikaya kadar dayanır. Bu fabrikaya kalifiye eleman yetiştirmek üzere açılan İmalat-ı Harbiye Mektebi’nin son sınıf öğrencileri olan Şükrü Abbas ve Agâh Orhan önderliğinde Altınörs İdmanyurdu ve Turan Sanatkargücü futbol takımlarının tescili için 1910 yılında ilgili makama başvuru yapılır. Bu kulüpler, zaten 1904 itibariyle fabrikanın çeşitli birimleri arasında oluşturulan takımlar arasında oynanmaya başlayan futbolun işçi temelinde kurumsallaşmasının ilk ürünleridir.

Bu iki kulüp ve temsil ettikleri askerî sanayi fabrikası, 1. Dünya Savaşı’yla birlikte başlayan işgal süreciyle birlikte kapanır. Bu fabrika işçileri futbol oynamayı bir kenara bırakarak, bu futbol takımlarının ve yöneticilerinin çekirdeğini oluşturduğu İmalat-ı Harbiye direniş örgütünü kurarlar, İngiliz ve Fransızların denetiminde olan Cibali ve Cinci meydanlarındaki silâh depolarına baskınlar gerçekleştirirler. Kurulan bu yeraltı örgütü, işgal kuvvetlerinin el koyduğu silâhları baskınlarla ve farklı yöntemlerle ele geçirerek Ankara’ya gönderilmesini sağlarlar. Kurtuluş Savaşı’nın ihtiyacı olan askerî sanayi işçiliğinin bu önderleri, önce Eskişehir’e daha sonra da Kurtuluş Savaşı’nın merkezi olan Ankara’ya gelmek durumunda kalırlar. Gelişen süreç içerisinde şu anda merkez binası Tandoğan’da olan Makine Kimya Endüstrisi’nin ve ülkenin en eski işçi takımı olan MKE Ankaragücü’nün temelleri böylece atılmış olur.

1910 yılında kurulan Osmanlı Devleti’nin ilk sınıfsal işçi örgütlenmelerinden Osmanlı Sanatkaran Cemiyeti’nde aktif olarak görev alan isimlerden beşi aynı zamanda Turan Sanatkaran ile Altınörs İdmanyurdu’nun kurucularıdır. Bunlardan biri de son Osmanlı Mebusan Meclisi’ne ve ilk TBMM’ye “ilk işçi milletvekili” unvanıyla giren Numan Usta’dır. Yine Altınörs İdmanyurdu’nun sağ beki olan Ali Tunalı’da Cumhuriyet’in ilk yıllarında çeşitli işçi önderlikleri ve etkinliklerinde bulunduktan sonra 1935’te işçi mebusu olarak TBMM’ye seçilmiştir ve vekillik süresi dolunca tıpkı Numan Usta’nın yaptığı gibi tekrar fabrikada işçi olarak çalışmaya başlamıştır.

İmalat-ı Harbiye fabrikasının Ankara’da yeniden kurulmasıyla bu fabrikanın bünyesinden çıkan Altınörs İdmanyurdu kulübü 1920 yılında Anadolu Sanatkarangücü adı altında yeniden kurularak futbolun Ankara’ya gelmesini sağlar. Bu kulübün ambleminde bir örs ve örse çekiç vuran bir el vardır. Yine Ankaragücü’nün kökenini oluşturan Turan Sanatkargücü de ağzında çekiç sıkıştırılmış bir kumpastan oluşturan amblemiyle 1922 yılında kurulur. Bu iki kulüp 1933 yılında Ankaragücü adı altında birleşecektir. Çeşitli nedenlerle defalarca kapatılıp yeni isimler altında bazen sivil bazen askerî bir kimlikle futbol etkinliklerini sürdürürken kulübü kuranların, oynayanların ve izleyenlerinin işçi kimlikleri hep ön planda olmuş, yeniden kuruluş hâlindeki bir şehri sahiplenen tüm halkın sempatisini kazanmış ve böylece futbolun Ankara’da kitleselleşmesini sağlamışlardır. 1933 yılındaki Ankaragücü’nün 14 kişilik kadrosunun tamamı MKE’de işçidir. Adı “amele takımı”na çıkan kulüp, bu nedenle zaman zaman mıntıka ligine alınmamıştır.

Yukarıda anlattığımız Kurtuluş Savaşı öncesi ve sırasında İstanbul’da oluşturulan çeşitli liglerde işgalci takımlarla Galatasaray ve Fenerbahçe mücadele etmişlerdir. Ankaragücü’nün kökenini oluşturan futbolcular ve yöneticiler salt bir silâhlı mücadeleye girişirken ve işgalcilerle “gerçek toplarla” oynarken İstanbul’un bu iki büyük takımı ise onlarla aynı liglerde futbol topu oynamışlardır. Hatta işgalci kuvvetlerin komutanlarından General Harrington adına düzenlenen kupayı Fenerbahçe kazanmış ve kupayı işgalci generalin elinden almıştır. İşte bu futbol etkinlikleriyle işgalci güçlerin can sıkıntılarını gideren emperyalist futbolun yüzyıllık taşeronu bu kulüpler, bugün de yalı çocuklarının, birtakım iş adamlarının ve devlet erkânının can sıkıntılarını gideren eğlenceye dönüşmüştür.

Simon Cuper’in futbol teorisi Ankara’da çökmüştür. Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelerek Ankara’ya yerleşen kalabalık yığınların sadece bir kısmı bu şehrin takımlarıyla bütünleşirken birçoğu bu yeni şehirle olan adaptasyonlarını İstanbul takımları üzerinden gerçekleştirmeyi tercih etmiştir. Fenerbahçe’nin Ankara’daki Fenerium mağazaları trilyonlarca ciro yaparken Ankaragücülü futbolcular kışın o en zor şartlarında bile devre arasında yırtık, ıslak ve çamurlu formalarını değiştirecek ikinci formalarına sahip değillerdi.

Ankaragücü’nün bu hâle düşmesinin nedeni nedir? Bu hâlin nedeni, çeşitli dinamikler arasındaki çekişmeler yanında, aslında endüstriyel futbola karşı boyun eğiştir.

Özellikle varoşlarda ve ortanın altı gelir durumuna sahip kesimde taraftar bulan bu kulüp, maalesef taraftar desteğiyle yeniden ayağa kalkacak ekonomik bir tabandan mahrumdur. Bu durumda onu istedikleri gibi sağa sola çekmeye çalışan Ankara’nın yerel egemenleri, aralarındaki ihtilaflara ve hırs mücadelelerine Ankaragücü’nü kurban etmişlerdir.

İkinci ligde oynadığı dönemde dahi Türkiye Kupası’nı ve zamanın Cumhurbaşkanlığı kupasını almayı başaran bir takımdır Ankaragücü (1980-81). Bir iki kez küme düşmüşse de Süper Lig’de en uzun sezon geçiren Anadolu kulüplerinden biridir. Taraftarı, yoksunluktan ve egemen İstanbul takımlarına karşı direnişten aldığı güçle sert tavırlara yönelmişse de bu tavırlar, ülke tarihindeki adaletsiz süreçlerin bir sonucu olarak görülmelidir. Zengin bir taraftar söylemiyle amatör dönemlerin taraftar ruhunu hâlâ yaşatan nadir takımlardan birisidir. Ülke futboluna yön verenlerden Fenerbahçe’nin şike sürecinde ceza almaması için attıkları yüzlerce takladan sadece bir tanesini Ankaragücü için atmalarını istemek hakkımızdır. Onun sesine kulaklarını tıkayanların pasını da girişte paylaştığımız tezahüratın son mısrası silmeye devam edecektir.

Yusuf Soyyiğit
2012

01 Şubat 2016

,

Toplumsal Sınıf ve Modern Futbolun İcadı


Geleneksel futbol tarihleri bu oyunun dört aşamadan geçtiğini söylüyorlar. On dördüncü yüzyıldan on dokuzuncu yüzyıla dek uzanan ilk aşamasında futbol tüm toplumsal sınıflarca oynanan vahşi ve kuralsız bir oyun olarak varoluyor. Futbol terimi elle tutma ve ayakla vurmayı da içeren top oyunlarına atıfta bulunuyor ve muhtemelen at sırtında oynanan oyunlardan ayakla oynananları ayırmak için kullanılıyor.

Bu oyunların ortak yönü top. Temel fikirse topu bir hedefe götürmek. Ama kurallar sözlü ve muhtelif. Takımlar 2 ilâ 2.000 arasında değişen büyüklüklere sahip. Topun oynandığı alan tüm köy de olabiliyor, iki köyün arası da. Bir oyun tüm gün devam edebiliyor, çoğunlukla köyde yapılan büyük perhizin arife günü, köy festivalleri ve bayramları gibi kutlamalar esnasında oynanıyor.

İkinci aşama 1750-1840 arası dönemi kapsıyor. Bu dönem sanayi devriminin de basıncıyla futbol popüler bir spor olarak ortaya çıkıyor. Yani çitleme hareketi ve kentleşme oyunun oynadığı alanları ortadan kaldırıyor, sanayileşme katı bir iş disiplini getiriyor ve yeni politik sistem kanunları daha etkin bir biçimde uygulamaya başlıyor. Bu popüler oyun ancak üniversitelerde ve devlet okullarında oynanabiliyor. Ama buralarda bile teşvik edilen bir şey değil, zira bir zamanlar söz konusu kurumlar dışında oynanabilen böylesi bir oyun şiddete dayalı ve kuralsız kabul ediliyor.

Üçüncü aşama 1840-1860 arası dönem. Sporun statüsü değişmeye başlıyor. Sporun yönetici sınıfa mensup ailelerin oğulları için hayırlı olduğu düşünülüyor. Takım sporlarının, bilhassa futbolun karakter inşa ettiğine, fizikî sağlığı, disiplini ve ahlakî sorumluluğu artırdığına kanaat getiriliyor. 1864 tarihli Clarendon Komisyonu devlet okullarını teftiş etmek için kuruluyor. Sporun hayırlı olduğunu tespit ediyor. “Kriket ve futbol sahalarının sadece eğlence yerleri olmadığını, tıpkı sınıflar ve pansiyonlar gibi kimi kıymetli toplumsal vasıfların ve insana has erdemlerin biçimlenmesine katkı sunduğunu, devlet okulu eğitiminde önemli ve ayrıksı bir yer olduğunu” tespit ediyor. Bu dönem boyunca oyun devlet okullarınca medenileştiriliyor, belirli bir sisteme ve kurallara bağlanıyor.

Son aşama ise 1850-1890 arası dönemi kapsıyor. Bu dönemde devlet okullarından mezun kişiler 1863’te Futbol Federasyonu’nu [FA] kuruyor. 1871’de ilk federasyon kupasını [FA Cup] düzenliyor. Ardından tıpkı sömürgelerdeki misyonerler gibi yeni, medeni hâle getirilmiş, sisteme oturtulmuş olan oyunu zaman içerisinde işçi sınıfına takdim ediyor. 1906 tarihinde oyunun gelişimine dair yapılmış bir değerlendirmede yazar bilhassa Eton, Harrow, Westminister ve Charterhouse gibi okulların oynadığı role işaret ediyor ve “futbol modern biçimiyle tümüyle muhtelif devlet okullarında oynanan oyunların bir ürünüdür.” diyor.

İlk federasyon kupasını alan The Wanderers. Takımın toplumsal yapısı federasyonun ilk günlerinde oynanan oyunla ilgili çok şey anlatıyor. Takımın içerisinde dört Harrow mezunu, üç eski Eton öğrencisi ve birer de Westminister, Charterhouse, Oxford ve Cambridge mezunu var. Anlaşıldığı kadarıyla futbol ilkin yönetici sınıf için tasarlanmış bir oyun ama buna karşın hızla halk oyunu hâline geliyor.

Devlet okullarının futbol üzerindeki hegemonyasına ilk itiraz Blackburn, Lancashire’dan geliyor. 1882’de Blackburn Rovers federasyon kupası finaline çıkıyor Old Etonians’a 1-0 mağlup oluyor. Ancak ertesi yıl Blackburn Olympic finale çıkmakla kalmıyor ayrıca Old Etonians’ı 2-1 mağlup ederek kupayı da kaldırıyor. Blackburn Times (1883) Blackburn Olympic’in zaferinin tümüyle toplumsal sınıf meselesiyle alakalı olduğunu gayet iyi anlıyor.

“Maç esnasında Krallık’ın alt sınıflarına mensup ailelerinin oğullarından oluşan bir kulüp sportif becerileri ile rakibini yeniyor. Zira Old Etonian Kulübü tümüyle şehir kulübüne giden ailelerin çocuklarından oluşuyor, oysa Lancashire takımı el işçilerinin, küçük tüccarların, zanaatkârların ve ustaların çocuklarının kurduğu bir takım.”

Blackburn Olympic takımında üç dokumacı, bir dişçi asistanı, bir yaldızcı, bir su tesisatçısı, bir kâtip, dokuma tezgâhı işçisi, bir lisanslı erzakçı ve iki döküm işçisi var. Devlet okulları dışında kurulmuş bir takım bir daha federasyon kupasını alamıyor.

1870’lerden itibaren toplumsal düzlemde organize edilmiş bir spor olarak futbol ülkenin orta ve kuzey kısmında yaşayan işçiler arasında hızla yayılıyor. Futbol kulüpleri farklı yollardan kuruluyor: ya mevcut spor kulüpleri futbol takımları kuruyor (örneğin Burnley, Sheffield Wednesday, Preston North End, Derby County, Notts County); ya dinî örgütler kurulmasını teşvik ediyor (örneğin Aston Villa, Barnsley, Blackpool, Bolton Wanderers, Everton, Manchester City, Birmingham City); ya işyerlerini temsilen (örneğin Stoke City, West Bromwich Albion, Manchester United, Coventry City, Crewe Alexandra); ya da öğretmenler ve eski öğrencilerce (örneğin Blackburn Rovers, Leicester City, Sunderland) kuruluyor.

1888’de Futbol Birliği’nin kurulması uzmanlaşmanın kaçınılmaz bir sonucu. Ücret ödeme noktasında kulüpler güvenilir ve düzenli demirbaşlara ihtiyaç duyuyorlar. 1884’te Preston North End kulübü federasyondan ihraç ediliyor, ihracın sebebi kulübün profesyonel oyuncular kullanması. Soruşturma yetersizse de kulübün oyunculara iş ayarladığı tespit ediliyor (kolay ve parası çok olan bu işler futbolcuların tam zamanlı çalışmasını sağlıyor). Preston kuzey ve orta kesinden kırk ayrı kulübün desteğini görüyor. Bunlar birleşip Britanya Futbol Federasyonu’nu kurmakla tehdit ediyorlar. Ocak 1885’te profesyonel futbolculuk yasallaşıyor. Üç yıl sonra da Futbol Birliği kuruluyor. Birliği kuran on bir takımdan altısı Lancashire’dan (Preston North End, Blackburn Rovers, Bolton Wanderers, Accrington, Everton, Burnley), beşi ise ülkenin orta kesimlerinden (Aston Villa, Wolverhampton Wanderers, Derby County, Notts County, Stoke City).

Futbolun kuzey ve orta kesimlerde neden bu denli hızlı geliştiğine bakmak gerekiyor. Buna genelde söz konusu bölgelerde futbolun eskiden beri bir biçimde oynanması. Daha önce ifade ettiğimiz üzere, geleneksel anlatıya göre sanayi devriminin basıncıyla futbol popüler bir oyun olarak ortadan kayboluyor. Ancak devlet okulları bu oyunu sürdürüyor, sisteme bağlıyor, medenileştiriyor ve dünyaya federasyon ve federasyon kupası gibi olguları takdim ediyor. Ama bir başka olasılık üzerinde durmak lazım: futbol aslında hiç ortadan kaybolmuyor ve yeni sanayi kasabaları ile kentlerinde evrimleşmeyi sürdürüyor.

Başka bir ifadeyle devlet okullarında oynanan futbol sadece bu oyunun bir türü. Belirli bir güce sahip başka bir versiyon oyunun resmî örgütlenme sürecine ve oyunun tarihyazımına kendisini dayatıyor. Bu versiyon yanında bir başka versiyon daha var. Buna işçi sınıfı futbolu demek mümkün. İkinci versiyonun varlığı devlet okullarına has bir oyunun sanayileşmiş kuzey ve orta kesimlerde neden hızla geliştiğini izah ediyor.

Londra’da çıkan Bell’s Life isimli dergide, 1838 yılında, yani oyunun popüler bir spor olarak ortadan kaybolduğu bir dönemde yayınlanmış bir makale oyunun bu işçi sınıfı versiyonunun varlığına dair kanıtlar sunuyor: “Kutsal Cuma günü, paskalya yortusundan önceki Cuma, bir kriket sahasında futbol maçı oynanacaktır. Maç Derby’den gelen (büyük kısmı matbaacı olan) on bir kişi ile Leicester’dan gelen gene aynı sayıdaki oyuncu arasında yapılacaktır. Kazanan, İngiltere’nin herhangi bir kasabasından gelen bir başka on bir kişiyle 25 sterlini aşmayacak bir ödül için karşı karşıya gelecektir.” 1842 tarihinde yapılan, İngiltere’nin kuzeyindeki maden sahalarında yaşayan işçi ailelerinin çocuklarının yaşam koşullarına dair bir meclis soruşturması şunları aktarıyor:

“Her ne kadar Noel ve Kutsal Cuma Yorkshire’daki maden bölgesinde tek sabit tatil günleri olsa da çocuklar her hafta en az bir gün, akşamları ise makul bir süre çalışmıyorlar. Bu süreleri çocuklar mahalledeki boş arazide spor yaparak geçiriyorlar. Oynadıkları oyunlar arasında kriket, çelik çomak ve futbolu içeriyor.”

Elbette madenlerde uzun saatler çalışan ve ardından boş arazilerde oyunlar oynayan çocukların durumunda övülecek bir yan yok. Ama buradan da görüldüğü üzere futbol devlet okulları ve üniversiteler dışında da varlığını sürdürmüş. Bu nedenle federasyonu ve federasyon kupasını orta sınıf kurmuşsa da futbolun sanayileşmiş kuzey ve orta kesimlerde 1870’lerden sonra hızla gelişmesi bu halk oyununun hiçbir zaman ortadan kaybolmadığını gösteriyor. Aksine futbol devlet okullarında yaşananlara benzer bir yoldan değişim yaşıyor. Daha basit bir ifadeyle söylemek gerekirse, açıklamamıza toplumsal sınıfların oynadığı önemli rol dâhil edilmediği sürece, oyunun karmaşık gelişim tarihini tam anlamıyla kavramak imkânsız.

John Storey
23 Ocak 2016

Kaynak

21 Haziran 2014

, ,

Kapitalizmin Latin Amerika’daki Mermileri


Görünmez İmparatorluklar, Devlet İktidarı 

ve Yirmi Birinci Yüzyıl Sömürgeciliği


“Bir metafor olarak futbol kimi zaman gerçek bir savaşa dönüşür.” diye yazıyor Uruguaylı yazar Eduardo Galeano. Brezilya’da birçok insan için hâlihazırda gerçekleşen Dünya Kupası etrafında gerçek bir savaş çoktan kopmuş durumda. Fukara halk toplulukları, stadyum inşaatları ve bağlantılı altyapı için yerlerinden edildiler, yüksek güvenlik düzeyi polis şiddetini artırdı ve Dünya Kupası’nın muazzam ekonomik maliyeti ülkenin en fakir insanlarının haklarına karşı bir saldırı olarak görülmeye başlandı. Bu karşıtlıkların bir sonucu olarak söz konusu uluslararası spor etkinliği yaygın bir dizi protesto eylemleriyle karşılandı.

Bu gösterileri bastıran Brezilya güvenlik güçleri eğitimlerini, eskiden Blackwater şimdilerde Academic olarak bilinen, ABD’li bir özel askerî ve güvenlik şirketinden alıyor. Bu eğitim, Brezilya basını ve ABD’li spor yazarı David Zirin tarafından açığa çıkartıldı. “Blackwater Dünya Kupası Güvenliğine Neden Yardım Ediyor?” başlıklı bir makale kaleme alan Zirin, 2009’da açığa çıkan bir Wikileaks belgesine atıfta bulunuyor. Bu belgeye göre, Washington Brezilya’da Dünya Kupası ile bağlantılı olarak ortaya çıkabilecek krizlerin ABD’nin ülkenin iç işlerine çeşitli yollardan karışma fırsatları sunması beklentisi içerisinde. Zirin’e göre, Washington “Brezilya’nın içine düştüğü sefalet koşullarının oportünizm için gerekli alanı açacağını düşünüyor.”

Kapitalizmin mermileri Dünya Kupası’nın başlamasıyla çıkıyor namlusundan. Tıpkı ABD ile Serbest Ticaret Anlaşmaları’nın imzalanmasında olduğu gibi. Beş yıl önce Haziran ayında Peru’da sayısız protesto gerçekleştirilmiş, binlerce yerli Awajun ve Wambi Amazon arazisinde petrol-gaz çıkartılmasına ve ağaç kesimine karşı yolları kapatmıştı. ABD ile serbest ticaret anlaşması imzalayan Peru hükümeti protestolarla nasıl başa çıkacağını bilememişti, zira STA şartlarını karşılamak için ihtilaflı kimi imtiyazların verilmesi kararının altına imza atmıştı. 21 Temmuz 2009 tarihli Wikileaks belgesine göre, ABD Dışişleri Bakanlığı Lima’daki ABD Büyükelçiliği’ne bir mesaj gönderdi: “Kongre ve Peru Cumhurbaşkanı Garcia protestoları bastırmak zorunda, Peru-ABD arasında imza edilmiş serbest ticaret anlaşmasının böylesi sonuçları olması kaçınılmaz.” Dört gün sonra Peru devleti protestoları şiddetle bastırdı, çatışmalarda 24 polis, 10 sivil, toplam 34 insan öldü. Çatışma sürecinin ABD eliyle derinleştirilmesi işe yaradı ve serbest ticaret anlaşması planlandığı gibi açılan yolda ilerlemeye başladı.

ABD, bölgedeki emperyalist tarihinden ötürü, kötü şöhretli bir ülke. Ama Washington kendi arka bahçesinde at koşturan yegâne imparatorluk değil. Kapitalizmin, emperyalizmin ve günümüz sömürgeciliğinin küresel ve yerel güçleri, futbol stadyumlarından bakır madenlerine, tüm Latin Amerika genelinde iş başında.

Çin, bölgenin en zengin ülkeleriyle kurduğu aslî ticaret ortaklığı üzerinden ABD’yi geride bıraktı, Çin’in bölgedeki işlerinin önemli bir bölümü doğal kaynakların çıkartılması ile ilgili. Güney konisindeki birçok millete kıyasla, altıncı en büyük ekonomi olmakla Britanya’yı geride bırakan bir dünya süper gücü olarak Brezilya da emperyalist bir güç hâline geldi ve bölgenin doğal zenginliği, toprakları ve hidroelektrik enerjisini patlama yaşayan endüstrileri ve kendi nüfusunu beslemek amacıyla kullanıyor.

Kapitalizm birçok yüze ve müttefike sahip; bunlar sadece dünyanın kuzeyine ya da söz konusu ekonomi devlerine dayanmıyor. Sosyolog William Robinson’ın da yazdığı biçimiyle, “Latin Amerika’daki küresel kapitalizmin yeni yüzü ulusötesi kapitalist sınıfın safları kadar ulusötesi şirketler ve finansal sermayeyle de bütünleşmeye çalışan yerel kapitalist sınıfların güdümünde.” Meksika’dan Arjantin’e uzanan hat dâhilinde söz konusu yerel kapitalist sınıf, küresel düzeyde rekabet edebilme becerisine sahip yetmiş ulusötesi şirket tesis etmiş durumda.

İmparatorluğun ve sermayenin dostlarını Latin Amerikalı politik liderler arasında bulmak mümkün. ABD’nin uzun yıllar Latin Amerika’da casusluk faaliyeti yürüttüğü bilinen bir gerçek. Edward Snowden’in sızdırdığı belgelerin de açık biçimde ortaya koyduğu hâliyle, Şili’deki Michelle Bachelet yönetimi iktidara geldiği ilk dönem süresince toprak hakları için mücadele yürüten Mapuche yerlileriyle ilgili casusluk faaliyeti yürütmesi için ABD hükümetinden yardım talep etmişti. ABD 2012’de Paraguay’ın başındaki Fernando Lugo’ya karşı gerçekleştirilen darbeye destek olurken, Lugo görevinden uzaklaştırılmazdan önce, kendi topraklarına yönelik soya fasulyesi işleyen şirketin saldırılarına göğüs geren köylülerin bastırılması için kırsal bölgelerde olağanüstü hâl ilân etmişti.

Latin Amerika’daki birçok yerli halk için, çoğunlukla ulusötesi şirketlerle ittifak hâlinde olan devlet, yirmi birinci yüzyıla sömürgeci bir dünya görüşünü taşıyan aslî güç. Devlet bu görüşü özellikle madencilik, petrol ve gaz endüstrileri alanında doğal kaynakların çıkartılması noktasında yürürlüğe koyuyor. Ekvador’daki Quito San Fransisko Üniversitesi profesörü Manuela Picq’in ifadesiyle, “Toprağın madencilik için tek taraflı sömürüsü bugün Keşif Doktrini’nin bir devamıdır. Bu doktrin, Yeni Dünya’yı kimseye ait olmayan toprak (terra nullius) olarak kavramsallaştırmış, sömürgeci güçlere Amerika’daki arazilerin fethedilip sömürülmesi yetkisini vermiştir. […] Bugün ‘boş’ arazilere dair fikir, doğal maddelerin işlenmesine dönük uygulamalarda varlığını sürdürmektedir.”


Esasında madencilik alanında Kolombiya’nın kanunen tanınan yerlilere ait bölgelerin yüzde seksenine kimi imtiyazlar verilmiştir; Amazon kuşağındaki madencilik bölgelerinin 407.000 kilometre karelik kısmı yerli arazileri üzerindedir. Picq’e göre, doğal maddelerin işlendiği bu bölgelerle ilgili olarak, Peru’da 2006-2011 arası dönemde 200 eylemci katledildi, Ekvador’da doğal kaynakların özelleştirilmesini protesto ettikleri için 200 insan suçlu ilân edildi, 2010’dan beri Arjantin’de madencilik faaliyetlerine karşı çıkan 11 eylemci katledildi.

Madencilik endüstrisi ister devlet isterse özel sektör eliyle işletilsin, çevreyi de tahrip eden bir güç. Picq’in tespitiyle, Guatemala’daki Kanadalı Goldcorp şirketine ait Marlin Madeni 22 yıl boyunca bir ailenin kullandığı su miktarını bir saat içinde tüketiyor. Dünyadaki en büyük bakır üretimi yapan şirketin devletin elinde olduğu Şili’deki madencilik endüstrisi ülkedeki elektrik üretiminin %37’sini kullanıyor.

Kapitalizm, imparatorluk ve yirmi birinci yüzyıl sömürgeciliği Latin Amerika’ya çok uzaklardan geliyor ve kurbanlarının üzerine günbegün çullanıyor. Ancak bu güçler ayrıca Dünya Kupası’nda Brezilya güvenlik güçlerinin kullandığı biber gazı kapsülleriyle gerçekleştiriyor saldırılarını. Söz konusu saldırıda yerlilerin elindeki bölgelerde bulunan doğal kaynaklar sömürülüyor, serbest ticaret anlaşmaları kanla imzalanıyor.

Benjamin Dangl
12 Haziran 2014
Kaynak

18 Haziran 2014

,

Futbol Futbolculara

Milyonlarca işçinin greve gittiği, öğrencilerin üniversiteleri işgal ettikleri, Fransa cumhurbaşkanının ülkeden kaçtığı ve Fransa’nın devrimin eşiğine geldiği Mayıs 1968 Paris isyanından bahsederken futbolcular da unutulmamalı. Futbolcular o günlerde Fransız Futbol Federasyonu genel merkezini işgal edip aşağıdaki bildiriyi yayınlamışlardı:

* * *

“Bugün, tıpkı kendi fabrikalarını işgal eden işçiler ya da fakülte binalarını işgal eden öğrenciler gibi, Paris bölgesindeki muhtelif kulüplere mensup futbolcular olarak bizler de Fransız Futbol Federasyonu genel merkezini işgal etmeye karar verdik. Neden?

Amacımız, 600.000 Fransız futbolcuya ve onların dostlarına, onlara ait olan şeyi, futbolu geri vermek. Derdimiz, federasyonun başındaki piskoposların futbolculardan ve futbol dostlarından çalıp, spor dünyasının vurguncularının bencil çıkarlarına peşkeş çektikleri futbolu tekrar gerçek sahiplerinin kılmak.

(…) Artık, icra ettiğiniz sporun niteliğini muhafaza etmek ve aşağıdaki üç talebi yerine getirmek, siz futbolcuların, antrenörlerin, küçük kulüp yöneticilerinin, sayısız futbol taraftarının, öğrencilerin ve işçilerin eylemine bağlı:

1. (…) Futboldan kâr elde edenlerin ve futbolcuları horgörenlerin (600.000 futbolcunun kontrolündeki bir referandum aracılığıyla) derhal defedilmesi;

2. Futbolun, futboldaki çürümenin aslî sebebi olan patronların elindeki paranın vesayetinden kurtarılması.

3. Federasyon’un başındaki piskoposların asla dillendirmedikleri, devletin tüm diğer sporlarla birlikte futbola da eş ölçüde teşvik sağlaması.

Artık futbol sizindir; bu amaçla hepinizi tez elden, D’lena Bulvarı No: 60, Paris adresindeki Federasyon binasına çağırıyoruz; burası artık sizin evinizdir.

Birleşik gücümüzle bu eylemi gerçekleştiren bizler, bir kez daha futbolu, her zamanki gibi, neşenin sporu kılacak, tüm işçilerin inşa etmeye başladıkları yarının dünyasına ait bir spor hâline getireceğiz. Herkes D’lena Bulvarı No: 60’a!

Futbolcuların Eylem Komitesi
22 Mayıs 1968
Kaynak