20 Ekim 2019

, ,

Liberalizmin Çelişkisi


Özgürlük ve Kölelik Arasında:
Liberalizmin Kördüğüm Olmuş Çelişkisi
Bu kısa sunumda Liberalizmin Karşı Tarihi isimli çalışmamın içeriğini izah etmeye çalışacağım. Bu kitabın amacı, “liberalizm nedir?” sorusuna cevap bulmaktır. Bu soru, kimi zaman yersiz kimi zamanda fazla tahrik edici bulunabilmektedir. Herkes, liberalizmin bireyin, üstelik her bir bireyin özgürlüğü meselesini merkeze koyan bir düşünce geleneği ve politik hareket olduğunu bilmektedir. Peki ama bu “liberalizm nedir?” sorusuna verilecek cevap bu mudur ve bu cevap doğru mudur?
Diyelim ki liberalizmi yukarıdaki gibi tarif ettik, o vakit John C. Calhoun’u nereye koyacağız? On dokuzuncu yüzyılda ABD’de başkan yardımcılığı yapmış bu önemli devlet adamı, John Locke’un da beğendiği bir isim olarak, bireysel özgürlüğe övgüler düzen, o özgürlüğü iktidarın her türden saldırısına, devletin her türden müdahalesine karşı koruyan bir isimdir. Hepsi bu kadar da değil. “Mutlakıyetçi hükümetler” ve “iktidarın belirli ellerde toplaşması” yanında Calhoun, “bağnazlık” ve “haçlı” ruhunu da şiddetle eleştirmiş, “anayasaya dayanan gerçek devletlere yön veren “uzlaşma” kültürüne karşı çıkmıştır. O etkili konuşma becerisi dâhilinde Calhoun, azınlık haklarını da savunmuştur. Onda liberal düşüncenin en olgun ve en etkili yönlerini görmek mümkündür.
Ancak diğer yandan da Calhoun, köleliği gerekli bir “kötülük” olarak kabul etmeyen kişilerdeki ürkekliği ve çekingenliği de yerden yere vurmuştur. Ona göre kölelik, uygarlığın asla vazgeçemeyeceği “olumlu ve hayırlı” bir şeydir. Calhoun’un savaşçı ruhu ve hoşgörüsüzlüğü mahkûm etmesinin sebebi, siyahların köleleştirilmesine karşı çıkmak veya kaçak kölelerin acımasızca avlanmasına itiraz etmek değil, köleliğin kaldırılması fikrini savunanları “gözleri kör olmuş birer müfrit” olarak damgalamak istemesidir. Siyahlar büyük bir coşkuyla ve hukuk konusunda sahip olunan engin bilgi birikimiyle savunulacak bir azınlık değildirler.
O vakit Calhoun’a “liberal” diyebilir miyiz? Burada açık ki bir açmazla karşı karşıyayız. Eğer bu soruya “evet” cevabını verecek olursak, liberalizmdeki düşünce ve özgürlük istemi ile alakalı o geleneksel ve kişiyi geliştiren liberalizm imajını muhafaza etmek artık mümkün olmayacaktır. Soruya “hayır” cevabını verirsek, bu sefer de yeni bir soru ve sorunla karşı karşıya kalırız ki bu soru ve sorun, ilkinden daha az can sıkıcı olmayacaktır.
Asıl bu bağlamda John Locke’u nereye koyacağız? Köleliğin tarihini kaleme almış ünlü tarihçi David Brion Davis’in ifadesiyle John Locke, “mutlaklaştırılmış ve kalıcı hâle getirilmiş kölelik için kılıf arayıp duran son önemli felsefecidir.” Carolinalı her bir özgür insanın hangi görüşten veya dinden olursa olsun sahip olduğu zenci köleler üzerinde mutlak yetkiye ve otoriteye sahip olacağını söyleyen anayasal hükmün hazırlanmasında Locke’un önemli bir rol oynadığı bilinmektedir.
Calhoun köle sahibi iken İngiliz felsefecimiz, köle ticaretine yatırım yapan bir isimdir ayrıca Kraliyet Afrika Şirketi’nin hissedarıdır. Dolayısıyla Locke’u liberal sayıyorsak Calhoun’u da liberal geleneğin dışına atamayız. Bu noktada analize tabi tuttuğumuz çatışkı daha da kesif bir hâl almaktadır: yoksa liberalizmin babası liberal değil mi?
Tartıştığımız soru belirli simalarla sınırlı değildir. Liberalizm çağına asıl damgasını vuran husus, köle nüfusundaki artıştır. Yeni Dünya Köleliğinin Oluşumu isimli çalışmasında Robin Blackburn’ün de ifade ettiği biçimiyle, “1700 yılında tüm Amerika kıtasında toplam köle nüfusu 330.000 civarında iken bu sayı 1800’de üç milyona ulaşmış, 1850’lerde zirveye ulaşarak altı milyonu aşmıştır.” On sekizinci yüzyılın ortalarında en fazla köle Büyük Britanya’nın elinde bulunmaktadır (870.000). Sonuçta hiç umulmadık gelişmeler yaşanmıştır. İmparatorluğu uzak ara daha geniş olan İspanya ise sıralamada Britanya’nın gerisinde kalmıştır. İkinci sıra ise 700.000 köleyle Portekiz’e aittir ki bu ülke de esasen Büyük Britanya’nın yarı sömürgesi gibidir. Brezilyalı kölelerin çıkarttığı altının büyük bir kısmı, nihayetinde Londra’ya getirilmektedir.
ABD ise tüm Amerika kıtasında köleliği kaldıran son ülkelerden birisidir. Liberal Amerikan Devrimi’nin gerçekleştiği ülke tarihinde en önemli rolü kölelik oynamıştır. ABD’nin ilk 36 yıllık döneminin 32 yılında başkanların tamamı köle sahibidir: İngiliz karşıtı isyanın en önemli askerî ve politik kahramanlarından olan George Washington, Bağımsızlık Bildirgesi’ni kaleme alan Thomas Jefferson ve 1787 tarihli federal anayasayı hazırlayan James Madison.
Özetle; liberalizmin özgürlükle ve özgürlüklerin savunulmasıyla eşanlamlı olduğuna ilişkin tezin iler tutar bir tarafı yok. İki liberal devrimin tarihini yeniden kurguladığımızda karşımıza siyahların köleliği denilen gerçekle özgürlük söylemi arasındaki ihtilaf çıkıyor.
Söylem ve Gerçek Arasındak İhtilaf
Bahsi geçen ihtilafsa epey can sıkıcı bir mesele. Onu başımızdan savmamız için söz konusu meseleyi öncelikle anlamamız gerekiyor. Örneğin Hannah Arendt de aynı şeyi söylüyor: köleliğin Amerikan toplumunda önemli bir rol oynadığından ama aynı zamanda Atlas Okyausu’nun iki kıyısında siyahların maruz kaldıkları şartlara yönelik “kayıtsızlığın” tarihsel bir kural hâlini aldığından söz ediyor. Bu tespitin alabildiğine yanlış olduğunu görmek gerekiyor. Amerikan Devrimi’nin yaşandığı dönemde Fransa’da Condorcet, İskoçya’da John Millar gibi yazarların ağzından kölelik denilen kurumsal yapıya yönelik sert eleştirilerin dillendirildiğine şahit oluyoruz.
Condorcet şu tespiti yapıyor: “Amerikalı yerleşimciler, zencilerin insan olduklarını unuyorlar, onlarla herhangi bir ahlâkî ilişki içine girmiyorlar; bu yerleşimcilere göre zenci sadece kâr elde edilecek bir nesne. […]; bu saadet nedir bilmeyen insanlara yönelik aptalca horgörüsü o kadar fazla ki yerleşimciler zencilerin insan gibi giyip yanlarına oturmalarına bile kızıyorlar.” Millar ise “kolonilerde zencilere yönelik o şaşırtıcı barbarlığın sık sık yaşandığından” bahsediyor. Mevzu ile ilgili en önemli şahit ise Fransa’da köleliği savunan isimlerden biri olan Pierre Malouet. Malouet köleliğe yönelik destek konusunda nasıl yalnız kaldığını şu sözüyle ifade ediyor: “Kamuoyu denilen o aşırı güçlü saltanat, bugünlerde Fransa ve İngiltere’de siyahların köleliğine saldırıp duran ve köleliğin kaldırılması için uğraşan insanlara destek sunuyor.”
Esasında Arendt’in tezini terse çevirmek mümkün. Liberalizmin klasik döneminde sadece köleliğin gelişip serpildiğine değil, ayrıca kölelerin tüm yönleriyle, eşi benzeri görülmedik bir yoldan insanlıktan çıkartıldıkları köleleştirme pratiklerine tanıklık ediyoruz. Pazarın muzaffer olması ile birlikte köle ev kölesi hâline geliyor, kölenin ailesi ortadan kalkıyor. Bu ailenin her bir ferdi alınıp satılabiliyor. Dolayısıyla pazarın elde ettiği zaferi aynı zamanda ev köleliğinin zaferi olarak görmek mümkün.
Liberalizm ve sekülerizmin güçlenmesi ile birlikte krallar, din adına kölelere sınırlama getiremiyor, köle ailelere saygı duyulmasını emredemiyor. Politik iktidarın mülkiyet üzerindeki müdahaleleri tümüyle ortadan kalkıyor. Mülk sahibi, mülkünü hiçbir kısıtlama olmaksızın başkasına serbestçe devredebiliyor. Aynı zamanda özyönetim ve temsil kurumlarının ortaya çıkışıyla birlikte ırklar arası cinsel ilişkiyi ve evliliği yasaklayan, bunları suç olarak gören kanunların çıkartıldığına şahit oluyoruz. Bu dönemde deri renklerine göre tanımlanan kölelerin tabi oldukları, soydan soya aktarılan kast sistemi hukukî bir zemine kavuşturuluyor. Ev köleliğinin elde ettiği zafer, aslında ırksal ev köleliğinin zaferi demek oluyor.
O dönemde birçok insan, bu gelişimin gayet farkında. Köleliğin kaldırılması yanlısı olan İngiliz John Wesley bir yazısında, “Amerika’daki köleliğin güneşin altında görülmüş en aşağılık kölelik biçimi” olduğunu söylüyor. Amerikan Devrimi’nin kurucu babalarından olan, köle sahibi ve liberal bir kişilik olarak James Madison bu tespiti doğruluyor. Madison, “sadece deri rengi farklı diye uygulanan güç üzerinden insanın insan üzerinde kurduğu o zalimane hâkimiyetin bilginin en yoğun şekilde edinildiği dönemde tesis edildiğini” söylüyor.
Düşünsel Güçlük
Özgürlük ve kölelik arasındaki ihtilaf, Amerikan Devrimi sonrasında da düşünce alanında önemli bir güçlük olarak varlığını koruyor. Bu hususu izah etme noktasında Alexis de Tocqueville ve Victor Schoelcher’ün ABD’ye yaptıkları seyahatleri kıyaslayabiliriz. Şubat 1848’deki devrimin ardından Schoelcher, Fransız hükümetinde bakan oluyor ve Fransız sömürgelerinde köleliğin geriye dönüşsüz olarak kaldırılması fikrini savunuyor. İki isim, aşağı yukarı aynı dönemde ABD’ye ziyaret gerçekleştiriyor ve orada bahsini ettiğimiz ihtilafı ilk elden gözlemliyor.
O dönemde ABD’de beyazlar hukukun egemenliği, özyönetim ve politik hayata katılım gibi konularda belirli bir konuma sahipler. Diğer yandansa ülkede hem siyahların köleleştirilmesine hem de Kızılderililerin kırımdan geçirilip imha edilmesine tanık olunuyor. Amerikan toplumundaki toplumsal ilişkileri ve çelişkileri analiz ederken Tocqueville ve Schoelcher, entelektüel dürüstlükle hareket ediyor. Buna karşın iki isim de birbiriyle çelişen sonuçlara ulaşıyor. Her şeyden önce beyaz cemaatine odaklanan Tocqueville, kitabına verdiği isim dâhilinde, “Amerika’da demokrasi olduğundan” söz ediyor, bir yandan da ABD’nin dünyadaki en özgür ülke olduğunu söyleyip onu göklere çıkartıyor. Schoelcher ise beyazlardaki “deri rengi ile ilgili önyargı”yı öfkeli bir dille eleştiriyor ve ABD’deki insanların “yeryüzündeki en acımasız köle sahipleri” olduğunu söylüyor: “Bu insanlar, dünyada görülebilecek en iç yakıcı sahnelerinin yaşanmasına neden oluyorlar” diyen Schoelcher, “Kuzey Amerika’daki kölelik üzerine kurulu eyaletlerin barbarlık çağına ait zulümlerin tek tek her birini eksiksiz icra ettiğinden” bahsediyor.
İyi ama hangisi haklı, Tocqueville mi Schoelcher mü? Belki de ikisi de yanlıştır. Çünkü özgürlükle kölelik arasındaki ihtilafı ikisi de izah edememektedir.
Peki o hâlde politik düzenle toplumsal düzeni nasıl tanımlayabiliriz? ABD’li tarihçilerin ve sosyologların izinden gidip, özel olarak “üstün ırk”ı temel alan “Herrenvolk demokrasisi”nden söz etmemiz gerekecektir. Sonuçta liberalizmin tarihine ve ABD toplumuna damgasını vurmuş olan kölelik-özgürlük çelişkisini ancak bu sayede anlayabiliriz.
Beyazlar İçin de Olumsuz Sonuçları Var
Kanaatimce Amerikan toplumu ile ilgili değerlendirmelerinde Tocqueville de Shoelcher de hatalı. Tocqueville’in söyledikleri diğerinin söylediklerine kıyasla daha da yanlış. Peki ama neden? Siyahların ve Kızılderililerin koşulları değil de sadece beyazlarla ilgili söylediklerine bile baksak Tocqueville hatalı görünüyor. Bunun çok basit bir sebebi var. Siyah kölelere yönelik olarak uygulanan gücün ortadan kalkması beyazlar için de olumsuz hatta dramatik sonuçlara yol açıyor.
Bu noktada Tocqueville’in dediklerine bir bakalım: yazar, siyahlara ağır cezaların yanında okuma yazma öğretilmesinin de yasaklandığından bahsediyor. Nat Turner’ın köle ayaklanması sonrası Georgia’da bir köleye kâğıt kalem vermek suç hâline geliyor. Fakat bu ırkçı tedbirler, siyahlar kadar beyazlar açısından da kimi sonuçlara yol açıyor. Örneğin farklı ırklara mensup kişiler arası cinsel ilişkiler ve evlilikler yasaklanıyor. Örneğin 1688’deki Şanlı Devrim’i ve liberal İngiltere’nin doğuşunu takip eden süreçte, bilhassa on sekizinci yüzyılın ilk yirmi-otuz yıllık kesitinde Pensilvanya’da özgür siyahlar, bir beyazla evlenme yasağını ihlal ederken yakalandığında köle olarak satılma riskiyle karşılaşabiliyorlar. Doğalında bu, beyaz olan eşi için de ciddi sonuçlar doğuruyor. Beyaz, hem sevdiği kişiden ayrılıyor hem de ağır bir cezaya çarptırılıyor. Bu durumu en iyi özetleyense New York’ta çıkan ve köle bir anneden doğan tüm çocukları köle kabul eden kanun. Daha önce ifade edildiği biçimiyle, kendi çocukları, çocuklarının çocukları köleleşen beyazlar da pratikte kendilerini köleleştirmiş oluyorlar.
Hepsi bu kadar da değil. On sekizinci yüzyılın başlarında Virginia’da çıkartılan bir kanun uyarınca sadece evlilik ilişkisine veya cinsel ilişkiye girenler cezalandırılmıyor. Siyahla beyazın evlenmesi sonucu oluşan aile bağını kilisede takdis eden rahipler de cezalandırılmaya başlanıyor. Buna bağlı olarak dinî özgürlük denilen şey de bir biçimde kanundan olumsuz yönde etkileniyor.
Tüm bunlar bize Marx ve Engels’in bir halkın başka bir halka zulmederken asla özgür olamayacağına dair tespitinin ne kadar doğru olduğunu ortaya koyuyor. Köleliği daimi kılmak için gerekli tedbirlerle birlikte özgür beyaz insanların da özgürlükleri kısıtlanıyor. Schoelcher’ün de ifade ettiği biçimiyle, “esasen birilerini linç etmek, haksızlığa karşı koyma cüretini gösteren ve tüm insanlığın özgürlüğünü isteyen herkesi tehdit ediyor.”
Bu noktada bir kıyaslama yapabiliriz. 1831’deki köle ayaklanması sonrası Virginia’da oluşan durum genelde şu şekilde tarif ediliyor: “Beyazlar, askerliklerini gece gündüz devriye atarak yapıyorlar, bu süreçte Richmond kuşatma altındaki bir şehri andırıyor. […] Cezalandırılacakları korkusuyla zenciler kimseyle iletişime geçemiyor.” 1850 yılının sonlarında yazdığı mektupta Joel R. Poinsett, İç Savaş öncesinde Güney’deki durumu şu şekilde tarif ediyor: “Şiddetin tüm kokusunun sindiği havadan bıkıp usanmıştık. […] Şiddet uygulayan kişilere ve şiddete dayalı tedbirlere soğuk olan güçlü bir kesim vardı, ama onlar da korkup teslim olmuşlardı. Hatta öyle ki birileri gider gammazlar diye birbirleriyle görüş alışverişinde bile bulunmuyorlardı.” Poinsett’in bu değerlendirmesini aktaran bir tarihçi, buradan şu sonuca ulaşıyor: “En ılımlı muhalifler bile yaratılan dehşet ve korku ortamının dayatmasıyla dilini tutmayı, şüpheleri kafasından defetmeyi ve her türden şerhi, söyleyeceği her türden sözü yutmayı alışkanlık hâline getirmişler.”
Britanya İmparatorluğu ve Kölelik
Buraya kadar hep ABD’den bahsettik. İyi de bu üstün ırk fikri üzerine kurulu demokrasi Amerika’ya mı has? Şimdi de biraz İngiltere’deki politik ve toplumsal düzene bakalım.
Kölelik, Britanya tarihinde de önemli bir rol oynamıştır. Sömürgelerde köleliğin kaldırılmasına dek imparatorlukta hâkim olan, üstün ırk demokrasisidir. Doğrudur, sömürgelerde köleliğin kaldırılması, ABD’li kölelerin özgürleşmesinden otuz yıl önce gerçekleşmiştir, fakat bu noktada eski siyah kölelerin yerini Hindistan ve Çin’den gelen “ameleler”in aldığını unutmamamız gerekmektedir. Bu vasıfsız işçilerin sömürgelere gelişiyle birlikte hepsi doğal olarak kölelerin yerini almışlardır. 1840’ta Britanya’da Lord John Russell, “yeni kölelik sisteminin doğuşu” karşısında duyduğu huzursuzluğu dile getirmektedir. Fakat öte yandan, 1834’te, sömürgelerde kölelerin kaldırıldığı o yılda, liberal yazar Edward Gibbon Wakefield, “sarı köleler”in (amelelerin) daha önce “kızıl köleler”in yerini almış olan siyahların yerini almaya başladığından söz etmektedir.
Gerçekte ise liberal Batı’nın tarihine asıl damgasını vuran, üstün ırk demokrasisidir. 1830’larda ve 1840’larda liberal Fransa’yı ve klasik liberal yazar Tocqueville’i ele alalım. Tocqueville, Cezayir’in fethi sürecinin tamamlanabilmesi için en sert tedbirleri uygulamaya hazır olan bir isim. Mahsullerin yakılmasını, siloların boşaltılmasını, silâhsız insanların tutsak edilmesini ayıplayanları eleştiriyor ve “bana kalırsa bu tür adımlar, Araplarla savaşmak isteyen her insanın kabul etmesi gereken, gayet de üzüntü verici birer zorunluluktur” diyor. Tocqueville şu lafı etmekten zerre tereddüte etmiyor: “İster köy ister kasaba ister şehir, insanların toplaştığı, bir araya geldiği her yer yok edilmeli. Kanaatimce asıl önemli olan, Cezayir’deki direnişi lideri) Abdulkadir’in kontrolündeki bölgede tek bir kasabanın hayatta kalmasına veya ayağa kalkmasına izin verilmemeli.”
Bu türden bir yaklaşımı tavsiye eden Tocqueville, ABD’de savaşta ve barışta uygulanan modeli öneriyor. ABD’li dostu Francis Lieber’e yazdığı mektupta, “Sömürgeleştirme sahasında ABD’nin sunduğu harika örnekler üzerinde kafa yormadan Afrika’yı sömürgeleştirme meselesini ele alamayız” diyen Tocqueville, “Cezayir’de de aynı şekilde kabilelere ait herhangi bir ortak mülkün bulunmadığından” söz ediyor. Yerli halkın mallarına el koymada ve en bereketli toprakların Fransız yerleşimcilere verilmesinde bir sorun görmeyen Tocqueville, yerleşimcilerin Cezayir’e ilgi göstermelerini sağlamak için en önemli adımın zengin olma konusunda onlara muazzam fırsatlar sunmak olacağını söylüyor. Fransız yerleşimcilerle yerli halk arasında herhangi bir eşitlikten söz etmek tabii ki mümkün değil. Cezayir’de “iki ayrı hukuk”un oluşturulup uygulanması, esasen “iki ayrı toplumun varlığından kaynaklanıyor.” Çünkü “mesele Avrupalılar ise onların özel muamele görmelerine kimse mani olamaz.”
Azınlık İçin Teori
Sömürgeci Fransız imparatorluğunda da karşımıza çıkan, üstün ırk demokrasisi ve onun dayandığı mantıktır. İlk Afyon Savaşı’nı Batı’nın gücüne karşı koyulamayacağının bir ispatı olarak görüp göklere çıkartan Tocqueville, “dünyanın beşte dördünün geri kalan beşte bir tarafından köleleştirilmiş olmasından büyük bir coşkuyla bahsediyor. Burada da liberalizm insanlığın büyük bir çoğunluğına özgürlükleri yasak eden bir teori olarak çıkıyor karşımıza. Başka bir konuyla ilgili olarak Tocqueville, “milyonlarca insanın (Batılının) alınlarında tüm türlerin (tüm insanlığın) hâkimi olmak yazılı” diyor ve bunun “Tanrı’nın önceden takdir ettiği bir kader” olduğunu söylüyor.
John Stuart Mill, Tocqueville’e göre daha makul biri. O da Batı’nın henüz çocukluk aşamasında bulunan ve ilerleme yoluna girebilmesi için mutlak itaatle emredilenleri yapmakla yükümlü olan ırklar üzerinde istibdat tesis etme hakkı ve görevi bulunduğunu söylüyor. Mill’e göre, Batı’nın geri kalmış halklara veya barbarlara uyguladığı katı istibdat, medeniyetin çıkarınadır. Geri kalmış halkların ileri halklara doğrudan teslim olması yaygın görülen bir durumdur ve genelleştirilmelidir. Burada liberal özgürlük teorisi, bir kez daha, Batı’daki özgür toplumun tüm dünyaya tatbik edeceği istibdatı ve zulmü meşrulaştırmak ve göklere çıkartmak için kullanılmaktadır.
Buraya kadar işçi sınıfından hiç söz etmedik. Şimdi de bu konuya odaklanalım bir yandan da İngiltere’de işçi sınıfının maruz kaldığı koşulları analiz edelim.
Marx, kapitalizm koşullarında sanayi işçilerinin modern köleler, ücretli köleler olduğunu söylüyor. Peki bu tespiti sadece basit bir edebi mecaz olarak mı ele almak gerekiyor?
1864’te Saturday Review gazetesinde aktarılan bir gözleme göre İngiltere’de yoksullar, beşikten mezara dek hiç değişmeyen toplumsal koşullara mahkûm edilmiş olan, Amerika’da beyazlarla siyahlar arasında bulunan bariyerlere benzer bir bariyerle toplumun geri kalanından ayrıştırılan, bir tür kast, ayrı bir ırk” meydana getiriyorlar.
“İngiltere’de bir yoksul adamdan veya çocuktan Tanrı’nın kendisine bahşettiği koşulları hatırından hiç çıkartmaması isteniyor, tıpkı zenciden Tanrı’nın kendisine verdiği deriyi hiç unutmamasının istenmesi gibi. Her iki örnekte de alttaki üsttekine, tabi olan lidere teslim oluyor, bu ilişkiyi değiştirecek bir merhamete ve iyi yürekliliğe zerre alan açılmıyor.”
Toplum aynı zamanda ırka göre de bölünüyor. Pratikte toplumda işçi sınıfını üst sınıflardan ırk temelli ayrımcılık ayırıyor. On sekizinci yüzyılda İngiltere’de Somerset Dükü faytonuyla yoldan geçmeden önce onun görevlendirdiği kişiler, dük alt tabakadan insanları görüp rahatsız olmasın diye yolu temizliyorlar. Yüz yıl sonra İngiliz ekonomist Nassau William Senior, Napoli ziyareti esnasında farklı sınıfların iç içe geçmesi karşısında deliye dönüyor ve “Soğuk ülkelerde alt sınıflar evlerinden çıkartılmazlar. Burada ise herkese sokaklarda.” Hatta daha da kötüsü bu alt sınıflar, aristokrasiye ait mekânlarda mahzenlerde yaşadıklarından, üst sınıflardan zaten uzak olamıyorlar. Sonuçta ne oluyor? “Onları görmek zorunda kalıyorsunuz, hatta o mide bulandırıcı soysuzlaşma ile temas ediyorsunuz”.
Emekçi Sınıflar Özgürlükten Muaf Tutuldular
Tıpkı sömürge halklar ve sömürgelerden gelmiş halklar gibi şehirlerde yaşayan işçiler de özgür toplumun parçası değildirler. İşçiler, olumlu olumsuz, her türden özgürlükten muaf tutulmaktadırlar.
Bu dışlanma hâli, işsizlerin aylakların ve dilencilerin hapsedildikleri imaret türü mekânlarda daha net bir biçimde çıkıyor karşımıza. Jeremy Bentham, imaretlerin sunduğu faydaları öve öve bitiremeyen bir isim. Bentham’ın amacı, bu tür kurumları kusursuz hâle getirip herkesin gözetlenebildiği bir bina içine yerleştirmek. Bu binada ise müdür, herhangi bir vakit mahkûmların davranışlarının her bir yönünü gözetleme, böylelikle kontrol etme imkânı buluyor. Bu sayede kurumun ekonomik verimliliği artıyor:
“Benim imalatçımın çalışanı üzerinde sahip olduğu nüfuza başka bir imalatçının sahip olması mümkün mü? Başka bir patron, işçisini açlıktan ölmenin eşiğine getirdiğinde o işçi gidiyor, olan patrona oluyor, bu durum benim imalathanemde yaşanabilir mi? Başka yerlerde patronlar, işçilerinin içmelerine izin veriyorlar ama bir yandan da ücretleri artırıyorlar, benim mekânımda böyle bir şeye izin verilebilir mi? […] Başka bir yerde herhangi bir patron veya imalatçı, benim kadar her bir işçisini kesintisiz gözetleyip hareketlerini sürekli izleme imkânı bulabilir mi?”
Özgürlüğün olmadığı bu tür çalışma mekânları deneylere de konu oluyor. Bu deneyler için en iyi malzeme çocuklar: “Doğdukları gün çocuklar teftiş evine bırakıyorlar ve burada deneyler yapılıyor.” Özellikle bir deney çok önemli. Şüpheliler ve çocuk suçlular bu evlere hapsediliyor ve çalışkanlık, disiplin anlayışı bakımından gelişkin olan “yerli bir sınıf”ı meydana getiriyorlar. Bentham’a göre, bu sınıf içerisinde erken evlilik teşvik edilip, doğan çocuklar çoğunluğu teşkil edene dek birer çırak olarak kullanılırlarsa o vakit bu atölyeler ve toplum bitmek bilmeyen yüksek kalite insan rezervinden bir biçimde mahrum kalacaktır. Başka bir ifadeyle tüm devrimlerin en asili olan, bir kuşaktan diğerine miras gibi devreden cinsel devrim aracılığıyla “yerli sınıf” bir tür yerli ırka dönüştürülebilir.
Bu noktada genel bir gözlemi aktarmakta fayda var. Devrimci bir ütopyayı rahatsız edici bir distopyaya dönüşümünü sert bir dille eleştiren yığınla kitap kaleme alınmıştır. Aynı süreç, liberalizm tarihi dâhilinde de işlemektedir ama burada önemli bir fark vardır. Bentham’ın hayalini kurduğu “tüm devrimlerin o en asili olan devrim” ta başından beri mide bulandırıcı, rahatsız edici kimi özelliklere sahiptir. Burada amaç, mümkün olduğunca uysal ve itaatkâr olan bir sınıf veya emekçi ırkı meydana getirmektir. Fransa’da Abbé Sieyès, Bentham’dan çok daha radikal bir öjenik ütopya (veya distopya) üzerinde çalışmıştır. Bu Fransız liberalin hayalinde, maymunlarla siyahları melezleyip kölelerin yaptığı işleri yapacak evcilleştirilmiş varlıklar meydan getirmek vardır. Ortaya çıkacak sonuçsa “yeni bir antropomorfik maymun”dur.
Bu türden yaklaşımlara göre, uysal işçi ırkı veya sınıfı faydalı iken sınıf altı kesimler zararlıdır, hatta toplum nezdinde asla hoşgörülemeyecek unsurlardır. 1764’te Benjamin Franklin bir doktora şunları yazmaktadır: “Kurtardığın hayatların yarısı işe yaramaz, diğer yarısı da zararlı, kurtarmasan da olurdu. Aklın sana, Tanrı’nın planlarına karşı sürekli savaş içerisinde olmanın dinsizlik olduğunu söylemiyor mu?” Yüz yıl sonra ise Tocqueville, “fareler türünden tüm hapishane artıklarını yakacak büyük bir yangının çıkması” ile ilgili hayalinden söz ediyor.
Sosyal Darwinci Yol
Gördüğümüz üzere, sosyal Darwinci yol ta işin başından beri liberal düşüncenin güzergâhını veriyor. Sosyal Darwincilik denilen bu unsur, en çok da haklarını almak için politik alana müdahale eden geleneksel maduniyetten kurtulma noktasında gündeme geliyor. Uygunsuz, yetersiz olanın ve hayattaki yanlışların bertaraf edilmesine ihtiyaç duyan kozmik kanunu bozacağı gerekçesiyle devletin ekonomiye her türden müdahalesini mahkûm eden bir isim olarak Herbert Spencer, “Doğa’nın tüm çabasının yetersiz olanlardan kurtulmak, dünyayı onlardan temizlemek ve iyi olana alan açmak yönünde olduğundan” söz ediyor. Tüm insanların Tanrı’nın hükümlerine tabi olduğunu düşünen Spencer, birçok liberal yazarda göreceğimiz benzer bir tutum dâhilinde, şu tespiti yapıyor:
“Eğer bu insanlar yaşamak için yeterli olacak tamlığa sahipse yaşarlar, en iyisi onların yaşamasıdır. Eğer eksiklerse ölmeliler, en hayırlısı onların ölmesidir.”
Tarihte işçi sınıfının kabul yönünde verdiği mücadelede attığı her adım, liberal elitlerin itirazıyla karşılaşmıştır. Örneğin Tocqueville, sendikaların kurulmasını, çalışma saatlerinin düzenlenip belli ölçüde azaltılmasını özgürlüklerin ihlali olarak görüp mahkûm etmiş bir isimdir.
Pek ırk ayrımcılığıyla ve ırkçı devletle kimler mücadele etmiştir? Tabii ki liberaller değil. Herkesin bildiği gibi, Fransız sömürgelerinde kölelik, Toussaint L’Ouverture’ün öncülüğünü yaptığı San Domingo’daki o büyük köle devrimi ardından kaldırılabilmiştir. Britanya sömürgelerinde ve ABD’de köleliğin kaldırılmasında ise asli rolü liberaller oynamışlardır.
Esasen köleliğin kaldırılması ve bu fikri temel alan radikalizm, liberal mahfillerde eleştirilerle karşılanmıştır. Bu türden ortamların sahip olduğu hâkim görüşü en ifade edense köleliğin kaldırılması yanlılarını “Jakoben” olarak suçlayan Francis Lieber’dir: “Eğer insanların kölelere sahip olmak gibi bir mecburiyetleri varsa bu, onların meselesidir” diyen Lieber türünden liberallerde mülkiyet, özellikle köle sahibi olma, tümüyle özel bir meseledir.
Günümüzde Liberalizm
Buraya kadar liberalizmin tarihinden bahsettik. Bu noktada “tarihin bugün açısından ne gibi bir önemi var ki?” diye itiraz edenler olabilir.
İşçi sınıfının, sömürge halkların ve kadınların kısmi özgürleşmesi, liberalizmin evriminin kendiliğinden bir sonucu olarak gerçkleşmedi. Yirminci yüzyılın başlarında, Ekim Devrimi’nden önce, mülkiyet ve zenginlik temelli ayrımcılık ortadan kalkmış değildi (örneğin İngiltere’de Lordlar Kamarası’na bugüne bile hâkim olan asiller ve yüksek burjuvazidir). Kadınlar, her yerde politik haklardan mahrumlardı. Beyazların üstünlüğünü esas alan rejim, sadece ABD’de değil Batı ile dünyanın geri kalan kısmı arasındaki ilişkilerde de tek söz sahibi idi. Yirminci yüzyılda devrimlerden sonra her şey değişti. En azından hukuk ve teori düzleminde halk sınıflarına, sömürge halklara ve kadınlara yönelik ayrımcılık ortadan kaldırıldı.
Ama bugün, sosyalizmden ilham alan işçi hareketinin ortaya koyduğu itirazın geri çekilmesi ya da zayıflaması sonrası Batı’da karşı-devrim, kimsenin görmezden gelemeyeceği ölçüde güçlendi. Avrupa’da refah devleti adım adım yok edildi. Bu pratikteki yıkım süreci teoride yaşanan değişimlerle birlikte gelişti. Ta yetmişli yıllarda Friedrich Hayek, 1948 tarihli Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannamesi’nde dile getirilen “ekonomik ve toplumsal hakların Rus Marksist devriminin her şeyi tahrip eden etkisinin bir sonucu olduğunu” söylüyordu.
Uluslararası düzeyde ise savaşın dış politikaya ait “olağan bir araç” olarak geri dönüşüne tanıklık ediyoruz. Bu savaşlar “insanî müdahaleler” olarak meşrulaştırılıyorlar, hatta göklere çıkartılıyorlar. Özetle; hedef alınan ülkeler, pratikte egemenlikleri bulunmayan birer sömürge olarak görülüyorlar.
Bugünlerde ayrıca sömürge savaşlarına veya yeni sömürge savaşlarına, ayrıca “ekonomik ve toplumsal hakların” yok edilmesine karşı, kimi zaman ürkekçe kimi zaman güçlü bir biçimde sürdürülen bir direnişe de tanıklık ediyoruz. Bu mücadele, yönetici sınıfı ve onun öve öve bitiremediği liberalizm ideolojisini hedef alıyor. Tam da bu sebeple ben, bugün her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğumuz bu direniş hareketi için liberalizm ve liberalizm tarihine dair doğru bir tasvirin sunulması gerektiğine inanıyorum.
Domenico Losurdo
Haziran 2012

0 Yorum: