Liberalizmin Kördüğüm Olmuş Çelişkisi
Bu kısa sunumda Liberalizmin Karşı Tarihi isimli çalışmamın içeriğini izah etmeye
çalışacağım. Bu kitabın amacı, “liberalizm nedir?” sorusuna cevap bulmaktır. Bu
soru, kimi zaman yersiz kimi zamanda fazla tahrik edici bulunabilmektedir.
Herkes, liberalizmin bireyin, üstelik her bir bireyin özgürlüğü meselesini
merkeze koyan bir düşünce geleneği ve politik hareket olduğunu bilmektedir.
Peki ama bu “liberalizm nedir?” sorusuna verilecek cevap bu mudur ve bu cevap doğru
mudur?
Diyelim ki liberalizmi yukarıdaki gibi tarif
ettik, o vakit John C. Calhoun’u nereye koyacağız? On dokuzuncu yüzyılda ABD’de
başkan yardımcılığı yapmış bu önemli devlet adamı, John Locke’un da beğendiği
bir isim olarak, bireysel özgürlüğe övgüler düzen, o özgürlüğü iktidarın her
türden saldırısına, devletin her türden müdahalesine karşı koruyan bir isimdir.
Hepsi bu kadar da değil. “Mutlakıyetçi hükümetler” ve “iktidarın belirli
ellerde toplaşması” yanında Calhoun, “bağnazlık” ve “haçlı” ruhunu da şiddetle
eleştirmiş, “anayasaya dayanan gerçek devletlere yön veren “uzlaşma” kültürüne
karşı çıkmıştır. O etkili konuşma becerisi dâhilinde Calhoun, azınlık haklarını
da savunmuştur. Onda liberal düşüncenin en olgun ve en etkili yönlerini görmek
mümkündür.
Ancak diğer yandan da Calhoun, köleliği gerekli
bir “kötülük” olarak kabul etmeyen kişilerdeki ürkekliği ve çekingenliği de
yerden yere vurmuştur. Ona göre kölelik, uygarlığın asla vazgeçemeyeceği
“olumlu ve hayırlı” bir şeydir. Calhoun’un savaşçı ruhu ve hoşgörüsüzlüğü
mahkûm etmesinin sebebi, siyahların köleleştirilmesine karşı çıkmak veya kaçak
kölelerin acımasızca avlanmasına itiraz etmek değil, köleliğin kaldırılması
fikrini savunanları “gözleri kör olmuş birer müfrit” olarak damgalamak
istemesidir. Siyahlar büyük bir coşkuyla ve hukuk konusunda sahip olunan engin
bilgi birikimiyle savunulacak bir azınlık değildirler.
O vakit Calhoun’a “liberal” diyebilir miyiz?
Burada açık ki bir açmazla karşı karşıyayız. Eğer bu soruya “evet” cevabını
verecek olursak, liberalizmdeki düşünce ve özgürlük istemi ile alakalı o
geleneksel ve kişiyi geliştiren liberalizm imajını muhafaza etmek artık mümkün
olmayacaktır. Soruya “hayır” cevabını verirsek, bu sefer de yeni bir soru ve
sorunla karşı karşıya kalırız ki bu soru ve sorun, ilkinden daha az can sıkıcı
olmayacaktır.
Asıl bu bağlamda John Locke’u nereye koyacağız? Köleliğin
tarihini kaleme almış ünlü tarihçi David Brion Davis’in ifadesiyle John Locke,
“mutlaklaştırılmış ve kalıcı hâle getirilmiş kölelik için kılıf arayıp duran
son önemli felsefecidir.” Carolinalı her bir özgür insanın hangi görüşten veya
dinden olursa olsun sahip olduğu zenci köleler üzerinde mutlak yetkiye ve
otoriteye sahip olacağını söyleyen anayasal hükmün hazırlanmasında Locke’un
önemli bir rol oynadığı bilinmektedir.
Calhoun köle sahibi iken İngiliz felsefecimiz,
köle ticaretine yatırım yapan bir isimdir ayrıca Kraliyet Afrika Şirketi’nin
hissedarıdır. Dolayısıyla Locke’u liberal sayıyorsak Calhoun’u da liberal
geleneğin dışına atamayız. Bu noktada analize tabi tuttuğumuz çatışkı daha da
kesif bir hâl almaktadır: yoksa liberalizmin babası liberal değil mi?
Tartıştığımız soru belirli simalarla sınırlı
değildir. Liberalizm çağına asıl damgasını vuran husus, köle nüfusundaki
artıştır. Yeni Dünya Köleliğinin Oluşumu
isimli çalışmasında Robin Blackburn’ün de ifade ettiği biçimiyle, “1700 yılında
tüm Amerika kıtasında toplam köle nüfusu 330.000 civarında iken bu sayı 1800’de
üç milyona ulaşmış, 1850’lerde zirveye ulaşarak altı milyonu aşmıştır.” On
sekizinci yüzyılın ortalarında en fazla köle Büyük Britanya’nın elinde
bulunmaktadır (870.000). Sonuçta hiç umulmadık gelişmeler yaşanmıştır.
İmparatorluğu uzak ara daha geniş olan İspanya ise sıralamada Britanya’nın
gerisinde kalmıştır. İkinci sıra ise 700.000 köleyle Portekiz’e aittir ki bu
ülke de esasen Büyük Britanya’nın yarı sömürgesi gibidir. Brezilyalı kölelerin
çıkarttığı altının büyük bir kısmı, nihayetinde Londra’ya getirilmektedir.
ABD ise tüm Amerika kıtasında köleliği kaldıran
son ülkelerden birisidir. Liberal Amerikan Devrimi’nin gerçekleştiği ülke
tarihinde en önemli rolü kölelik oynamıştır. ABD’nin ilk 36 yıllık döneminin 32
yılında başkanların tamamı köle sahibidir: İngiliz karşıtı isyanın en önemli
askerî ve politik kahramanlarından olan George Washington, Bağımsızlık
Bildirgesi’ni kaleme alan Thomas Jefferson ve 1787 tarihli federal anayasayı
hazırlayan James Madison.
Özetle; liberalizmin özgürlükle ve özgürlüklerin
savunulmasıyla eşanlamlı olduğuna ilişkin tezin iler tutar bir tarafı yok. İki
liberal devrimin tarihini yeniden kurguladığımızda karşımıza siyahların
köleliği denilen gerçekle özgürlük söylemi arasındaki ihtilaf çıkıyor.
Söylem
ve Gerçek Arasındak İhtilaf
Bahsi geçen ihtilafsa epey can sıkıcı bir mesele.
Onu başımızdan savmamız için söz konusu meseleyi öncelikle anlamamız gerekiyor.
Örneğin Hannah Arendt de aynı şeyi söylüyor: köleliğin Amerikan toplumunda
önemli bir rol oynadığından ama aynı zamanda Atlas Okyausu’nun iki kıyısında
siyahların maruz kaldıkları şartlara yönelik “kayıtsızlığın” tarihsel bir kural
hâlini aldığından söz ediyor. Bu tespitin alabildiğine yanlış olduğunu görmek
gerekiyor. Amerikan Devrimi’nin yaşandığı dönemde Fransa’da Condorcet,
İskoçya’da John Millar gibi yazarların ağzından kölelik denilen kurumsal yapıya
yönelik sert eleştirilerin dillendirildiğine şahit oluyoruz.
Condorcet şu tespiti yapıyor: “Amerikalı
yerleşimciler, zencilerin insan olduklarını unuyorlar, onlarla herhangi bir
ahlâkî ilişki içine girmiyorlar; bu yerleşimcilere göre zenci sadece kâr elde
edilecek bir nesne. […]; bu saadet nedir bilmeyen insanlara yönelik aptalca
horgörüsü o kadar fazla ki yerleşimciler zencilerin insan gibi giyip yanlarına
oturmalarına bile kızıyorlar.” Millar ise “kolonilerde zencilere yönelik o
şaşırtıcı barbarlığın sık sık yaşandığından” bahsediyor. Mevzu ile ilgili en
önemli şahit ise Fransa’da köleliği savunan isimlerden biri olan Pierre Malouet.
Malouet köleliğe yönelik destek konusunda nasıl yalnız kaldığını şu sözüyle
ifade ediyor: “Kamuoyu denilen o aşırı güçlü saltanat, bugünlerde Fransa ve
İngiltere’de siyahların köleliğine saldırıp duran ve köleliğin kaldırılması
için uğraşan insanlara destek sunuyor.”
Esasında Arendt’in tezini terse çevirmek mümkün.
Liberalizmin klasik döneminde sadece köleliğin gelişip serpildiğine değil,
ayrıca kölelerin tüm yönleriyle, eşi benzeri görülmedik bir yoldan insanlıktan
çıkartıldıkları köleleştirme pratiklerine tanıklık ediyoruz. Pazarın muzaffer
olması ile birlikte köle ev kölesi hâline geliyor, kölenin ailesi ortadan
kalkıyor. Bu ailenin her bir ferdi alınıp satılabiliyor. Dolayısıyla pazarın
elde ettiği zaferi aynı zamanda ev köleliğinin zaferi olarak görmek mümkün.
Liberalizm ve sekülerizmin güçlenmesi ile birlikte
krallar, din adına kölelere sınırlama getiremiyor, köle ailelere saygı
duyulmasını emredemiyor. Politik iktidarın mülkiyet üzerindeki müdahaleleri
tümüyle ortadan kalkıyor. Mülk sahibi, mülkünü hiçbir kısıtlama olmaksızın
başkasına serbestçe devredebiliyor. Aynı zamanda özyönetim ve temsil
kurumlarının ortaya çıkışıyla birlikte ırklar arası cinsel ilişkiyi ve evliliği
yasaklayan, bunları suç olarak gören kanunların çıkartıldığına şahit oluyoruz.
Bu dönemde deri renklerine göre tanımlanan kölelerin tabi oldukları, soydan
soya aktarılan kast sistemi hukukî bir zemine kavuşturuluyor. Ev köleliğinin
elde ettiği zafer, aslında ırksal ev köleliğinin zaferi demek oluyor.
O dönemde birçok insan, bu gelişimin gayet
farkında. Köleliğin kaldırılması yanlısı olan İngiliz John Wesley bir yazısında,
“Amerika’daki köleliğin güneşin altında görülmüş en aşağılık kölelik biçimi”
olduğunu söylüyor. Amerikan Devrimi’nin kurucu babalarından olan, köle sahibi
ve liberal bir kişilik olarak James Madison bu tespiti doğruluyor. Madison,
“sadece deri rengi farklı diye uygulanan güç üzerinden insanın insan üzerinde
kurduğu o zalimane hâkimiyetin bilginin en yoğun şekilde edinildiği dönemde
tesis edildiğini” söylüyor.
Düşünsel
Güçlük
Özgürlük ve kölelik arasındaki ihtilaf, Amerikan
Devrimi sonrasında da düşünce alanında önemli bir güçlük olarak varlığını
koruyor. Bu hususu izah etme noktasında Alexis de Tocqueville ve Victor
Schoelcher’ün ABD’ye yaptıkları seyahatleri kıyaslayabiliriz. Şubat 1848’deki
devrimin ardından Schoelcher, Fransız hükümetinde bakan oluyor ve Fransız
sömürgelerinde köleliğin geriye dönüşsüz olarak kaldırılması fikrini savunuyor.
İki isim, aşağı yukarı aynı dönemde ABD’ye ziyaret gerçekleştiriyor ve orada
bahsini ettiğimiz ihtilafı ilk elden gözlemliyor.
O dönemde ABD’de beyazlar hukukun egemenliği,
özyönetim ve politik hayata katılım gibi konularda belirli bir konuma sahipler.
Diğer yandansa ülkede hem siyahların köleleştirilmesine hem de Kızılderililerin
kırımdan geçirilip imha edilmesine tanık olunuyor. Amerikan toplumundaki
toplumsal ilişkileri ve çelişkileri analiz ederken Tocqueville ve Schoelcher, entelektüel
dürüstlükle hareket ediyor. Buna karşın iki isim de birbiriyle çelişen
sonuçlara ulaşıyor. Her şeyden önce beyaz cemaatine odaklanan Tocqueville, kitabına
verdiği isim dâhilinde, “Amerika’da demokrasi olduğundan” söz ediyor, bir
yandan da ABD’nin dünyadaki en özgür ülke olduğunu söyleyip onu göklere
çıkartıyor. Schoelcher ise beyazlardaki “deri rengi ile ilgili önyargı”yı
öfkeli bir dille eleştiriyor ve ABD’deki insanların “yeryüzündeki en acımasız
köle sahipleri” olduğunu söylüyor: “Bu insanlar, dünyada görülebilecek en iç
yakıcı sahnelerinin yaşanmasına neden oluyorlar” diyen Schoelcher, “Kuzey
Amerika’daki kölelik üzerine kurulu eyaletlerin barbarlık çağına ait zulümlerin
tek tek her birini eksiksiz icra ettiğinden” bahsediyor.
İyi ama hangisi haklı, Tocqueville mi Schoelcher mü?
Belki de ikisi de yanlıştır. Çünkü özgürlükle kölelik arasındaki ihtilafı ikisi
de izah edememektedir.
Peki o hâlde politik düzenle toplumsal düzeni
nasıl tanımlayabiliriz? ABD’li tarihçilerin ve sosyologların izinden gidip,
özel olarak “üstün ırk”ı temel alan “Herrenvolk demokrasisi”nden söz etmemiz
gerekecektir. Sonuçta liberalizmin tarihine ve ABD toplumuna damgasını vurmuş
olan kölelik-özgürlük çelişkisini ancak bu sayede anlayabiliriz.
Beyazlar
İçin de Olumsuz Sonuçları Var
Kanaatimce Amerikan toplumu ile ilgili
değerlendirmelerinde Tocqueville de Shoelcher de hatalı. Tocqueville’in
söyledikleri diğerinin söylediklerine kıyasla daha da yanlış. Peki ama neden?
Siyahların ve Kızılderililerin koşulları değil de sadece beyazlarla ilgili
söylediklerine bile baksak Tocqueville hatalı görünüyor. Bunun çok basit bir
sebebi var. Siyah kölelere yönelik olarak uygulanan gücün ortadan kalkması
beyazlar için de olumsuz hatta dramatik sonuçlara yol açıyor.
Bu noktada Tocqueville’in dediklerine bir bakalım:
yazar, siyahlara ağır cezaların yanında okuma yazma öğretilmesinin de
yasaklandığından bahsediyor. Nat Turner’ın köle ayaklanması sonrası Georgia’da
bir köleye kâğıt kalem vermek suç hâline geliyor. Fakat bu ırkçı tedbirler,
siyahlar kadar beyazlar açısından da kimi sonuçlara yol açıyor. Örneğin farklı
ırklara mensup kişiler arası cinsel ilişkiler ve evlilikler yasaklanıyor.
Örneğin 1688’deki Şanlı Devrim’i ve liberal İngiltere’nin doğuşunu takip eden
süreçte, bilhassa on sekizinci yüzyılın ilk yirmi-otuz yıllık kesitinde
Pensilvanya’da özgür siyahlar, bir beyazla evlenme yasağını ihlal ederken
yakalandığında köle olarak satılma riskiyle karşılaşabiliyorlar. Doğalında bu,
beyaz olan eşi için de ciddi sonuçlar doğuruyor. Beyaz, hem sevdiği kişiden
ayrılıyor hem de ağır bir cezaya çarptırılıyor. Bu durumu en iyi özetleyense
New York’ta çıkan ve köle bir anneden doğan tüm çocukları köle kabul eden
kanun. Daha önce ifade edildiği biçimiyle, kendi çocukları, çocuklarının
çocukları köleleşen beyazlar da pratikte kendilerini köleleştirmiş oluyorlar.
Hepsi bu kadar da değil. On sekizinci yüzyılın
başlarında Virginia’da çıkartılan bir kanun uyarınca sadece evlilik ilişkisine
veya cinsel ilişkiye girenler cezalandırılmıyor. Siyahla beyazın evlenmesi
sonucu oluşan aile bağını kilisede takdis eden rahipler de cezalandırılmaya
başlanıyor. Buna bağlı olarak dinî özgürlük denilen şey de bir biçimde kanundan
olumsuz yönde etkileniyor.
Tüm bunlar bize Marx ve Engels’in bir halkın başka
bir halka zulmederken asla özgür olamayacağına dair tespitinin ne kadar doğru
olduğunu ortaya koyuyor. Köleliği daimi kılmak için gerekli tedbirlerle
birlikte özgür beyaz insanların da özgürlükleri kısıtlanıyor. Schoelcher’ün de
ifade ettiği biçimiyle, “esasen birilerini linç etmek, haksızlığa karşı koyma
cüretini gösteren ve tüm insanlığın özgürlüğünü isteyen herkesi tehdit ediyor.”
Bu noktada bir kıyaslama yapabiliriz. 1831’deki
köle ayaklanması sonrası Virginia’da oluşan durum genelde şu şekilde tarif
ediliyor: “Beyazlar, askerliklerini gece gündüz devriye atarak yapıyorlar, bu
süreçte Richmond kuşatma altındaki bir şehri andırıyor. […]
Cezalandırılacakları korkusuyla zenciler kimseyle iletişime geçemiyor.” 1850 yılının
sonlarında yazdığı mektupta Joel R. Poinsett, İç Savaş öncesinde Güney’deki
durumu şu şekilde tarif ediyor: “Şiddetin tüm kokusunun sindiği havadan bıkıp
usanmıştık. […] Şiddet uygulayan kişilere ve şiddete dayalı tedbirlere soğuk
olan güçlü bir kesim vardı, ama onlar da korkup teslim olmuşlardı. Hatta öyle
ki birileri gider gammazlar diye birbirleriyle görüş alışverişinde bile
bulunmuyorlardı.” Poinsett’in bu değerlendirmesini aktaran bir tarihçi, buradan
şu sonuca ulaşıyor: “En ılımlı muhalifler bile yaratılan dehşet ve korku
ortamının dayatmasıyla dilini tutmayı, şüpheleri kafasından defetmeyi ve her
türden şerhi, söyleyeceği her türden sözü yutmayı alışkanlık hâline
getirmişler.”
Britanya
İmparatorluğu ve Kölelik
Buraya kadar hep ABD’den bahsettik. İyi de bu
üstün ırk fikri üzerine kurulu demokrasi Amerika’ya mı has? Şimdi de biraz
İngiltere’deki politik ve toplumsal düzene bakalım.
Kölelik, Britanya tarihinde de önemli bir rol
oynamıştır. Sömürgelerde köleliğin kaldırılmasına dek imparatorlukta hâkim olan,
üstün ırk demokrasisidir. Doğrudur, sömürgelerde köleliğin kaldırılması, ABD’li
kölelerin özgürleşmesinden otuz yıl önce gerçekleşmiştir, fakat bu noktada eski
siyah kölelerin yerini Hindistan ve Çin’den gelen “ameleler”in aldığını
unutmamamız gerekmektedir. Bu vasıfsız işçilerin sömürgelere gelişiyle birlikte
hepsi doğal olarak kölelerin yerini almışlardır. 1840’ta Britanya’da Lord John
Russell, “yeni kölelik sisteminin doğuşu” karşısında duyduğu huzursuzluğu dile
getirmektedir. Fakat öte yandan, 1834’te, sömürgelerde kölelerin kaldırıldığı o
yılda, liberal yazar Edward Gibbon Wakefield, “sarı köleler”in (amelelerin)
daha önce “kızıl köleler”in yerini almış olan siyahların yerini almaya
başladığından söz etmektedir.
Gerçekte ise liberal Batı’nın tarihine asıl
damgasını vuran, üstün ırk demokrasisidir. 1830’larda ve 1840’larda liberal
Fransa’yı ve klasik liberal yazar Tocqueville’i ele alalım. Tocqueville, Cezayir’in
fethi sürecinin tamamlanabilmesi için en sert tedbirleri uygulamaya hazır olan
bir isim. Mahsullerin yakılmasını, siloların boşaltılmasını, silâhsız
insanların tutsak edilmesini ayıplayanları eleştiriyor ve “bana kalırsa bu tür
adımlar, Araplarla savaşmak isteyen her insanın kabul etmesi gereken, gayet de
üzüntü verici birer zorunluluktur” diyor. Tocqueville şu lafı etmekten zerre
tereddüte etmiyor: “İster köy ister kasaba ister şehir, insanların toplaştığı,
bir araya geldiği her yer yok edilmeli. Kanaatimce asıl önemli olan,
Cezayir’deki direnişi lideri) Abdulkadir’in kontrolündeki bölgede tek bir
kasabanın hayatta kalmasına veya ayağa kalkmasına izin verilmemeli.”
Bu türden bir yaklaşımı tavsiye eden Tocqueville, ABD’de
savaşta ve barışta uygulanan modeli öneriyor. ABD’li dostu Francis Lieber’e
yazdığı mektupta, “Sömürgeleştirme sahasında ABD’nin sunduğu harika örnekler
üzerinde kafa yormadan Afrika’yı sömürgeleştirme meselesini ele alamayız” diyen
Tocqueville, “Cezayir’de de aynı şekilde kabilelere ait herhangi bir ortak
mülkün bulunmadığından” söz ediyor. Yerli halkın mallarına el koymada ve en
bereketli toprakların Fransız yerleşimcilere verilmesinde bir sorun görmeyen Tocqueville,
yerleşimcilerin Cezayir’e ilgi göstermelerini sağlamak için en önemli adımın
zengin olma konusunda onlara muazzam fırsatlar sunmak olacağını söylüyor.
Fransız yerleşimcilerle yerli halk arasında herhangi bir eşitlikten söz etmek
tabii ki mümkün değil. Cezayir’de “iki ayrı hukuk”un oluşturulup uygulanması,
esasen “iki ayrı toplumun varlığından kaynaklanıyor.” Çünkü “mesele Avrupalılar
ise onların özel muamele görmelerine kimse mani olamaz.”
Azınlık
İçin Teori
Sömürgeci Fransız imparatorluğunda da karşımıza
çıkan, üstün ırk demokrasisi ve onun dayandığı mantıktır. İlk Afyon Savaşı’nı
Batı’nın gücüne karşı koyulamayacağının bir ispatı olarak görüp göklere
çıkartan Tocqueville, “dünyanın beşte dördünün geri kalan beşte bir tarafından
köleleştirilmiş olmasından büyük bir coşkuyla bahsediyor. Burada da liberalizm
insanlığın büyük bir çoğunluğına özgürlükleri yasak eden bir teori olarak
çıkıyor karşımıza. Başka bir konuyla ilgili olarak Tocqueville, “milyonlarca
insanın (Batılının) alınlarında tüm türlerin (tüm insanlığın) hâkimi olmak
yazılı” diyor ve bunun “Tanrı’nın önceden takdir ettiği bir kader” olduğunu
söylüyor.
John Stuart Mill, Tocqueville’e göre daha makul
biri. O da Batı’nın henüz çocukluk aşamasında bulunan ve ilerleme yoluna
girebilmesi için mutlak itaatle emredilenleri yapmakla yükümlü olan ırklar
üzerinde istibdat tesis etme hakkı ve görevi bulunduğunu söylüyor. Mill’e göre,
Batı’nın geri kalmış halklara veya barbarlara uyguladığı katı istibdat,
medeniyetin çıkarınadır. Geri kalmış halkların ileri halklara doğrudan teslim
olması yaygın görülen bir durumdur ve genelleştirilmelidir. Burada liberal
özgürlük teorisi, bir kez daha, Batı’daki özgür toplumun tüm dünyaya tatbik
edeceği istibdatı ve zulmü meşrulaştırmak ve göklere çıkartmak için
kullanılmaktadır.
Buraya kadar işçi sınıfından hiç söz etmedik.
Şimdi de bu konuya odaklanalım bir yandan da İngiltere’de işçi sınıfının maruz
kaldığı koşulları analiz edelim.
Marx, kapitalizm koşullarında sanayi işçilerinin
modern köleler, ücretli köleler olduğunu söylüyor. Peki bu tespiti sadece basit
bir edebi mecaz olarak mı ele almak gerekiyor?
1864’te Saturday
Review gazetesinde aktarılan bir gözleme göre İngiltere’de yoksullar,
beşikten mezara dek hiç değişmeyen toplumsal koşullara mahkûm edilmiş olan,
Amerika’da beyazlarla siyahlar arasında bulunan bariyerlere benzer bir
bariyerle toplumun geri kalanından ayrıştırılan, bir tür kast, ayrı bir ırk”
meydana getiriyorlar.
“İngiltere’de
bir yoksul adamdan veya çocuktan Tanrı’nın kendisine bahşettiği koşulları
hatırından hiç çıkartmaması isteniyor, tıpkı zenciden Tanrı’nın kendisine
verdiği deriyi hiç unutmamasının istenmesi gibi. Her iki örnekte de alttaki
üsttekine, tabi olan lidere teslim oluyor, bu ilişkiyi değiştirecek bir
merhamete ve iyi yürekliliğe zerre alan açılmıyor.”
Toplum aynı zamanda ırka göre de bölünüyor.
Pratikte toplumda işçi sınıfını üst sınıflardan ırk temelli ayrımcılık ayırıyor.
On sekizinci yüzyılda İngiltere’de Somerset Dükü faytonuyla yoldan geçmeden
önce onun görevlendirdiği kişiler, dük alt tabakadan insanları görüp rahatsız
olmasın diye yolu temizliyorlar. Yüz yıl sonra İngiliz ekonomist Nassau William
Senior, Napoli ziyareti esnasında farklı sınıfların iç içe geçmesi karşısında
deliye dönüyor ve “Soğuk ülkelerde alt sınıflar evlerinden çıkartılmazlar.
Burada ise herkese sokaklarda.” Hatta daha da kötüsü bu alt sınıflar,
aristokrasiye ait mekânlarda mahzenlerde yaşadıklarından, üst sınıflardan zaten
uzak olamıyorlar. Sonuçta ne oluyor? “Onları görmek zorunda kalıyorsunuz, hatta
o mide bulandırıcı soysuzlaşma ile temas ediyorsunuz”.
Emekçi
Sınıflar Özgürlükten Muaf Tutuldular
Tıpkı sömürge halklar ve sömürgelerden gelmiş
halklar gibi şehirlerde yaşayan işçiler de özgür toplumun parçası değildirler.
İşçiler, olumlu olumsuz, her türden özgürlükten muaf tutulmaktadırlar.
Bu dışlanma hâli, işsizlerin aylakların ve
dilencilerin hapsedildikleri imaret türü mekânlarda daha net bir biçimde
çıkıyor karşımıza. Jeremy Bentham, imaretlerin sunduğu faydaları öve öve bitiremeyen
bir isim. Bentham’ın amacı, bu tür kurumları kusursuz hâle getirip herkesin
gözetlenebildiği bir bina içine yerleştirmek. Bu binada ise müdür, herhangi bir
vakit mahkûmların davranışlarının her bir yönünü gözetleme, böylelikle kontrol
etme imkânı buluyor. Bu sayede kurumun ekonomik verimliliği artıyor:
“Benim
imalatçımın çalışanı üzerinde sahip olduğu nüfuza başka bir imalatçının sahip
olması mümkün mü? Başka bir patron, işçisini açlıktan ölmenin eşiğine
getirdiğinde o işçi gidiyor, olan patrona oluyor, bu durum benim imalathanemde
yaşanabilir mi? Başka yerlerde patronlar, işçilerinin içmelerine izin
veriyorlar ama bir yandan da ücretleri artırıyorlar, benim mekânımda böyle bir
şeye izin verilebilir mi? […] Başka bir yerde herhangi bir patron veya imalatçı,
benim kadar her bir işçisini kesintisiz gözetleyip hareketlerini sürekli izleme
imkânı bulabilir mi?”
Özgürlüğün olmadığı bu tür çalışma mekânları
deneylere de konu oluyor. Bu deneyler için en iyi malzeme çocuklar: “Doğdukları
gün çocuklar teftiş evine bırakıyorlar ve burada deneyler yapılıyor.” Özellikle
bir deney çok önemli. Şüpheliler ve çocuk suçlular bu evlere hapsediliyor ve
çalışkanlık, disiplin anlayışı bakımından gelişkin olan “yerli bir sınıf”ı
meydana getiriyorlar. Bentham’a göre, bu sınıf içerisinde erken evlilik teşvik
edilip, doğan çocuklar çoğunluğu teşkil edene dek birer çırak olarak
kullanılırlarsa o vakit bu atölyeler ve toplum bitmek bilmeyen yüksek kalite
insan rezervinden bir biçimde mahrum kalacaktır. Başka bir ifadeyle tüm
devrimlerin en asili olan, bir kuşaktan diğerine miras gibi devreden cinsel
devrim aracılığıyla “yerli sınıf” bir tür yerli ırka dönüştürülebilir.
Bu noktada genel bir gözlemi aktarmakta fayda var.
Devrimci bir ütopyayı rahatsız edici bir distopyaya dönüşümünü sert bir dille
eleştiren yığınla kitap kaleme alınmıştır. Aynı süreç, liberalizm tarihi
dâhilinde de işlemektedir ama burada önemli bir fark vardır. Bentham’ın
hayalini kurduğu “tüm devrimlerin o en asili olan devrim” ta başından beri mide
bulandırıcı, rahatsız edici kimi özelliklere sahiptir. Burada amaç, mümkün
olduğunca uysal ve itaatkâr olan bir sınıf veya emekçi ırkı meydana
getirmektir. Fransa’da Abbé Sieyès, Bentham’dan çok daha radikal bir öjenik
ütopya (veya distopya) üzerinde çalışmıştır. Bu Fransız liberalin hayalinde,
maymunlarla siyahları melezleyip kölelerin yaptığı işleri yapacak
evcilleştirilmiş varlıklar meydan getirmek vardır. Ortaya çıkacak sonuçsa “yeni
bir antropomorfik maymun”dur.
Bu türden yaklaşımlara göre, uysal işçi ırkı veya
sınıfı faydalı iken sınıf altı kesimler zararlıdır, hatta toplum nezdinde asla
hoşgörülemeyecek unsurlardır. 1764’te Benjamin Franklin bir doktora şunları
yazmaktadır: “Kurtardığın hayatların yarısı işe yaramaz, diğer yarısı da
zararlı, kurtarmasan da olurdu. Aklın sana, Tanrı’nın planlarına karşı sürekli
savaş içerisinde olmanın dinsizlik olduğunu söylemiyor mu?” Yüz yıl sonra ise Tocqueville,
“fareler türünden tüm hapishane artıklarını yakacak büyük bir yangının çıkması”
ile ilgili hayalinden söz ediyor.
Sosyal
Darwinci Yol
Gördüğümüz üzere, sosyal Darwinci yol ta işin
başından beri liberal düşüncenin güzergâhını veriyor. Sosyal Darwincilik
denilen bu unsur, en çok da haklarını almak için politik alana müdahale eden
geleneksel maduniyetten kurtulma noktasında gündeme geliyor. Uygunsuz, yetersiz
olanın ve hayattaki yanlışların bertaraf edilmesine ihtiyaç duyan kozmik kanunu
bozacağı gerekçesiyle devletin ekonomiye her türden müdahalesini mahkûm eden
bir isim olarak Herbert Spencer, “Doğa’nın tüm çabasının yetersiz olanlardan
kurtulmak, dünyayı onlardan temizlemek ve iyi olana alan açmak yönünde
olduğundan” söz ediyor. Tüm insanların Tanrı’nın hükümlerine tabi olduğunu
düşünen Spencer, birçok liberal yazarda göreceğimiz benzer bir tutum dâhilinde,
şu tespiti yapıyor:
“Eğer
bu insanlar yaşamak için yeterli olacak tamlığa sahipse yaşarlar, en iyisi
onların yaşamasıdır. Eğer eksiklerse ölmeliler, en hayırlısı onların
ölmesidir.”
Tarihte işçi sınıfının kabul yönünde verdiği
mücadelede attığı her adım, liberal elitlerin itirazıyla karşılaşmıştır.
Örneğin Tocqueville, sendikaların kurulmasını, çalışma saatlerinin düzenlenip
belli ölçüde azaltılmasını özgürlüklerin ihlali olarak görüp mahkûm etmiş bir
isimdir.
Pek ırk ayrımcılığıyla ve ırkçı devletle kimler
mücadele etmiştir? Tabii ki liberaller değil. Herkesin bildiği gibi, Fransız
sömürgelerinde kölelik, Toussaint L’Ouverture’ün öncülüğünü yaptığı San
Domingo’daki o büyük köle devrimi ardından kaldırılabilmiştir. Britanya
sömürgelerinde ve ABD’de köleliğin kaldırılmasında ise asli rolü liberaller
oynamışlardır.
Esasen köleliğin kaldırılması ve bu fikri temel
alan radikalizm, liberal mahfillerde eleştirilerle karşılanmıştır. Bu türden
ortamların sahip olduğu hâkim görüşü en ifade edense köleliğin kaldırılması
yanlılarını “Jakoben” olarak suçlayan Francis Lieber’dir: “Eğer insanların
kölelere sahip olmak gibi bir mecburiyetleri varsa bu, onların meselesidir”
diyen Lieber türünden liberallerde mülkiyet, özellikle köle sahibi olma, tümüyle
özel bir meseledir.
Günümüzde
Liberalizm
Buraya kadar liberalizmin tarihinden bahsettik. Bu
noktada “tarihin bugün açısından ne gibi bir önemi var ki?” diye itiraz edenler
olabilir.
İşçi sınıfının, sömürge halkların ve kadınların
kısmi özgürleşmesi, liberalizmin evriminin kendiliğinden bir sonucu olarak
gerçkleşmedi. Yirminci yüzyılın başlarında, Ekim Devrimi’nden önce, mülkiyet ve
zenginlik temelli ayrımcılık ortadan kalkmış değildi (örneğin İngiltere’de
Lordlar Kamarası’na bugüne bile hâkim olan asiller ve yüksek burjuvazidir).
Kadınlar, her yerde politik haklardan mahrumlardı. Beyazların üstünlüğünü esas
alan rejim, sadece ABD’de değil Batı ile dünyanın geri kalan kısmı arasındaki
ilişkilerde de tek söz sahibi idi. Yirminci yüzyılda devrimlerden sonra her şey
değişti. En azından hukuk ve teori düzleminde halk sınıflarına, sömürge
halklara ve kadınlara yönelik ayrımcılık ortadan kaldırıldı.
Ama bugün, sosyalizmden ilham alan işçi
hareketinin ortaya koyduğu itirazın geri çekilmesi ya da zayıflaması sonrası
Batı’da karşı-devrim, kimsenin görmezden gelemeyeceği ölçüde güçlendi.
Avrupa’da refah devleti adım adım yok edildi. Bu pratikteki yıkım süreci
teoride yaşanan değişimlerle birlikte gelişti. Ta yetmişli yıllarda Friedrich
Hayek, 1948 tarihli Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannamesi’nde dile
getirilen “ekonomik ve toplumsal hakların Rus Marksist devriminin her şeyi
tahrip eden etkisinin bir sonucu olduğunu” söylüyordu.
Uluslararası düzeyde ise savaşın dış politikaya
ait “olağan bir araç” olarak geri dönüşüne tanıklık ediyoruz. Bu savaşlar
“insanî müdahaleler” olarak meşrulaştırılıyorlar, hatta göklere çıkartılıyorlar.
Özetle; hedef alınan ülkeler, pratikte egemenlikleri bulunmayan birer sömürge
olarak görülüyorlar.
Bugünlerde ayrıca sömürge
savaşlarına veya yeni sömürge savaşlarına, ayrıca “ekonomik ve toplumsal
hakların” yok edilmesine karşı, kimi zaman ürkekçe kimi zaman güçlü bir biçimde
sürdürülen bir direnişe de tanıklık ediyoruz. Bu mücadele, yönetici sınıfı ve
onun öve öve bitiremediği liberalizm ideolojisini hedef alıyor. Tam da bu
sebeple ben, bugün her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğumuz bu direniş
hareketi için liberalizm ve liberalizm tarihine dair doğru bir tasvirin sunulması
gerektiğine inanıyorum.
0 Yorum:
Yorum Gönder