12 Ekim 2019

, ,

Yanlış Bayrak Altında


Bay A. Potresof, (Petrograd’da yayınlanan) Nashe Dyelo dergisinin Ocak 1915 tarihli birinci sayısına, program yerini tutacak, gayet özgün bir makale kaleme aldı. “İki Dönemin Birleştiği Kavşaktayız” isimli bu makalesi de, önceki makalesi gibi, aynı yazarın Rusya’da hâkim, esasen tasfiyeci olan tüm burjuva akımının yaslandığı, dönemin önemli ve yakıcı sorunlarıyla ilgili fikirlerini serdetmekteydi. Aslını söylemek gerekirse bunlar, birer makaleden çok belirli bir eğilimi teşhir eden bildiriler. Onları dikkatle okuyup muhtevası konusunda kafa yoran herkes, arızi kimi kanaatlere, yani saf mânâda edebiyat ilgisinden kaynaklanan yazılarda gördüğümüz görüşlerin yazarın (ve dostlarının) fikirlerinin uygun bir tebliğ veya ilmihal formunda ifade edilmesine mani olduğunu fark edecektir.
Potresof’un üzerinde durduğu ana fikir şudur: günümüz demokrasisi, iki dönemin birleştiği bir kavşakta durmaktadır. İlgili kavşakta, eski dönemle, ulusu tecrit etmeyi, yalnızlaştırmayı savunan siyasetten enternasyonalizme geçişin gerçekleştiği dönem kesişmektedir. Günümüz demokrasisinden kastı, on dokuzuncu yüzyılın bitip yirminci yüzyılın başladığı momente damgasını vuran demokrasi türüdür ki bu tür, on sekizinci yüzyılın sonuna ve on dokuzuncu yüzyılın ilk altmış-yetmiş yılına damga vuran eski burjuva demokrasisinden alabildiğine farklıdır.
İlk bakışta yazar, tümüyle doğru bir görüş ortaya atıyormuş gibi görünebilir, hatta karşımızda, günümüz demokrasisinde hâkim olan milliyetçi-liberal eğilime muhalif biri var zannedip, bu yazarın “enternasyonalist” olduğunu bile düşünebiliriz.
Esasında bu türden bir enternasyonalizm savunusu, milliyetçi dar kafalılığı ve ulusun özel olduğuna dair görüşü geçip gitmiş, eski dönemin birer özelliği olarak anmak, günümüz demokrasisinin zehri olan milliyetçi-liberalizm dalgasından veya onun resmi temsilcilerinden kopmak anlamına gelmez.
Böylesi bir izlenimin oluşması muhtemeldir, hatta kaçınılmazdır. Oysa bu izlenime bağlı kalmak, büyük bir hatadır. Aslında yazar, kendi heybesini yanlış bir bayrak altında taşımaktadır. Bilerek ya da bilmeyerek ki bunun hiçbir önemi yok, yazar “enternasyonalizm” bayrağını bir savaş hilesi dâhilinde yükseltmekte, böylelikle milliyetçi-liberalizmin içi kaçak mal dolu heybesini söz konusu bayrak altında güvenle taşıma imkânı bulabilmektedir. Her şeyden önce Potresof, milliyetçi-liberal kimliği kesinlikle inkâr edilemeyecek biridir. Özünde o, makalesinde (programında, siyaset metninde ve ilmihalinde) enternasyonalizm bayrağı altında oportünizm yaparken, bu ufak ama masummuş gibi görünen hileye başvurmaktadır. Bu önemli ve merkezî meselede başvurulan ilgili manevra, detaylarıyla ele alınmalıdır. Potresof’un yanlış bir bayrağı yükseltmesi çok daha tehlikelidir, zira o, sadece “enternasyonalizm” gömleği giymekle kalmamakta, ayrıca “Marksist yöntem”e bağlı biri olduğunu da söylemektedir. Başka bir ifadeyle Potresof, Marksizmin gerçek bir takipçisi ve savunucusu olduğunu iddia etmekte, ama aslında milliyetçi-liberalizmi Marksizmin yerine ikame etmektedir. Yazarın derdi, Kautsky’yi “avukatı oynamak”la suçlayıp, yani her durumda farklı şekilde, muhtelif uluslara göre farklı tonlarda liberalizmi savunmakla eleştirip onu “düzeltmek”tir. Kautsky’nin milliyetçi-liberal olduğu şüphe götürmez ve itiraz kabul etmez biçimde doğru olduğundan, Potresof, bu eleştirisinde esasen yola milliyetçi-liberalizmin karşısına enternasyonalizmi ve Marksizmi çıkartmaktadır. Oysa gerçekte o, tek renkli milliyetçi-liberalizmin karşısına “parti boyasıyla boyanmış” bir milliyetçi-liberalizmi yerleştirmekte, Marksizmin mevcut tarihsel durumda her türden milliyetçi-liberalizme düşman olduğunu görmemektedir.
Devam edelim ve bunun neden böyle olduğunu anlatalım.
I
Potresof’un eline neden milliyetçi-liberallerin bayrağını aldığını en iyi, makalesinden alıntılanan aşağıdaki pasajı okuduğumuzda idrak edilebiliriz:
Mizaçlarına uygun olarak Marx ve yoldaşları, ne kadar zor olursa olsun, ilgili sorunun üzerine yürüdüler. Çelişkiyi teşhis ettikten sonra kendi bakış açılarından istenilen olasılıklar konusunda hangi tarafın daha geniş bir perspektif sunduğunu belirlemeye çalıştılar, buradan da taktikleri inşa edecekleri zemini oluşturdular.” (s. 73)
“Hangi tarafın başarısı isteniyor?” sorusunun cevabı enternasyonalist değil, milliyetçi bir yerden verilmemeli. Marksist yöntemin özü budur. İşte Kautsky bunu yapmıyor, bu da onu hâkimken (Marksistken) avukata (yani milliyetçi liberale) dönüştürüyor. Potresof’un söylediği bundan ibaret. O, bir tarafın (yani kendisinin) başarılı olmasını istemesini savunduğunda avukatı oynamadığına, diğer tarafın en berbat günahları konusunda gerçekten enternasyonalist kanaatler üzerinden hareket ettiğine öylesine ikna olmuş ki.
Gerçekten enternasyonalist kanaatlerin yön verdiği Potresof, Mazlof, Plehanof gibi isimler de aynı sonuca ulaşıyorlar. Öyle alçakgönüllüler ki dolayısıyla hiç acele etmeden, öncelikle teorik meselenin analizini tamamlayalım.
Hangi tarafın başarılı olmasının istendiği sorusu, Marx açısından 1859’daki İtalyan savaşında gündeme geldi. Potresof, bu olaya eğiliyor ve onun “belirli özelliklerinden dolayı, özel olarak ilgilenilmesi gereken bir gelişme” olduğunu söylüyor. Madem öyle, biz de Potresof’un seçtiği olay üzerinde duralım.
1859’da III. Napolyon, İtalya’nın kurtarılması iddiası üzerinden ama aslında kendi hanedanlığının güttüğü amaçlar doğrultusunda, Avusturya’ya savaş açtı.
Potresof’un iddiasına göre, “Napolyon’un arkasında, Fransa imparatoruyla gizli anlaşma imzalamış olan Gorçakof’u görmek mümkün.” Çelişkilerin düğümlendiği boğum tam da burası: bir tarafta İtalya’ya zulmeden en gerici Avrupa krallığı, diğer yanda da devrimci İtalya’nın aşırı gerici III. Napolyon ile birlikte yan yana kurtuluş için mücadele eden Garibaldi türünden temsilcileri durmaktadır. Potrasof, devamında şunları söylemektedir: “Kenara çekilip aynı ölçüde kötü olan iki güç arasında tercihte bulunmak, basit bir iş olurdu. Oysa Engels, Marx ve Lassalle, böylesi bir basit yola tevessül etmedi, sorunu incelemeye başladı ve dava için en önemli fırsatları sunacak, çelişkiye ait belirli sonuçları tespit etmeye çalıştı.”
Lassalle değilse de Marx ve Engels, Prusya’nın sürece müdahil olması gerektiği sonucuna ulaştı. Potresof’un da kabul ettiği biçimiyle, tartışılan görüşlerden biri de “düşman koalisyonla yaşanan çatışmanın sonucu olarak, Almanya’da çok sayıda yöneticinin eliyle geliştirilecek olan milliyetçi bir hareketin ortaya çıkma ihtimaliyle ilgiliydi. Bir de Avrupa’daki ahenge hangi gücün kötü geldiği üzerinde duranlar vardı. Bu noktada ‘asıl kötü güç, gerici Tuna krallığı mıydı, yoksa bu ahengin önde gelen temsilcileri miydi?’ sorusu sorulmaktaydı.”
Potresof, ulaştığı sonucu şu şekilde aktarmakta: “Bize göre, Marx’ın mı yoksa Lassalle’ın mı haklı olduğunun bir önemi yok. Asıl önemli olan, hangi tarafın başarısının istendiği ve bu tarafın enternasyonalist bir bakış açısıyla belirlenmesidir.”
Potresof, meseleyi böyle aktarıyor ve argümanını bu şekilde dile getiriyor. Potresof’un ifadesiyle, “eğer Marx, uluslararası planda açığa çıkan çelişkileri savaşan ülkelerdeki hükümetlerin gerici niteliğine bakmaksızın değerlendirebilmişse, biz de bugün birer Marksist olarak benzer bir değerlendirmeyi yapmakla yükümlüyüz.”
Potresof, “1859’da Marx, belirli bir ülkenin burjuvazisinin başarıya kavuşmasını isteyip istememe meselesi üzerine kafa yorduğundan, bizim de elli yılı aşkın bir zaman sonra bugün yapmamız gereken, aynı şeyi yapmaktır” sonucuna ulaştığı için, söz konusu çıkarım esasen nahif bir çocuksuluk veya aptalca bir safsatadan ibarettir.
Potresof şunun farkında değildir: 1859’da (ve başka birçok durumda) Marx açısından hangi tarafın başarısının isteneceği meselesi, hangi burjuvazinin başarısının daha fazla isteneceği ile alakalıdır. Potresof şunu anlamamaktadır: Marx bu meseleyi, şüphe götürmeyecek ölçüde ilerici olan burjuva hareketlerin varolduğu, hatta var olmakla kalmayıp Avrupa’nın önde gelen devletlerinde tarihsel sürecin en önünde yer aldığı koşullarda ele almıştır. Oysa bugün Avrupa Uyumu denilen yapının iki kilit unsuru olarak Britanya ve Almanya’da ilerici bir burjuva hareketinden ve ilerici bir burjuvaziden bahsetmek bile mümkün değildir. Bu iki devletteki eski burjuva “demokrasi”si gericileşmiştir. Potresof, bu gerçeği unutmuştur ve eski (burjuva) sözde demokrasi temelli bakış açısını bugünün (burjuva olmayan) demokrasisiyle ilgili bakış açısının yerine koymuştur. Bu değişiklik, başka bir sınıfa ait bakış açısını benimseme girişimi, dahası, eski ve küflenmiş bir sınıfın görüşünü kabul etmek, oportünizmin daniskasıdır. Hiç şüphesiz, böylesi bir girişim, eski ve yeni dönemde tarihsel sürecin nesnel muhtevasına dair analizle meşrulaştırılamaz.
Potresof’un yaptığı yer değiştirme girişiminin arkasında Almanya ve Britanya burjuvazisi vardır. İlerici burjuva milli ve demokratik kurtuluş hareketlerin geçerli olduğu dönem, emperyalist dönemi anlamak ve değerlendirmek için kullanılmaktadır. Potresof burjuvaziyi zerre eleştirmemekte, üstelik bu sınıfın ayak izlerini ses etmeden takip etmektedir. Asıl affedilmeyecek hata budur, zira bu yolu tercih ettiği noktada Potresof mecburen, Marx, Engels ve Lassalle’a geçmişte yol gösteren değerlendirmeleri tanıma ve belirleme gereği duymaktadır.[2]
Her şeyden önce bu isimler, Almanya ve İtalya’daki milli hareketleri değerlendirmiş, İtalya’da “ortaçağcılık temsilcileri”nin eliyle yaşanan gelişme üzerinde durulmuştur. Ayrıca bu değerlendirmeler, esasta Avrupa Uyumu dâhilinde mevcut olan gerici krallıkların (Avusturya krallığının, Napolyoncu krallığın vs.) asıl şer gücü olduğuna vurgu yapılmıştır.
Bu değerlendirmeler açık ve nettir, ayrıca hiçbirisine itiraz dahi edilemez. Marksistler, burjuva milli kurtuluş hareketlerinin feodal ve mutlakıyetçi güçler karşısında sahip olduğu ilericiliği hiçbir zaman inkâr etmemişlerdir. Potresof ise bugünün önde gelen hasım devletlerde böylesi bir hareketin olmadığını, olamayacağını bilmemektedir. İtalya’da ve Almanya’da bu türden hareketlerin varolduğu koşullarda halkların başını çektiği milli kurtuluş hareketlerinin ardında onlarca yıllık bir mücadele birikimi mevcuttur. O günlerde Batı burjuvazisi belirli devletlere mali destek sunmamış, bilâkis, o devletler asli şer gücü olarak görülmüştür. Potresof ise aynı makalede de ikrar ettiği biçimiyle, bugün bu devletlerin herhangi birisinin asli şer gücü kabul edilemeyeceğini söylemektedir.
Almanya ve başka ülkelerde burjuvazi, kendi bencilliğine bağlı sebeplerle, milli hareketlere ait ideolojiyi teşvik edebilmekte, bu ideolojiyi tümüyle farklı olan emperyalizm dönemine tercüme etmeye çalışmaktadır. Her zamanki gibi oportünistler de burjuvazinin arkasında ağır adımlarla ilerlemekte, bugünün demokrasisini temel alan bakış açısını terk etmekte ve eski burjuva demokrasisini esas almaktadırlar. Potresof’un ve onun gibi tasfiyeci olan dost düşünürlerin tüm makalelerindeki ve benimsedikleri konum ile hattın asli kusuru budur. Eski burjuva demokrasisi döneminde Marx ve Engels, hangi burjuvazinin başarısının isteneceği sorusu üzerinde durmuştu. İkili, tüm şiddetiyle demokratik bir harekete doğru evrilen ılımlı liberal hareketi ele almıştı. Bugünün burjuva olmayan demokrasinin varolduğu dönemde Potresof, Britanya, Almanya veya Fransa’da ister ılımlı liberal isterse demokratik olsun herhangi bir burjuva ilerici hareketin tahayyül bile edilemeyeceği bir dönemde, burjuva milliyetçi-liberalizmi vaaz etmektedir. Marx ve Engels, ilerici burjuva-milliyetçi hareketlerin hüküm sürdüğü dönemin ötesine geçmiş isimlerdir. Marx ve Engels, bu türden hareketleri itmek, böylelikle ortaçağcılığın temsilcileri ötesine geçip gelişmelerini sağlamak istemişlerdir.
Tüm sosyal şovenistler gibi Potresof da yüzünü geçmişe dönüyor, kendi döneminin dışına çıkıyor, bugünün demokrasisini temel almıyor, eski burjuva demokrasisinin eskimiş, ölü, dolayısıyla alabildiğine yanlış bakış açısını benimsiyor.
Tam da bu sebeple Potresof’un aşağıda dile getirdiği demokrasi çağrısı, onun bulamaç olmuş zihnini ve alabildiğine gerici olan düşünce dünyasını yansıtıyor:
“Geri çekilmeyin, tekilciliğe, ülkelerin tekilliği fikrine değil, tüm bütünlüğü ve zindeliği ile enternasyonalist bilince doğru ilerleyin. Belirli bir bağlamda ilerlemek, aynı zamanda geriye gitmek, Engels, Marx ve Lassalle’a, onların beynelmilel çelişkileri değerlendirme yöntemlerine, demokratik amaçlar doğrultusunda devletler arası ilişkilerden istifade etmenin mümkün olduğuna dair çıkarımlarına geri dönmek demektir.”
Potresof, bugünün demokrasisini geriye doğru sündürüyor ve onu belirli bir anlam değil tüm anlamlar dâhilinde ele alıyor. Potresof, yüzünü eski burjuva demokrasisine ait sloganlara ve ideolojiye, kitlelerin burjuvaziye tabi olduğu döneme çeviriyor… Oysa her şeyden önce Marx’ın yöntemi, belirli bir momentte tarihsel sürecin nesnel muhtevasının değerlendirilmesinden ibarettir. Bu değerlendirmeyi yapabilme noktasında, somut koşullarda ihtimal dâhilinde olan ilerlemenin ana kaynağının hangi sınıfın hareketinin olduğunun görülmesi gerekir. 1859’da kıta Avrupası’nda tarihsel sürecin nesnel muhtevasını bünyesinde barındıran emperyalizm değil, kurtuluş için mücadele eden milliyetçi burjuva hareketlerdi. Feodal ve mutlakıyetçi güçler karşısında ilerlemenin ana kaynağı, burjuvazinin inşa ettiği hareketti. Elli yıl sonra eski gerici feodal lordların yerini artık eskimiş olan burjuvaziye mensup mali sermaye kodamanları aldı. Bu gerçeği bilen Potresof ise uluslararası çelişkileri yeni sınıf değil de burjuvazinin bakış açısı üzerinden değerlendiriyor.[3]
Potresof’un yukarıda dile getirdiği ifadelerde aktardığı gerçeğin önemi üzerine pek kafa yorduğu söylenemez. Bunu biz yapmış olalım: diyelim ki iki ülke, burjuvazinin inşa ettiği milliyetçi kurtuluş hareketlerinin hüküm sürdüğü dönemde savaşa girmiş olsun. Bugünün demokrasisi bağlamında hangi ülkenin başarılı olmasını istemeliyiz? Tabii ki geliştiği takdirde feodalizmi kararlı bir biçimde ve hızla yıkacak olan, burjuvazinin kurtuluş hareketine ciddi bir ivme kazandıracak ülkenin başarılı olması istenecektir. Diyelim ki nesnel tarihsel durumun belirleyici özelliği değişti ve uluslararası, gerici ve emperyalist mali sermaye, ulusal kurtuluş için gayret eden sermayenin yerini aldı. Hatta bu ulusal kurtuluş mücadelesi veren sermaye, Afrika’nın dörtte üçüne sahip iken emperyalist mali sermaye kıtanın dörtte birine sahip olsun. Bu noktada iki güç arasında gerçekleşecek savaşın amacının kıtanın yeniden bölüşülmesi olduğunu varsayalım. O vakit biz, hangi gücün başarılı olmasını isteyeceğiz? Sonuçta meseleyi eski biçimi dâhilinde dile getirmek saçma olacaktır, çünkü elimizde değerlendirmeye ilişkin eski ölçüt bulunmamaktadır: onlarca yıl varlığını sürdüren bir burjuva kurtuluş hareketine rastlanmamaktadır, ayrıca feodalizmin çöküşünün üzerinden uzun bir zaman geçmiştir. Ulusal kurtuluş için gayret eden sermayenin Afrika’nın dörtte üçü üzerinde “hak” iddia edebilmesine katkı sunmak da emperyalist sermayeye geri kalan dörtte üçlük bölümü ele geçirmesi için (diğerinden ekonomik açıdan daha hızlı gelişiyor olsa bile) yardım etmek de bugünün demokrasisinin, demokrasi mücadelesinin işi değildir.
Bugünün demokrasisi, sadece emperyalist burjuvaziye ve milli burjuvaziye ortak olmadığı durumda, sadece iki tarafı eş ölçüde kötü kabul ettiğinde ve her ülkede emperyalist burjuvazinin yenilgisini istediğinde kendisine sadık kalmayı bilecektir. Gerçekte bunun dışında alınacak her türden karar, milliyetçi-liberal çizgiye ait bir karardır ve gerçek enternasyonalizmle ortak hiçbir yöne sahip değildir.
* * *
Okur, Potresof’un burjuvazinin bakış açısını kullandığı gerçeğini gizlemek için başvurduğu allı pullu ifadelerle kendisini aldatmasına izin vermemelidir. Potresof, “yüzümüzü bireyciliğe değil, kendi bütünlüğü ve canlılığı dâhilinde enternasyonalist bilince çevirmeliyiz” diye ünlediğinde onun amacını Kautsky’nin bakış açısının karşısına kendi bakış açısını çıkarmak olduğunu bilelim. Potresof, aslında “tekilcilik” derken Kautsky’yi kastetmektedir, çünkü Kautsky, hangi tarafın başarısının istenmesi gerektiği konusunda karara varılması fikrine karşı çıkmakta, her bir “tekil” ülkede işçilerin milliyetçi liberalizmini meşrulaştırmaktadır. Buna karşılık Potresof, Çerevanin, Muslof, Plehanof ve diğerleri, “kendi bütünlüğü ve canlılığı dâhilinde enternasyonalist bilince yüzlerini çevirmekte”, her telden milliyetçi liberalizmi desteklemekte, bu desteği tek bir devletin bakış açısı değil, gerçek anlamda enternasyonalist olan bir bakış açısı üzerinden sunmaktadır. Oysa bu, o kadar rezil olmasa bile, saçmasapan bir düşüncedir.
Potresof, şürekası ve Kautsky, temsil etmek için uğraş verdikleri sınıfın bakış açısına ihanet ettiler. Bugün hepsi burjuvazinin kuyruğuna tutunmuş, yol aldıklarını sanıyor.
II
Potresof makalesine “İki Dönemin Birleştiği Kavşaktayız” başlığını atmış. İki dönemin birleştiği bir kavşakta yaşadığımıza hiç şüphe yok. Gözümüzün önünde cereyan eden olaylar analiz edildikleri takdirde anlaşılabilirler ve bu analiz, öncelikle, bir dönemden diğerine geçişin dayandığı nesnel koşulları esas almalıdır. Tarihsel açıdan önemli dönemlere tanıklık ediyoruz: her bir dönemde her daim tekil ve kısmi hareketler bulunur, bulunacaktır ve bu hareketler bazen geriye bazen ileriye dönüktür. Bu dönemlerde hareketin ortalama hızı ve türünden belirli sapmalara tanıklık edilir, edilecektir. Belirli bir dönemde muhtelif tarihsel hareketlerin ne kadar hızlı seyredeceğini, ne kadar başarılı olacağını bilemesek de şu veya bu dönemin merkezinde hangi sınıfın durduğunu biliriz, bilebiliriz. O sınıf, ilgili dönemin esas muhtevasını, gelişiminin ana yönünü, o dönemde tarihsel durumun ana özelliklerini vs. tayin eder. Taktiklerimizi ancak bu temelde, yani öncelikli olarak (tek tek ülkelerin tarihindeki tek bir kesiti değil de) muhtelif dönemlerin temel ayırıcı özelliklerini dikkate almak suretiyle, doğru biçimde geliştirebiliriz; ancak belirli bir dönemin temel özellikleriyle ilgili bir bilgi, şu veya bu ülkenin belirli özelliklerine dair bir anlayışın temeli olarak iş görebilir.
Potresof ve (makalesi Potresof gibi Nashe Dyelo’nun aynı sayısında yer alan) Kautsky’nin hakkında bilgiçlik tasladıkları bölge, üzerinde yaşadığımız bölgedir. Yaptıkları hata, her iki ismi de Marksist değil milliyetçi-liberal sonuçlara ulaşmalarına neden olmaktadır.
Asıl sorun, Potresof’un seçtiği, özel olarak ilgilendiği olayın ta kendisidir. Potresof’un seçtiği 1859 tarihli İtalyan harekâtının da Kautsky’nin aktardığı benzer tarihsel olayların da içinde yaşadığımız dönemle bir alakası bulunmamaktadır. İçine girdiğimiz (veya girmiş bulunduğumuz ve ilk aşama olarak görebileceğimiz) döneme verili (üçüncü) dönem diyelim. İçinden çıktığımız dönemi ise dünkü dönem (veya ikinci dönem) olarak adlandıralım. Bu durumda Potresof ve Kautsky’nin ele aldıkları olayları cımbızladıkları dönemi evvelsi günkü (ilk) dönem olarak adlandırmamız gerekecektir. Potresof ve Kautsky’de gördüğümüz o mide bulandırıcı safsata merakı, hoş göremeyeceğimiz yanlış argümanları, esasen evvelsi günkü dönemin koşullarını bugünkü döneme ait koşulların yerine koymalarının birer ürünüdür.
Ne demek istediğimi izah etmeye çalışayım.
Tarihin dönemlere ayrıştırılması meselesi, Kautsky’nin birçok kez tekrarladığı, Potresof’un makalesinde benimsediği, Marksist yazında sıklıkla başvurulan bir yöntemdir. Söz konusu dönemleştirme şu şekilde yapılmaktadır: (1) 1789-1871; (2) 1871-1914; (3) 1914 - ?
Burada belirtmekte fayda var: doğada ve toplumda olduğu üzere, ayrışım çizgisi itibaridir, değişkendir, nispidir, asla mutlak değildir. En fazla öne çıkan, en çarpıcı tarihsel olayları yaklaşık olarak, önemli tarihsel hareketler bünyesindeki dönüm noktaları şeklinde ele alırız. Büyük Fransız Devrimi’nden Fransa-Prusya Savaşı’na dek uzanan ilk dönem, burjuvazinin güçlendiği, zafere ulaştığı, en genel anlamda burjuva demokratik hareketlere, özelde burjuva milliyetçi hareketlere tanık olunan, eski feodal-mutlakıyetçi kurumların hızla çöktüğü dönemdir. İkinci dönem, burjuvazinin hâkimiyetini her yana yaydığı, çöküşe geçtiği, ilerici olan burjuvazinin gerici, hatta aşırı gerici mali sermayeye yerini bıraktığı dönemdir. Bu dönemde yeni sınıf, bugünün demokrasisi hazırlanmakta, güçlerini yavaş yavaş toplamaktadır. Yeni yeni uç veren üçüncü dönemse, burjuvaziyi ilk dönemde feodal lordların düştükleri konuma benzer bir konuma yerleştirmektedir. Bu, emperyalizmle ve emperyalist karışıklıklarla, aynı zamanda emperyalizmin doğasından kaynaklanan kıyamlarla yüklü bir dönemdir.
Oysa yeni başlayan üçüncü dönemin temel özelliklerini net bir dille ortaya koyan ve bu dönemle ikinci dönem (dünkü dönem) arasındaki temel farkları aktaran 1909 tarihli Der Weg zur Macht türünden makalelerinde, değişen nesnel tarihsel koşullardan kaynaklanan değişimi, bugünün demokrasisinin mücadele biçimlerini, aynı zamanda acil görevlerdeki değişikliği gören, Kautsky’den başkası değildir. Bugünse Kautsky, geçmişe put gibi tapma noktasında yanıp tutuşmaktadır. Asıl akıl almaz, yakışıksız ve utanç verici olansa, onun bulunduğu cepheyi değiştirmiş olmasıdır. Yukarıda bahsini ettiğimiz broşürde Kautsky, yaklaşan savaşın semptomlarını olduğu gibi aktarmış, özellikle 1914’te gerçek olacak savaştan bahsetmiştir. Bu noktada Kautsky’nin kendi kanaatlerine ve resmi beyanlarına nasıl ihanet ettiğini göstermek amacıyla, bu broşürdeki kimi bölümlerle bugünkü yazılarından bazı bölümleri yan yana koymak yeterli olacaktır. Bu açıdan Kautsky, tekil bir örnek (ya da Almanya’ya has bir örnek) değildir. O, kriz koşullarında burjuvazinin safına geçmiş, bugünün demokrasi hareketinin tüm kaymak tabakasının tipik bir temsilcisidir.
Potresof ve Kautsky’nin alıntıladığı tüm tarihsel olaylar ilk döneme aittirler. Sadece 1855, 1859, 1864, 1866 veya 1870’e değil ayrıca 1877 (Rus-Türk Savaşı) ve 1896-1897’ye (Türkiye ile Yunanistan arasındaki savaşlar, ayrıca Ermenilerle alakalı karşılıklıklar) ait olan, savaşla alakalı tarihsel olayları belirlen, burjuva milliyetçi hareketlerdir veya her türden feodalizmden kurtulmakta olan burjuva toplumunda görülen “sarsıntılar”dır.
İlgili dönemde bugünün demokrasisinin ortaya koyabildiği, gerçek mânâda bağımsız, bir dizi öncü ülkede burjuvazinin çöküşte olduğu, aşırı olgunlaştığı döneme denk düşen bir eylemin imkânı bulunmamaktaydı. O vakitler burjuvazi, lider sınıftı ve söz konusu savaşlara katılması sonucu yükselme imkânı bulmuştu. Böylelikle burjuvazi, feodal-mutlakıyetçi kurumlar karşısında ezici bir güce sahip olabildi. Emtia üreten ve mülk sahibi olan farklı katmanlarca temsil olunan bu burjuvazi, farklı ülkelerde farklı düzeylerde ilerici bir rol oynuyor, hatta 1859’da İtalyan burjuvazisi gibi devrimci bir pratik ortaya koyabiliyordu. Gelgelelim burjuvazinin ilerici olması, ilgili dönemin zaten genel bir özelliğiydi ki bu özellik, burjuvazinin feodalizme karşı kararlı ve eksiksiz mücadelesiyle alakalıydı. Bugünün demokrasisine ait unsurların ve Marx gibi bu unsurların temsilcilerinin o dönemde feodalizme karşı mücadele yürütme becerisini haiz olan ilerici burjuvaziyi sorgu sual etmeden desteklemeleri gayet doğal bir gelişmeydi, zira bu insanlar açısından hangi tarafın başarısının isteneceği, yani hangi burjuvazinin destekleneceği sorusu önemli bir soruydu. Savaşın etkilediği belli başlı ülkelerde halk hareketi o dönemde genelde demokratikti, yani ekonomik ve sınıfsal muhtevası bakımından burjuva demokratikti. Dolayısıyla o dönemde şu tür sorular dışında başka bir soru sorulamazdı: Hangi burjuvazinin başarısı istenecek, hangi güç bileşiminin başarısı için çalışılacak, hangi gerici güçlerin başarısızlığı talep edilecek (burjuvazinin yükselişini engelleyen feodal-mutlakıyetçi güçlere karşı konulacak mı?), hangi güç demokrasiye ihtiyaç duyduğu “hareket alanı”nı açacak?
Marx’ın, burjuva milliyetçi ve burjuva kurtuluşçu hareketlerden kaynaklanan, uluslararası planda etkili çelişkilere ilişkin değerlendirmelerinde, milliyetçi hareketlerin, genelde halkçı demokratik hareketlerin “gelişimi”ne en fazla hangi tarafın başarısının katkı sunacağına dair kanaat üzerinden harekete geçtiğini Potresof da kabul ediyor (Potresof’un makalesinin 74. sayfası). Demem o ki burjuvazinin belirli milletler bünyesinde iktidara gelişinden kaynaklanan askerî çatışmalar esnasında, örneğin 1848’de Marx, daha çok burjuva demokratik hareketin kapsamını genişletmekle ve harekete “plebyen” kitlelerin, genelde küçük burjuvazinin, özelde köylülüğün nihayetinde bir bütün olarak yoksul sınıfların daha fazla katılımını sağlamakla ilgileniyordu. Marx’ın hareketin toplumsal tabanını genişletme ve hareketi geliştirme konusunda taşıdığı kaygı, onun tutarlı demokratik taktikleriyle milliyetçi liberallerle ittifak yönünde dümen kıran Lassalle’ın tutarsız taktikleri arasındaki temel ayrım çizgisini teşkil ediyordu.
Üçüncü döneme gelindiğinde ise birinci dönemdeki uluslararası çelişkilerin biçimi aynı kaldı, fakat toplumsal ve sınıfsal muhtevası temelden değişti. Nesnel tarihsel durum tümüyle farklılaştı.
Gücünü artıran sermayenin feodalizmden ulusal planda kurtulmak için verdiği mücadelenin yerini, en gerici mali sermayenin yeni güçlere karşı verdiği mücadele, kendi kendisini tüketen, yok eden, çöküşe doğru sürüklenen bir gücün mücadelesine bıraktı. Kendisini feodalizmden kurtaran, insanlığa ait üretici güçlerin gelişiminin ana dayanağı olan burjuva ulus-devlet çerçevesi, üretici güçlerin gelişimi önünde engel hâline geldi. Yükselişte olan, ilerici sınıf olarak burjuvazi, çöküşe geçen, çürüyen gerici bir sınıf hâlini aldı. Burjuvazi, artık tarihsel ölçekte başka bir hâl almıştır ve tümüyle başka bir sınıftır.
Potresof ve Kautsky ise sınıfsal bakış açısını terk etmiştir. Bu iki isim, burjuvazinin feodalizme karşı ilerici bir sınıf olduğu dönemde sahip olduğu nesnel muhtevayı bugün de sahiplenmek gerektiğine ilişkin burjuva iddiayı savunmaktadır. Oysa gerici emperyalist burjuvazinin ortaya çıkışı ile birlikte artık bugünün demokrasisinden söz edilemez ve bu noktada o gerici emperyalist burjuvazinin hangi “renkte veya tonda” olduğunun bir önemi yoktur.
Birinci dönemde nesnel ve tarihsel görev, geberen foedalizmin başlıca temsilcilerine karşı mücadelesinde ilerici burjuvazinin uluslararası çelişkilerden nasıl istifade edeceğini, böylelikle tüm dünyada demokratik burjuvaziye en fazla avantajın nasıl sağlanacağını belirlemekti. Elli yılı aşkın bir zaman önce yaşanan birinci dönemde feodalizm tarafından zincirlenmiş olan burjuvazinin kendisine zulmeden feodalin yenilgisini arzulaması, gayet doğal bir durumdu. O dönemde tüm Avrupa için önem arz eden feodal kalelerin sayısı o kadar da fazla değildi. Marx, mevcut çelişkileri bu şekilde değerlendirdi: Marx, tüm Avrupa’da feodalitenin kalesini yıkmak için hangi ülkede, hangi somut durum dâhilinde, hangi burjuva kurtuluş hareketinin başarısının daha önemli olduğunu belirledi.
Bugünse, yani üçüncü dönemde, ortalıkta tüm Avrupa için önem arz eden herhangi bir feodal kale bulunmuyor. Bugünün demokrasisi varolan çelişkilerden elbette istifade edecektir, fakat Potresof ve Kautsky’nin söylediğini aksine, uluslararası planda etkili olan bu çelişkiler tek tek belirli ulusların mali sermayesi değil, uluslararası mali sermayenin hilafına kullanılacaktır. Çelişkilerden yararlanma pratiğinde belirleyici olan sınıf, elli ya da yüz yıl öncesinde zirvede olan sınıf olamaz. O dönemde asıl mesele (Potresof’un ifadesiyle), en ileri burjuva demokrasisinin “uluslararası eylemi” idi. Bugünse tarihin emrettiği, nesnel gidişatın geliştirdiği benzeri bir görevle başka bir sınıf yüzleşmektedir.
III
Potresof’un, ikinci dönem veya kendi ifadesiyle “kırk dört yıllık süre”yi (1870-1914) net olarak tanımlayamadığı görülmektedir. Aynı eksiklik, Almanca çıkan makalesinde Potresof’un ulaştığı sonuçları kabul etmeyen Trotsky’nin ilgili dönemi tanımlama gayretinde de görülmektedir. Trotsky de Potresof da bu konuda belli bir açıdan birbirlerine yakın düştüklerinin farkında değildir.
Potresof, bizim dünkü dönem veya ikinci dönem dediğimiz dönemle ilgili olarak şunları söylüyor:
“Çalışma pratiğinin ve mücadelenin alabildiğine kısıtlanması ve her şeye sinen aşamacılık: döneme ait olan bu işaretleri kimileri ilkeselleştirdi, kimileri de hayatlarına ait sıradan birer olgu hâline getirdi, böylece ideolojilerine ait bir renk, zihin dünyalarına ait bir parça kıldı (s. 71). […] Bu dönemde açığa çıkan bir yetenek dâhilinde pürüzsüz ve ihtiyatlı bir ilerleyişe tanıklık edildi, ama bu ilerleyiş tersten, önce aşamalı gidişattaki her türden kopuşa ve katastrofik her türden olguya uyum sağlamamaya, ardından da ulus denilen gerçeklikte ortaya konulan faaliyet sahasında eşi benzeri görülmemiş bir yalnızlaşmaya yol açtı (s. 72). […] Ne devrim ne savaş… (s. 70). […] Demokrasi, yol açtığı etkiyle birlikte daha da milliyetçileşti, ‘pozisyon savaşı’ dönemi uzadıkça, Avrupa’nın merkezinde her türlü uluslararası çelişkiden bihaber olan Avrupa tarihinin inşa ettiği sahnede tereddüt edildikçe, ulus devlet sınırlarının ötesine taşan herhangi huzursuzluk yaşanmadı ve genel Avrupa ölçeğine veya dünya ölçeğine kimse ilgi göstermedi (s. 75-76.)”
Tıpkı aynı dönemle ilgili olarak Trotsky’nin yaptığı tanımlamada olduğu gibi, bu tanımlama da yukarıda tarif edilen temelde gelişmiş olan modern demokrasideki derin çelişkileri görüp tanıma konusunda gönülsüz olmanın yol açtığı kusurla maluldür. İncelenen dönemdeki demokrasi, okurda şu türden bir izlenim bırakmaktadır: Genel bir ifadeyle bu demokrasi aşamacılığın tahakkümü altındadır, milliyetçileşmiştir, belirli bir düzeyde genel gidişattaki kopuşlardan ve felâketlerden uzak durmaktadır, çok az gelişmektedir, dolayısıyla giderek küflenmektedir.
Gerçekte ise bunun olması mümkün değildir. Zira yukarıda bahsi edilen eğilimlerle birlikte şu türden başka ve ters yönde seyreden eğilimler de söz konusudur: emekçi kitleler günbegün uluslararasılaşmaktadır, şehirlere daha fazla insan akın etmektedir, tüm dünyada büyük şehirlerdeki yaşama koşulları belli bir seviyeye kadar düzelmektedir, sermaye uluslararasılaşmaktadır, büyük fabrikalarda, ülke dışından gelen ya da içeride göç eden köylüler ve kasabalılar birbirlerine karışmaktadır. Sınıfsal çelişkiler giderek keskinleşmektedir, işçi birlikleri sendikalara daha fazla baskı uygulamaktadır, kitle grevleri gibi daha sert ve daha şiddetli mücadele biçimleri doğmaktadır, hayat pahalılığı artmakta, mali sermayenin uyguladığı baskılara tahammül imkânı giderek kalmamaktadır vs. vs.
Pratik gerçekte yaşanan olaylar, Potresof’un tarif ettiği kalıba hiç mi hiç uymuyor. Bu, bizim kesin olarak bildiğimiz bir olgu. Tartışılan dönemde günümüz demokrasisi içindeki birbirine karşıt iki akım arasında cereyan eden mücadeleden hiçbir kapitalist Avrupa ülkesi mahrum kalmamıştır. Dönem, her ne kadar “barışçıl”, “miskin” veya “uykucu” olarak nitelense de tüm büyük ülkelerde bu mücadele, en şiddetli biçimini almış, ayrışmalara bile tanık olunmuştur. Bu birbiriyle çelişen akımlar, modern demokrasiye ait istisnasız tüm sorunları ve yaşama ait tüm sahaları etkilemiştir. Bu bağlamda yüzler burjuvaziye çevrilmiş, liberallerle ittifaklar kurulmuş, savaş kredileri lehine oy kullanılmış, sömürgeci politikalar, reformlar desteklenmiş, sendikaların tarafsız kalması istenmiş, ekonomik mücadele için gerekli zemin oluşturulmuştur.
Potresof ve Trotsky’nin yazılarında ifade edildiği biçimiyle, günümüzde varolan demokraside hâkim duygu, kesinlikle “her şeye sinen aşamacılık” değildir. Hayır, bu aşamacılık bugün Avrupa’daki modern demokrasi bağlamında tekil grupların bazen de tek tek partilerin oluşmasını sağlayan belirli bir politik eğilim olarak biçimlenmektedir. Söz konusu eğilimin kendi liderleri, basın organları, kendi siyaseti ve özel olarak organize edilmiş, kitleleri etkileme yöntemleri vardır. Dahası bu eğilim, kendisini dönemin demokrasisi içinde mevcut olan belirli bir toplumsal katmanın çıkarları temelinde inşa etmektedir.

“Her şeye sinen aşamacılık”, doğalında belirli sayıda küçük burjuva yoldaşı demokrasi saflarına kazanmıştır. Esasında küçük burjuva koşullar ve küçük burjuva yönelim, parlamenterlerden, gazetecilerden ve sendika uzmanlarından oluşan belirli bir katmanda kural hâlini almıştır. İşçi sınıfı aristokrasisi, tüm çıplaklığı ve yalınlığıyla sahneye çıkmaktadır.
Örneğin sömürgelere sahip olma ve sömürgelerin genişletilmesi meselesini ele alalım. Hiç şüphesiz ki bu, yukarıda ele aldığımız döneme has bir özelliktir ve büyük devletlerin ekseriyetinde karşımıza çıkmaktadır. Peki bu mesele, ekonomi sahasında ne tür bir anlama sahiptir? Sömürge meselesi, burjuvazi için aşırı kâr ve özel imtiyazlar demektir. Dahası sömürge sahibi olma ve sömürgecilik sahasını genişletme, küçük burjuvaziye mensup ufak bir azınlığa, ayrıca yüksek mevkilerde çalışanlara, emek hareketi içindeki uzmanlara vs. büyük pastanın kırıntılarını yeme imkânı sunar. Örneğin Britanya’da işçi sınıfına mensup küçük bir azınlığın sömürgelerden kaynaklanan avantajlara ait kırıntılardan yararlanması, Marx ve Engels’in gördüğü ve ifade ettiği, eski bir meseledir. Eskiden sadece Britanya ile sınırlı olan bu olgu, sömürgelerin sahasının genişlemesi, genelde kapitalizmin emperyalist döneminin gelişmesi ile birlikte, bugün Avrupa’nın tüm büyük kapitalist ülkelerinde karşımıza çıkmaktadır.
Kısacası, ikinci döneme (dünkü döneme) has “her şeye sinen aşamacılık”, Potresof’un düşündüğü gibi, sadece “aşamalı gidişattaki her türden kopuşa ve katastrofik her türden olguya uyum sağlamamaya” ve Trotsky’nin söylediği gibi, sadece “her şey olabilir” deyip duran eğilimlere değil, bugünün demokrasisi içerisinde varolan belirli bir toplumsal katmana dayanan oportünist bir eğilime yol açtı. Bu eğilim, “aşamalı gidişatta kopuş”a dair her türden fikre sistematik olarak, açıktan ve bilinçli bir biçimde, doğrudan düşmanlık eden bir eğilimdir ve müşterek ekonomik, toplumsal ve politik çıkarlar üzerinden kendi “ulusal” rengine sahip olan burjuvaziyle bağlantılıdır.
Trotsky’de görülen taktiksel ve örgütsel hatalar (ki bu noktada Potresof’taki hatalardan söz etmeye bile gerek yok) bugünün milliyetçi liberalleriyle (veya sosyal milliyetçileriyle) kurduğu sıkı ve kopmaz bağdan, ama aynı zamanda oportünist eğilimin belirli bir “olgunluğa” ulaştığını görme konusunda sahip olduğu korkudan, isteksizlikten veya beceriksizlikten kaynaklanıyor. Pratikte söz konusu “olgunluğu” görememek ve bahsi geçen o kopmaz bağ, hâkim sosyal milliyetçi (veya milliyetçi liberal) kötülük karşısında yaşanan çaresizliğin ve kafa karışıklığının mutlaklaştırılmasına neden oluyor.
Genel bir ifadeyle, oportünizm ile sosyal milliyetçilik arasındaki bağı Potresof da Martov da, Axelrod da, (Alman demokratların milliyetçi liberallerle birlikte savaş kredileri lehine oy kullanmasını desteklemiş olduğunu söyleyen) V. Kosovsky de, Trotsky de inkâr etmektedir.
Bu isimler, dünün demokrasisinde oportünizme göre yaşanan ayrışmalara ve bugünün demokrasisinde sosyal milliyetçiliğe göre yaşanan ayrışmalara dair tek laf etmezler. Gelgelelim bu kişilerin tespitleri, öncelikle gerçeğin karşısında tümüyle yanlıştır. Ayrıca tek taraflıdır, eksiktir ve Marksist ilkeler açısından savunulması mümkün olmayacak tespitlerdir. Kişiler ve örgütler pekâlâ bir taraftan diğerine geçebilirler; bu, her türden toplumsal ayaklanma ortamında mümkün olduğu gibi kaçınılmazdır da. Ancak bu durum, belirli bir eğilimin veya eğilimler arası ideolojik bağların, sahip oldukları sınıfsal anlamın niteliğini asla değiştirmez. Bütün bu değerlendirmelerden herkes haberdardır, hepsi de tartışma kabul etmeyecek tespitler içermektedir. Dolayısıyla burada onları özel bir vurguyla anmanın insanı utandırdığını belirtmek gerekir. Buna karşın yukarıda ismi geçen yazarlar bu tespitleri unutmuş görünmektedirler. Bugünün demokrasisine ait belirli unsurlarda görülen oportünizmin sahip olduğu sınıfsal anlam, başka bir ifadeyle, toplumsal-ekonomik muhteva, (belki de bilinçsizce) burjuvaziyle bağlantılıdır ve bu oportünizm, belirli meseleler konusunda işlerlik kazanmaktadır. Oportünizmden kasıt, liberal emek siyasetidir. Bu ifadede hizipleşmeyi esas alan yaklaşımdan korkan herkes, en iyisi gidip Marx, Engels ve (hizipçilik muarrızları için pek uygun bir otorite olmasa da) Kautsky’nin Britanya oportünizmi ile ilgili görüşlerini okusun. Hiç şüphesiz, böylesi bir inceleme, liberal emek siyaseti ile oportünizmin örtüştüğünü görmekle sonuçlanacaktır. Bugünün sosyal milliyetçiliğinin sahip olduğu temel sınıfsal anlam da o oportünizmden farksızdır. Oportünizm, fikrî düzeyde burjuvazi ve karşıtı arasında ittifak kurmayı esas alır. Sosyal milliyetçilik de böyledir. Oportünizmle sosyal milliyetçilik arasındaki ideolojik-politik yakınlık, bağ, hatta aynılık su götürmez bir gerçekliktir. Doğal olarak bizlerin bireyi veya örgütü değil sınıfı temel almamız, toplumsal eğilimlerin muhtevasını sınıfsal açıdan analiz etmemiz, ana ve temel ilkeleri ideolojik ve politik açıdan incelememiz gerekmektedir.
Aynı konuya farklı açıdan yaklaşıp şu soruyu soralım: sosyal milliyetçilik ne vakit ortaya çıktı? Nasıl gelişip olgunlaştı? Ona önemini ve kuvvetini kazandıran nedir? Bu sorulara cevap bulamayanların sosyal milliyetçiliği anlamaları mümkün değildir. Bu kişiler, bu konuda coşkuyla hazır olduğunu ne kadar söylerse söylesin, sosyal milliyetçilikle kendisi arasına “ideolojik bir çizgi” çekemezler.
Bu sorunun tek bir cevabı vardır: sosyal milliyetçilik oportünizmden türemiştir, ona kuvvetini kazandıran oportünizmdir. Peki sosyal milliyetçilik, “kaşla göz arasında” nasıl peydah olmuştur? Tıpkı ana rahmine düşüp dokuz ay on gün sonra doğan bir bebek gibi. İkinci dönem (dünkü dönem) boyunca tüm Avrupa ülkelerinde oportünizm bir dere gibi ilerlemiştir. Artık bu dere, “kaşla göz arasında” büyük ama sığ (çamurlu ve kirli) sosyal milliyetçilik nehrine dönüşmüştür. Ana rahmine düşen bebeğin annesinden ayrılması gibi onlarca yılın ardından oportünizmin rahminden çıkan sosyal milliyetçilik denilen olgun meyvenin belirli bir dönemde (on yıllar içerisinde) bugünün demokrasisinden ayrışması gerekmektedir. İyi insanlar bu türden fikirlere ve sözlere ne kadar çıkışırsa çıkışsın, ne kadar öfkelenirse öfkelensin, ne kadar bağırırsa bağırsın, bugünün demokrasisi, üçüncü dönemin nesnel koşulları gereğince toplumsal planda bütünüyle gelişecektir.
Oportünizm temelinde ayrışma ve sosyal milliyetçilik temelinde ayrışma tam anlamıyla örtüşmüyorsa bu, iki olgu arasında herhangi bir somut bağın bulunmadığını ispatlar mı? İspatlamaz. Tıpkı on sekizinci yüzyıl sonlarında belirli bir ülkenin burjuvazisinin feodal lordların veya halkın safına geçmesinin burjuvazideki büyümeyle 1789’deki Büyük Fransız Devrimi arasında “hiçbir bağ” bulunmadığını ispatlamadığı gibi. Ayrıca genel anlamda (bir bütün olarak hareketlerden genel bir ifade dâhilinde söz ettiğimizde) arada belirli bir örtüşme zaten söz konusudur. Bu, tek bir ülke değil, Almanya, Britanya, Fransa, Belçika, Rusya, İtalya, İsveç, İsviçre, Hollanda ve Bulgaristan’ı içeren bir küme dikkate alındığında geçerli bir önermedir. Burada sadece italik yazılan üç ülkenin istisnai olduğundan söz edilebilir. Diğer ülkelerde oportünizmle uzlaşma nedir bilmeden çatışan eğilimler sosyal milliyetçiliğe düşman olan eğilimlerin doğmasını sağlamışlardır. Bu noktada herkesin bildiği Monatshefte ve ona Almanya’da karşı çıkan isimlerden, Nashe Dyelo ve Rusya’daki muhaliflerinden, İtalya’da aktif olan Bissolati partisi ile hasımlarından, İsviçre’de Greulich ve Grimm’e bağlı olanlardan, İsveç’te Branting ve Höglund’dan, Hollanda’da Troelstra, Pannekoek ve Gorter’den, son olarak Bulgaristan’da Obshcho Dyelo yandaşlarından ve Tesnyaki’den bahsetmek gerek.[4] Eski ayrışma ile yeni ayrışmanın birbirine tesadüf ettiği, kimsenin inkâr edemeyeceği bir gerçek. Bu örtüşmeler, denk gelmeler doğal bir olgu olarak gerçekleşmiyorlar. Volga’ya Kama’nın karışmasında görülen bir tesadüf etme değil bu. Ya da bir çocuğun anne babasına tam anlamıyla benzemesi türünden bir örtüşmeden de söz edilemez burada. Bu noktada tek istisna Britanya. Pratikte savaş öncesinde bu ülkede iki ana akım mevcuttu ve bu akımlar iki gazetede ifadesini buluyordu: oportünistlerin gazetesi Daily Citizen[5] ve oportünizm düşmanlarının yayın organı olan Daily Herald[6]. Her iki gazete de milliyetçilik dalgasının altında kaldı. Buna karşın muhalefet, kendisini oportünizm yandaşlarının onda biri, oportünizm karşıtlarının yedide üçü tarafından yürütülmeye devam etti. Olağan bir kıyaslama yöntemi dâhilinde İngiliz Sosyalist Partisi’nin Bağımsız İşçi Partisi ile kıyaslanması tümüyle yanlış olacaktır, çünkü Fabianlarla işçi partisinin kurduğu blok[7] ile İşçi Partisi bu kıyaslama dâhilinde gözden kaçırılacaktır. Demek ki on ülke içinde sadece ikisi istisnaidir ki bu ülkeler konusunda bile belirli eksiklikler söz konusudur, çünkü buralarda ilgili eğilimler yer değiştirmemişlerdir; üzerinde durma ihtiyacı duymadıkları kimi açık sebeplere bağlı olarak oportünizm karşıtlarının neredeyse tamamı dalganın altında almıştır. Hiç şüphesiz bu, dalganın gücünü ortaya koyan bir durumdur, fakat tüm Avrupa nezdinde eski ayrışma ile yeni ayrışma arasında belirli bir örtüşme bulunduğu tespitini çürüten herhangi bir şey söylememektedir.
Bize bugün oportünizm temelli ayrışmanın demode olduğunu, sadece tek bir ayrışmanın, enternasyonalizmle ulusların kendilerine yeterli olması gerektiği fikri arasında yapılan ayrımın önemli olduğunu söylüyorlar. Bu tümüyle yanlış bir görüştür. “Enternasyonalizm bağlıları” denilen kavram, somutta açımlanmadığı sürece her türden muhteva ve anlamdan mahrum kalacak bir kavramdır. Bu türden bir açımlama girişimi ise oportünizme düşmanlığın sahip olduğu özelliklerin dökülmesini gerekli kılacaktır. Pratikte bu, neyin doğru olduğunu ortaya koyacaktır. Aynı zamanda oportünizmin tutarlı ve kararlı bir düşmanı olmayan bir enternasyonalist, hayaletten başka bir şey değildir. Bu türden bireyler, kendilerini tabii ki “enternasyonalist” görebilirler. Fakat insanlar hakkındaki hüküm, kendileriyle ilgili düşünceleri değil politik davranışlarına göre verilir. Oportünizmin tutarlı ve kararlı birer düşmanı olmayan “enternasyonalistler”in politik davranışı ise her zaman milliyetçi eğilimlere yardım ve yataklık etmek yönündedir. Diğer yandan milliyetçiler de kendilerini “enternasyonalist” olarak adlandırabilirler (Kautsky, Lensch, Haenisch, Vandervelde, Hyndman vd.); bu isimler kendilerini “enternasyonalist” olarak adlandırmakla kalmazlar, ayrıca kendi görüşlerini paylaşan kişilerle uluslararası planda birleşme, uzlaşma, yakınlaşma fikrine onay verirler. Oportünistler “enternasyonalizm”e karşı değildirler, onlar, sadece oportünistler arasında uluslararası planda sağlanacak anlaşmadan yanadırlar ve bu anlaşmanın uluslararası planda onaylanmasını isterler.

V. I. Lenin
Şubat 1915
Kaynak

Dipnotlar
[1] Nashe Dyelo (“Davamız”): Rusya’da sosyal şovenistlerin, Menşevik tasfiyecilerin aylık yayın organı. Ekim 1914’te Nasha Zarya kapatılınca onun yerini aldı. Yayın hayatına 1915’te Petrograd’da başladı.
[2] Burada Potresof, esasen 1859 savaşına ait koşullara dair değerlendirmesi konusunda Marx’ın mı yoksa Lassalle’ın mı haklı olduğuna karar veremiyor, daha doğrusu, böylesi bir kararı vermeyi reddediyor. Kanaatimizce (Mehring’in yanı sıra) haklı olan Marx’tır, oportünist olansa Lassalle’dır. Kendisi Bismarck’la flört etmektedir. Lassalle kendisini, Prusya ve Bismarck’ın zafere ulaşacağı duruma, İtalya ve Almanya’daki demokratik milliyetçi hareketlerin yeterli güce sahip olmayacağı koşullara hazırlamaktadır. Bu nedenle Lassalle yolundan sapmakta, milliyetçi liberal bir emek siyasetine yüzünü çevirmekte, öte yandan Marx ise milliyetçi liberal korkaklığa tutarlı bir biçimde düşman olan bağımsız bir demokratik siyaseti teşvik edip geliştirmektedir (Prusya’nın 1859’da Napolyon’a hilafına gerçekleştirdiği müdahalenin Almanya’daki halk hareketini canlandırması ihtimal dâhilindeydi). Lassalle ise Bismarck’ın büyüsüne kapıldığı için gözlerini aşağı değil yukarı çevirmektedir. Bismarck’ın “başarı”sı Lassalle’ın oportünizmini gerekçelendirecek bir olgu asla değildir. –Lenin.
[3] Potresof şunu söylüyor: “Aslında her bir ülkede muazzam ölçüde parçalı süreçlere tanıklık edildiği durgunluk döneminde uluslararası durum da zaman içerisinde değişti, sömürgelere sahip olma siyaseti ve militan emperyalizm siyaseti belirleyici özelliğe kavuştu.” –Lenin
[4] Obshcho Dyelo (Ortak Dava) yandaşları (Şiroki sosyalistleri): Bulgar Sosyal Demokrat Partisi içindeki oportünist bir eğilim. Obshcho Dyelo dergisi 1900’de çıkmaya başladı. Ruse’de 1903 yılında partinin onuncu kongresinde yaşanan ayrışma sonrası reformist bir parti kuruldu (Şiroki sosyalistleri). I. Dünya Savaşı esnasında derginin yandaşları şovenleşti.
Tesnyaki: Bulgar Sosyal Demokrat Partisi içindeki devrimci eğilim. 1903’te bağımsız Bulgar Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ne evrildi. Partinin kurucusu ve lideri D. Blagoyev’di. Parti üyelerinden Georgy Dimitrov ve Vasil Kolarov gibi isimler sonrasında partinin başına geçtiler. 1914-18 arası dönemde Tesnyaki emperyalist savaşa karşı çıktı. 1919’da parti Komintern’e katıldı ve Bulgaristan Komünist Partisi ismini aldı.

[5] Daily Citizen: Britanya Bağımsız İşçi Partisi, Fabyanlar, İşçi Partisi’nden oluşan oportünist bloğun ilk yayın organı. Londra’da 1912-1915 arası dönemde yayınlandı.
[6] Daily Herald: Britanya Sosyalist Partisi’nin 1912’den itibaren Londra’da yayınlanmaya başlanan yayın organı.
[7] Fabianlar: 1884’te Britanya’da kurulan reformist örüt. Fabian Derneği’ndeki “fabian” sözcüğü Romalı komutan Quintus Fabius Maximus’tan (ö. 203) geliyor. Hannibal ordusunu meydan muharebesine girmeden taciz etme taktiğine başvurduğu için bu komutan tarihte “geciktirici” olarak anılıyor. Derneğin üyelerinin çoğu burjuva aydınlardan oluşmaktadır proletaryanın sınıf mücadelesi ihtiyacını ve sosyalist devrimi reddeden (Sidney ile Beatrice Webb, Bernard Shaw, Ramsay MacDonald gibi) akademisyenlerden, yazarlardan ve siyasetçilerden oluşan bu dernek, toplumun zaman içerisinde kademeli olarak dönüşümü ve küçük çaplı reformlar aracılığıyla sosyalizme geçiş üzerinde durmuştur. Lenin derneğin “aşırı ölçüde oportünist bir eğilim”i ifade ettiğini söylemiştir (Cilt 13, s. 358). 1900 yılında İşçi Partisi’ne bağlanan Fabian Derneği parti politikalarının ideolojik kaynaklarından biridir.
Birinci Dünya Savaşı esnasında dernek üyeleri sosyal şovenist bir tutum takınmışlardır. Lenin’in Fabianlarla ilgili tanımı için bkz. “British Pacifism and the British Dislike of Theory” (Cilt 13, s. 260-65).

0 Yorum: