Potresof’un üzerinde durduğu ana fikir
şudur: günümüz demokrasisi, iki dönemin birleştiği bir kavşakta durmaktadır.
İlgili kavşakta, eski dönemle, ulusu tecrit etmeyi, yalnızlaştırmayı savunan siyasetten
enternasyonalizme geçişin gerçekleştiği dönem kesişmektedir. Günümüz
demokrasisinden kastı, on dokuzuncu yüzyılın bitip yirminci yüzyılın başladığı
momente damgasını vuran demokrasi türüdür ki bu tür, on sekizinci yüzyılın
sonuna ve on dokuzuncu yüzyılın ilk altmış-yetmiş yılına damga vuran eski
burjuva demokrasisinden alabildiğine farklıdır.
İlk bakışta yazar, tümüyle doğru bir
görüş ortaya atıyormuş gibi görünebilir, hatta karşımızda, günümüz
demokrasisinde hâkim olan milliyetçi-liberal eğilime muhalif biri var zannedip,
bu yazarın “enternasyonalist” olduğunu bile düşünebiliriz.
Esasında bu türden bir enternasyonalizm
savunusu, milliyetçi dar kafalılığı ve ulusun özel olduğuna dair görüşü geçip
gitmiş, eski dönemin birer özelliği olarak anmak, günümüz demokrasisinin zehri
olan milliyetçi-liberalizm dalgasından veya onun resmi temsilcilerinden kopmak
anlamına gelmez.
Böylesi
bir izlenimin oluşması muhtemeldir, hatta kaçınılmazdır. Oysa bu izlenime bağlı
kalmak, büyük bir hatadır. Aslında yazar, kendi heybesini yanlış bir bayrak
altında taşımaktadır. Bilerek ya da bilmeyerek ki bunun hiçbir önemi yok, yazar
“enternasyonalizm” bayrağını bir savaş hilesi dâhilinde yükseltmekte,
böylelikle milliyetçi-liberalizmin içi kaçak mal dolu heybesini söz konusu
bayrak altında güvenle taşıma imkânı bulabilmektedir. Her şeyden önce Potresof,
milliyetçi-liberal kimliği kesinlikle inkâr edilemeyecek biridir. Özünde o,
makalesinde (programında, siyaset metninde ve ilmihalinde) enternasyonalizm
bayrağı altında oportünizm yaparken, bu ufak ama masummuş gibi görünen hileye
başvurmaktadır. Bu önemli ve merkezî meselede başvurulan ilgili manevra,
detaylarıyla ele alınmalıdır. Potresof’un yanlış bir bayrağı yükseltmesi çok
daha tehlikelidir, zira o, sadece “enternasyonalizm” gömleği giymekle
kalmamakta, ayrıca “Marksist yöntem”e bağlı biri olduğunu da söylemektedir.
Başka bir ifadeyle Potresof, Marksizmin gerçek bir takipçisi ve savunucusu
olduğunu iddia etmekte, ama aslında milliyetçi-liberalizmi Marksizmin yerine
ikame etmektedir. Yazarın derdi, Kautsky’yi “avukatı oynamak”la suçlayıp, yani
her durumda farklı şekilde, muhtelif uluslara göre farklı tonlarda liberalizmi
savunmakla eleştirip onu “düzeltmek”tir. Kautsky’nin milliyetçi-liberal olduğu
şüphe götürmez ve itiraz kabul etmez biçimde doğru olduğundan, Potresof, bu
eleştirisinde esasen yola milliyetçi-liberalizmin karşısına enternasyonalizmi
ve Marksizmi çıkartmaktadır. Oysa gerçekte o, tek renkli
milliyetçi-liberalizmin karşısına “parti boyasıyla boyanmış” bir
milliyetçi-liberalizmi yerleştirmekte, Marksizmin mevcut tarihsel durumda her
türden milliyetçi-liberalizme düşman olduğunu görmemektedir.
Devam edelim ve bunun neden böyle
olduğunu anlatalım.
I
Potresof’un eline neden
milliyetçi-liberallerin bayrağını aldığını en iyi, makalesinden alıntılanan
aşağıdaki pasajı okuduğumuzda idrak edilebiliriz:
“Mizaçlarına
uygun olarak Marx ve yoldaşları, ne kadar zor olursa olsun, ilgili sorunun
üzerine yürüdüler. Çelişkiyi teşhis ettikten sonra kendi bakış açılarından
istenilen olasılıklar konusunda hangi tarafın daha geniş bir perspektif
sunduğunu belirlemeye çalıştılar, buradan da taktikleri inşa edecekleri zemini
oluşturdular.” (s. 73)
“Hangi tarafın başarısı isteniyor?”
sorusunun cevabı enternasyonalist değil, milliyetçi bir yerden verilmemeli.
Marksist yöntemin özü budur. İşte Kautsky bunu yapmıyor, bu da onu hâkimken
(Marksistken) avukata (yani milliyetçi liberale) dönüştürüyor. Potresof’un
söylediği bundan ibaret. O, bir tarafın (yani kendisinin) başarılı olmasını
istemesini savunduğunda avukatı oynamadığına, diğer tarafın en berbat günahları
konusunda gerçekten enternasyonalist kanaatler üzerinden hareket ettiğine
öylesine ikna olmuş ki.
Gerçekten enternasyonalist kanaatlerin
yön verdiği Potresof, Mazlof, Plehanof gibi isimler de aynı sonuca ulaşıyorlar.
Öyle alçakgönüllüler ki dolayısıyla hiç acele etmeden, öncelikle teorik
meselenin analizini tamamlayalım.
Hangi tarafın başarılı olmasının
istendiği sorusu, Marx açısından 1859’daki İtalyan savaşında gündeme geldi.
Potresof, bu olaya eğiliyor ve onun “belirli özelliklerinden dolayı, özel
olarak ilgilenilmesi gereken bir gelişme” olduğunu söylüyor. Madem öyle, biz de
Potresof’un seçtiği olay üzerinde duralım.
1859’da III. Napolyon, İtalya’nın
kurtarılması iddiası üzerinden ama aslında kendi hanedanlığının güttüğü amaçlar
doğrultusunda, Avusturya’ya savaş açtı.
Potresof’un iddiasına göre,
“Napolyon’un arkasında, Fransa imparatoruyla gizli anlaşma imzalamış olan
Gorçakof’u görmek mümkün.” Çelişkilerin düğümlendiği boğum tam da burası: bir
tarafta İtalya’ya zulmeden en gerici Avrupa krallığı, diğer yanda da devrimci
İtalya’nın aşırı gerici III. Napolyon ile birlikte yan yana kurtuluş için
mücadele eden Garibaldi türünden temsilcileri durmaktadır. Potrasof, devamında
şunları söylemektedir: “Kenara çekilip aynı ölçüde kötü olan iki güç arasında
tercihte bulunmak, basit bir iş olurdu. Oysa Engels, Marx ve Lassalle, böylesi
bir basit yola tevessül etmedi, sorunu incelemeye başladı ve dava için en
önemli fırsatları sunacak, çelişkiye ait belirli sonuçları tespit etmeye çalıştı.”
Lassalle
değilse de Marx ve Engels, Prusya’nın sürece müdahil olması gerektiği sonucuna
ulaştı. Potresof’un da kabul ettiği biçimiyle, tartışılan görüşlerden biri de
“düşman koalisyonla yaşanan çatışmanın sonucu olarak, Almanya’da çok sayıda
yöneticinin eliyle geliştirilecek olan milliyetçi bir hareketin ortaya çıkma
ihtimaliyle ilgiliydi. Bir de Avrupa’daki ahenge hangi gücün kötü geldiği üzerinde
duranlar vardı. Bu noktada ‘asıl kötü güç, gerici Tuna krallığı mıydı, yoksa bu
ahengin önde gelen temsilcileri miydi?’ sorusu sorulmaktaydı.”
Potresof, ulaştığı sonucu şu şekilde
aktarmakta: “Bize göre, Marx’ın mı yoksa Lassalle’ın mı haklı olduğunun bir
önemi yok. Asıl önemli olan, hangi tarafın başarısının istendiği ve bu tarafın
enternasyonalist bir bakış açısıyla belirlenmesidir.”
Potresof, meseleyi böyle aktarıyor ve
argümanını bu şekilde dile getiriyor. Potresof’un ifadesiyle, “eğer Marx,
uluslararası planda açığa çıkan çelişkileri savaşan ülkelerdeki hükümetlerin
gerici niteliğine bakmaksızın değerlendirebilmişse, biz de bugün birer Marksist
olarak benzer bir değerlendirmeyi yapmakla yükümlüyüz.”
Potresof, “1859’da Marx, belirli bir
ülkenin burjuvazisinin başarıya kavuşmasını isteyip istememe meselesi üzerine
kafa yorduğundan, bizim de elli yılı aşkın bir zaman sonra bugün yapmamız
gereken, aynı şeyi yapmaktır” sonucuna ulaştığı için, söz konusu çıkarım esasen
nahif bir çocuksuluk veya aptalca bir safsatadan ibarettir.
Potresof şunun farkında değildir:
1859’da (ve başka birçok durumda) Marx açısından hangi tarafın başarısının
isteneceği meselesi, hangi burjuvazinin başarısının daha fazla isteneceği ile
alakalıdır. Potresof şunu anlamamaktadır: Marx bu meseleyi, şüphe götürmeyecek
ölçüde ilerici olan burjuva hareketlerin varolduğu, hatta var olmakla kalmayıp
Avrupa’nın önde gelen devletlerinde tarihsel sürecin en önünde yer aldığı
koşullarda ele almıştır. Oysa bugün Avrupa Uyumu denilen yapının iki kilit
unsuru olarak Britanya ve Almanya’da ilerici bir burjuva hareketinden ve
ilerici bir burjuvaziden bahsetmek bile mümkün değildir. Bu iki devletteki eski
burjuva “demokrasi”si gericileşmiştir. Potresof, bu gerçeği unutmuştur ve eski
(burjuva) sözde demokrasi temelli bakış açısını bugünün (burjuva olmayan)
demokrasisiyle ilgili bakış açısının yerine koymuştur. Bu değişiklik, başka bir
sınıfa ait bakış açısını benimseme girişimi, dahası, eski ve küflenmiş bir
sınıfın görüşünü kabul etmek, oportünizmin daniskasıdır. Hiç şüphesiz, böylesi
bir girişim, eski ve yeni dönemde tarihsel sürecin nesnel muhtevasına dair
analizle meşrulaştırılamaz.
Potresof’un
yaptığı yer değiştirme girişiminin arkasında Almanya ve Britanya burjuvazisi
vardır. İlerici burjuva milli ve demokratik kurtuluş hareketlerin geçerli
olduğu dönem, emperyalist dönemi anlamak ve değerlendirmek için
kullanılmaktadır. Potresof burjuvaziyi zerre eleştirmemekte, üstelik bu sınıfın
ayak izlerini ses etmeden takip etmektedir. Asıl affedilmeyecek hata budur, zira
bu yolu tercih ettiği noktada Potresof mecburen, Marx, Engels ve Lassalle’a
geçmişte yol gösteren değerlendirmeleri tanıma ve belirleme gereği duymaktadır.[2]
Her şeyden önce bu isimler, Almanya ve
İtalya’daki milli hareketleri değerlendirmiş, İtalya’da “ortaçağcılık
temsilcileri”nin eliyle yaşanan gelişme üzerinde durulmuştur. Ayrıca bu
değerlendirmeler, esasta Avrupa Uyumu dâhilinde mevcut olan gerici krallıkların
(Avusturya krallığının, Napolyoncu krallığın vs.) asıl şer gücü olduğuna vurgu
yapılmıştır.
Bu
değerlendirmeler açık ve nettir, ayrıca hiçbirisine itiraz dahi edilemez.
Marksistler, burjuva milli kurtuluş hareketlerinin feodal ve mutlakıyetçi
güçler karşısında sahip olduğu ilericiliği hiçbir zaman inkâr etmemişlerdir.
Potresof ise bugünün önde gelen hasım devletlerde böylesi bir hareketin
olmadığını, olamayacağını bilmemektedir. İtalya’da ve Almanya’da bu türden
hareketlerin varolduğu koşullarda halkların başını çektiği milli kurtuluş
hareketlerinin ardında onlarca yıllık bir mücadele birikimi mevcuttur. O
günlerde Batı burjuvazisi belirli devletlere mali destek sunmamış, bilâkis, o
devletler asli şer gücü olarak görülmüştür. Potresof ise aynı makalede de ikrar
ettiği biçimiyle, bugün bu devletlerin herhangi birisinin asli şer gücü kabul
edilemeyeceğini söylemektedir.
Almanya ve başka ülkelerde burjuvazi,
kendi bencilliğine bağlı sebeplerle, milli hareketlere ait ideolojiyi teşvik
edebilmekte, bu ideolojiyi tümüyle farklı olan emperyalizm dönemine tercüme
etmeye çalışmaktadır. Her zamanki gibi oportünistler de burjuvazinin arkasında
ağır adımlarla ilerlemekte, bugünün demokrasisini temel alan bakış açısını terk
etmekte ve eski burjuva demokrasisini esas almaktadırlar. Potresof’un ve onun
gibi tasfiyeci olan dost düşünürlerin tüm makalelerindeki ve benimsedikleri
konum ile hattın asli kusuru budur. Eski burjuva demokrasisi döneminde Marx ve
Engels, hangi burjuvazinin başarısının isteneceği sorusu üzerinde durmuştu.
İkili, tüm şiddetiyle demokratik bir harekete doğru evrilen ılımlı liberal
hareketi ele almıştı. Bugünün burjuva olmayan demokrasinin varolduğu dönemde
Potresof, Britanya, Almanya veya Fransa’da ister ılımlı liberal isterse demokratik
olsun herhangi bir burjuva ilerici hareketin tahayyül bile edilemeyeceği bir dönemde,
burjuva milliyetçi-liberalizmi vaaz etmektedir. Marx ve Engels, ilerici burjuva-milliyetçi
hareketlerin hüküm sürdüğü dönemin ötesine geçmiş isimlerdir. Marx ve Engels,
bu türden hareketleri itmek, böylelikle ortaçağcılığın temsilcileri ötesine
geçip gelişmelerini sağlamak istemişlerdir.
Tüm sosyal şovenistler gibi Potresof da
yüzünü geçmişe dönüyor, kendi döneminin dışına çıkıyor, bugünün demokrasisini
temel almıyor, eski burjuva demokrasisinin eskimiş, ölü, dolayısıyla
alabildiğine yanlış bakış açısını benimsiyor.
Tam da
bu sebeple Potresof’un aşağıda dile getirdiği demokrasi çağrısı, onun bulamaç
olmuş zihnini ve alabildiğine gerici olan düşünce dünyasını yansıtıyor:
“Geri
çekilmeyin, tekilciliğe, ülkelerin tekilliği fikrine değil, tüm bütünlüğü ve
zindeliği ile enternasyonalist bilince doğru ilerleyin. Belirli bir bağlamda
ilerlemek, aynı zamanda geriye gitmek, Engels, Marx ve Lassalle’a, onların
beynelmilel çelişkileri değerlendirme yöntemlerine, demokratik amaçlar
doğrultusunda devletler arası ilişkilerden istifade etmenin mümkün olduğuna
dair çıkarımlarına geri dönmek demektir.”
Potresof, bugünün demokrasisini geriye
doğru sündürüyor ve onu belirli bir anlam değil tüm anlamlar dâhilinde ele
alıyor. Potresof, yüzünü eski burjuva demokrasisine ait sloganlara ve
ideolojiye, kitlelerin burjuvaziye tabi olduğu döneme çeviriyor… Oysa her
şeyden önce Marx’ın yöntemi, belirli bir momentte tarihsel sürecin nesnel muhtevasının değerlendirilmesinden
ibarettir. Bu değerlendirmeyi yapabilme noktasında, somut koşullarda ihtimal
dâhilinde olan ilerlemenin ana kaynağının hangi sınıfın hareketinin olduğunun
görülmesi gerekir. 1859’da kıta Avrupası’nda tarihsel sürecin nesnel muhtevasını
bünyesinde barındıran emperyalizm değil, kurtuluş için mücadele eden milliyetçi
burjuva hareketlerdi. Feodal ve mutlakıyetçi güçler karşısında ilerlemenin ana
kaynağı, burjuvazinin inşa ettiği hareketti. Elli yıl sonra eski gerici feodal
lordların yerini artık eskimiş olan burjuvaziye mensup mali sermaye kodamanları
aldı. Bu gerçeği bilen Potresof ise uluslararası çelişkileri yeni sınıf değil
de burjuvazinin bakış açısı üzerinden değerlendiriyor.[3]
Potresof’un yukarıda dile getirdiği
ifadelerde aktardığı gerçeğin önemi üzerine pek kafa yorduğu söylenemez. Bunu
biz yapmış olalım: diyelim ki iki ülke, burjuvazinin inşa ettiği milliyetçi
kurtuluş hareketlerinin hüküm sürdüğü dönemde savaşa girmiş olsun. Bugünün
demokrasisi bağlamında hangi ülkenin başarılı olmasını istemeliyiz? Tabii ki
geliştiği takdirde feodalizmi kararlı bir biçimde ve hızla yıkacak olan,
burjuvazinin kurtuluş hareketine ciddi bir ivme kazandıracak ülkenin başarılı
olması istenecektir. Diyelim ki nesnel tarihsel durumun belirleyici özelliği
değişti ve uluslararası, gerici ve emperyalist mali sermaye, ulusal kurtuluş
için gayret eden sermayenin yerini aldı. Hatta bu ulusal kurtuluş mücadelesi
veren sermaye, Afrika’nın dörtte üçüne sahip iken emperyalist mali sermaye
kıtanın dörtte birine sahip olsun. Bu noktada iki güç arasında gerçekleşecek
savaşın amacının kıtanın yeniden bölüşülmesi olduğunu varsayalım. O vakit biz,
hangi gücün başarılı olmasını isteyeceğiz? Sonuçta meseleyi eski biçimi
dâhilinde dile getirmek saçma olacaktır, çünkü elimizde değerlendirmeye ilişkin
eski ölçüt bulunmamaktadır: onlarca yıl varlığını sürdüren bir burjuva kurtuluş
hareketine rastlanmamaktadır, ayrıca feodalizmin çöküşünün üzerinden uzun bir
zaman geçmiştir. Ulusal kurtuluş için gayret eden sermayenin Afrika’nın dörtte
üçü üzerinde “hak” iddia edebilmesine katkı sunmak da emperyalist sermayeye
geri kalan dörtte üçlük bölümü ele geçirmesi için (diğerinden ekonomik açıdan
daha hızlı gelişiyor olsa bile) yardım etmek de bugünün demokrasisinin,
demokrasi mücadelesinin işi değildir.
Bugünün
demokrasisi, sadece emperyalist burjuvaziye ve milli burjuvaziye ortak olmadığı
durumda, sadece iki tarafı eş ölçüde kötü kabul ettiğinde ve her ülkede
emperyalist burjuvazinin yenilgisini istediğinde kendisine sadık kalmayı
bilecektir. Gerçekte bunun dışında alınacak her türden karar, milliyetçi-liberal
çizgiye ait bir karardır ve gerçek enternasyonalizmle ortak hiçbir yöne sahip
değildir.
* * *
Okur, Potresof’un burjuvazinin bakış
açısını kullandığı gerçeğini gizlemek için başvurduğu allı pullu ifadelerle
kendisini aldatmasına izin vermemelidir. Potresof, “yüzümüzü bireyciliğe değil,
kendi bütünlüğü ve canlılığı dâhilinde enternasyonalist bilince çevirmeliyiz”
diye ünlediğinde onun amacını Kautsky’nin bakış açısının karşısına kendi bakış
açısını çıkarmak olduğunu bilelim. Potresof, aslında “tekilcilik” derken
Kautsky’yi kastetmektedir, çünkü Kautsky, hangi tarafın başarısının istenmesi
gerektiği konusunda karara varılması fikrine karşı çıkmakta, her bir “tekil”
ülkede işçilerin milliyetçi liberalizmini meşrulaştırmaktadır. Buna karşılık Potresof,
Çerevanin, Muslof, Plehanof ve diğerleri, “kendi bütünlüğü ve canlılığı
dâhilinde enternasyonalist bilince yüzlerini çevirmekte”, her telden milliyetçi
liberalizmi desteklemekte, bu desteği tek bir devletin bakış açısı değil,
gerçek anlamda enternasyonalist olan bir bakış açısı üzerinden sunmaktadır.
Oysa bu, o kadar rezil olmasa bile, saçmasapan bir düşüncedir.
Potresof,
şürekası ve Kautsky, temsil etmek için uğraş verdikleri sınıfın bakış açısına
ihanet ettiler. Bugün hepsi burjuvazinin kuyruğuna tutunmuş, yol aldıklarını
sanıyor.
II
Potresof makalesine “İki Dönemin
Birleştiği Kavşaktayız” başlığını atmış. İki dönemin birleştiği bir kavşakta
yaşadığımıza hiç şüphe yok. Gözümüzün önünde cereyan eden olaylar analiz
edildikleri takdirde anlaşılabilirler ve bu analiz, öncelikle, bir dönemden
diğerine geçişin dayandığı nesnel koşulları esas almalıdır. Tarihsel açıdan
önemli dönemlere tanıklık ediyoruz: her bir dönemde her daim tekil ve kısmi
hareketler bulunur, bulunacaktır ve bu hareketler bazen geriye bazen ileriye
dönüktür. Bu dönemlerde hareketin ortalama hızı ve türünden belirli sapmalara
tanıklık edilir, edilecektir. Belirli bir dönemde muhtelif tarihsel
hareketlerin ne kadar hızlı seyredeceğini, ne kadar başarılı olacağını
bilemesek de şu veya bu dönemin merkezinde hangi sınıfın durduğunu biliriz,
bilebiliriz. O sınıf, ilgili dönemin esas muhtevasını, gelişiminin ana yönünü,
o dönemde tarihsel durumun ana özelliklerini vs. tayin eder. Taktiklerimizi
ancak bu temelde, yani öncelikli olarak (tek tek ülkelerin tarihindeki tek bir
kesiti değil de) muhtelif dönemlerin temel ayırıcı özelliklerini dikkate almak
suretiyle, doğru biçimde geliştirebiliriz; ancak belirli bir dönemin temel
özellikleriyle ilgili bir bilgi, şu veya bu ülkenin belirli özelliklerine dair
bir anlayışın temeli olarak iş görebilir.
Potresof ve (makalesi Potresof gibi Nashe Dyelo’nun aynı sayısında yer alan)
Kautsky’nin hakkında bilgiçlik tasladıkları bölge, üzerinde yaşadığımız
bölgedir. Yaptıkları hata, her iki ismi de Marksist değil milliyetçi-liberal
sonuçlara ulaşmalarına neden olmaktadır.
Asıl
sorun, Potresof’un seçtiği, özel olarak ilgilendiği olayın ta kendisidir.
Potresof’un seçtiği 1859 tarihli İtalyan harekâtının da Kautsky’nin aktardığı
benzer tarihsel olayların da içinde yaşadığımız dönemle bir alakası
bulunmamaktadır. İçine girdiğimiz (veya girmiş bulunduğumuz ve ilk aşama olarak
görebileceğimiz) döneme verili (üçüncü) dönem diyelim. İçinden çıktığımız
dönemi ise dünkü dönem (veya ikinci dönem) olarak adlandıralım. Bu durumda Potresof
ve Kautsky’nin ele aldıkları olayları cımbızladıkları dönemi evvelsi günkü
(ilk) dönem olarak adlandırmamız gerekecektir. Potresof ve Kautsky’de
gördüğümüz o mide bulandırıcı safsata merakı, hoş göremeyeceğimiz yanlış
argümanları, esasen evvelsi günkü dönemin koşullarını bugünkü döneme ait
koşulların yerine koymalarının birer ürünüdür.
Ne demek istediğimi izah etmeye
çalışayım.
Tarihin dönemlere ayrıştırılması
meselesi, Kautsky’nin birçok kez tekrarladığı, Potresof’un makalesinde
benimsediği, Marksist yazında sıklıkla başvurulan bir yöntemdir. Söz konusu
dönemleştirme şu şekilde yapılmaktadır: (1) 1789-1871; (2) 1871-1914; (3) 1914
- ?
Burada belirtmekte fayda var: doğada ve
toplumda olduğu üzere, ayrışım çizgisi itibaridir, değişkendir, nispidir, asla
mutlak değildir. En fazla öne çıkan, en çarpıcı tarihsel olayları yaklaşık
olarak, önemli tarihsel hareketler bünyesindeki dönüm noktaları şeklinde ele
alırız. Büyük Fransız Devrimi’nden Fransa-Prusya Savaşı’na dek uzanan ilk dönem,
burjuvazinin güçlendiği, zafere ulaştığı, en genel anlamda burjuva demokratik
hareketlere, özelde burjuva milliyetçi hareketlere tanık olunan, eski
feodal-mutlakıyetçi kurumların hızla çöktüğü dönemdir. İkinci dönem,
burjuvazinin hâkimiyetini her yana yaydığı, çöküşe geçtiği, ilerici olan
burjuvazinin gerici, hatta aşırı gerici mali sermayeye yerini bıraktığı
dönemdir. Bu dönemde yeni sınıf, bugünün demokrasisi hazırlanmakta, güçlerini
yavaş yavaş toplamaktadır. Yeni yeni uç veren üçüncü dönemse, burjuvaziyi ilk
dönemde feodal lordların düştükleri konuma benzer bir konuma yerleştirmektedir.
Bu, emperyalizmle ve emperyalist karışıklıklarla, aynı zamanda emperyalizmin
doğasından kaynaklanan kıyamlarla yüklü bir dönemdir.
Oysa
yeni başlayan üçüncü dönemin temel özelliklerini net bir dille ortaya koyan ve
bu dönemle ikinci dönem (dünkü dönem) arasındaki temel farkları aktaran 1909
tarihli Der Weg zur Macht türünden
makalelerinde, değişen nesnel tarihsel koşullardan kaynaklanan değişimi,
bugünün demokrasisinin mücadele biçimlerini, aynı zamanda acil görevlerdeki
değişikliği gören, Kautsky’den başkası değildir. Bugünse Kautsky, geçmişe put
gibi tapma noktasında yanıp tutuşmaktadır. Asıl akıl almaz, yakışıksız ve utanç
verici olansa, onun bulunduğu cepheyi değiştirmiş olmasıdır. Yukarıda bahsini
ettiğimiz broşürde Kautsky, yaklaşan savaşın semptomlarını olduğu gibi
aktarmış, özellikle 1914’te gerçek olacak savaştan bahsetmiştir. Bu noktada
Kautsky’nin kendi kanaatlerine ve resmi beyanlarına nasıl ihanet ettiğini
göstermek amacıyla, bu broşürdeki kimi bölümlerle bugünkü yazılarından bazı
bölümleri yan yana koymak yeterli olacaktır. Bu açıdan Kautsky, tekil bir örnek
(ya da Almanya’ya has bir örnek) değildir. O, kriz koşullarında burjuvazinin
safına geçmiş, bugünün demokrasi hareketinin tüm kaymak tabakasının tipik bir
temsilcisidir.
Potresof ve Kautsky’nin alıntıladığı
tüm tarihsel olaylar ilk döneme aittirler. Sadece 1855, 1859, 1864, 1866 veya
1870’e değil ayrıca 1877 (Rus-Türk Savaşı) ve 1896-1897’ye (Türkiye ile
Yunanistan arasındaki savaşlar, ayrıca Ermenilerle alakalı karşılıklıklar) ait
olan, savaşla alakalı tarihsel olayları belirlen, burjuva milliyetçi
hareketlerdir veya her türden feodalizmden kurtulmakta olan burjuva toplumunda
görülen “sarsıntılar”dır.
İlgili dönemde bugünün demokrasisinin
ortaya koyabildiği, gerçek mânâda bağımsız, bir dizi öncü ülkede burjuvazinin
çöküşte olduğu, aşırı olgunlaştığı döneme denk düşen bir eylemin imkânı
bulunmamaktaydı. O vakitler burjuvazi, lider sınıftı ve söz konusu savaşlara
katılması sonucu yükselme imkânı bulmuştu. Böylelikle burjuvazi,
feodal-mutlakıyetçi kurumlar karşısında ezici bir güce sahip olabildi. Emtia
üreten ve mülk sahibi olan farklı katmanlarca temsil olunan bu burjuvazi,
farklı ülkelerde farklı düzeylerde ilerici bir rol oynuyor, hatta 1859’da
İtalyan burjuvazisi gibi devrimci bir pratik ortaya koyabiliyordu. Gelgelelim burjuvazinin
ilerici olması, ilgili dönemin zaten genel bir özelliğiydi ki bu özellik,
burjuvazinin feodalizme karşı kararlı ve eksiksiz mücadelesiyle alakalıydı.
Bugünün demokrasisine ait unsurların ve Marx gibi bu unsurların temsilcilerinin
o dönemde feodalizme karşı mücadele yürütme becerisini haiz olan ilerici
burjuvaziyi sorgu sual etmeden desteklemeleri gayet doğal bir gelişmeydi, zira
bu insanlar açısından hangi tarafın başarısının isteneceği, yani hangi
burjuvazinin destekleneceği sorusu önemli bir soruydu. Savaşın etkilediği belli
başlı ülkelerde halk hareketi o dönemde genelde demokratikti, yani ekonomik ve
sınıfsal muhtevası bakımından burjuva demokratikti. Dolayısıyla o dönemde şu
tür sorular dışında başka bir soru sorulamazdı: Hangi burjuvazinin başarısı
istenecek, hangi güç bileşiminin başarısı için çalışılacak, hangi gerici
güçlerin başarısızlığı talep edilecek (burjuvazinin yükselişini engelleyen
feodal-mutlakıyetçi güçlere karşı konulacak mı?), hangi güç demokrasiye ihtiyaç
duyduğu “hareket alanı”nı açacak?
Marx’ın,
burjuva milliyetçi ve burjuva kurtuluşçu hareketlerden kaynaklanan,
uluslararası planda etkili çelişkilere ilişkin değerlendirmelerinde, milliyetçi
hareketlerin, genelde halkçı demokratik hareketlerin “gelişimi”ne en fazla
hangi tarafın başarısının katkı sunacağına dair kanaat üzerinden harekete geçtiğini
Potresof da kabul ediyor (Potresof’un makalesinin 74. sayfası). Demem o ki
burjuvazinin belirli milletler bünyesinde iktidara gelişinden kaynaklanan
askerî çatışmalar esnasında, örneğin 1848’de Marx, daha çok burjuva demokratik
hareketin kapsamını genişletmekle ve harekete “plebyen” kitlelerin, genelde
küçük burjuvazinin, özelde köylülüğün nihayetinde bir bütün olarak yoksul
sınıfların daha fazla katılımını sağlamakla ilgileniyordu. Marx’ın hareketin
toplumsal tabanını genişletme ve hareketi geliştirme konusunda taşıdığı kaygı,
onun tutarlı demokratik taktikleriyle milliyetçi liberallerle ittifak yönünde
dümen kıran Lassalle’ın tutarsız taktikleri arasındaki temel ayrım çizgisini
teşkil ediyordu.
Üçüncü döneme gelindiğinde ise birinci
dönemdeki uluslararası çelişkilerin biçimi aynı kaldı, fakat toplumsal ve
sınıfsal muhtevası temelden değişti. Nesnel tarihsel durum tümüyle farklılaştı.
Gücünü
artıran sermayenin feodalizmden ulusal planda kurtulmak için verdiği
mücadelenin yerini, en gerici mali sermayenin yeni güçlere karşı verdiği
mücadele, kendi kendisini tüketen, yok eden, çöküşe doğru sürüklenen bir gücün
mücadelesine bıraktı. Kendisini feodalizmden kurtaran, insanlığa ait üretici
güçlerin gelişiminin ana dayanağı olan burjuva ulus-devlet çerçevesi, üretici
güçlerin gelişimi önünde engel hâline geldi. Yükselişte olan, ilerici sınıf
olarak burjuvazi, çöküşe geçen, çürüyen gerici bir sınıf hâlini aldı. Burjuvazi,
artık tarihsel ölçekte başka bir hâl almıştır ve tümüyle başka bir sınıftır.
Potresof ve Kautsky ise sınıfsal bakış
açısını terk etmiştir. Bu iki isim, burjuvazinin feodalizme karşı ilerici bir
sınıf olduğu dönemde sahip olduğu nesnel muhtevayı bugün de sahiplenmek
gerektiğine ilişkin burjuva iddiayı savunmaktadır. Oysa gerici emperyalist
burjuvazinin ortaya çıkışı ile birlikte artık bugünün demokrasisinden söz
edilemez ve bu noktada o gerici emperyalist burjuvazinin hangi “renkte veya
tonda” olduğunun bir önemi yoktur.
Birinci dönemde nesnel ve tarihsel
görev, geberen foedalizmin başlıca temsilcilerine karşı mücadelesinde ilerici
burjuvazinin uluslararası çelişkilerden nasıl istifade edeceğini, böylelikle
tüm dünyada demokratik burjuvaziye en fazla avantajın nasıl sağlanacağını
belirlemekti. Elli yılı aşkın bir zaman önce yaşanan birinci dönemde feodalizm
tarafından zincirlenmiş olan burjuvazinin kendisine zulmeden feodalin
yenilgisini arzulaması, gayet doğal bir durumdu. O dönemde tüm Avrupa için önem
arz eden feodal kalelerin sayısı o kadar da fazla değildi. Marx, mevcut
çelişkileri bu şekilde değerlendirdi: Marx, tüm Avrupa’da feodalitenin kalesini
yıkmak için hangi ülkede, hangi somut durum dâhilinde, hangi burjuva kurtuluş
hareketinin başarısının daha önemli olduğunu belirledi.
Bugünse, yani üçüncü dönemde, ortalıkta
tüm Avrupa için önem arz eden herhangi bir feodal kale bulunmuyor. Bugünün
demokrasisi varolan çelişkilerden elbette istifade edecektir, fakat Potresof ve
Kautsky’nin söylediğini aksine, uluslararası planda etkili olan bu çelişkiler tek
tek belirli ulusların mali sermayesi değil, uluslararası mali sermayenin
hilafına kullanılacaktır. Çelişkilerden yararlanma pratiğinde belirleyici olan
sınıf, elli ya da yüz yıl öncesinde zirvede olan sınıf olamaz. O dönemde asıl
mesele (Potresof’un ifadesiyle), en ileri burjuva demokrasisinin “uluslararası
eylemi” idi. Bugünse tarihin emrettiği, nesnel gidişatın geliştirdiği benzeri
bir görevle başka bir sınıf yüzleşmektedir.
III
Potresof’un,
ikinci dönem veya kendi ifadesiyle “kırk dört yıllık süre”yi (1870-1914) net
olarak tanımlayamadığı görülmektedir. Aynı eksiklik, Almanca çıkan makalesinde
Potresof’un ulaştığı sonuçları kabul etmeyen Trotsky’nin ilgili dönemi
tanımlama gayretinde de görülmektedir. Trotsky de Potresof da bu konuda belli
bir açıdan birbirlerine yakın düştüklerinin farkında değildir.
Potresof, bizim dünkü dönem veya ikinci
dönem dediğimiz dönemle ilgili olarak şunları söylüyor:
“Çalışma
pratiğinin ve mücadelenin alabildiğine kısıtlanması ve her şeye sinen
aşamacılık: döneme ait olan bu işaretleri kimileri ilkeselleştirdi, kimileri de
hayatlarına ait sıradan birer olgu hâline getirdi, böylece ideolojilerine ait
bir renk, zihin dünyalarına ait bir parça kıldı (s. 71). […] Bu dönemde açığa
çıkan bir yetenek dâhilinde pürüzsüz ve ihtiyatlı bir ilerleyişe tanıklık
edildi, ama bu ilerleyiş tersten, önce aşamalı gidişattaki her türden kopuşa ve
katastrofik her türden olguya uyum sağlamamaya, ardından da ulus denilen
gerçeklikte ortaya konulan faaliyet sahasında eşi benzeri görülmemiş bir
yalnızlaşmaya yol açtı (s. 72). […] Ne devrim ne savaş… (s. 70). […] Demokrasi,
yol açtığı etkiyle birlikte daha da milliyetçileşti, ‘pozisyon savaşı’ dönemi
uzadıkça, Avrupa’nın merkezinde her türlü uluslararası çelişkiden bihaber olan
Avrupa tarihinin inşa ettiği sahnede tereddüt edildikçe, ulus devlet
sınırlarının ötesine taşan herhangi huzursuzluk yaşanmadı ve genel Avrupa
ölçeğine veya dünya ölçeğine kimse ilgi göstermedi (s. 75-76.)”
Tıpkı
aynı dönemle ilgili olarak Trotsky’nin yaptığı tanımlamada olduğu gibi, bu
tanımlama da yukarıda tarif edilen temelde gelişmiş olan modern demokrasideki
derin çelişkileri görüp tanıma konusunda gönülsüz olmanın yol açtığı kusurla
maluldür. İncelenen dönemdeki demokrasi, okurda şu türden bir izlenim
bırakmaktadır: Genel bir ifadeyle bu demokrasi aşamacılığın tahakkümü
altındadır, milliyetçileşmiştir, belirli bir düzeyde genel gidişattaki
kopuşlardan ve felâketlerden uzak durmaktadır, çok az gelişmektedir,
dolayısıyla giderek küflenmektedir.
Gerçekte ise bunun olması mümkün
değildir. Zira yukarıda bahsi edilen eğilimlerle birlikte şu türden başka ve
ters yönde seyreden eğilimler de söz konusudur: emekçi kitleler günbegün
uluslararasılaşmaktadır, şehirlere daha fazla insan akın etmektedir, tüm
dünyada büyük şehirlerdeki yaşama koşulları belli bir seviyeye kadar düzelmektedir,
sermaye uluslararasılaşmaktadır, büyük fabrikalarda, ülke dışından gelen ya da içeride
göç eden köylüler ve kasabalılar birbirlerine karışmaktadır. Sınıfsal
çelişkiler giderek keskinleşmektedir, işçi birlikleri sendikalara daha fazla
baskı uygulamaktadır, kitle grevleri gibi daha sert ve daha şiddetli mücadele
biçimleri doğmaktadır, hayat pahalılığı artmakta, mali sermayenin uyguladığı
baskılara tahammül imkânı giderek kalmamaktadır vs. vs.
Pratik gerçekte yaşanan olaylar,
Potresof’un tarif ettiği kalıba hiç mi hiç uymuyor. Bu, bizim kesin olarak
bildiğimiz bir olgu. Tartışılan dönemde günümüz demokrasisi içindeki birbirine
karşıt iki akım arasında cereyan eden mücadeleden hiçbir kapitalist Avrupa
ülkesi mahrum kalmamıştır. Dönem, her ne kadar “barışçıl”, “miskin” veya
“uykucu” olarak nitelense de tüm büyük ülkelerde bu mücadele, en şiddetli
biçimini almış, ayrışmalara bile tanık olunmuştur. Bu birbiriyle çelişen
akımlar, modern demokrasiye ait istisnasız tüm sorunları ve yaşama ait tüm
sahaları etkilemiştir. Bu bağlamda yüzler burjuvaziye çevrilmiş, liberallerle
ittifaklar kurulmuş, savaş kredileri lehine oy kullanılmış, sömürgeci
politikalar, reformlar desteklenmiş, sendikaların tarafsız kalması istenmiş,
ekonomik mücadele için gerekli zemin oluşturulmuştur.
Potresof ve
Trotsky’nin yazılarında ifade edildiği biçimiyle, günümüzde varolan demokraside
hâkim duygu, kesinlikle “her şeye sinen aşamacılık” değildir. Hayır, bu
aşamacılık bugün Avrupa’daki modern demokrasi bağlamında tekil grupların bazen
de tek tek partilerin oluşmasını sağlayan belirli bir politik eğilim olarak
biçimlenmektedir. Söz konusu eğilimin kendi liderleri, basın organları, kendi
siyaseti ve özel olarak organize edilmiş, kitleleri etkileme yöntemleri vardır.
Dahası bu eğilim, kendisini dönemin demokrasisi içinde mevcut olan belirli bir
toplumsal katmanın çıkarları temelinde inşa etmektedir.
“Her şeye sinen aşamacılık”, doğalında
belirli sayıda küçük burjuva yoldaşı demokrasi saflarına kazanmıştır. Esasında
küçük burjuva koşullar ve küçük burjuva yönelim, parlamenterlerden,
gazetecilerden ve sendika uzmanlarından oluşan belirli bir katmanda kural
hâlini almıştır. İşçi sınıfı aristokrasisi, tüm çıplaklığı ve yalınlığıyla
sahneye çıkmaktadır.
Örneğin sömürgelere sahip olma ve
sömürgelerin genişletilmesi meselesini ele alalım. Hiç şüphesiz ki bu, yukarıda
ele aldığımız döneme has bir özelliktir ve büyük devletlerin ekseriyetinde
karşımıza çıkmaktadır. Peki bu mesele, ekonomi sahasında ne tür bir anlama
sahiptir? Sömürge meselesi, burjuvazi için aşırı kâr ve özel imtiyazlar
demektir. Dahası sömürge sahibi olma ve sömürgecilik sahasını genişletme, küçük
burjuvaziye mensup ufak bir azınlığa, ayrıca yüksek mevkilerde çalışanlara,
emek hareketi içindeki uzmanlara vs. büyük pastanın kırıntılarını yeme imkânı
sunar. Örneğin Britanya’da işçi sınıfına mensup küçük bir azınlığın
sömürgelerden kaynaklanan avantajlara ait kırıntılardan yararlanması, Marx ve
Engels’in gördüğü ve ifade ettiği, eski bir meseledir. Eskiden sadece Britanya
ile sınırlı olan bu olgu, sömürgelerin sahasının genişlemesi, genelde
kapitalizmin emperyalist döneminin gelişmesi ile birlikte, bugün Avrupa’nın tüm
büyük kapitalist ülkelerinde karşımıza çıkmaktadır.
Kısacası, ikinci döneme (dünkü döneme)
has “her şeye sinen aşamacılık”, Potresof’un düşündüğü gibi, sadece “aşamalı
gidişattaki her türden kopuşa ve katastrofik her türden olguya uyum
sağlamamaya” ve Trotsky’nin söylediği gibi, sadece “her şey olabilir” deyip
duran eğilimlere değil, bugünün demokrasisi içerisinde varolan belirli bir
toplumsal katmana dayanan oportünist bir eğilime yol açtı. Bu eğilim, “aşamalı
gidişatta kopuş”a dair her türden fikre sistematik olarak, açıktan ve bilinçli
bir biçimde, doğrudan düşmanlık eden bir eğilimdir ve müşterek ekonomik,
toplumsal ve politik çıkarlar üzerinden kendi “ulusal” rengine sahip olan
burjuvaziyle bağlantılıdır.
Trotsky’de
görülen taktiksel ve örgütsel hatalar (ki bu noktada Potresof’taki hatalardan
söz etmeye bile gerek yok) bugünün milliyetçi liberalleriyle (veya sosyal
milliyetçileriyle) kurduğu sıkı ve kopmaz bağdan, ama aynı zamanda oportünist
eğilimin belirli bir “olgunluğa” ulaştığını görme konusunda sahip olduğu
korkudan, isteksizlikten veya beceriksizlikten kaynaklanıyor. Pratikte söz
konusu “olgunluğu” görememek ve bahsi geçen o kopmaz bağ, hâkim sosyal
milliyetçi (veya milliyetçi liberal) kötülük karşısında yaşanan çaresizliğin ve
kafa karışıklığının mutlaklaştırılmasına neden oluyor.
Genel bir ifadeyle, oportünizm ile
sosyal milliyetçilik arasındaki bağı Potresof da Martov da, Axelrod da, (Alman
demokratların milliyetçi liberallerle birlikte savaş kredileri lehine oy
kullanmasını desteklemiş olduğunu söyleyen) V. Kosovsky de, Trotsky de inkâr
etmektedir.
Bu isimler, dünün demokrasisinde
oportünizme göre yaşanan ayrışmalara ve bugünün demokrasisinde sosyal
milliyetçiliğe göre yaşanan ayrışmalara dair tek laf etmezler. Gelgelelim bu
kişilerin tespitleri, öncelikle gerçeğin karşısında tümüyle yanlıştır. Ayrıca
tek taraflıdır, eksiktir ve Marksist ilkeler açısından savunulması mümkün
olmayacak tespitlerdir. Kişiler ve örgütler pekâlâ bir taraftan diğerine
geçebilirler; bu, her türden toplumsal ayaklanma ortamında mümkün olduğu gibi
kaçınılmazdır da. Ancak bu durum, belirli bir eğilimin veya eğilimler arası
ideolojik bağların, sahip oldukları sınıfsal anlamın niteliğini asla
değiştirmez. Bütün bu değerlendirmelerden herkes haberdardır, hepsi de tartışma
kabul etmeyecek tespitler içermektedir. Dolayısıyla burada onları özel bir
vurguyla anmanın insanı utandırdığını belirtmek gerekir. Buna karşın yukarıda
ismi geçen yazarlar bu tespitleri unutmuş görünmektedirler. Bugünün
demokrasisine ait belirli unsurlarda görülen oportünizmin sahip olduğu sınıfsal
anlam, başka bir ifadeyle, toplumsal-ekonomik muhteva, (belki de bilinçsizce)
burjuvaziyle bağlantılıdır ve bu oportünizm, belirli meseleler konusunda
işlerlik kazanmaktadır. Oportünizmden kasıt, liberal emek siyasetidir. Bu
ifadede hizipleşmeyi esas alan yaklaşımdan korkan herkes, en iyisi gidip Marx,
Engels ve (hizipçilik muarrızları için pek uygun bir otorite olmasa da)
Kautsky’nin Britanya oportünizmi ile ilgili görüşlerini okusun. Hiç şüphesiz,
böylesi bir inceleme, liberal emek siyaseti ile oportünizmin örtüştüğünü
görmekle sonuçlanacaktır. Bugünün sosyal milliyetçiliğinin sahip olduğu temel
sınıfsal anlam da o oportünizmden farksızdır. Oportünizm, fikrî düzeyde
burjuvazi ve karşıtı arasında ittifak kurmayı esas alır. Sosyal milliyetçilik
de böyledir. Oportünizmle sosyal milliyetçilik arasındaki ideolojik-politik
yakınlık, bağ, hatta aynılık su götürmez bir gerçekliktir. Doğal olarak
bizlerin bireyi veya örgütü değil sınıfı temel almamız, toplumsal eğilimlerin muhtevasını
sınıfsal açıdan analiz etmemiz, ana ve temel ilkeleri ideolojik ve politik
açıdan incelememiz gerekmektedir.
Aynı
konuya farklı açıdan yaklaşıp şu soruyu soralım: sosyal milliyetçilik ne vakit
ortaya çıktı? Nasıl gelişip olgunlaştı? Ona önemini ve kuvvetini kazandıran
nedir? Bu sorulara cevap bulamayanların sosyal milliyetçiliği anlamaları mümkün
değildir. Bu kişiler, bu konuda coşkuyla hazır olduğunu ne kadar söylerse
söylesin, sosyal milliyetçilikle kendisi arasına “ideolojik bir çizgi”
çekemezler.
Bu sorunun tek bir cevabı vardır:
sosyal milliyetçilik oportünizmden türemiştir, ona kuvvetini kazandıran
oportünizmdir. Peki sosyal milliyetçilik, “kaşla göz arasında” nasıl peydah
olmuştur? Tıpkı ana rahmine düşüp dokuz ay on gün sonra doğan bir bebek gibi.
İkinci dönem (dünkü dönem) boyunca tüm Avrupa ülkelerinde oportünizm bir dere
gibi ilerlemiştir. Artık bu dere, “kaşla göz arasında” büyük ama sığ (çamurlu
ve kirli) sosyal milliyetçilik nehrine dönüşmüştür. Ana rahmine düşen bebeğin
annesinden ayrılması gibi onlarca yılın ardından oportünizmin rahminden çıkan
sosyal milliyetçilik denilen olgun meyvenin belirli bir dönemde (on yıllar içerisinde)
bugünün demokrasisinden ayrışması gerekmektedir. İyi insanlar bu türden
fikirlere ve sözlere ne kadar çıkışırsa çıkışsın, ne kadar öfkelenirse
öfkelensin, ne kadar bağırırsa bağırsın, bugünün demokrasisi, üçüncü dönemin
nesnel koşulları gereğince toplumsal planda bütünüyle gelişecektir.
Oportünizm
temelinde ayrışma ve sosyal milliyetçilik temelinde ayrışma tam anlamıyla
örtüşmüyorsa bu, iki olgu arasında herhangi bir somut bağın bulunmadığını
ispatlar mı? İspatlamaz. Tıpkı on sekizinci yüzyıl sonlarında belirli bir
ülkenin burjuvazisinin feodal lordların veya halkın safına geçmesinin
burjuvazideki büyümeyle 1789’deki Büyük Fransız Devrimi arasında “hiçbir bağ”
bulunmadığını ispatlamadığı gibi. Ayrıca genel anlamda (bir bütün olarak
hareketlerden genel bir ifade dâhilinde söz ettiğimizde) arada belirli bir
örtüşme zaten söz konusudur. Bu, tek bir ülke değil, Almanya, Britanya, Fransa, Belçika, Rusya,
İtalya, İsveç, İsviçre, Hollanda ve Bulgaristan’ı içeren bir küme dikkate
alındığında geçerli bir önermedir. Burada sadece italik yazılan üç ülkenin
istisnai olduğundan söz edilebilir. Diğer ülkelerde oportünizmle uzlaşma nedir
bilmeden çatışan eğilimler sosyal milliyetçiliğe düşman olan eğilimlerin
doğmasını sağlamışlardır. Bu noktada herkesin bildiği Monatshefte ve ona Almanya’da karşı çıkan isimlerden, Nashe Dyelo ve Rusya’daki
muhaliflerinden, İtalya’da aktif olan Bissolati partisi ile hasımlarından,
İsviçre’de Greulich ve Grimm’e bağlı olanlardan, İsveç’te Branting ve Höglund’dan,
Hollanda’da Troelstra, Pannekoek ve Gorter’den, son olarak
Bulgaristan’da Obshcho Dyelo
yandaşlarından ve Tesnyaki’den
bahsetmek gerek.[4] Eski ayrışma ile yeni ayrışmanın birbirine tesadüf
ettiği, kimsenin inkâr edemeyeceği bir gerçek. Bu örtüşmeler, denk gelmeler
doğal bir olgu olarak gerçekleşmiyorlar. Volga’ya Kama’nın karışmasında görülen
bir tesadüf etme değil bu. Ya da bir çocuğun anne babasına tam anlamıyla
benzemesi türünden bir örtüşmeden de söz edilemez burada. Bu noktada tek
istisna Britanya. Pratikte savaş öncesinde bu ülkede iki
ana akım mevcuttu ve bu akımlar iki gazetede ifadesini buluyordu:
oportünistlerin gazetesi Daily Citizen[5]
ve oportünizm düşmanlarının yayın organı olan Daily Herald[6]. Her iki gazete de milliyetçilik dalgasının altında
kaldı. Buna karşın muhalefet, kendisini oportünizm yandaşlarının onda biri,
oportünizm karşıtlarının yedide üçü tarafından yürütülmeye devam etti. Olağan
bir kıyaslama yöntemi dâhilinde İngiliz Sosyalist Partisi’nin Bağımsız İşçi
Partisi ile kıyaslanması tümüyle yanlış olacaktır, çünkü Fabianlarla işçi
partisinin kurduğu blok[7] ile İşçi Partisi bu kıyaslama dâhilinde gözden
kaçırılacaktır. Demek ki on ülke içinde sadece ikisi istisnaidir ki bu ülkeler
konusunda bile belirli eksiklikler söz konusudur, çünkü buralarda ilgili
eğilimler yer değiştirmemişlerdir; üzerinde durma ihtiyacı duymadıkları kimi
açık sebeplere bağlı olarak oportünizm karşıtlarının neredeyse tamamı dalganın
altında almıştır. Hiç şüphesiz bu, dalganın gücünü ortaya koyan bir durumdur,
fakat tüm Avrupa nezdinde eski ayrışma ile yeni ayrışma arasında belirli bir
örtüşme bulunduğu tespitini çürüten herhangi bir şey söylememektedir.
Bize bugün
oportünizm temelli ayrışmanın demode olduğunu, sadece tek bir ayrışmanın,
enternasyonalizmle ulusların kendilerine yeterli olması gerektiği fikri
arasında yapılan ayrımın önemli olduğunu söylüyorlar. Bu tümüyle yanlış bir
görüştür. “Enternasyonalizm bağlıları” denilen kavram, somutta açımlanmadığı
sürece her türden muhteva ve anlamdan mahrum kalacak bir kavramdır. Bu türden
bir açımlama girişimi ise oportünizme düşmanlığın sahip olduğu özelliklerin
dökülmesini gerekli kılacaktır. Pratikte bu, neyin doğru olduğunu ortaya
koyacaktır. Aynı zamanda oportünizmin tutarlı ve kararlı bir düşmanı olmayan
bir enternasyonalist, hayaletten başka bir şey değildir. Bu türden bireyler,
kendilerini tabii ki “enternasyonalist” görebilirler. Fakat insanlar hakkındaki
hüküm, kendileriyle ilgili düşünceleri değil politik davranışlarına göre
verilir. Oportünizmin tutarlı ve kararlı birer düşmanı olmayan
“enternasyonalistler”in politik davranışı ise her zaman milliyetçi eğilimlere
yardım ve yataklık etmek yönündedir. Diğer yandan milliyetçiler de kendilerini
“enternasyonalist” olarak adlandırabilirler (Kautsky, Lensch, Haenisch,
Vandervelde, Hyndman vd.); bu isimler kendilerini “enternasyonalist” olarak
adlandırmakla kalmazlar, ayrıca kendi görüşlerini paylaşan kişilerle
uluslararası planda birleşme, uzlaşma, yakınlaşma fikrine onay verirler.
Oportünistler “enternasyonalizm”e karşı değildirler, onlar, sadece
oportünistler arasında uluslararası planda sağlanacak anlaşmadan yanadırlar ve
bu anlaşmanın uluslararası planda onaylanmasını isterler.
V. I. Lenin
Şubat
1915
Kaynak
Dipnotlar
[1] Nashe Dyelo (“Davamız”): Rusya’da sosyal
şovenistlerin, Menşevik tasfiyecilerin aylık yayın organı. Ekim 1914’te Nasha
Zarya kapatılınca onun yerini aldı. Yayın hayatına 1915’te Petrograd’da
başladı.
[2] Burada Potresof, esasen 1859 savaşına
ait koşullara dair değerlendirmesi konusunda Marx’ın mı yoksa Lassalle’ın mı
haklı olduğuna karar veremiyor, daha doğrusu, böylesi bir kararı vermeyi
reddediyor. Kanaatimizce (Mehring’in yanı sıra) haklı olan Marx’tır, oportünist
olansa Lassalle’dır. Kendisi Bismarck’la flört etmektedir. Lassalle kendisini,
Prusya ve Bismarck’ın zafere ulaşacağı duruma, İtalya ve Almanya’daki
demokratik milliyetçi hareketlerin yeterli güce sahip olmayacağı koşullara
hazırlamaktadır. Bu nedenle Lassalle yolundan sapmakta, milliyetçi liberal bir
emek siyasetine yüzünü çevirmekte, öte yandan Marx ise milliyetçi liberal
korkaklığa tutarlı bir biçimde düşman olan bağımsız bir demokratik siyaseti
teşvik edip geliştirmektedir (Prusya’nın 1859’da Napolyon’a hilafına
gerçekleştirdiği müdahalenin Almanya’daki halk hareketini canlandırması ihtimal
dâhilindeydi). Lassalle ise Bismarck’ın büyüsüne kapıldığı için gözlerini aşağı
değil yukarı çevirmektedir. Bismarck’ın “başarı”sı Lassalle’ın oportünizmini
gerekçelendirecek bir olgu asla değildir. –Lenin.
[3] Potresof şunu söylüyor: “Aslında her
bir ülkede muazzam ölçüde parçalı süreçlere tanıklık edildiği durgunluk
döneminde uluslararası durum da zaman içerisinde değişti, sömürgelere sahip
olma siyaseti ve militan emperyalizm siyaseti belirleyici özelliğe kavuştu.” –Lenin
[4] Obshcho
Dyelo (Ortak Dava) yandaşları (Şiroki sosyalistleri): Bulgar Sosyal
Demokrat Partisi içindeki oportünist bir eğilim. Obshcho Dyelo dergisi 1900’de
çıkmaya başladı. Ruse’de 1903 yılında partinin onuncu kongresinde yaşanan
ayrışma sonrası reformist bir parti kuruldu (Şiroki sosyalistleri). I. Dünya Savaşı esnasında derginin
yandaşları şovenleşti.
Tesnyaki: Bulgar
Sosyal Demokrat Partisi içindeki devrimci eğilim. 1903’te bağımsız Bulgar
Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ne evrildi. Partinin kurucusu ve lideri D.
Blagoyev’di. Parti üyelerinden Georgy Dimitrov ve Vasil Kolarov gibi isimler
sonrasında partinin başına geçtiler. 1914-18 arası dönemde Tesnyaki emperyalist savaşa karşı çıktı. 1919’da parti Komintern’e
katıldı ve Bulgaristan Komünist Partisi ismini aldı.
[5] Daily
Citizen: Britanya Bağımsız İşçi Partisi, Fabyanlar, İşçi Partisi’nden
oluşan oportünist bloğun ilk yayın organı. Londra’da 1912-1915 arası dönemde
yayınlandı.
[6] Daily
Herald: Britanya Sosyalist Partisi’nin 1912’den itibaren Londra’da
yayınlanmaya başlanan yayın organı.
[7] Fabianlar:
1884’te Britanya’da kurulan reformist örüt. Fabian Derneği’ndeki “fabian” sözcüğü
Romalı komutan Quintus Fabius Maximus’tan (ö. 203) geliyor. Hannibal ordusunu
meydan muharebesine girmeden taciz etme taktiğine başvurduğu için bu komutan
tarihte “geciktirici” olarak anılıyor. Derneğin üyelerinin çoğu burjuva
aydınlardan oluşmaktadır proletaryanın sınıf mücadelesi ihtiyacını ve sosyalist
devrimi reddeden (Sidney ile Beatrice Webb, Bernard Shaw, Ramsay MacDonald gibi)
akademisyenlerden, yazarlardan ve siyasetçilerden oluşan bu dernek, toplumun
zaman içerisinde kademeli olarak dönüşümü ve küçük çaplı reformlar aracılığıyla
sosyalizme geçiş üzerinde durmuştur. Lenin derneğin “aşırı ölçüde oportünist
bir eğilim”i ifade ettiğini söylemiştir (Cilt 13, s. 358). 1900 yılında İşçi
Partisi’ne bağlanan Fabian Derneği parti politikalarının ideolojik
kaynaklarından biridir.
Birinci Dünya Savaşı esnasında dernek
üyeleri sosyal şovenist bir tutum takınmışlardır. Lenin’in Fabianlarla ilgili
tanımı için bkz. “British Pacifism and the British Dislike of Theory” (Cilt 13,
s. 260-65).
0 Yorum:
Yorum Gönder