Amerikan Liberalizminin Baba’sı, Oğul’u ve Kutsal Ruh’u
Ruslarda bir deyiş var, “söz eylemdir” diye.
Esasında sözün insanı hipnotize etme gücü var ve bu güç hayra da
kullanılabiliyor şerre de. Orwell’ın da gayet iyi anladığı gibi söze, yönetici
sınıf eliyle, insanların beynini yıkamak, maniple etmek ve aldatmak için
başvurulabiliyor.
Liberal sınıfın gerici güçler tarafından nasıl
ayartıldığını anlamak için liberallerin ırkçılık, cinsiyetçilik ve homofobi
konusunda gösterdikleri histerik ilgiye bakmak gerekiyor. Liberaller, araba
farı görmüş tavşan gibi bu üç kavram karşısında ne kadar çok kilitleniyorlarsa,
kapitalizmin yol açtığı çilelere karşı o ölçüde kayıtsızlaşıyorlar, giderek
sağa kayıyorlar ve zamanla ahlâksızlık girdabına kapılıyorlar.
Tabii burada ırkçılığın, cinsiyetçiliğin ve
homofobinin hiç olmadığından söz edilmiyor, bilâkis bu kelimelerin müesses
nizam tarafından el konulduğu, sahte solu Amerikalı işçilerin, hastaların ve
öğrencilerin çıkarlarına alabildiğine karşıt politikalar benimsemeye ikna
ettiği üzerinde duruluyor.
Politika sahasında sendikalara, sağlık
hizmetlerinin devlet eliyle verilmesine ve parasız eğitime inanıyor
olabilirsiniz inanmıyor da olabilirsiniz. Emperyalizme karşı çıkabilirsiniz
çıkmaya da bilirsiniz. Mesele, ırkçılık, cinsiyetçilik ve homofobiye karşı
çıkanların bağlandıkları politik söylemde bu üç kavramın, kişilerin her yöne
çekilebilmesini mümkün kılacak ölçüde muğlâk bırakılması. Bu muğlaklık, ırkçı,
cinsiyetçi ve homofobik olduğu söylenen kişiler içinde liberalizme kafa tutan
insanların da bulunduğu gerçeğine karşı bizleri körleştiriyor.
U.S.
News ve World Report’ta çıkan “Hillary’ye Yönelik Nefretteki Sorun”
başlıklı yazısında Joanne Cronrath Bamberger, kahraman olarak gördüğü
Hillary’yle ilgili eleştirilerden yakınıyor ve “TV uzmanları ve gazeteciler,
onu yoz ve güvenilmez biri olarak takdim ediyorlar, oysa aslında bu sözler
söyleyenlere ait bir hissiyatın ürünü” diyor. Hillary ise Kaddafi’nin
öldürülmesi ile ilgili fikri sorulduğunda, “geldik, gördük, o öldü” diyen biri.
CNN hiç bahsetmese de Libya, hayat
standartlarının yüksek olduğu, sağlık hizmetlerinin ve eğitim sistemlerinin
sağlam bir zemin üzerinden işlediği, eğitimin ve sağlığın ücretsiz olduğu bir
ülkeydi. Kaddafi, özünde Batı’daki elitleri altın destekli dinar kullanma
girişimi yüzünden deli ediyordu. Bu öfke, sonuçta NATO’nun tüm gaddarlığıyla
ülkeye hücum etmesine neden oldu. Bugün Libya, kanunsuzluğun hüküm sürdüğü bir
yer tümüyle. Bu gerçeği kendini beğenmekten başka bir şey yapmayan, hayal
âleminden çıkamayan sol, omuz silkerek karşılıyor sadece. Bugün barbarların tüm
yapıp ettikleri, liberallerin cinsiyetçilik suçlamaları ile perdeleniyor.
Bamberger, yazısının devamında şunları söylüyor
örneğin:
“Dilerseniz,
Hillary’nin tüm politikalarına karşı çıkın. Daha iyi ve farklı planlar önerin.
Ama Clinton’la alakalı o nefret yüklü yorumlar, bize örtük olarak, kadın başkan
adayını masa başında uydurulmuş suçlamalarla ve tiksindirici ithamlarla
uçurumdan aşağı atmanın kabul edilir bir iş olacağını söylemiş oluyor. Bir
kadına yönelik bu türden bir nefret ve saygısızlık, giderek kültürel bir norm
hâlini alıyor maalesef.”
Bu içler acısı ifadeler ve dayandığı o zavallı
zihniyet, cinsiyetçiliğin sadece yoz bir siyasetçi değil, soykırımdan farksız
işlere imza atan dış politika uygulamalarıyla ilgili eleştirileri boğmak için
nasıl kullanıldığını iyi resmediyor.
Aynı ahmaklığa HuffPost’ta
çıkan Maya Dusenbery imzalı “Tıp Bir Cinsiyetçilik Sorunudur, O Kadınları Hasta
Etmektedir” başlıklı yazıda da rastlıyoruz. Romatizmal eklem iltihabı bulunan
kadın romatologumuz şunları yazıyor:
“Yıllarca
bir feminist olarak yazılar kaleme aldım. Sonra hastalandım, cinsiyet ve
cinsellikle alakalı önyargıların sağlık ve hastalık konusunda neyi bileceğimizi
neyi bilmeyeceğimizi tayin ettiğini gördüm. Bu tür önyargılar, hastaların
aldığı tıbbi hizmetlerin kalitesini bile etkiliyor. Bendeki hastalık sayesinde
devlet hastanelerini ve sağlık sistemini daha iyi gördüm. Amerikalı birçok
kadına yanlış teşhis konduğuna, kadınların ihmallerle karşılaştıklarına ve daha
da hastalandıklarına tanık oldum.”
Hastanelerdeki hatalar, ABD’deki ölümlerin üçüncü
en önemli sebebi. Binlerce Amerikalı, hastane faturalarını ödeyemedikleri için
iflaslarını bildiriyor, oysa Küba, o küçücük ülke, 1959’dan beri sağlık
hizmetlerini ücretsiz veriyor. Burada ise “asıl sorun, sağlık sistemimizin
cinsiyetçi olmasıdır” deniliyor.
Eğer cinsiyetçilik Oğul ise, ırkçılık da Baba.
Liberaller kadar onun hakkında gevezelik etmeyi seven yok galiba. Buna karşın
maalesef ırkçılık hakkında zerre bilgiye sahip değiller. Geçen Nisan ayında
ağzı bozuk bir avuç liberal, “şerefsiz Nazi, defol” diyerek Milo Yiannopulo’yu
New York’taki bir bardan attı. Milo eşcinseldi ve bir siyahla evliydi,
annesinin ninesinin de Yahudi olduğu düşünülürse Milo, yeryüzünün gördüğü en
tuhaf Nazi idi. Sonuçta bugün köktenci liberal dogmayı kabul etmeyen herkes,
ırkçılık ve cinsiyetçilik sopalarıyla dövülmeyi hak ediyor. Öte yandan Obama
yönetimi, Kiev’deki gerçek Nazilere ve onların zor kullanarak
gerçekleştirdikleri darbeye destek veriyor, ne tuhaf!
Washington Post’ta çıkan “Obama’nın Başkanlığı
Sırasında Karşılaştığı Irkçı Saldırı” başlıklı yazısında Terence Samuel, “ta
başından itibaren Obama’nın başkan oluşu, doğası gereği, kimsenin inkâr
edemeyeceği ölçüde ırkçı olan muazzam bir saldırıyla karşılandı” diyor. Oysa
Libya’yı, Yemen’i, Ukrayna’yı yok eden, Suriye’nin yarısından fazlasını yıkıma
sürükleyen ölüm mangalarına destek olan, Irak ve Afganistan’da binlerce insanı
kıyımdan geçiren, Ulusal Savunmayı Yetkilendirme Kanunu’nu çıkartan, nükleer
silâh cephaneliğini modernize etmek için trilyonlarca dolar harcayan ve
Moskova’yla ilişkileri en alt seviyeye çeken Obama yönetimiydi. Soykırım amaçlı
politikalarına yığınla para harcarken bu yönetim, Amerikan toplumu eğitim
imkânlarından mahrum kaldı, işsizleşti, sağlık hizmetleri alamaz oldu. Bu
suçların ve barbarlığın hiç mi hiç önemi yok. Obama’nın karakterine, yapıp
ettiklerine bakmayalım, sadece derisinin renginden bahsedip duralım, kâfi!
Hillary, Haziran ayında Dublin’deki Trinity
Koleji’nde yaptığı konuşmada, “Putin’in kendisini otoriter, beyaz üstünlükçü ve
yabancı düşmanı hareketin lideri olarak konumlandırdığından” söz ediyordu. Bu
açıklamadaki asıl çarpıcı yan, Hillary’nin başkanlık kampanyasının önemli bir
bölümünün Rusya Korkusu (rusofobi) eksenli ilerlemiş olmasıydı ki bu siyaset,
esasen ırkçılığın en tehlikeli biçimiydi ve üstelik İkinci Dünya Savaşı
esnasında yirmi yedi milyon Rus’un öldürülmesine yol açmış bir ideolojiden
besleniyordu.
Liberaller, devlet okullarında muazzam bir güce
sahipler ve ırkçılık karşıtı savaşçılar olarak takdim ediyorlar kendilerini.
Sürekli etnik çalışmalar temelli programların ve çokkültürlü müfredatın
ırkçılığın antitezi olduğunu iddia ediyorlar, oysa liberallerin bizatihi
kendileri ırkçılığın en yalın örneği. Zira bahsi edilen politikalar, ABD
toplumunda ve okullarda ayrımcılığı alabildiğine körüklüyor. Beyaz olmayan
yoksul öğrencilerin, bilhassa beşeri bilimler okuyanların eğitim düzeyini
yükseltme girişimi dâhilinde köpek kulübesinin içine, devlet okulu öğretmeninin
yanına, bir de liberal bir idareci iliştiriliyor. Orwell’ı bile utandıracak
ölçüde şizofrenik olan bu düzende gerçek ırkçılar, ırkçılık karşıtlarının
yanında sütten çıkmış ak kaşık kalıyorlar.
Dert üstü murat üstü olan liberalleri gerici
politikalara ikna etme noktasında homofobi suçlamaları da epey işlevli. Guardian’da çıkan “İranlı İnsan Hakları
Yetkilisi Eşcinselliği Hastalık Olarak Tarif Etti” başlıklı yazıda yazar,
şikâyetini ve eleştirisini şu şekilde dile getiriyor: “İşi insan haklarını
korumak olan İranlı yetkili, BM özel raportörü, İran’da LGBT cemaatine yönelik
sistematik baskılara dair endişelerini dile getirdikten sonra, eşcinselliği
hastalık olarak tarif etti.”
Yazık ki bir zamanlar saygı gören bu gazete, yeni
bir rejim değişikliği girişimi dâhilinde oluşacak liberal kan banyosunda
yıkanmak için İran karşıtı propagandayı besleyen bir yazıya yer veriyor bugün.
Yazar, aynı zamanda Washington’ın Ortadoğu’daki iyi dostlarının, neden Suudi
kraliyet ailesine, “büyü ve cadılık” suçlamalarıyla insanların kafasını
kesmekten zevk alan bu rejime, İran’dakinden daha gerici ve daha Ortaçağ’a has
olan bu teokrasiye izin verdiklerini kimse sorgulamıyor. Batı’daki medya
kuruluşlarında biri çıkıp böylesi bir soruyu ürkekçe de olsa sorsa, fırça yer
mi yemez mi? Peki ya Suriye ve Libya’daki Washington destekli mücahidlerden
oluşan ölüm mangalarını soran var mı? Onların eşcinsel hakları konusunda
sicilleri ne durumda? Aynı soruyu, bu barbarların boyunduruğu altında yaşayan
kadınların hakları ile ilgili olarak da sormak mümkün. Nasıl oluyorsa bunlar
“iyi teröristler” oluyorlar ve tümden bağışlanıyorlar.
Guardian’a yazdığı “Dünya Kupası Heyecanı, Eşcinsel Haklarına Yönelik
İhlaller ve Savaş Suçları: Çirkin Bir Harman” başlıklı yazısında Peter Tatchell
şunu söylüyor: “Dünya Kupası’nı izlemeye geldim fakat binlerce futbolseverden
farklı olarak ben bu futbol festivaline alkış tutmayacağım. LGBT+ bireyler ve
başka birçok Rus, devlet zulmüne ve aşırı sağcıların saldırılarına maruz
kalıyor. Bugün bu hak ihlallerine itiraz etmek gerekiyor.”
Görebildiğimiz kadarıyla Batılı propagandacılar,
Washington’ın Neonazileri ve diğer aşırı sağcı paramiliter unsurları Donbass’a
gönderip binlerce Rus’u öldürmesiyle, Moskova’nın ülkenin Libya ile aynı kaderi
yaşamaması için Suriye’ye müdahale etmesiyle ve Rusların eskiden beri ücretsiz
sağlık hizmetleri ve üst düzey bir eğitim alıyor olmasıyla pek ilgilenmiyor.
Ruslar çok kötü insanlar, dolayısıyla liberallerin Rus korkusunu, Rus düşmanlığını
herkese benimsetebilmeleri için eşcinsel haklarının eksikliğinden dem vurmaları
gerekiyor.
Burada kimlik siyasetinin ve çokkültürcülüğün
baştan sona bir hata olduğundan bahsedilmiyor. Bilâkis, bunların yeri göğü
inleten bir başarıya ulaştığını cümle âlem görüyor. Ama şunu söylemek lazım:
köktenci liberal dogmanın söylediğinin aksine, bu başarı sola değil sağın
ekmeğine yağ sürüyor. Artık insanların zihinleri kimlik siyaseti denilen o
çarpık prizmadan bakmaktan iyice bulanmış durumda, dolayısıyla kimse politik
gerçekliği olduğu gibi göremiyor, sadece müesses nizamın görmesini istediğini
görüyor. O at gözlüğü, hiçbir şeyin görülmesine izin vermiyor çünkü.
Liberallerin İnsan Hakları
Hareketi’yle, sendikalarla, entelektüel sorguyla ve tüm anti-emperyalist
düşüncelerle bağları koparttığına hiç şüphe yok. Irkçılık, cinsiyetçilik ve
homofobi meselelerine put gibi sarılan bağnazlığın ve bu yönde sergilenen
coşkunun cadı avlarına tanıklık eden yeni bir dönemi başlattığını söylemek
lazım. Liberal sınıf bu dönemde iyice zıvanadan çıktı ve ipini koparttı.
Günümüz liberalizminin muzdarip olduğu psikoz, dilimizi bozup kirletti, bu da
dengesiz bir politik felsefenin ülke genelinde başvurulması gereken söylemi
iyice felç etmesini sağladı. Söz konusu politik felsefe, herkesin herkese karşı
yürüttüğü savaşı tetikledi, öte yandan elitlerin liberalleri kapitalist
iktidara ait mekanizmalara ülke içinde ve dışında karşı çıkanları kötülemek,
yıldırmak ve susturmak için kullanmasını mümkün kıldı.
David Penner
1 Ekim 2018
1 Ekim 2018
0 Yorum:
Yorum Gönder