İlk başta bu noktaya nasıl gelindiğini
ayrıntılarıyla ele almak gerekmektedir. Bu sürecin ne kadar çok zarar verdiğini
anlamaksa daha da büyük bir meseledir. Asıl mevzu, radikal, eleştirel ve
özgürlükçü bir politikaya katkı sunacak şeyler yapmaktır. Bu güçlüklere karşı
konulmalı, bu karşı koyuş ise kolektif olmalıdır. İşin başında biz, güvenlik
karşıtı politika konusunda aşağıdaki açıklamaları tam da bu sebeple yapıyoruz.
Biz, güvenlik sorununu somutlaştıran, onun üzerine
perde geren, böylelikle sadece güvenlik anlayışının sahip olduğu gücü
pekiştiren, aşağıda aktarılanlara benzer her türden hatalı ikiliği
reddediyoruz:
Güvenliğe
karşı özgürlük: Burjuva ideolojisi olarak
liberal geleneğin kurucularına ait eserlerde özgürlük güvenlik, güvenlikse
özgürlük demektir. Yönetici sınıf açısından güvenlik, her daim özgürlüğe galebe
çalar, zira “özgürlük”te amaç, güvenlik karşısında bir ağırlık oluşturmak
değildir. Bu anlayışa göre özgürlük, dün olduğu gibi bugün de güvenliğin
avukatı olabilmelidir.
Özele
karşı kamusal: Hesap verme, hukukî pozisyon,
tek tip veya meşru güç kullanımı ile ilgili hukukî belirlemeler, kamu polisinin
ve özel polisin, devlet ordularının ve paralı askerlerden oluşan orduların,
şirket güvenliği ile devlet güvenliğinin ya da ulusötesi şirketlerle
beynelmilel ilişkilerin tarihsel planda müşterek çalışmasını
imkânsızlaştırabilir. Kamusal alan özel alanın işlerini yaparken, sivil toplum
da devletin işlerini yapar. Dolayısıyla mesele, “özele karşı kamusal” veya
“devlete karşı sivil toplum”u konumlandırmak değil, güvenlik adına asayişin
sağlanması için devreye sokulan araçların ve burjuvazinin şiddetinin birliği
üzerinde durmaktır.
Sert
güce karşı yumuşak güç: Muhalifleri ezmek için
sert polisiye önlemlere başvurmak yerine yumuşak müdahalelerin
gerçekleştirilmesini esas alan bu tür ikiliklerden bahsedenler, bir yandan da
yerelde süren direnişi ezmek için sert askerî müdahale yerine yumuşak
müdahaleden; küresel emperyal hegemonyayı dayatma noktasında sert güç yerine
yumuşak gücün kullanılmasından söz ediyorlar. Oysa bu yumuşak/sert müdahale ya
da güç kullanımları, aynı sınıfsal şiddetin mevcut birliğine ait yönleridirler.
Bu tür ikiliklere bel bağlamak, bizleri sermaye adına tüm dünya genelinde
yürütülen asayişi sağlama girişimlerine karşı körleşmemize neden olacaktır.
Barbarlığa
karşı medeniyet: Aydınlanma sonrası tanık
olduğumuz medeniyet tarihi, esasen ücretli emek ilişkilerinin perçinlendiği,
emperyalist hâkimiyetin maddi ve kültürel planda dayatıldığı, sınıf savaşının
şiddetine tanık olunan bir tarihtir. “Medeniyetin ana ölçütü” olarak hukuk, tüm
heybetiyle bu projenin merkezinde durmaktadır. “Medeniyet”, kapitalist
ilişkilerin dayatılması ile ilgili bir şifreden ibarettir. Yani özetle: burjuva
medeniyeti barbarlıktır.
Yabancıya
karşı yerli: Güvenlik anlayışının uyguladığı
en büyük zulüm, onun “öteki”nin inşası konusunda gösterdiği ısrardır. Güvenlik,
hem içte hem de dışta yabancı tehdit unsurları yaratır, devletin çıkarlarına
dayanak teşkil eden ayrışmayı ve korkuyu üretir. Ülke dışında halkların
sömürgeci manada kontrol altına alınmasına dönük girişimler, kısa bir süre
sonra ülke içerisinde devreye sokulmaktadırlar. Beynelmilel planda uygulanan
polislik faaliyetleri, ülke güvenliğinin askerîleştirilmesi için işleyen bir
tür laboratuvardan başka bir şey değildirler. “Terörle mücadele”, tüm barışçı
insanları mücahidlerle, feministleri İslamcılarla, sosyalistleri suikastçılarla
bir tutmaya dönük bir saldırı hâlidir. Kapitalist devlet, her yönden güvensizlikle
cebelleştiğinden, herhangi bir bahaneye ile ihtiyaç duymamaktadır.
11
Eylül sonrasına karşı 11 Eylül öncesi: Lafı
dolandırmanın âlemi yok: 11 Eylül’de üç bin insanın öldürülmesi korkunçtu ama
bu olay esasen hiçbir şeyi değiştirmedi. Değiştirdiğine inanmak, kasten ve
bilerek nisyan çukuruna düşmek demektir. 11 Eylül sonrası gazı kökleyen
güvenlik aygıtı, sınıf savaşının zemini kaydığından, zaten yirmi-otuz yıllık
süreçte oluşum hâlindeydi. Bu sefer teröre karşı verilen yeni “mücadele”
esasında hiç de yeni değildi. “Güvenlik yok!” çığlıklarına bir kez daha iki
aşina olduğumuz taleple karşılık verildi: “sen yeter ki tüket, biz onları yok
ederiz. Disneyland’e git ki devletin nesiller boyu yaptığı işi yapmaya devam
etsin.” 11 Eylül, güvenliği saldırılardan muaf, tartışma götürmez bir olgu
hâline getirmekten başka bir şey yapmadı.
İstisnai
duruma karşı normallik: Karşımızdaki şey, hiç de
istisnaî olan bir devlet değil. Kapitalist devletin güvenlik adına insan
haklarını atlarının nallarıyla çiğnemesidir asıl normal olan. Yönetici sınıfın
birikim adına şiddet uygulamasıdır asıl normal olan. İtaat etmeyenleri
disipline edip cezalandırmak için yeni tekniklerin geliştirilmesidir asıl
normal olan. Normal diye bir şey aranıyorsa, o da sivillerin bombalanması,
insanları mahkemeye çıkartmadan hapse tıkılmasıdır. Bu konularla ilgili olarak
kendilerini yırtıp duran liberaller, tüm bu işleri meşrulaştırıyorlar ki bu da
normal.
Bizse bugün güvenliği şu şekilde anlıyoruz:
Güvenlik, burjuva toplumuna ait, ulvileştirilmiş
bir kavramdır.
Güvenlik anlayışı, söylemi sömürgeciliğe teslim
eder ve devrimci olandan uzaklaştırır. Bu noktada açlık söylemini gıda
güvenliği; emperyalizm söylemini enerji güvenliği; küreselleşmeyle ilgili
söylemi tedarik zincirlerinin güvenliği; refah söylemini toplumsal güvenlik,
kişisel emniyeti özel güvenlik önünde diz çöktürür. Güvenlik, tabiatı gereği
komünal olan her şeyi burjuvalaştırır. Bizi devletin aklı, şirketlerin
çıkarları ve bireysel egoizmden bahsetmeye zorlar ve doğalında toplumsal olan
çözümlerden uzaklaştırır. Ellerimizdekileri paylaşmak yerine, onları
biriktiririz. Aşımızı başkalarıyla bölüşmek onların açlıktan ölmelerini izleriz
ve bunların hepsini güvenlik adına yaparız.
Güvenlik, işçilerin sömürülmesi,
yabancılaştırılması ve yoksullaştırılması noktasında öncü bir rol oynar. Kendi fetişini yaratır, tüm diğer mallara
kendisini yedirir, bizleri doğalında güvensiz kılan sömürünün maddi koşullarını
görmememizi sağlayıp o sömürü sürecini yoğunlaştırırken bir yandan da daha
fazla riske ve korkuya sebep olur. Güvenlik, kapitalist ilişkilerde bizi daha
da güvensizleştirir. Ancak devrimle elde edilecek şeyi tüketmek suretiyle
kendisini tatmin etmeye çalışır.
Biz bu bildiriyle
aşağıdaki çağrıları yapıyoruz:
Güvenliği gerçekte olduğu biçimiyle ortaya koyun;
Politik söylemin güvenlik temelli inşa edilmesine
karşı çıkın;
Güvenliğin otoriter ve gerici niteliğine itiraz
edin;
Güvenlik politikalarının bizleri maddi koşullardan
ve meselelerden uzaklaştıran adımlarına işaret edin, bu politikaların
özgürlükçü politikayı polise ait bir güce dönüştürdüğü üzerinde durun;
Burjuvazinin güvenlik ve
polis gücü üzerine kurulu ufkunun ötesine uzanmamızı sağlayacak alternatif bir
politik dili oluşturmak için mücadele edin.
Mark Neocleous
George Rigakos
0 Yorum:
Yorum Gönder