II.
Enternasyonal’in 1907 tarihli Stuttgart Kongresi’nde ana gündem, sömürgeler
meselesidir. Tartışmanın bir tarafında duran isim, Hollanda sosyalistlerinin,
Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin lideri Henri van Kol’dur. “Barbarlıktan
sosyalizme sıçramak imkânsızdır.” diyen ve “sosyalist sömürgeler”den söz eden
van Kol, gelen itirazlara şu şekilde cevap verir:
“Kongre,
genel anlamda sömürge politikasının özellikle işçi sınıfı için faydalı olduğu
tespitini abartılı bulan düşünceyi tasdik etmektedir. Ancak kongre, sömürge
politikasının sosyalist bir rejimde medenîleştirici bir etkisi olabileceğinden,
ilkesel olarak ve tüm zamanlara teşmil edilecek biçimde, her türden sömürge
politikasına karşı çıkmamaktadır.”[1]
Kongredeki
bu tartışmada Lenin, kendi kılıcını sallar. “Sömürgelerin kapitalizmin yumuşak
karnı” olduğunu tespiti eden Lenin, “buraların endüstrileşmiş Avrupa’ya kıyasla
görece daha önemli bir devrim alanı” olduğunu söyler ve van Kol gibilerin
burjuva niteliğini ifşa eder.
Bu
dönemde sömürgelerinden gelen destekle Avrupa emperyalizminin işçi sınıfını
susturmayı bildiği iddia edilmektedir. Bu durağanlaşmaya ve sosyalist siyasete
sirayet etmiş olan sosyal şovenizme karşı Lenin, Emperyalizm isimli
broşürü ile bir hat çeker. Lenin, Çin’de ve Asya’nın birçok yerinde yaşanan
ayaklanmalarla temas kurar, Avrupalı yoldaşlarına enseyi karartmamalarını
söyler ve onlara yüz milyonlarca doğulu yoldaşının olduğunu hatırlatır. 1913
tarihli Asya’nın Uyanışı[2] makalesinde, “Asya’nın uyanışı ve
Avrupa’daki ileri proletaryanın iktidar mücadelesi, Dünya tarihinde bu yüzyılın
başında ortaya çıkan yeni aşamanın bir simgesidir” demektedir.
Nihayet
Ekim Devrimi gerçekleşir ve Lenin, devrimin Moskova-Petrograd hattına sıkışması
tehdidine karşı doğudaki imkânları değerlendirmeye yönelir. Başta İngilizler
olmak üzere dünya emperyalist güçlerinin ablukasına ve içteki Beyaz Ordu
güçlerine dönük desteklerine karşın bolşevik liderlik, dış ilişkilerde
ekonomik, politik, diplomatik ve askerî kimi nefes kanalları açmak için gayret
sarf eder.
Burada
emperyalistler arasındaki rekabet istismar edilmekte, bir yandan da Avrupa’dan
gelecek devrim haberleri beklenmektedir. Ne Yapmalı?’nın “saldırıda
savunma hattı” örmekle bir ilişkisi varsa, ilgili dönemde kaleme alınan Sol
Komünizm de bir anlamda “savunmadaki saldırı hattı”nın şekillendirilmesine
dönüktür.
Bu
tartışmaların kanlı canlı yaşandığı devrimi takip eden birkaç yıl süresince,
önemli işaretler vermesine karşın, Almanya’daki devrim gerçekleşmez. Kısa
vadede Moskova, Almanya hükümetinin geri adım atmasına yönelik hamle yapar ve
kendisi açısından önemli kayıpları göze alarak, Brest-Litovsk Anlaşması’nı
imzalar. Bu yakınlaşmanın farklı bir düzlemde başka bir yansıması daha olur.
Bu
dönemde 1918 sonu Almanya’ya kaçmış olan ittihatçı liderler, Troçki’nin önemli
fikir babalarından olan ve ittihatçılarla bir dönem çalışan Parvus
aracılığıyla, o dönemde hapiste bulunan ve barış havası sonucu kendisine özel
hücre tahsis edilen Karl Radek ile görüşürler.
Radek’in
niyeti, özellikle Talat’tan, Almanların ve Osmanlı’nın miras bıraktığı doğudaki
imkânlardan faydalanmaktır. Karşılıklı beklentiler ve hesaplar üzerinden bu
anlaşma sağlanır ve Enver Moskova’ya gider. 1919 başlarında eski gizli örgüt
Teşkilât-ı Mahsusa’nın isim değiştirilip yeniden organize edilmesi suretiyle
teşkil edilen İslam İhtilali Cemiyetleri İttihadı artık bolşeviklerin
hizmetindedir.
Talat
Paşa ve Enver Paşa arasındaki fikir ayrılıkları bu dönemde netleşir. Talat,
batı ile uzlaşmadan yanadır. O, ittihatçıların “Selânik ocağı”nı, Enver ise
“Manastır ocağı”nı elinde tutmaktadır. İlki hareketin fikrî, ikincisi amelî
omurgasıdır.
1908’den
sonra ittihatçı hareketi gizli dağınık örgüt olmaktan çıkartıp partiye
dönüştüren, devletlîleştiren Talat için Enver’in planları sorunludur. Kendisi
Anadolu’ya bir halef bırakıp dış ülkelerde anlaşma zeminleri aramaktadır. Bu
halef Mustafa Kemal’dir.
Bugün
genelde ittihatçılık “istenmeyen evlat” derekesinde ele alındığından,
kemalistler ve liberaller, ittihatçı karşıtlıklarını dönemin değerlendirmesine
teşmil ettiklerinden, bu noktada başlangıç anlamında, Türkiye Cumhuriyeti
“ittihatçılardan kopuş” olarak resmedilmektedir. Bu, Atatürk’ün “Allah”
yapılması için şart gibidir. Oysa ittihatçılık, tüm maddeye, tarihe ve topluma
direnen, değişmeden kalan metafizik bir olgu değildir.
İttihatçı
hareketin içinde Thomas More’dan esinlenerek komünal köy kurmayı düşünen Tevfik
Fikret gibi isimlere rastlanmaktadır. Şair ve arkadaşları paraları yetmediği
için Yeni Zelanda’ya gidemezler ancak Manisa’da arazi alıp bir süre burada
yaşarlar.
Genelde
Balkan Savaşları’nın ittihatçılıktaki Fransız sosyalizmi ile Rus Narodnizmine
yakın duran “halkçı” çizgisini devletçi ve Türkçü bir yere çektiği söylenir.
Kaybedilen Balkanlar’ın ikamesi Türkistan’a, hatta Hindistan’a dek uzanan
hattır. Ekim Devrimi’nin hareketi kendi ilk kaynaklarına, Balkanlar’da gerilla
oldukları, oradaki Rum, Yahudi ve Bulgar işçilerle ilişki kurdukları, II.
Enternasyonal’e delege gönderdikleri dönemi diriltmiş olma ihtimali mevcuttur.
İstanbul’daki Teşkilât-ı Mahsusa’nın yeni örgütlenmesi Karakol’un başı olan
Kara Vasıf’ın Sivas Kongresi’nde ABD mandası talep edip, sonrasında İstanbul ve
Ege’de İslam dünyasına has bir bolşevizmde karar kılması bunun göstergesidir.
Bu, aynı zamanda dönem dâhilinde Wilsonist ilkelerle Leninist ilkelerin rekabet
içinde olduğunun da delilidir.
Enver
Paşa, İslam İhtilali Cemiyetleri İttihadı adına M. Kemal’e yazdığı mektupta,
“hepimiz komünist olmalıyız” demekte, “Rusya’da komünistliğin sönmek üzere
olduğunu görürsek, onu da ihya edecek yardımlardan geri durmamalıyız,
kanaatindeyim” diye de eklemektedir. Komintern başkanı Zinovyev de İttihad’ı
“komünist olmayan ama devrimci olan bir örgüt” olarak anmaktadır.[3]
1919
Nisan’ında ise Enver Paşa, Cemal Paşa’ya İttihad’ın şu programatik ilkelerini
iletir:
“İslam milletlerinin
kurtuluşu, Avrupa’nın emperyalist kapitalist olması sebebiyle sosyalistlerle
teşrik-i mesai, dinin esaslarına uyması şartıyla, kurtarılan memleketlerde
sosyalizmi kabul, İslam’ın kurtuluşu için devrim de dâhil, tüm araçların
kullanılması.”
Kendisine
de bildirilen bu örgütlenmeyi M. Kemal kabul eder, ama merkezin Moskova
olmasına karşı çıkar. “Panislamizm” diyerek Rusları korkutmak yerine,
“anti-emperyalist” yaftasının öne çıkartılmasını önerir. İttihad, bir tür
“müslüman Komintern” şeklinde düşünülmektedir. Sonradan İttihad’ın Türkiye
seksiyonu olarak Anadolu’da Halk Şuralar Fırkası kurulur. Enver’in fazla Türk
bulunması sebebiyle, bu harekette çözülmeler olduğu iddia edilir.
Bu
ittifakta Enver, bolşeviklerin müslüman âlemde çalışmaları noktasında kendisine
dönük ihtiyaçlarının farkındadır. Çarlık askeri iken bolşevik safa geçen
askerler için kullanılan tabirle, Lenin de onun hakkında şu tespiti
yapmaktadır: “Bu kırmızı turba güven olmaz, ama özellikle İslam âleminde onunla
birlikte iş yapmak gerekmektedir.”
Bolşevikler,
öncelikle eski Çarlık Rusya bakiyesi topraklardaki müslüman ahali içinde
çalışma yapma noktasında Enver ve Sultan Galiyev gibi isimlere ihtiyaç
duyarlar. Özellikle Kafkasya odaklı çalışmalarda, bolşeviklere din ve millet
ekseninde şekillenen esaslı bir itiraz mevcuttur. Pavloviç bu hususta, “dine
bağlılığı sebebiyle Türk halkı komünizmi benimsemiyor” demektedir. Öte yandan
da bu, “ilkellikleri aşikâr olan bu Türkistan bölgesinde çalışma talimatını
reddeden”, bir ara Komintern genel sekreteri olmuş Angelica Balabanova
gibilerde görülen kimi avrupamerkezci yaklaşımların hüküm sürdüğü bir dönemdir.
Doğuya
dönük çalışmaları başlatan bolşevik kadrolar arasında Mayıs-Temmuz 1919 gibi
Avrupa’da devrim fikri hâkimdir. 1920 Yaz’ı Polonya saldırısı başarısız olunca
yüzler doğuya döner. Bu dönemde “dünyanın tüm işçileri ve ezilen halkları
birleşin” sloganı şekillenmektedir. Lenin, “Sovyet Rusya’nın müdahalesi ile
sömürge hareketleri kapitalizme bulaşmadan sosyalist olabilir” fikrini
geliştirir.[4]
Komintern’in
II. Kongresi, Temmuz 1920’de toplanır. Temel olarak sömürge ve millet
meselelerinin tartışıldığı bu kongrede Lenin, iki isimle yaptığı tartışmalar
üzerinden, konuyla ilgili tezlerini netleştirir. İlk isim, Hollandalı Henk
Sneevliet’tir. Müstear adı ile Maring, 1911 gibi, batik işçilerinin İslamî
söylem üzerine kurduğu bir sendikal hareketin hüküm sürdüğü Doğu Hint
Adaları’nda sosyalist bir örgüt kurmuştur. Hareket, sonrasında önceleri Çin
yayılmacılığı, ardından Hollanda emperyalizmine karşı bir tepki olarak
örgütlenmiş Sarekat İslam içine sızar.[5] Bu süreçte önemli mevziler
elde edilir.
Lenin’in
tezleri hazırlama aşamasında Maring’in bu tecrübeleri önemli rol oynar. Temelde
sömürgelerdeki kurtuluş mücadelelerinde burjuvazi ile ittifak yapılmasına
ilişkin meselenin tartışıldığı kongrede Sneevliet’in tezleri Lenin üzerinden
büyük ölçüde kabul görür. Maring, tartışma dâhilinde belli bir denge bulmak
adına, “madem bu doğulu devrimcileri beğenmiyorsunuz, eğitim çalışması yapalım
o vakit” diyerek KTUV olarak bilinen okulun kurulmasını önerir.
İlgili
kararlara şerh düşen, bu politikayı reddeden isim ise Mahabendtra Roy’dur.[6]
Genç yaşta mücadeleye atılmış bir isim olan Hindistanlı Roy, sürgün edilmiş,
Meksika’ya gidip orada komünist parti kuruluş çalışmalarına katılmıştır. Sonra
Avrupa üzerinden Moskova’ya gelir. İtirazında belli ölçüde Avrupalı
komünistlerin sesi yankılanmaktadır. Komintern'deki İtalyan delegesi Serrati,
“ben bu zamana dek burjuvazi ile her şekilde hesaplaşmak gerektiğini savundum.
Bu kararın altına imza atmam” demektedir örneğin. Avrupalı komünistler,
konjonktürü, coğrafyayı ve hedefleri karıştırmaktadır bir yanıyla.
“İngiltere’nin
Aşil topuğu, sömürgelerdir” diyen Karl Radek, “Hindistan’ı çıkartın, İngiltere
imparatorluk olmaktan çıkar” tespitini yapmaktadır bu dönemde. Troçki de
Haziran 1920’de Çiçerin’e yazdığı mektupta, doğu meselesinin emperyalizmle
pazarlık yapma noktasında kullanılmasını önermektedir. Ona göre, doğudan hiçbir
şeyin çıkmayacağı kesin gibidir.
Ama
genel bir bakışla, sürecin bir yanıyla devletlî katta akan bir yanı mevcuttur.
Bolşevik önderlik, devletler sistemi içinde yer bulma gayretindedir. Barış
görüşmeleri, taktikler, bilcümle gizli-açık görüşmeler, bu minvaldedir. Ama
temelde dünya devrimi, uzun soluklu hedef doğrultusunda unutulmuş da değildir.
Moskova, Buharin ağzından, Rusya’nın “doğu ile batı arasındaki uzlaşma köprüsü”
olduğunu söylemektedir. Burada açıktan batı emperyalizmine dönük aba altından
sopa gösterilmekte, “sömürgelerinizi kopartırız sizden!” denilmiş olmaktadır.
1919 Mart’ında yapılan I. Komintern Kongresi’nde, “Afrika ve Asya’nın sömürge
köleleri! Avrupa’da proletarya diktatörlüğünün kurulduğu saat, sizin
kurtuluşunuzun saati olacaktır!” denilmektedir.[7] Avrupa’da devrim beklentisinin
suya düşmesi ile II. Kongre doğuya odaklanır ama bu yönelim, esas olarak
üzerine gelen emperyalizmi zayıflatma ve bu yönde masada koz elde etme amacını
gütmektedir.
Komintern’in
kuruluş kongresinden çok önce Lenin şu tespiti yapar: “Savaş esirleri arasında
yapılan çalışmalar, üçüncü enternasyonal yaratmak için yapılanların gerçek
temelidir.” Doğu ve batıdan gelen esir askerler arasında yapılan ajit-prop
faaliyetin baş aktörü ise Mustafa Suphi’dir.[8]
1883
Giresun doğumlu olan Mustafa Suphi, Fransa’daki eğitiminin ardından İstanbul’a
döner. Burada önemli ölçüde 1905 Rus devriminin tesiriyle politikleşmiş ve
Türkî diyarların kurtuluşu gayesiyle faaliyet yürüten Yusuf Akçura’nın etkisi
altındaki, ittihatçılardan kopma Millî Meşrutiyet Partisi’ne girer. Başbakana
yönelik suikast üzerinden tutuklanıp Sinop Cezaevi’ne gönderilir. Burada
“İslamî sosyalizm” olarak ifade edilebilecek görüşlere sahip, Melâmî tarikatına
mensup bir din adamının etkisi ile ittihatçıların görece “uluslararası
masonizm”ine yanıt olarak Türkçü-İslamî bir “masonizm” fikri geliştirir. Bir
yıl sonra 1914’te Rusya’ya kaçar. Burada esirler arasında yürütülen bolşevik
propagandanın etkisiyle komünist olur. RSDİP’e kaydolur. Ekim sonrası Tatar-Başkırt
Türkleri ile Moskova’da Yeni Dünya isimli bir gazete çıkartır.
25 Temmuz 1918’de Müslüman Halklar Komiserliği talimatı ile Moskova’da Türk
iştirakiyyun kongresini toplar. Suphi’nin bağlı olduğu Müslüman komiserliği,
işlevini şu ifadelerde somutlamaktadır:
"Esas kitlesi
müslüman olan doğu halklarının dilini en iyi bilen ve o halklara mensup olan
biz komünist müslümanlar, kendimizi bu eylem dâhilinde faal bir bileşen olarak
rol oynama noktasında yükümlü hissediyoruz. Bu sebeple RKP(B) Merkezî Müslüman Bürosu,
bir enternasyonal tertip etti ve bir propaganda departmanı kurdu, doğu
halklarının kendi dillerinde broşürler yayımladı, kadrolar, propagandacılar ve
ajitatörler hazırladı, bu alanlardaki çalışmalar için tüm müslüman komünistleri
davet etti. Büronun umudu, bir aile olan dünya işçileri ile tüm mazlum halkları
birleştirmektir.”[9]
O
dönemde katıldığı bir toplantıda, “İngiliz-Fransız kapitalizminin beyni
Avrupa’da, ama bedeni Asya ve Afrika düzlüklerinde uzanıyor.”[10] tespitini
yapan Suphi, sonradan Milliyetler Komiserliği Doğu Halkları Merkez Bürosu Türk
Seksiyonu başkanı olur. Bu Türk seksiyonu, muhtemelen takip eden yıl içinde
Türkiye İştirakiyyun Teşkilâtı’na dönüşür. Kırım, Batum, Taşkent ve Kazan
büroları oluşturulur. “Parti” yerine “teşkilât” denilmesinin nedeni, partinin
esas olarak memlekette kurulması ya da olması gerektiğine dair fikrin hâkim bir
nitelik arz etmesidir.
Suphi,
22 Ocak 1919’da Kırım’a gelir. Burada Müslüman Komünistler Bürosu’nu kurar.
1918’deki kurultayın kararı olarak kurulması öngörülen Türkiye İştirakiyyun
Teşkilâtı’nın ön örgütlenme çalışmalarını yapar. Anadolu'yla ve İstanbul’la
temas kurulur. 23 Nisan’da Beyaz Ordu buraya saldırınca Mayıs'ta Odesa’ya
gider. Mart 1919 tarihli Komintern kongresine TİT’in temsilcisi olarak katılır.
Buradan iki grup Anadolu ve İstanbul’a gönderilir. Taşkent’te Türk Kızıl Ordusu
teşkil edilir. 28 Nisan’ında Azerbaycan sovyetleşir. Ardından Suphi, 27 Mayıs
1920’de Bakû’ye gider. 12 Haziran’da üstlerine verdiği raporda, Bakû’deki
ittihatçı TKF’yi tasfiye ettiğini, Azerbaycan KP’sine bağlı Bakû TİT’ini
kurduğunu anlatmaktadır.
İttihatçıların
Türk Komünist Fırkası, 11 Nisan 1920’de kurulmuştur. Karl Radek, doğu
müslümanları ile temas kurmak için Enver Paşa’yı görevlendirmiştir. Bu aşamada
Kafkaslar genel üs olarak görülmektedir. İttihatçılar, Balkanlar’ın
kaybedilmesinden sonra yeni Osmanlı toprağı olarak göz diktikleri Kafkaslar ve
Türkistan’da faaliyet yürütmektedirler. Bu noktada bolşeviklerle ittihatçılar
arasında İngiliz karşıtı bir yakınlaşma söz konusudur. Azerbaycan da
ittihatçıların katkıları ile ele geçirilir. TKF bir istihbarat noktası olarak
kullanılır. Parti, bir yanıyla neoittihatçıların, yani kemalistlerin Moskova
ile bağlantısı olarak da görülmektedir. İttihatçılar Ekim’den etkilenirler ama
bu etkilenme daha çok jeostratejik bir nitelik arz etmektedir.
Anadolu’da
ise yenilgi sonrası doğuya yönelme politikası vakidir. Büyük olasılıkla
Moskova-Londra anlaşması sonrası dengeler değişir ve Moskova Anadolu
karşılığında Kafkasları alır. Churchill’in yaklaşımı budur. O, savaştan yana
değildir. Anadolu’yu İngiliz yurdu kılma derdindedir. Önceden kışkırtılan Yunan
güçleri arkadan bıçaklanırlar. İddialara göre, İngilizler savaşın Türk tarafına
Yunan karşıtı istihbarat temin etmişlerdir.
Tasfiye
ettiği TKF’den eski ittihatçı, yeni Kemalist Fuat Sabit, 13 Ağustos 1920’deki
TİT Bakû toplantısında Suphi’yi Anadolu’ya çağırır ama sonradan onun Anadolu’ya
girmemesi için de elinden geleni yapar. Suphi’nin yakınında ittihatçı ve
kemalist ajanlar mevcuttur. Fuat Sabit, sonradan Erzurum’da yanından kaçacak
olan Mehmet Emin ve Süleyman Nuri bu isimler arasındadır. Suphi, ittihatçı
TKP’nin tasfiyesi sürecinde bir anlamda sorguladığı Fuat Sabit’e onun komünist
olmadığını söyler ve kemalist hareket hakkında şu ifadeleri kullanır:
“Gelgelelim bu kuvvete
yardım edeceğiz. Ancak uzun zamanlardan beri zulüm altında ezilen Anadolu
rençberini kurtarmak için paşalara şöhret kazandırmak, bir hizb-i kalîl-i
müstebidi (kıymetsiz despotlar partisini] âmir etmek için değil.”
Türkiye
İştirakiyyun Teşkilâtı, “Rusya’daki örgütlerin delegelerinin ve Türkiye’den
gelecek delegelerin katılacağı bir kongre yapılması”nı kararlaştırır. Bu
kararın ardından teşkilâtın merkez bürosu, planlanan kongrenin yeri ve tarihini
belirleyerek, 25 Haziran 1920 tarihli bir yazıyla Azerbaycan Komünist Partisi
Merkez Komitesi’nden 1 Eylül 1920’de Bakû’de toplanması düşünülen kongre için
yardımlarını talep eder. TİT’in yayın organı Yeni Dünya gazetesi, Temmuz
1920 sayısında “Eylül başında Bakû’de Türkiye İştirakiyyun (Komünist)
Teşkilâtları’nın kongresi başlayacaktır.” müjdesini verir.
“Yirmilerin başında
bolşevik politbüro, doğudaki bir dizi ülkede muhtelif faaliyetler içine girer.
Her durumda esas olarak üç oyuncu mevcuttur sahnede. Esas oyuncu, dış siyasî
faaliyetleri planlayıp uygulaması sebebiyle, bu siyasetin tüm farklı yüzeylerini
doğal olarak bilen Moskova, ikinci oyuncu, kendi dış ilişkilerini doğası gereği
bilen ve Kremlin ile yereldeki komünistlerin arasındaki bağlantıların gayet net
farkında olan yereldeki burjuva milliyetçi hükümet, üçüncü oyuncu ise Moskova
ile kendi ülkesindeki burjuva milliyetçi hükümet arasında neler olup bittiğini
bilmeyen yereldeki komünist parti.”[11]
Temmuz’daki
II. Komintern Kongresi kararları uyarınca doğu halkları kurultayı
toplanılmasına karar verilir. 20 Temmuz’da esas olarak Ermeni, Türk ve İran
halklarına yönelik çağrı yapılır. Sonrasında bu kurultayın kapsamı
genişletilir. Kurultay, 1-8 Eylül tarihleri arasında Bakû’de gerçekleşir.
Katılımcılar üzerinde Enver Paşa’nın ciddi bir tesiri vardır. İki gün sonra
Suphi ve yoldaşları TKP’yi kurup parti faaliyetlerini Anadolu’ya taşıma kararı
alırlar.
Bakû
Kurultayı, İngilizlerle pazarlık gayesi ile yapılır. Sovyetler, kendisinin
tanınması, askerî, ekonomik ve politik sıkışmışlığını aşmak için İngilizleri
anlaşmaya zorlamak derdindedir. Bu amaçla İngilizlerle çatışma ihtimaline yol
açacağı öngörüsü ile İran’daki tüm ilişkiler kesilir. İran boşaltılır ve ülke,
Rıza Şah’a teslim edilir. Küçük Han tasfiyeye maruz bırakılır. Aynı dönemde
Çerkes Ethem’in de tasfiyesi söz konusudur.
Eşzamanlı
olarak ittihatçıların bolşeviklerle kurdukları ittifak da boşa düşer. Bir
anlamda M. Kemal, İngilizlere “bırakılan” Anadolu’da kendi iktidarını
pekiştirme imkânı bulur. Daha öncesinden Suphi’yi Anadolu’ya çağıran, "ne
yapacaksanız gelin, burada, hükümetin çatısı altında yapın” diyen M. Kemal,
konjonktürel olarak önündeki fırsatı değerlendirir. Tertibata başlar. 15
Aralık’ta izinler alınır. 28 Aralık’ta Suphi ve yoldaşları Kars’a gelirler.
14
Aralık’ta İran-Meşhed’deki İngilizler, Lenin’in muhtemelen Suphi’lere yönelik
ya da onlarla ilgili olarak çektiği şu telgrafını bulurlar. Burada dile
getirilen görüşler, ilerleyen süreçte, önce İngilizlerle, ardından Türklerle
imza edilecek olan anlaşmalardaki “komünist propaganda yapılmayacak” hükmüyle
çelişir niteliktedir ki aslolarak gerilime de bu çelişki yol açmış
görünmektedir:
“Türkiye’de özellikle
Mustafa Kemal’in ordusunda Sovyet propagandası yapılması için çok ısrar
edilmeli ve kemalistlerin ikiyüzlü subaylarının iç yüzünü ortaya koymalısınız.
Türk komünistleri Antanta’ya karşı bir Rus-Türk bağlaşması için geniş çaplı bir
kampanya açsınlar.”
Lenin’in
bu telgrafı şu tespiti ile tutarlıdır:
“Biz komünistler, sömürge
ülkelerdeki burjuva kurtuluş hareketlerini yalnızca bu hareketlerin gerçek
manada devrimci oldukları, temsilcilerinin bizim devrimci bir ruhla köylüler ve
sömürülenlerin en geniş kitlesi içinde eğitim çalışması yapma ve örgütlenme
faaliyetlerimizi engellemediği ölçüde desteklemeliyiz, destekleyeceğiz. Eğer bu
koşullar mevcut değilse, o vakit komünistler, bu ülkelerde reformist
burjuvaziye karşı mücadele ederler.”[12]
Oysa
1921 sonlarına ait bir Komintern analizine göre M. Kemal, "Batı Anadolu’da
Yunan işgali sonrası rekabet ve mülkiyet imkânlarını yitiren Batı Anadolu
burjuvazisinin siyasî liderliğine soyunan bir isimdir".[13] Bu miras ona
Talat Paşa’dan kalmadır. Talimatları aldığı Talat Paşa’nın ölümü ardından aynı
program ve ilkeler doğrultusunda hareket eder. Talat ile Enver arasındaki
dönemsel fikrî ayrılık, ilkinin İngiliz yanlısı çizgiyi desteklemesi,
ikincisinin jeostrateji açısından doğucu olması ile ilgilidir. Sonradan M.
Kemal’in yerine düşünülen Kâzım Karabekir de onun adamıdır.
İleride
Suphi'lerin katline imza atacak olan Kâzım Karabekir bile İslam milletlerinin
bolşevizme alıştırılması gerektiğinden, ikisinin iç içeliğinden dem
vurmaktadır. Ama aynı Karabekir, 13 Nisan’da, bir yandan da bir İngiliz
komutanına, “bolşeviklerin kollarına atılmak zorunda kalacaklarını, kendisinin
bolşevikler yerine İngilizleri dost tutmayı yeğlediğini” söylemektedir.
Anılarında
belirttiği üzere Karabekir, “Hangi mal hangi servet, neyden korkalım. Niçin
komünizmi ilân edip halkımıza yeni bir ruh, yeni bir heyecan aşılamıyoruz”
diyenlerin sayıca ve nüfuz olarak güçlü oldukları ortamı dağıtmak için M. Kemal
ile birlikte el ele çalışır. İttihatçıların bir kısmı, Anadolu’da kuzeyden
gelen seli onun, kuzu postundaki kurt misali, kısmen içinde olarak,
etkisizleştirmek, hareketi likide etmek için uğraşır. Bir yönüyle de Enver’in
Anadolu’ya dönüşü için gerekli zeminin teşkili doğrultusunda çalışılmaktadır.
Bu
dönemin bildirilerine, yazılarına yansıyan “İslamî bolşevizm” ya da “müslüman
sosyalizmi” gibi kavramlar alttan alta Enver’i işaret etmektedir. Bu zeminle
gerilimli ilişkisi olan, “bolşevizm milletimiz için faydalı ve verimli
olacaktır” diyen Çerkes Ethem’in tasfiyesi de ilgili iktidar mücadelesine son
verir. “Sırf teçhizat için para gerektiğinden değil, Rahmi Bey’in hırsızlıkla
kazandığı paralar biraz azalsın diye çocuğunu kaçırdık” diyen Çerkes ile Batı
Anadolu burjuvazisinin liderliğine soyunan M. Kemal arasındaki çatışmadan
ikincisi galip çıkar.
M.
Kemal, bu dönemde esas düşman olarak Mustafa Suphi’yi belirler. Onun kızıl ordu
ile gelerek kendisini alaşağı edeceğini düşünür ve bu noktada her zaman
egemenlerin kullandığı yoldan, komünist faaliyeti dine ve millete ilişkin
yalanlarla ezmeye ya da etkisizleştirmeye çalışır.
Erzurum
Valisi Hamit, Karabekir ve M. Kemal arasındaki yazışmalar üzerinden Suphi,
Anadolu’dan çıkartılır. 28 Aralık’ta Kars’ta kendisi ile görüşen Karabekir,
“ordu içinde komünist faaliyet yapacakmışsınız. Buna izin vermem” der.
"Millî mücadele" döneminin önemli bir bölümünde kışkırttığı
Yunanlılara karşı savaşta gerekli istihbaratı sağlayan İngilizler, yukarıda
aktarılan Lenin imzalı telgrafı kemalistlere iletmiş görünmektedir. Karabekir,
“zaten ordumuzda Bolşevik teşkilâtı yaptığınız hakkında dedikodular
başladı”[14] diyerek, Suphi’ye aba altından sopa göstermiştir. Suphi’lerin
ciddi bir rahatsızlık yarattığı açıktır.
Suphi’ler,
yol boyunca baskı görürler. Yardım etmek isteyen Sovyet elçisi, linçle tehdit
edilir. Trabzon’da Suphi’ler bir kayığa bindirilirler. Bir iddiaya göre,
Batum’a değil, komünist hücrelerin bulunduğu İnebolu’ya gidecek olan Suphi ve
yoldaşları, arkadan gelen çetenin saldırısı sonucu katledilir. Suphi’nin
ifadesi ile, “hizb-i kalîl-i müstebid”in idaresi tam anlamıyla pekişir.
Katliam
sonrası Bakû Kurultayı’nın da tesiriyle, üç ay sonra, Aralık’ta taslağı
hazırlanan ticaret anlaşması 16 Mart’ta İngilizlerle imzalanır. Ticaretin
ötesinde İngilizler, kendi sömürgelerinde komünist faaliyete yasak getirirler.
Aynı gün Türkiye ile de bir anlaşma imzalanır. Benzer bir şartın orada da yer
aldığı görülür.
Sonrasında
Komintern, ismini anmasa da, Suphi’lerin hurucunu “maceracı, iyimser ve erken”
bir hamle olarak eleştirir. Bu maceracılık eleştirisi, sonraki TKP’nin alamet-i
farikası olur.
Görünüşe
göre, Anadolu’ya dönük politik yaklaşımda ittihatçılarla kemalistler arasındaki
iktidar mücadelesine oynayan Suphi, ittihatçıların tasfiyesi ile boşa
düşmüştür. Ayrıca Kafkaslar karşılığı Anadolu’nun teslim edilmiş olması da onun
politik hurucunu anlamsızlaştırmıştır.
Gene
de bu huruc, bize tarihin öne atılmayanı devrimci saymadığını öğretmektedir.
Suphi’ler, Anadolu’ya gelişleriyle komünist faaliyetin gerçek ve maddî bir güç
hâline gelmesini sağlamışlardır. Söz konusu hurucun bugüne dek verilen
mücadelelerin tüm neferlerine ve emekçilerine; neferlerin ve emekçilerin de
ilgili huruca ait kılınması şarttır.
Eren Balkır
31 Ocak 2012
0 Yorum:
Yorum Gönder