10 Ocak 2012

,

Çığlığın Ahengi



Mağrip ve Maşrık’taki değişim ve dönüşümleri devlet katından okumak problemlidir. Ama aynı şekilde, gizdeki kimi devletlerin perdedeki aksi olan gelişmelere de temkinle yaklaşmakta fayda vardır. Sonuçta her iki açıdan da devlet denilen şey, sömürücü-zalim güçlerin kimi zaman kuklası kimi zaman da silâhından ibarettir. Yani Rusya’nın Sovyet döneminden ve Soğuk Savaş’tan artakalan bir ilişki dâhilinde Suriye’yi Akdeniz’e açılan bir kapı olarak görmesi üzerinden Esad rejimine sahip çıkmasına sevinmek, bırakalım devrimciliği, politik bile değildir. Bu, bugün, burada hiçbir şey yapmayacağına ilişkin efendilere verilmiş gizli bir sözdür.

Alt ve üst ayrımı yapmak elzemdir bu noktada. Yüksek siyaset, yönetsel-devletli ilişkiler üzerine diplomasi, uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimi bağlamında kimi tespitler yapmak, politika yapmak değildir. Bilimler için olmuş olan’ın, politika içinse olmuş olan ile olacak olan gerilimindeki olan’ın, gergin bir çarşaf üzerindeki demir gülle gibi, ağırlığı hissedilir. Bu bağlamda liberalizm ve faşizm etiketlerinin bu denli savruk ve tutarsız bir biçimde kullanılmasına da izin verilmemelidir. İlgili kullanımlar alt-üst ayrımı yapmazlar, yapılmasına izin vermezler, nihayetinde bu tip bir ayrımın politik sonuçlarını engellerler. Üstte olmayı arzulayanlar, fiilîleşen bu türden altüstlerde her zaman karşı safta konumlanırlar. Sol veya İslamî açıdan çeşitli mazeretler bulunur, sığınaklar belirlenir. Akıl ve vicdan buna göre yeni bir form kazanır. Düşene sallanmak için tekmeler hazır edilir. Misal, 2005’te yaşanan Paris ayaklanmasındaki temel gücün lümpen proletarya olması ile Hitler’in arkasındaki kitlenin sınıfsal tahlilleri eşleştirilir ve bu ayaklanma “faşizm” etiketi ile damgalanır kimi solcular tarafından. Ya da Tunus ve Mısır’daki ayaklanmalarda kitlelerin renkliliği üzerinden, Soros ve liberalizm eleştirileri ile yüklü bohçalar devreye sokulur hemen.

Oysa alttakilerde ne liberalizm ne de faşizm vardır. Bu iki ideolojik ve politik yönelim üsttekilere ilişkindir, dairdir ve yöneliktir. Meselelere, gelişmelere, olaylara ve kitlelere yukarıdan bakanlar, ancak bu prizmadan geçirirler aklî ışınlarını. Olan bitenin içinde olmadan, olacak olan’ı olmuş olan'ın hükmüne sokmak ve olan biteni silikleştirmek, politik bir tutum değildir. Üstte ya da dışarıda değil, içeride olmak; politik ve devrimci tutum budur.

Hikmet Kıvılcımlı’nın kendisinin yazı dilini eleştirenlere karşı sarf ettiği cümleyi tekrarlarsak: “çığlıkta ahenk aranmaz.” Alttakiler çığlık atarlar ve üste çıkmak isteyenler, zaten üstte olanlar, üstte olanlara öykünerek prim yapmak isteyenler, bu çığlığı teorik, ideolojik ve politik manada, olumlu ya da olumsuz bir içerikle, belli bir ahenge oturtmak isterler. Efendilerin solunda oturanlar, bu çığlıkları faşizmle; sağında oturanlar, liberalizmle etiketlerler.

Çığlıkta ahenk aranmaz ise o çığlığı atanlarda da ahenk yoktur demektir. En temelde çığlık, zaten verili toplumsal-tarihsel ilişkilerin ahengine dönük bir itiraz olarak atılır. Varlık sebebi budur. Demek ki orada, altta ahenkle, ahenk arayışı ile veya ahengin mutlak olarak kendisinde olduğu iddiası ile var olmak da mümkün değildir.

Mağrib ve Maşrık’ın ahengini bozan dinamikler, rengârenktirler. Burada esas olarak İhvan’ın rengini öne çıkartmak, İhvan’ı öne çıkartmak isteyenlerin ekmeğine yağ sürmektedir. İhvan bile tek bir renk değildir. Verili dönemsel kesitte çatlaklar meydana gelmiştir. Mısır özelinde İhvan orta sınıfı, Selefîlerin partisi Nur, alt orta sınıfı ve emekçilerin belirli bir kesimini temsil eder konuma gelmiştir. Yani Katar ve Suudi Arabistan, ateşin kendilerini yakmaması için su niyetine ortalığa petro-dolarlarını akıtır ama bu önlem, hakikat karşısında, başka bir şeye dönüşür, dönüşecektir.

İdeoloji denilen “deli gömlek”lerinden kurtulup “saf Müslüman” olduğunu iddia eden ya da daha gerçekçi bir tespitle, olmaya çalışan Müslümanların da deli gömleklerini yırtıp kimin ceketini giydiklerine bakmaları gerekir. Ayrıca politika yapma niyeti ve iradesi var ise ideolojinin önbelirlenmiş sınırlarını aşmak elzemdir. O sınırları aşan politika değil, bireyin hevası ve özgürlük hevesi ise, efendilerin başka bir ideolojisine koşulsuz biat ediliyor demektir. Sınır çekmek, sınır silmek, sınır boylarında dövüşmek, sınırları ötelemek için belli bir irade ortaya koymadan, salt sınırsızlık edebiyatı yapmak, hâkim sınıfın hizmetindedir her daim.

Birey denilen “tanrı bozuntusu”na Allah gibi tapanlar için şu veya bu ideoloji değil, ideolojinin kendisi bir deli gömleğine dönüşmektedir. Oysa bu hissiyatı koşullayan sürece bakmak şarttır. Kendi bireyliğini mutlak kabul edip hakikati ona göre hizalamaya çalışmak, bireyciliğin alamet-i farikasıdır. Özünde bireycilik de ideolojiktir. Bireyi sıfat olmaktan kurtarıp isim yapmaya çalışmak nafile bir çabadır. Mesele, “birey”li cümleler kurmamak, çıkardığımız sesin, aklımızın, yüreğimizin tarihsel ve toplumsal varlıklar olduğunu önkabul etmektir. Zamansız-mekânsız Allah’ın zaman ve mekândaki yansıması olarak tasvir edilen bireyin ilahiyatı, Allah için, Allah aşkına ve Allah yolunda, çöpe atılmalıdır. Çünkü Allah, birey olarak Muhammed’e, O’nun aklına seslenmez, aklın müdahalelerine maruz kılmamak için vahiy doğrudan kalbe indirilir. Kalb ise, Ali Şeriati tabiriyle, “en-nas”, yani halktır. Halk, her kurtuluş mücadelesinde o vahye sahip çıkar, onu yüklenir, ayağa kalkar ve kendisini yeniden kurar.

Mağrip ve Maşrık’ta halk kendisini yeniden kurmaktadır. Burada bedenlere üflenen ruhun petro-dolarların kokusu olması ihtimali başlıca tehdittir. Toprağa akan kan, zalimlere ve sömürücülere karşı öfkeyi de dem’lemektedir bir yandan. Eski Soğuk Savaş ezberleri ve kurguları ile “adam yurduna konulma” gayreti geçersizdir. İhvan ve bilcümle Müslüman hareket de Soğuk Savaş ürünü oluşlarını bu momentte dönüştürecektir. Soğuk Savaş’ın merkez üssü olan Ortadoğu, kendi özel soğuk savaşı ile baş başadır bugün. Buradan çıkış, üstte, retorikte, muhayyilede kurulmuş bir sol-İslam ittifakı ile değil, mazlum ve sömürülen halkın kolektif aklı ve iradesi ile mümkündür. Bu akıl ve irade, sol-İslam ittifakının tüm tarihsel-toplumsal mirasını dikine kesecek, geleceğe başka bir güç miras bırakacaktır.

Müslüman kesimde marksizme dönük alerji esas olarak madde ile ilgilidir. Bu, bir gerçeği dışavurur: Müslümanların marksizme düşman kesimleri, esasta kendi ibadetlerinden, inançlarından ve akıllarından oluşan bütünlüğü “mutlak madde” olarak görmektedirler. Herkesin elinde bir terazi, hakikati kendisine göre bölüp parçaları kendisi ile tartmaktadır. Eşitlemek isterken, o hakikatten özgürleşmek; özgürleşmek isterken, o hakikati kendisine denk hâle getirmek istenir. Marksizme ilişkin dert, materyalizmle ilgilidir esasta. Müslümanların marksizmle derdi olanları, maddeyi marksizme yar etmeme derdindedirler kendi maddiyatları adına. Söz konusu yarışın, kıyasın, terazinin ve tartının esbab-ı mucibesi budur. Efendiler adına, marksizm hanesine yazılan madde üzerindeki tahakküme son verilmek istenmektedir. Kimi sol da bu tahakküm zannı ile ekmek yemeye devam etmek istemektedir.

Oysa marksizm için madde-cilik değil, maddîcilik söz konusudur. Yani madde, Allah statüsünde ve onunla eş kudrette bir varlık değildir. Temelde madde olarak kodlanan, bilinen, algılanan, hissedilen şey ne ise onu mutlak verili bir bütünlük olarak yüceltmek değil, ona ait olan parçaların analiz edilmesi söz konusudur. Esasta marksizm materyalizmi pratize eder, sürekli olarak “praksis materyalizmi”nden dem vurur. Bu, hareketsiz ve eylemsiz madde olamayacağına ilişkin bir vurgudur. Marksizme saldıranlar, Rosa Lüksemburg’un “kıpırdamazsan, mahkûm olduğun zincirleri de hissedemezsin” sözü üzerinden, o zincirlerin baki kılınması için, kıpırdamaya ilişkin maddî pratiği silmeye niyetlenmektedirler.

Liberalizmin kırklardan beri yürüttüğü faşizm eleştirileri, stalinizm eleştirilerine zemin hazırlamış, bu eleştiri ise döne dolaşa marksizme doğru sivriltilmiştir. Bugün kimi Müslümanlar, “erdemli bir toplum” kavgasının abesliğinden ve saçmalığından bahsetmektedirler. Böylelikle bu Müslümanların elinde Medine Vesikası da yırtılmaktadır. Zaten tarih, teorik mirası ile Mekkî mücadeleyi geri itmek için gerekli zemini teşkil ettiğinden, Medinevî pratiğin de silinmesinde hiçbir beis yoktur.

Materyalizmdeki “madde” ile İslam’daki “Allah” dövüşmez. Dövüştürenler, esasta mutlak maddî birer güç olarak kendi bireyliklerini yarıştırıyorlardır. Politik mücadeleden uzaklaşıp dar ideolojik kalıplara mahkûm olduğu ölçüde her iki kesim, mübareze anlamında, bu politikleşmeye karşı olan unsurlarını savaş meydanında karşı karşıya getirmektedir. Bu unsurlar, bazen elif’inden mim’ine tüm Kur’an metnine dönük hâkimiyetini ya da Marx’ın nişanlısına yazdığı şiirlerden Kapital’e, tüm külliyata dönük hükmünü terazide tartarlar. Kimi iyi niyetli unsurlar ise terazinin kefeleri arasında denklik durumunu mutlaklaştırmak isterler. Ama gene de bu pratik, terazinin varlığına tabidir. Denkleme, eşitleme, aynı seviyeye getirme, rekabet için şarttır. Atletlerin aynı çizgi arkasında hizalanmasına benzer bir durumdur bu.

20. yüzyıl İslam âlimlerinin marksizmle olumlu ya da olumsuz bir rabıta kurmuş olmaları önemli bir mirastır ancak bu rabıtanın baştan sakat olduğunu da kabul etmek gerekir. Hepsi de Sovyetler ve kendi ülkeleri arasındaki güç ilişkileri dolayımı ile meseleyi ele almışlardır. Bazı sol örgütlerin kafasında Sovyetler’in yerini Portekiz’den Yunanistan’a dek tüm mevcut komünist partiler ya da Latin Amerikalı sol örgütler almışsa, kimi İslamcılar için de Sovyetler’in yerini batılı think-tank’lerin liberalizmi ve Katar-Suudi Arabistan'ın (KİK) parasal gücü almıştır.

Söze en yüce ve en kudretli güçle (misal Allah ile) başlayıp pratikte en aşağılık ve en geri güce biat etmek, orta sınıfın pazarlık üslubudur. İfrat tefrit içindir. Bu denli yüceden söze başlamak, en geri pratiği meşrulaştırmayı amaçlar. Zira en yüceden söze başlayan, tüm olası ileri ve devrimci pratik imkânlarının geçersizliğini kendince ispatlamak derdindedir. Sonuçta bugün sol ve İslam arasında bir rabıta gerekliyse bu, bugünün mazlum ve sömürülen halk kitlelerinin mücadele içinde ördüğü güç mevzilerine göre, ona tabi olarak oluşmak zorundadır.

Suyun yasalarını bildiği için su üzerinde yürüyeceğini zannetmek, ahmaklıktır. Kur’an’ın tevilini, tefsirini, mealini, türetilen fıkhı, ameli ve akideyi ezbere bilmek, Kur’an’ın Levh-i Mahfuz’un basit bir cüzü olduğunu unutturur. Böylelikle İbrahimî geleneğin iç devrimi olan İslam, diğer dinlerle denklenir, onlara benzer, Muhammed bir “Yahudi peygamberi” ya da İsevî bir Mesih oluverir. İslam’ın diğer dinleri neshettiğiyse unutulur.

Temel mesele, Şam’da Amerikan şirketlerine verdiği danışmanlık hizmeti ardından gidip Emevi Camii’nde özgürce namaz kılmak değildir. Hakiki mücahidin, kendi dininin Kur’an, İslam ve Peygamber öncesi dönemin dinine dönüşme tehlikesine karşı sürekli uyanık olması ve bu ihtimalin tüm işaretleriyle, verili durumda, dövüşmesi gerekir. Yücede, yukarıda olup efendilerle pazarlık masasına eşit bir bileşen olarak oturduğunu zanneden liderlerin gölgesindeki hareket, tüm sıçrama imkânlarını da çöl kumuna gömüyor demektir. Sonuç neden, isim sıfat, eylem söz oluverir. Ak Parti’den İhvan’a, oradan Gannuşi ve Benkirani’ye dek uzanan hatta Müslümanlar, toplumsal ve tarihsel sorumluluklarından azade kılınmakta, Müslümanların bir kısmı da özgürleşme diye bu politik ve ideolojik saldırıyı bağırlarına basmaktadır. Bu özgürleşmenin rayihası ile Müslümanlar, söz konusu hattın İslam’ın bağrına saplanmış emperyalist bir hançer olduğunun farkına varamamaktadırlar.

Sünni-Şii savaşı ABD-İsrail oyunu ise, buna benzin dökecek herhangi bir teşebbüsten kaçınmak da Müslümanlığın gereği olmalıdır. “Takiyye, hile ve kurnazlıkla bizimkiler iktidarı alır, sonra işbirliği yaptığımız tağutî rejimleri defederiz” denemez. Burada belli şahısların maddî mevcudiyetlerine fazlaca değer yüklenmektedir. Sanki Cübbeli Hoca ölse İslam bitecek gibi davranılamaz misal. Cübbeli gibiler, Müslüman halkla kurdukları gizli anlaşmaya güvenmektedirler. Onlara İslam oluşlarında her zaman belirli eksiklikler olacağı inandırılır ve maddî güç olarak paraya, şöhrete ve malumatfuruşluğa kul edilir.

Maddeden büyük olan, onu yaratan Allah’ın yolundan gitme iradesi, bir maddî pratik olarak, budünyada sadece kendisini madde, başkalarını buhur, sis gibi bir şey olarak görmek demektir. Bu görme biçiminin ucu bucağı yoktur. Sınırsızlık, tek sınırdır. Maddî varlıklar olarak Kur’an ve Muhammed’in artık bir ağırlığı yoktur hayatta. Maddî planda bir cemaatle kolektif olarak aynı eylemi aynı ânda ve aynı içerikle yapıyor olmanın anlamı da doğalında kaybolur. En-nas da maddiyatın silinmesi ile değerini yitirir. Soğuktan donan bir evsizin derdiyle hemhal olmak, Müslüman için artık çok yabancıdır. Efendiler düşmanlarını birbirlerine düşürmekte mahirdirler. Kuvvetini ve kudretini biraz da buna borçludurlar. Marksizm düşmanlığı ile Müslüman kesimler, maddiyatlarını ve dolayısıyla maneviyatlarını unutmuşlardır.

İslam, her daim, mazlumların çığlığıdır. Ahenksizdir. Maddî planda İslam tarihi boyunca, çeşitli dönemlerde belli bir bileşen, belirli bir cüz öne çıkar, çıkartılır, çıkartılmak zorunda kalınır. Bu tasavvuf olur, fıkıh olur, cihad olur. Bu üçü arasında belli bir bağ mevcuttur. İlki bireyle, ikincisi bireyselleşmiş bir iktidarla, üçüncüsü bireyselleşmiş iktidarın hâkimiyet alanının genişletilmesi ile ilgilidir. Bağ koptuğu vakit hakikat oradan, zemzem misali, sızar, kendisini ele verir ve yeni bir bağın kurulmasını emreder. Yani iktidara ve iktidarın tahakküm araçlarına mesafe koymuş bir maneviyat cihadı olarak tasavvuf İslam’ın bayrağını üstlenir. Bireyin iç hezeyanlarından çıkıp tahakküm araçlarına karşı kıyam ettiği vakit, mazlumların kolektif iktidarı için yola düştüğünde, fıkıh, bu bayrağı halk iktidarının gönderine çeker. Cihad ise mazlumların devrimci kıyamıdır.

Bugün Mağrip ve Maşrık’taki Müslüman güçler bu hakikatin önünde perdedirler. Perde, sadece fiilî pratikte, amelde, gerçeğin sahnesinde yırtılır. Bu noktada İsrail-İran çekişmesinde bir Müslüman, doğası gereği İran’ın safındadır. Ama o safta da rahat durmamalı, bu safı devrimci politik anlamda bölmelidir. Ait olunan safın olduğu gibi kalmaması, düşmana karşı bileylenmesi gerekir. Dönemin gereğince Ali Şeriati ve Seyyid Kutub’u kesen bir pratik, bu safı mazlumlar lehine bölecek, iki önderin külliyatı da bu işlem sonucu devrimci anlamda dönüşecektir. İki hareket ve fikir adamının batı karşıtı, batıya göre biçimlenmiş içeriği değişecektir. Bu, batıcılığa karşı doğuculuk refleksi geliştirmeden, “doğu da batı da Allah’ındır” ayeti uyarınca gerçekleşecektir.

Bugün Tunus’ta yeniden iki kişi, üzerine benzin döküp kendilerini ateşe vermiştir. Devrimin ateşi ne Bin Ali tanır ne de Gannuşi’yi. “Tunus ile Libya birleşsin” diyen Gannuşi için ölçüt ümmetin birliği değil, petro-dolarların birliğidir. Bu birlik iradesi, önü sonu, belli oranda, sus payı niyetine, orta sınıfların ağzına bir parmak bal çalmakla ilgilidir.

Teorik olarak orta sınıflara bel bağlayan politik tutumlar, pratikte orta yolcu olmaya mahkûmdurlar. Alttakilerin, mazlumların ahenksizliğinden korkanların bu yolu, her daim çığlık atmak değil, gelecek balı yemek için ağzını açanların yoludur. Aynı yoldan yürüyenlerin bunca zamandır “kemalist vesayet” eleştirisi yapıp, eleştiri oklarını kitlelerin hep bir korumaya, vasiliğe muhtaç durumda tutulması meselesine yöneltmemelerinin, onların sadece Allah’a güvenmelerini sağlamamalarının nedeni buradadır. Ali Şeriati’nin dediği gibi, “bir kişinin ideolojisi anlaşılmak isteniyorsa, onun nasıl para kazandığına” bakılmalıdır. O “kemalist vesayet” eleştirisi yapanlar, “hamidist vesayet”e ya da Abdülhamit ile Menderes’ten mürekkep bir karikatür olarak tayyibist vesayete alan açmak için dil dökmektedirler.

Maddiyatla ve güçle, imana ilişkin, Allah’a dönük, kimi imgeler üzerinden rabıta kuranların kibri, siyaset alanının ana rengini tayin etmektedir. Kredi kartlarıyla, şunla bunla, bir on yıl köle ve tutsak kılınan halkın maddiyata ve güce dair tüm imge ve simgelere kolay alıcı olması sağlanmıştır. Reklâmlar, TV dizileri, sohbetler, köşe yazıları, şarkılar bile, bunun içindir.

Has Partililerin “Ak Parti gidecek, biz geleceğiz” diye şimdiden birilerini kendi yedeğinde tutma gayreti içinde olmaları, bu kibrin ve şımarıklığın ürünüdür. Ama kimi solun “devrim yapacağız da, işte bu din bize mani oluyor” demesi de aynı ölçüde aptalcadır. Bu kibir ve şımarıklık, mevcut popüler kültürde prim yapmaktadır. Bir yığın tarihsel yanılgı ve yanlışlarla dolu “Fetih 1453” gibi bir yerli holivud yapımı karşısında yapılan ibadet, bunun eseridir.

Has Parti, Ak Parti geleneğinin bir iç vicdanî eleştiri odağı olarak örgütlenmektedir ve ona içredir. Genel olarak Ak Parti neye güveniyorsa, o da oraya ve ona güvenmektedir. Burada gizli bir kibir ve üstünlük iddiası mevzubahistir. Temel dert, sola ait ve solun mülkiyetinde olduğu düşünülen kavramları ve pratikleri “gasp” etmektir. Amblemi Çark-Başak olan Türkiye İşçi Partisi’ne öykünerek Hilâl-Başak’ı amblem olarak seçen Refah Partisi geleneğinin henüz Menderes-Özal-Demirel hattı ile iğdiş edilmemiş kesimlerine yakın durmakta ama bu söz konusu hat ne hikmetse(!) içerideki ilgili sol yönelimi tasfiye etmek istemektedir. Has Parti, Ak Parti’ye açılan kontenjandan, o alandaki güç imkânlarından ve fırsatlardan memnundur. Sırtında yumurta küfesi olmadığı için de Ak Parti’yi soldan eleştirebilmektedir. Biçilen rol budur. Ama pratik olarak buradaki mevcudiyetini idame ettirmesi mümkün değildir. Kanser olduğu iddia edilen Tayyip Erdoğan siyasetten çekildiğinde Numan Kurtulmuş’un ikame edilmemesi için herhangi bir neden de yoktur. Ama bunun için Arap Baharı’nın gülü Ahmet Davutoğlu’nun yarışta geçilmesi gerekecektir. Ya da bir senaryoya göre, ileride Ak Parti iki veya üçe bölünecek, bu pastada kendisine düşen payla Has Parti yıldızının parlayacağı güne nihayet ulaşacaktır. Ama bunun için de Numan Hoca’nın önceden bir Washington ziyareti yapması icab edecektir. Bu icab, ahengi çığlıkla bozmaya değil, çığlığı ahenkle boğmaya yazgılı olacaktır.

Özetle; O’na aitsek ve dönüş sadece O’na ise, aidiyetin karşısına mülkiyeti, dönüşe karşı ilerlemeyi çıkartanların kendi Müslümanlıklarını da sorgulamaları gerekecektir. Bu kibir ve bu hükümle Müslümanların bir gecede liberal olmaları ve (vasat) yollarını bulmaları mümkündür. Ama din sadece Allah’ın olacaksa, diri diri toprağa gömülen kızları ve Ebubekir ile bir olan Bilâl’i unutmamak şarttır.

Eren Balkır
9 Ocak 2012

0 Yorum: