13 Ocak 2012

, ,

Bir Kontrgerilla Lideri: Denktaş



İkinci Dünya Savaşı’nın dünya siyasetine ve sınıf savaşımının yaşandığı politik-ideolojik zemine, kapitalist sınıfın kendi sınıfsal çıkarları ekseninde daha fazla daralmayı ve çaresizliği taşıdığını tespit etmekle birlikte yaşanılan gerilimin soğuk savaş kavramıyla açıklanan sürecin bileşenlerini ve önemli dinamiklerini de anlamak gerekiyor: Truman Doktrini.

Çevre halkada duran ülkelerin, özellikle önemli bir sınıf ve Marksist parti pratiği olan Yunanistan ve sosyal-siyasal yaşayışında kendi iç dinamiklerinde yaşadığı sıkışmaları dış yüzeye açıkça taşımaya başlayan Türkiye, bu doktrinin merkezinde duruyordu. Mart 1947’de bu çalışma bütünüyle anti-komünist örgütlenmeleri eyleme geçirmek amacıyla uygulandı. Marshall Planı (Truman’ın Dışişleri Bakanı) ise Avrupa kapitalizmini SSCB’ye karşı güçlendirmek istiyordu. Soğuk Savaş üst noktasına 1948’de Berlin Duvarı’nda ulaştı. Ardından Yunanistan’da komünist güçler etkisizleştirildi. 47’de Fransa’da ve İtalya’da komünistler hükümetten uzaklaştırıldılar. 49’da Almanya bölündü ve ardından NATO kuruldu.

Yaşanan bu süreç, savaştan güçsüz çıkan İngiltere’nin politik-ekonomik boşluğuna ABD’nin yönelmesini getirdi. Anti-komünist örgütler, CIA-GLADIO-Kontrgerilla üçlü suç şebekesinde merkezî disipline kavuşturuldu. Yerel siyasette kurtuluşun ve hürriyetin karşısında duran her türlü gerici-faşist unsur, dolaylı-dolaysız, bu şebekeye katıldı. Ortadoğu ve Akdeniz kuşağında ABD, dünya emperyalist pazarındaki nüfuz artışına bağlı olarak, etki alanını genişletti. Kıbrıs, “uçak gemisi” olarak, bölge siyasetinde ve ekonomisinde önemli bir yere yerleştirildi.

1926 tarihiyle başlayan komünist etkinliğin, önce İngiliz emperyalizmi, savaş sonrası ABD tarafından önü alınmaya çalışıldı. KKP-AKEL ve ona bağlı işçi sendikası PEO (Tüm Kıbrıs İşçi Konfederasyonu), Türkiye-Yunanistan-Kıbrıs üçgeninde oluşturulan kontrgerillanın hedefi hâline geldi. Kıbrıs’ta emekçi halkın karşısına tek seçenek olarak ulusallığa kilitlenmiş pragmatist politikalar çıkarıldı. 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti, Sovyetlerle yaşanan gerilimin sonucunda, emperyalist politikalar yararına kuruldu. Makarios “Kızıl Papaz” olarak yutturuldu; 70 sonunda CIA ajanı olduğu anlaşıldı.

1955, ulusallığın ve kontrgerilla etkinliklerinin başladığı yıl. Provokatif çalışmalar etkilerini gösterdi. Sınıfsal konumlanışın yarattığı farklılaşma uçlara taşındı; Rum ve Türk halkları bu sayede birbirlerine karşı kışkırtılabilir duruma getirildi. 58 yılında 148 kişi öldürüldü ve bu yaşanan olaylar ardından PEO şu açıklamayı yaptı: “Birçok çevreden karşı eylemler ve Türklere karşı bir ekonomik savaş açmak için çağrılar yapıldığını biliyoruz. Bu karşı eylemlerin yapılmasını engellemeliyiz. Irksal nefretin alevlerini körükleyecek her türlü intikamcı eylemi önlemeliyiz.”

Adadaki sınıfsal ekonomik dağılım genelde Rumlar lehineydi. Türkler çoğunlukla küçük üretim ve esnaflıkla uğraşmaktaydı. Bu yapısı, adadaki statükonun devamlılığı lehinde bir eğilime neden oluyordu. Adadaki İngiliz egemenliğine karşı 1920’li yıllardan beri süren mücadele dinamiğinde Türklerin katkısı sınırlıydı. Sınıf hareketindeki bu tarz bir ulusal bölünme, doğal olarak, bazı boşluklara neden oldu. Bu boşluklardan da, Yunanistan ve sonradan da Türkiye’nin ulusçu politik manevralarından etkilenen belli sınıf dışı ve hatta anti-komünist güç odakları istifade etti.

Sınıf hareketinin bütünlüğü adına yukarıdaki açıklamayı yapan sendika önemli ölçüde AKEL’in kontrolündeydi. Bahsi geçen boşluklar bu partinin ideolojik-politik haritasında da gözlenmeye başlandı ve özellikle Kilise’nin etkisiyle şoven fikirler parti içinde yuvalanmaya başladı.

1960’ta kurulan Cumhuriyet sadece yaraların üzerini bir süre örttü. Sınıfsal mücadele yerini şoven-milliyetçi bir çatışmaya bıraktı. PEO’nun yukarıdaki iyi niyetli açıklaması bir işe yaramadı. Ülkedeki komünist hareketin ezilmesi amacıyla çeşitli kontrgerilla örgütleri kurulmaya başlandı. Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş’ın başını çektiği ve sonradan Türk Mukavemet Teşkilatı’na dönüşen VOLKAN bunların en önemlisiydi. (Bu örgütün iç savaş döneminde AKEL üyesi Türkleri öldürdüğü bilinen bir gerçektir.)

F. Küçük ve R. Denktaş, bölgeye dönük kontrgerilla faaliyetinin ada temsilcileri statüsüyle çalışmalarını sürdürdü. Rumlarla yaşanan çatışmanın provoke edilmesi için Lefkoşa’daki camiye bizzat Denktaş’ın ekibi bomba attı. Uzunca bir zaman propaganda malzemesi olarak kullanılan ev baskını olayının da TMT tarafından yapıldığı artık bilinmektedir. (Banyoda küvette ölü bulunan çocukların görüntülendiği film)

Denktaş, adada emperyalizmle işbirliği yapan şoven-milliyetçi bir liderdir. O, emperyalizmin korkak ve sinsice ürettiği suç şebekelerinin esas oğlanlarındandır. Söz konusu politikaların, sistemli ve disiplinli bir çalışmayı öngerektiren ekonomik etkinliklerin güdümünde ilerlediğini düşünürsek, yönetim kastında duran, bürokratından ideologuna herkesin mutlak hâkim bir kimlik sunumu yaparak, onu örgütlü biçimde canlı tutan, belli bir kişiliğin yaşam alanında belirleyici, etkin rollere sahip olması gerektiği söylenebilir. Kırk yıldır Türkiye’de Demirel’in misyonu için de benzer notlar düşülebilir.

Bu tip isimlerin tarih sahnesinden tasfiye edilmesi, bölgedeki siyasetin, o siyasete dair alışkanlıkların kökten değiştiğinin bir göstergesidir. Denktaş ve Demirel gibi örgüt elebaşlarının, suç örgütleri ile işbirliği içinde çalışanların gündem dışına itilmesinin nedeni, sahneye asıl gerçek efendinin çıkmaya başlamasıdır: ABD.

Kıbrıs için söylenen sözlerin arka planında AB ve ABD’nin gölgesi ağır bir biçimde hissedilmektedir. Adanın uçak gemisi olma misyonu farklı bir içerikle sürdürülmek istenmektedir. Kıbrıs halkı ise İngiliz egemenliğinden çıktığını zannederken, Yunanistan-Türkiye arasında çekiştirilmekte, tüm ülke siyasetini buna endekslemektedir. Oysa ortada dönen oyun emperyalizmin bildik senaryosudur. Ada halkı kolektif devrimci bir kavgayı örgütlememenin, (Küba gibi) geriye dönüşsüz bir devrim sürecine yönelmemenin sancılarını bugün yaşamaktadır.

Demirel Türkiye için ne ise Denktaş da ada için odur. Her iki isim de tüm suç ve günâhlarını ört bas etmek adına belli bir dönem cumhurbaşkanlığı payesiyle ödüllendirilmiştir. Partileri küçülmüş, parçalanmıştır. Halk desteği olmadan varlıklarını sürdürmüşlerdir.

Kardeşini banka sahibi yapan, özelleştirmeye karşı mücadelelerinde kendisinden yardım isteyenlere “ben özelleştirmeciyim” diyen, zamanında ODTÜ öğrencilerinin soruları karşısında “anti-komünist” olduğunu haykıran Demirel’in adadaki izdüşümü Denktaş’tır. Benzer sözler onun ağzından da duyulur: o da sıkı bir anti-komünisttir, kara para ve uyuşturucu trafiği içinde önemli bir role sahiptir.

Denktaş, yakın zamanda siyasî vizyonunu sunmuştur: “KKTC, Türkiye’nin finans merkezi olacak!” Bu Hong Kong taklidi vizyon, TC’nin kara para ve uyuşturucu trafiğinden pay almasına yardımcı olmayı amaçlamaktadır. Kumarhanelere ve pavyonlara vergi indirimi getiren Denktaş adada bu siyasetin yolunu çok önceden açmıştır.

Susurluk artığı polisleri, askerleri ve faşistleri adada paşalar gibi ağırlayan Denktaş, bu sürecin önünde engel olacak her türlü pürüzü giderecek gerekli silâha ve adama da sahiptir. Kutlu Adalı ile ifşa olunan kontrgerilla cinayetlerinin ucu kaçınılmaz biçimde Denktaş’a bağlanmaktadır. O, ada halkına zulmeden orduya sırtını yaslayarak, Mümtaz Soysal’dan aldığı hukukî destekle varlığını sürdürme konusunda kararlıdır. Halkın tarım ürünlerini satmasını engelleyen, Türkiye’den vergisiz, düşük fiyatlı ürünlerin ısrarla ülke içinde satılmasını sağlayan asker orada sadece güvenlik amacıyla bulunmamaktadır.

12 Eylül öncesinde devrimcilere karşı örgütlenen komando kamplarının önemli bölümü Kıbrıs’taydı. Kampların gizli komutanı da Denktaş’tı. Bugün aynı Denktaş, o gün komando olan ve bugün mafya babasına, emniyet müdürüne, ülkü ocağı başkanına ve kadın tacirine dönüşen kişilerin hamisidir.

Son seçimlerde solun Denktaş karşıtı kampanyası, AB’ci bir hattın öne çıkmasıyla kısır kalmıştır. Denktaş’ın siyasî etkisi kırılamamıştır. Sol, Denktaş’ın koltuğuna oynamanın ve bu konuda Batıdan destek almanın sonuçlarına katlanacaktır. Elli yıllık statüko Rum emekçi halkın olumlu ve iyi niyetli tavrıyla buluşamadığından, kırılamamıştır.

Kıbrıs’taki Türk Solu Denktaş’ın ve TC’nin katkılarıyla kurulmuş KKTC Devleti’ni gayri meşru ilân etmelidir. Demokrasi mücadelesi değil, halkın demokrasi içi mücadelesi önemli olabilir. Bu mücadele de demokrasi diye kurgulanan oyun sahnesinin parçalanmasını gerektirir. Kıbrıs halkı seçimleri doğru siyasî tutumla Denktaş-Denktaş karşıtı cephe olarak ikiye bölmüştür. Tam da üzerinde durulması gereken husus da budur. Türk ve Rum halkı bu seçimlerin gayrimeşruluğunu dayatmalı, ortak vatanda yaşamanın yollarını bugünden zorlamalıydı. Sorun, bölgede değişen dengelere oynamak değil, kendi gücünü ortaya koyup denge yaratabilmek ya da bu yapılamıyorsa dengeleri belli bir dönem için bozabilmektir.

Kıbrıs’ta uygulanan Batı kaynaklı siyasetin bir benzeri Kuzey Irak’ta da uygulanmaktadır. Sol, oradaki Kürt aşiretlerinin çizgisine gelmemelidir. Adanın altın bir tepside emperyalizme sunulması karşısında Rum emekçi halkıyla buluşmanın araçlarını geliştirmelidir.

Sol, genel olarak demokrasi denilen oyunun kurallarına gereğinden fazla güvenmiştir. Bu büyük bir hatadır. Annan Planı çevresinde dönen tartışmalar demokrasinin işleyişini de şekillendirmiştir.

Annan Planı, adadaki statükonun kökten değişmesinin bir nedeni değil, sonucudur. Solun bu ata oynaması, değişimin önemli bir unsuru olabilmesinin önünü almıştır. Planda bahsi geçen konular, ada halkının yıllardan beri dillendirdiği özlemlerin kabalaştırılmış bir hâlidir. Planın bu kadar vizyona taşınmış olması aslında onun sorunların çözülmesi için değil, sorun yumağını daha da karmaşıklaştırmak için üretildiğini gösterir. Sol bu gerçeği görememiştir. O, plana bağlı kaldığında siyasî açıdan başarılı olacağını düşünmüştür. Hata tam da buradadır.

Denktaş’ın tasfiyesi süreci, Annan Planı’na bağlanmış siyaset nedeniyle gerçekleşmemiştir. “Taksim-Enosis” siyasetinden bugünlere gelen Kıbrıs, “Annan-Annan karşıtlığı”na kilitlenmiştir. Planı bugünde şekillendiren unsur, adadaki siyasî gelişmeler iken, planın şekillendirdiği siyasî gelişmelere güvenilmiştir. Böylece, ne Annan Planı ile ilgili gerçek bir adım atılabilmiş, ne de Denktaş gibi geçmişe ait unsurların tasfiyesi gerçekleşmiştir. “Taksim-Enosis” tartışmasına bağlanan Kıbrıs, ne Yunanistan’a ne de Türkiye’ye bağlanmıştır. Yine aynı şey olacaktır: ne Annan planı uygulanacak ne de onun yandaşları başarılı olacaktır.

Kuzey Irak ile ilgili benzerlik, adanın makûs talihidir. O, Ortadoğu’da kilit noktadır. Adaya uçakla kumar oynamaya gelen İsraillilerin turizmde oynadıkları rol ülkenin siyasetine de önemli etkilerde bulunacaktır.

Özetle şu söylenebilir: Kıbrıs Türk Solu, Annan Planı ve Denktaş bloğu arasında yaşanan gerilimin sonucunda ortay çıkan gelişmeleri kendi siyasî konumu ile gerçek bağlar kurup örgütleyememiştir. Annan Planı’nın siyasî etkinliği ise bu süreçte kendi iç zaafları ile daha fazla güç kazanarak çıkmıştır. O artık Gordion Düğümü’nü çözecek İskender kılıcı payesine ulaşmıştır. Bu ilişkiler içinde solun esamisi okunmamaktadır. Sol, ülkedeki siyasî gelişmelerle ilişki kurduğu noktada yeniden kendi eliyle o bağı kesmiştir. Bundan sonra demokrasi sahnesinde başrol Annan Planı ve Denktaş’ındır. Giderek Karagöz-Hacivat diyaloglarına dönüşecek oyunda sol sadece seyredecektir. Denktaş’ın tasfiyesi sürecini kendi eline alamadığından Annan Planı güçlü bir ağırlığa sahip olmuştur. Annan Planı’nın siyasî ağırlığı ise solu parçalamıştır.

Toplumsal muhalefet, Denktaş’ta özetleyeceği nefretini Annan Planı ile ilgili tartışmalarda heba etmiştir. Tek bir ortak hedefe yönelecek emek ve çaba farklı kanallara dağılmış, bu suretle, (en azından) Annan Planı ile ilgili siyasî öncülük elde etme şansını da kaybetmiştir. Sonuçta, filler tepişmiş olan yine çimenlere olmuştur!

Kerem Kamoğlu

0 Yorum: