22 Ocak 2012

,

Kemalist Türkiye ile Sovyet Rusya Arasındaki Dostluk

Türkiye’nin Rusya’yla millî siyaseti dâhilinde kurduğu ilişki, uzun süre acil bir konu başlığı olarak görülse de komünizm, hiçbir vakit önemli bir sorun teşkil etmedi. 1920’lerin başlarında ülkede görece güçlü bir dizi komünist ve yarı-komünist hareket mevcuttu, ancak bunlar, Kemalist reformların daraltıcı etkisi ile çekim merkezi olamadılar.

Moskova, Birinci Dünya Savaşı’ndan yeni çıkmış olan ülkenin dostluğunu (ya da en azından müşfik tarafsızlığını) TKP’nin desteklenmesine tercih etti. Doğal olarak bu destek, yardım görmeyen sözkonusu partinin büyümesini sekteye uğrattı. İki ülke arasındaki ilişkiler otuzların sonunda bozuldu, Sovyetler’in bölgesel tasarıları Türklerin millî duygularını incitti ve öfkeye sebep oldu, bu gelişme de partinin gelişimini engelledi.

Diğer Ortadoğu ülkelerinde (ve Avrupa’da) yönetici sınıflara yönelik güvensizlik, komünistler için bir dizi imkân sunarken, aradan geçen otuz yılın başarıları ile övünen Türk orta sınıfı, en ufak bir güven kaybına uğramadı. 1954’te Sovyetler’in Türkiye siyasetinde önemli bir değişim yaşandı; Kemal Atatürk, bir kez daha Sovyet basınında büyük bir millî kahraman olarak anıldı (oysa Sovyet Ansiklopedisi, bu konuda aksi görüşteydi.). Ancak iki ülke arasındaki ilişkiler bir biçimde normalleşse de kararlı bir küçük çevre dışında, komünist hareketin geliştiğine ilişkin herhangi bir emareye rastlanmıyordu.

TKP, Ortadoğu’daki en eski partilerden biridir. Ayrıca Komintern’e ilk üye olan partiler arasındadır (1921 II. Kongre). İlk döneminde esaslı bir ilgiye mazhar olamayan parti, ilerleyen aşamalarda coşkulu, idealist ve fedakâr kadroların faaliyetleri yanında, diğer KP’ler gibi bir dizi entrika ve ihanetle yüzleşti. Gene de TKP, geçmişte olduğu gibi bugün de, Ortadoğulu KP’lerden daha az önemsiz bir parti olarak görülemez.

Kısa süren coşkulu bir faaliyetin ardından, partinin on beş yıllık bir uykuya yattığı görülür. Otuzların sonunda başlayıp 1946’ya dek süren iyileşme dönemi sonrası, partinin hiçbir etkide bulunamadığı uluslararası kimi gelişmelerin sonucunda faaliyeti aniden kesilir. Partinin ilk önemli ve uzun süreli krizi, Türk ve Sovyet hükümetleri arasındaki işbirliğine denk düşer; ikinci kriz ise tam aksine, İkinci Dünya Savaşı sonrası iki ülke arasındaki gerilimin sonucunda biçimlenir.

Partinin kaderi Sovyetler-Türkiye ilişkilerine tabidir. Türkiye’nin Sovyetler’e yakınlığı ve diğer kimi tarihsel koşullar yüzünden aradaki ilişki, parti üzerinde doğrudan etkide bulunur.

Birinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin yenilmesi sonrası ülkenin önemli bir bölümü müttefik güçlerce işgal edildi. İstanbul’da Sultan’ın hükümeti kuşatma altındaydı. Ülke genelinde milliyetçi isyanlara rastlanıyordu. Yunan güçleri, Mayıs 1919’da İzmir’e çıkartma yapıp ilerlemeye başlayınca Mustafa Kemal, işgal altında olmayan Samsun, Erzurum, Ankara ve Konya’da isyanı başlattı. Temmuz-Ağustos’ta Erzurum ve Sivas’ta millî kongreler toplandı ve ülkenin parçalanmasına karşı çıkıldı. Yeni meclis üyeleri İlkbahar’da belirlendi, üyeler, Ocak 1920’de Ankara’da toplandılar. Kemal liderliğindeki millî hareket desteklendi, aynı yılın Nisan’ında M. Kemal meclis başkanı seçildi. Bu gelişme ardından İstanbul’daki millî hareketin liderleri müttefik güçlerce tutuklandılar. İki ay sonra işareti alan Yunan güçleri, büyük bir taarruz başlattılar. 1922’nin ikinci yarısına dek süren barış görüşmeleri ve bir dizi yenilginin ardından Yunanlılar Anadolu’dan kovuldular.

Bu kurtuluş mücadelesinde Sovyet Rusya, Kemalist Türkiye’nin ilk ve en önemli müttefikiydi. Louis Fischer’in Sovyet Dışişleri Bakan Yardımcısı Karahan’dan aktarımına göre, Rusya “Kemal’e çok sayıda top, para, silâh ve askerî kimi tavsiyeler” vermişti.

Mart 1921’de iki ülke arasında dostluk anlaşması imzalandı, ardından eski Savaş Komiseri Trotskiy’nin halefi Mihail Frunze Ankara’ya geldi. Yirmiler boyunca Sovyetler-Türkiye ilişkileri, Moskova’nın diğer komünist olmayan ülkelerle kurduğu ilişkilerden görece daha sıcak bir seyir izledi. İki ülke arasında çok sayıda ziyaret tertiplendi ve ticaret giderek yoğunlaştı. 1936’da Çanakkale Boğazı’nın geleceği ile ilgili olarak imzalanan Montrö Anlaşması sonrası ilişkide bir soğuma gözlemlendi, ancak aradaki bağlar zarar görmedi ve İkinci Dünya Savaşı’na dek bir biçimde muhafaza edildi.

Sovyetler’in desteği tabiî ki koşulsuz değildi. Sovyet sözcüleri, daha başlarda aradaki fikir ayrılığını açık bir dille vurguladılar.[1] “Birinci Doğu Halkları Kurultayı’nın Görevleri” başlığı altında konuşan Zinovyev, “dinî kimi düşünceler icbar etse de komünistlerin Sultan’ın iktidarını güçlendirme çabasında Kemal’e destek vermemeleri” gerektiğini ifade etmişti.[2] Ancak gene de Kemal’in millî devrimi temelde ilerici olarak görüldü, Sovyetler, bu noktada TKP’ye destek verdi ve parti, Kemal ile kurulan ilişki arasında bir tercihe zorlandı. Moskova, bu muamma ile oldukça hızlı ve dramatik kimi koşullarda yüzleşmek zorunda kaldı.

Jön Türkler’in 1908 darbesi ve takip eden dönemde hazırlanan anayasanın bir sonucu olarak Türkiye’de ilk sosyalist parti kuruldu. İlk grup, 1909’da Selanik’te Avram Benaroya liderliğinde teşekkül etti; üyelerinin önemli bir bölümü Yunan, Yahudi ve Bulgar’dı. Bu örgüt, İkinci Enternasyonal’e katılma kararı aldı. Kısa süre sonra ülkede yapılan birinci ve ikinci seçimlere katılarak hatırı sayılır bir başarı kazandı. Kongresine katılan delegelerin arasında ünlü Alman sosyalist Parvus da vardı.

1912’de Selanik’te Türk Sosyalist Federasyonu kuruldu. İstanbul yerine Selanik’te kurulmasının nedeni, muhtemelen hareketin başkent dışında görece daha kolay büyüyeceğinin düşünülmesiydi. Yeni sosyalist grubun liderleri ve üyeleri arasında artık Türkler de vardı. Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ile birlikte hareket, İstanbul’a, İzmir’e ve diğer Anadolu şehirlerine doğru yayıldı. Ancak bu büyüme, o günkü hükümet tarafından pek hoş karşılanmadı. Sosyalist liderler arasında önemli bir sima olan Ahmet Salim öldürüldü; diğer bir isim Tevfik Naşit ülkeden kovuldu; Faik Hasib ise 1913-14 arası dönemde gerçekleştirilen baskı politikası sonucu, Anadolu’ya sürgün edildi. Diğer bir isim, Mustafa Suphi ise Rusya’ya kaçtı. Birinci Dünya Savaşı’nın yaşandığı dönemde Suphi, Bolşeviklerle temas kurdu ve Rusya’daki Türk mahkûmlar arasında propaganda faaliyeti yürüttü. Rus devrimi sonrası Stalin liderliğindeki Halkların Milliyetler Komiserliği’ne bağlı Doğu Halkları Merkezî Bürosu’nun Türkiye bölüm başkanı oldu. Suphi, herhangi bir oy hakkına sahip olmasa da Aralık 1918’deki Petrograd Kongresi ile Mart 1919’daki Birinci Komünist Enternasyonal Kongresi’ne katıldı.[3]

Suphi, Yeni Dünya isimli gazetesini ilkin Kırım’da, ardından (1919-1920’de) Moskova’da, sonrasında da Bakû’de çıkarttı. İsmail Hakkı, onun Milliyetler Komiserliği’ndeki görevini devraldı ve partiyi İkinci Komintern Kongresi’nde temsil etti.

Bakû Kurultayı’ndan birkaç gün sonra Suphi, aynı şehirde Rusya’daki Türkiye bölümüne bağlı üyelerle ve Türkiye’den gelen komünistlerle bir toplantı düzenledi, toplantı başkanlığını Bakû Kurultayı için şehre gelen Hasis Muhammed yaptı. Toplantının amacı, birbirinden ayrı komünist gruplar arasında koordinasyon teşkil etmek ve birleşik bir komünist parti meydana getirmekti. Bu toplantı, TKP’nin çıkış noktası olarak kabul görmektedir.[4]

Anadolu’dan gelen delegeler (ikisi parti yönetiminde görev aldı) ülkede güçlü bir komünist hareketin ve bir dizi yerel sovyetin mevcut olduğuna ilişkin rapor verdiler, ancak bu hikâyeye pek inanılmadı. Zinovyev, bu sovyetlerin birer “oyuncak”tan[5] ibaret olduğunu, gerçek işçi konseyleri olmadığını söylerken, Doğu meseleleri ile ilgili danışmanlık yapan Pavloviç bunları, “koyun postuna bürünmüş gasıplar ve ikiyüzlüler” olarak niteledi.[6] Komintern, yereldeki TKP’nin adı olan “Ankara Komünist Partisi” ile ilişki kurmayı reddetti ve onun Türk paşalarının emekçi kitleleri aldatmak için kullandığı bir icat olduğunu söyledi.

Birinci Dünya Savaşı sonrası kopan iletişimin sonucunda ülkede yaşananlar konusunda yeterli bir bilgi temin edilemiyordu. Bir dizi komünist, yarı-komünist ya da sosyalist grubun faal olduğu biliniyordu. Bunların arasında öne çıkan, İştirakçi Hilmi liderliğindeki Sosyalist Parti, diğer uç unsurlarca reformizmle ve oportünizmle suçlanıyordu. Esas olarak İstanbul’da faal olan Sosyalist İşçi Partisi, Almanya’da Spartakistlerle temas hâlindeki savaş tutsakları tarafından kurulmuştu.[7] Spartakistlerden etkilenen (ve kendilerini kimi zaman bu isimle ifade eden) sözkonusu öğrenci grubu, Nobel Barış Ödülü için Lenin’i kendilerince aday gösterdi. 1921’de bu gruplar Enternasyonal Emekçiler Birliği isminde sendika örgütlenmesine gittiler. Örgütün üye çoğunluğu, esas olarak Yunan, Yahudi ve Bulgar’dı, periyodik yayın ise Yunanca olarak yayımlanıyordu.[8]

Bu gruplar arasında en etkili olanı (takma adı “Yeşil Elma” olan) Ankara Komünist Partisi’ydi. Parti, otuz yıl sonra Yugoslavya’da da görülecek olan oluşumlar gibi komünist kaynaklarca küfürle karşılandı. Ekim Devrimi Doğu’da büyük bir coşkuya yol açtı ve bu gelişme, Türkiye’de bir dizi sovyetin kurulmasına ön ayak oldu.

Marksist teorinin geri kalmış ülkelerde tatbiki sıklıkla tuhaf sonuçlar üretmişti, bu anlamda, Sovyet Rusya’da cereyan eden olayların ışığında, yereldeki Türk komünizmi karşısında Sovyetler’den gelen uzmanların 1920-21’deki deneyimleri sonucu yaşadıkları şaşkınlık ve iğrenme, pek de anlaşılır bir durum değildir.

Türkiye’deki komünist faaliyetlerle ilgili ilk değerlendirmeleri yapan isimlerden biri olan Pavloviç, İttihat ve Terakki Partisi’ni (Jön-Türkler) komünist partinin adını ve programını gasp etmekle ve Ankara’da bir merkez komite kurmakla suçladı. Ayrıca, onların Mustafa Suphi’nin hakikî komünist partisi taraftarlarına zulmettiklerini söylüyordu.[9]

“Yeşil Elma”nın “sahte komünist, pan-Türk ve pan-İslamik program”ını hazırlayan kişi, Jön Türk ve eski levazımdan sorumlu bakan yardımcısı Kör Ali İhsan Bey’di. Ona arkadaşları Türkiye’nin tarihini tarihsel materyalizme başvurarak değerlendirdiğinden, “Türk Marx” diyorlardı. Kör Ali İhsan Bey, bankaların millîleştirilmesinden ve büyük ölçekli ticaretten yanaydı ama özel mülkiyet hakkını da tanıyordu. Dine karşı değildi. O, “komünizmin nihai zaferine inananlardan olmadığını, aksine ters yönde bir seyre inandığını” söylüyordu. Ona göre “bu tarz bir fikir, verimsiz ve gereksiz bir teorik meşguliyet”ti.[10]

Ankara Komünist Partisi’ne yönelik ana suçlama, onun millî ülküyü komünist ülkünün üzerine koymasıyla ilgiliydi. Bir liderinin açık bir biçimde ifade ettiği kadarıyla, Türk komünizmi, esas olarak “Türk milletinin refahına hizmet edip onun gücünü artıran basit bir araçtan ibaret”ti.[11]

Dolayısıyla, millî kolektivizm, birliğe giden yol olarak değerlendirilmekteydi:

“Kolektivizm bir mecburiyet hâline gelmiştir, ancak bu, yarın değiştirilebilecek ya da geliştirilebilecek olan, salt bugün için geliştirilmiş bir programdır. Ancak milliyetçilik değiştirilemez. […] Millî birlik, insanın en kıymetli yegâne ülküsüdür; Bolşevikler de bunun aksini vazetmemektedirler; tersten, onlar da bilinçli olarak aynı konumu devam ettirdiklerinden, komünizm Türkler için nihai hedef olamaz, o, sadece bir araç olarak görülebilir; ülkümüz, Türk milletinin birliği, yani altın elmadır.”

Sovyet gözlemcileri “Ruslar, Karl Marx öğretmeyi bırakacaklar, sonuçta Bolşevizm Türkiye’ye nakledilemez ama Marksizm Türkiye koşullarına uyarlanabilir” şeklinde özetlenebilecek ifadeler karşısında öfkelendiler. O günlerde şu tür cümleler kuran kişilerle muhatap oluyorlardı.

“Muhtemelen bizim komünizmden görece daha radikal bir toplumsal sistem benimsememiz gerekecektir ama bizim farklı ülkelerde işleyen sistemleri almamız mümkün değildir; Türkiye Rusya, Türkler de Rus değildir.”[12]

Sovyet liderlerinin sadece genel anlamda komünizme değil, özelde Rus versiyonuna başkalarını bağlama gayreti karşısında yazar, Bolşevizmin “korkunç bir tayfun” olarak kategorik manada reddedilmesi gerektiğini düşünüyordu.

“Yeşil Elma” hareketi üç yıldır faaldi ve Yunanlılara karşı savaşta yer alan Kemalist güçlerin belli bir kısmını da etkilemişti. Hakkı Behiç, Çerkes Ethem ve Hikmet liderliğindeki bu partizan grupları, savaşın ilk aşamasında ciddi bir öneme sahip oldular. Ancak elindeki askerî gücün pekişmesi sonrası Kemal, Yeşil Orduları dağıtmaya karar verdi. Partizan lideri Ethem’e Rusya’daki bir Türk misyonuna eşlik etmesi önerildi, ama Ethem bu teklifi reddetti. Ordusu, hükümet güçlerinin saldırısına uğradı ve yenildi, sonrasında da Ethem Yunanistan’a kaçtı.[13]

İlk başta Yeşil Ordu’ya destek sunan Sovyet gözlemcileri, sonrasında hayal kırıklığına uğradılar ve ordunun komutanlarını eşkıyalar olarak görmeye başladılar; Mihail Frunze, Ethem”i “maceracı ve mükemmel bir demagog” olarak değerlendiriyordu. Ancak Türk komünist liderlerinin katlinin on üçüncü yıldönümünde geriye dönük olarak yapılan yazım dâhilinde lehte kimi ifadeler kullanılmaya başlandı. Türkiye ile ilişkiler bozulmuştu, bu nedenle, tarih yeniden yazılmıştı.

Bu esnada Mustafa Suphi, Bakû’de örgütlenme çalışmalarına devam etmekte, Türkiye’de dağıtılmak üzere bir dizi Marksist klasik ve bildiri yayımlamaktaydı.[14] Bakû’deki parti yürütme komitesinin dış dünyayla bağlarının kesildiği bir momentte parti, 1920-21 Kış’ında Türkiye’ye geçmeye karar verdi. Türkiye’de konuşlanma fikri genel kabul gördü. Suphi ve on altı komünist, Bakû’yü terk etti ve Ankara’ya ulaşmak için Karadeniz sahili üzerinden yola çıktı. Ancak karşılama pek dostça değildi. Erzurum ve diğer şehirlerde onlar aleyhine kimi gösteriler tertiplendi. Trabzon’a vardıklarında, oradaki yetkililerce tutuklanıp denizde boğularak öldürüldüler.

Yakın dönemde komünistlerin hazırladığı bir rapora göre[15] katilleri organize edenler, Trabzon belediye başkanı ve “emniyet” müdürüydü, üstelik şehirde bulunan Sovyet temsilcisi müdahale etmek istediğinde linç edilmekle tehdit edildi.

“Göstericiler arasında burjuvazinin satın aldığı cahil kişiler çoğunluktadır. Bunlar, yoldaşlarımıza saldırmış ve onları paramparça etmeye çalışmışlardır. Yol üzerinde kimse onlara ekmek satmamış, atlarını yemlemelerine bile fırsat verilmemiştir. Olayın gerçek zanlısı olan hükümet, sonrasında yoldaşlarımızı savunuyormuş gibi görünmeye çalışmıştır!”

Pavloviç’e göre, “Mustafa Suphi ve yoldaşlarının gelişlerinden birkaç gün önce Türk-Yunan cephesinde cereyan eden Ethem Paşa’nın isyanı sonrası, Türk milliyetçilerinin komünistlere yönelik nefreti en uç noktaya varmıştır.”

Türkiye Komünist Partisi liderleri 28 Ocak 1921’de katledildiler, ancak bu olayla ilgili haberler ancak iki ay sonra yayınlandı. 16 Mart’ta, Suphilerin katlinden yedi hafta sonra, Moskova’da Türkiye ve Sovyetler Birliği arasında bir dostluk anlaşması imzalandı. İki hafta sonra da Tevada bir mektup yazıp Pavloviç’e gönderdi. Katliamın haberinin yayınlanması bilinçli olarak geciktirilmiş, böylelikle anlaşmanın etkilerine halel getirilmemiş ve Rusya’da aleyhte bir kamuoyu oluşmasına mani olunmuştu.[16]

Sovyet liderliği, Kemalist rejimle dostane ilişkiler kurmayı (her ne kadar Türk komünistlerinin katli ağır bir darbe olsa da) Türk komünizmi gibi şüpheli bir ata para yatırmaktan daha önemli olduğuna karar vermişti. Türk yoldaşlarının akıbetleri ile ilgili ayrıntıları talep eden Sovyet Dışişleri Komiseri’ne onların bir deniz kazasında öldükleri söylendi.[17] Ankara hükümeti, anlaşmanın imzalanmasından kısa bir süre sonra hapisteki Türk komünistlerini serbest bırakma ve “Mustafa Suphi’yi öldürmekle suçlananlar”ı yargılama sözü verdi.[18] İki hükümet arasındaki ilişkiler Trabzon olayından kısmen etkilendi. Ancak otuz yıl sonra Moskova ve Ankara arasındaki ilişkiler bozulduğunda, Suphilerin katli Sovyet propagandası dâhilinde tekrar dillendirilme imkânı buldu.[19]

Trabzon felâketi ardından, İstanbul Sosyalist İşçi Partisi ile Ankara grubunun birleşmesi neticesinde Türkiye Komünist Partisi yeniden kurulmaya çalışıldı. 1922’de yeni birleşik parti ilk kongresini topladı, ancak Ekim’de tekrar kapatıldı. Kongreyi örgütleyenlere yönelik ana suçlama, yasak olduğunu bilmelerine rağmen yurtdışından delege davet etmiş olmalarıydı.[20] Yeni parti, ana görevinin sendika çalışması yapmak olduğuna karar verdi. Profintern programı temelinde yeni sendikalar kuran parti, mevcuttaki komünist olmayan sendikaları ele geçirmeye çalıştı. 1922 Ekim’inde Mersin’de bir sendika kongresi toplamayı başardı ve bir sonraki yıl komünist partinin hâkimiyetindeki on dokuz sendikanın temsilcileriyle bir toplantı yaptı.[21]

Bu esnada genel politik atmosferdeki rahatlamadan istifade eden komünist parti, 1923-24’te politik faaliyetlerine kaldığı yerden devam etti ve ikinci kongresini topladı. Ancak “devlet güvenliğinin istikrarı” için çıkartılan yeni yasa uyarınca (Mart 1925) parti, tekrar illegale geçti ve Ağustos 1925’te liderlerinin önemli bir bölümü tutuklandı. O tarihten itibaren parti illegalde kaldı.[22]

Ama sendikalardaki faaliyet devam etti. Komünistlerin hâkimiyetindeki işçi çalışmasına Ankara’daki askerî mühimmat işçileri, Eskişehir’deki demiryolu işçileri ve İzmir’deki tekstil işçileri katıldı.

Ayrıca parti, yarı resmî Genel İşçiler Birliği’ne sızmayı başardı. “Parti üyesi olduğu bilinmeyen komünistler, yürütmeden sorumlu üyeler olarak seçildiler ve Kemalist ajanları tasfiye ettiler.”[23] Aynı dönem için Profintern raporu, Türk sendikalarının o gün itibarıyla tümden hükümetin etkisi dışında olduklarını söylüyordu (Subatov, “1902-03 in Czarist Russia” içinde). Ayrıca “sarı sendikalar”ın lideri olan Dr. Refik Bey de mağlup edilmişti.[24] Ancak kural olarak bu tarz iyimser raporlar, genelde abartılı ifadelerle yüklüydüler, o gün için bu tarz cümleler Rusya’da yayımlanmakta ama ne TKP ne de sendika raporlarında yer bulmaktaydı.

Kemalizmin gücünü pekiştirmesi, bundan da önemlisi, partinin yasaklı oluşu parti militanları arasında bir krize yol açtı. Bazıları, zaman içinde kapitalist-devletçi eğilimin giderek anti-emperyalist olacağına, bu nedenle hükümete karşı çıkılmaması gerektiğine kanaat getirdiler. Diğer isimlerse, bu kesime göre, “hükümetin terörü yüzünden akıllarını yitirmiş”, bir parti sözcüsünün ifadesiyle, terörist eylemler olarak görülebilecek “kahramanca bireysel eylemler”e sığınmaya başlamıştı.[25] Ancak bu türden bir “aşırı sol sektercilik” Moskova tarafından, Kemalizmle uzlaşan “sağ oportünizm”e kıyasla, daha fazla eleştiriyle karşılandı. Kemalistler, “komprador burjuvazi” (yabancı emperyalistlerle işbirliğine giden sömürge burjuvazisi) ile uzlaşmaları sebebiyle devrime ihanet etmişlerdi. Parti sözcüsüne göre, bu gelişme belki de kaçınılmazdı.[26] “Kapitalistler, ordunun desteğini arkasına almıştı, diğer yandan, komünist parti zayıftı ve neredeyse emekleme aşamasından çıkıp ilk adımlarını atmaktaydı.” Sovyet liderlerinin “Kemalizmin ihaneti” ile ilgili bu görüşe ne ölçüde katıldıkları belirsizdi. Genel görünüme göre Sovyet liderleri farklı bir görüşe sahiplerdi.

1920’lerin sonunda ve 1930’larda Türk komünistleri tam anlamıyla bir tutulma yaşadılar. Bu durum, onların Komintern kongrelerindeki giderek azalan temsiliyetlerinde karşılığını buldu. Komintern’in beşinci kongresinde Türklerin hâlâ iki delegesi vardı. 1928’deki altıncı kongrede bu sayı bire düştü, 1935’teki yedinci kongrede ise hiç temsilcileri yoktu, hatta TKP’nin varlığına dönük tek kelime atıfta bulunulmuyordu.

Aynı zamanda süreç içerisinde iki ülke arasındaki kültürel ve ekonomik ilişkiler de güçlendi[27]; TKP’nin hapisteki bazı üyelerinin katledildiklerine ilişkin kimi raporları Komintern yayınlarında baştan savmacı bir biçimde yer buldu, Sovyet basınında ise çok az ele alındı. Sovyet liderleri, tarafsız olduğunu düşündükleri Atatürk’ün kızdırılmamasından yanaydılar. O günün Sovyet tarihyazımı farklı bir görüş benimsemişse de Sovyet-Türk ilişkilerinin kötüleşmesi hususunda Atatürk değil, onun halefleri suçlandı. Kasım 1954’te Sovyet dış siyasetinde yapılan bir diğer salvonun ardından Kemal, bir kez daha Pravda nezdinde “millî kahraman oluverdi.”

TKP, esas olarak otoriter yönetim koşulları yüzünden kısıtlanmakta, belki de daha çok Kemalizmin terör yerine dönemin diktatörlüklerine dayanıyor oluşu ve gerçek bir politik desteğe sahipliği sebebiyle hareket edememekteydi. Şehirdeki işçilerin ve Anadolu köylüsünün şikâyet etmesi için birçok neden mevcuttu. Ancak yirmilerin sonlarında ve otuzlarda faaliyet yürüten komünist gruplar, sadece bir avuç şair ve çok az işçi ile köylüden meydana gelmiş yapılardı. Parti, daha doğrusu, eldeki bakiye, otuzlarda iç ayrışmaların kuşatması altındaydı. Ancak 1937-38’de parti yeniden organize edilme imkânı buldu.

Bu dönemde yeni bir parti merkez komitesi seçildi, komitenin itici gücü ise Hikmet Kıvılcımlı’ydı. Parti yayın organı Orak Çekiç, ilk olarak 1930’ta yayımlandı ve bir süre düzenli olarak çıktı. Bu süre dâhilinde parti, halk cephesi kampanyası dâhilinde, “yoldaşlar” edinmeye çalıştı. Ancak bu çaba, daha başlangıç aşamasında devlet tarafından ezildi. 1938’teki mahkeme sürecinde şair Nazım Hikmet ve yazar Kemal Tahir uzun bir mahkûmiyetle cezalandırıldı.[28]

Dostluğun Sonu

Kemalist rejimle Moskova arasındaki eski dostluk ilişkisi 1939’da sona erdi. Bu değişimin nedenlerine bakmak için bir Türk yazarın yaptığı şu tespitin altını çizmekte fayda var:

“Değişim, Türkiye’nin kendi siyasetindeki bir değişim değil, dünya siyasetine ait güçlere bağlı olarak gerçekleşmiştir.”[29]

1939 Yaz’ında, Türkiye’nin Batı demokrasileri ile ittifak kurduğunda Rusya, bu gelişmeye dönük memnuniyetini ifade etti. Ancak sonra Rusya ve Nazi Almanya’sı arasında saldırmazlık anlaşması imzalanınca Moskova’nın Yakın Doğu’ya dönük çıkarları bir gecede değişti. Sovyet temsilcileri, Eylül 1939’da Moskova’yı ziyaret eden Türk dışişleri bakanından mutlak tarafsızlığını muhafaza edebilmesi için Türkiye’nin Batı ile kurduğu ittifaktan çıkmasını istedi. Görüşmelerde karşılıklı yardımdan bahsedildi ama sonuç alınmadı, ilişkiler bozulmaya başladı ve her ne kadar Molotof, Ekim 1939 tarihli konuşmalarının birinde inkâr etse de Sovyetler, Kars ve Ardahan ile ilgili iddialarından ve Boğazlar ile ilgili kimi imtiyazlardan vazgeçtiğini açıkladı.

1940-41 süresince Boğazlar meselesi, bir kez daha Nazi ve Sovyet devlet adamları arasındaki görüşmelerin konusu hâline geldi. Türkler, sonradan öğrendikleri Sovyet planlarından pek memnun kalmadılar. Hitler’in Haziran 1941’de Sovyetler’i işgal etmesi sonrası Sovyetler’in Türkiye’ye dönük yaklaşımı tümüyle değişti. Eskiden tarafsızlığını muhafaza etmemekle suçlanan Ankara, artık tarafsız kalarak Nazilerin çıkarlarına hizmet etmekle suçlanıyordu.

Ancak ilişkilerin bozulmasının ana nedeni, Sovyetler’in askerî ve politik hedeflerindeki değişim değil, güçler dengesindeki kaymaydı. Rusya, yüzlerce yıl Türkiye’nin baş düşmanı olagelmiş bir ülkeydi ve eğer 1917 sonrası aradaki gerilim büyük ölçüde azalmışsa bunun nedeni, yeni Rusya’nın Rus emperyalizminin geleneksel amaçlarını gütmek için zayıf (en azından ilk dönemde isteksiz) olmasıydı. Yirmilerde ve otuzlarda Türkiye’nin Rusya’dan korkması için bir neden yoktu ama söz konusu durum, Sovyetler Birliği’nin tekrar önde gelen askerî güçlerden biri hâline geldiği ve dış siyasetinde bölgesel genişlemeye dair eski tarzına geri döndüğü otuzların sonlarında değişti. Bu gelişmenin Türk iç politikası üzerinde muazzam bir etkisi oldu.

Sovyetler’in açıktan yaptığı saldırılar, Almanya ile Rusya arasına kama sokma gayretleri ve içerideki rejime dönük eleştiriler[30], Türkiye’de dostane bir yaklaşıma yol açmadı. Dahası, Sovyetler’in suçlamaları, özellikle Stalingrad savaşı sonrası, giderek daha da yoğunlaştı. Sovyetler, Sovyet-Türk dostluğu fikrinin tümüyle terk edilmesi gerektiğini savunan Hüseyin Cahit Yalçın gibi gazetecilerin kaba saldırıları ile halk Sovyetler’e düşman edilmeye çalışıldı. Ayrışmanın diğer bir nedeni de Şubat 1942’de von Papen’e dönük saldırı girişimiydi. Birkaç Makedonyalı komünist ve iki Sovyet yurttaşı, bu olay üzerine Ankara’da mahkemeye çıkartıldı.[31]

Savaşın ilk aşamasında Türkiye’deki komünistlerin faaliyetleri seyrek ve dağınıktı. Komintern çizgisindeki parti, 1938-39’daki Batı’ya yakınlaşma politikasını destekledi ancak 1939-41’de tarafsızlığı ve Batı ile bağların gevşemesini talep etti. 21 Haziran 1941 sonrası ise ülkenin tarafsız kalışına karşı çıktı. Bir dış gücün çıkarlarına tabi olan bu salvolar pek fazla destek bulmadı, ama Stalingrad sonrası ülkedeki genel hava parti lehine değişti.

Komünist gruplar, büyük şehirlerde ve sanayi merkezlerinde bir kez daha faaliyetlerine kaldıkları yerden devam ettiler. 1943’te bir grup komünist tutuklanıp yargılandı. Kars askerî bölgesinde Ömer Elmas’ın liderliğindeki beş subay ve iki astsubaydan oluşan bir komünist hücre açığa çıkartıldı. İddianameye göre, hücre casusluk faaliyeti yürütmekteydi. 1943’te idam edildiler. Aynı yıl (sonradan Genç İlerici Türkler ismini alacak olan) “İlerici Gençlik Birliği” isimli bir komünist cephe örgütü kuruldu. 1944’te bu örgütün beş üyesi yargılandı.[32] Kapalı kapılar ardında cereyan eden bu mahkemenin oturumları hakkında çok az şey bilinmektedir, ancak görünüşe göre, örgütün üyeleri hâkimlerin karşısına komünist değil, “antifaşist” olarak çıkmışlardı. Ayrıca 1944’te komünist lider Hikmet Kıvılcımlı ile komünist sendika lideri Reşat Fuat da sekizer yıla mahkûm edildi.

Bu davalarla ilgili resmî gizlilik ve komünist faaliyetlere dönük tavrı tüm solcu ve sosyalist gruplara teşmil etme eğilimi, bir yandan da komünistlerin “antifaşist cepheler” kurma taktiği meseleyi bulanıklaştırıyordu. Ancak şüphesiz kabul edilmesi gereken bir gerçek varsa o da, komünistlerin resmî kaynakların Türkiye’de bir dış güç adına icra edilen reformist, hatta devrimci eğilimler ve faaliyetler arasında ayrım yapamamasından büyük ölçüde istifade etmiş olmalarıydı. Bu durum, TKP’yi bir süre solun ve liberal eğilimlerin, özellikle öğrenciler arasında, bir toplanma noktası hâline getirdi. Yasal gazeteler arasında sadece Tan, Sovyetler’in taleplerini destekliyordu. Gazete, kitlesel bir gösteri ardından, 1945’te, bir dizi Sovyet kitapçısı ile birlikte imha edildi.

1945-55 Arası Dönemde Türkiye’de Komünizm

1946’da Atatürk ve İnönü’nün devlet partisine tekel olma imkânı veren eski parti yasasının lağvedilmesi ardından komünist faaliyetlerde bir artış gözlendi. Kısa sürede yeni partiler kuruldu ve komünistler birini, muhtemelen ikisini desteklediler: Sosyalist İşçi Köylü Partisi ile Esat Adil Müstecaplıoğlu liderliğindeki Türkiye Sosyalist Partisi. Bu fasıl kısa sürdü ve Aralık 1946’da yeni yasal partinin lideri Dr. Şefik Hüsnü Değmer’in tutuklanıp partinin kapatılması ile sona erdi.[33] Bu süre zarfında komünistlerin destekledikleri bir dizi sendika da yasaklandı.

1950’de (politik hayatta yeni bir rahatlamanın yaşandığı dönemde) komünist propagandanın aslî vurgusu, açık ve gizli bir Amerika karşıtlığı propagandasına doğru evrildi:

“Bize şeker yerine Amerikan tankları veriyorlar; yağ yerine faşist hükümet, Türk halkına Amerikan silâhları sunuyor. […] Emperyalizme boyun eğmekten ve vahşi sömürüden halkı kurtaracak yegâne yol, Amerika-Türkiye anlaşmasını yırtıp atmaktır.”[34]

Ancak Amerika ve Batı karşıtı propagandanın İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler-Türkiye ilişkileri bağlamında çok az şansı vardı. Mart 1945’te Rusya, Rusya-Türkiye Dostluk Anlaşması’nı kendisine boğazlarda üs verilip bölgesel ayarlamalar yapılmadıkça, yenilemeyeceğini bildirdi. Türkiye’nin bu talepleri karşılamayacağını açıktan ilân etmesi sonrası “tarihsel adaletsizlikler”in şimdi giderileceği, “Gürcüstan’ın güney kesimi”nin ve Türk hâkimiyetindeki Sovyet Ermeni Cumhuriyeti’ne ait toprakların geri alınacağı söylendi. Boğazlar’ın kontrolüne ilişkin iddia yinelendi ve bunun üzerine Türkler ilgili talepler karşılandığında ülkesinden ve bağımsızlığından geriye ne kalacağını sordu. Bu durumda, saldırı tehdidinin açık hâle geldiği koşullarda, Türkler için Amerika ile ittifak kurmak yegâne mantıklı adım hâline geldi. Artan askerî harcamalar ve Amerikan yardımlarına karşı yürütülen komünist propaganda da boşa düştü.

Aynı nedenden ötürü bir süre 1950-51’de, “Stockholm Sözleşmesi” için imza toplamaya odaklanan komünist faaliyetin güdümündeki Barışseverler Cemiyeti önemli bir başarı elde edemedi. Türk “barış dostları” faaliyetlerine Temmuz-Ağustos 1950’de başladı. Derneğin başkanı, Ankara Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü olan, eğitimini Amerika’da tamamlamış Dr. Behice Boran’dı. Genel sekreteri, önceden Ankara’da felsefe dersleri vermiş bir gazeteci olan Adnan Cemgil’di. Dernek, “yurtdışındaki komünist partilerle temas içinde olduklarına ilişkin iddia”yı reddetti [35] ancak devlet, 1951’de dernek üyelerini yargıladı ve yedisini suçlu bularak hapse attı.

Derneğin dergisi Barış Yolu illegal olarak yayımlanmaya devam etti. Komünist kaynaklara göre on bin adrese gönderiliyordu.[36] TKP’nin diğer başarılı çalışması da 1938’den beri içeride olan şair Nazım Hikmet’in serbest bırakılması için yürüttüğü kampanyaydı.

Nazım Hikmet, Nisan 1950’de açlık grevi başlaması ardından serbest bırakıldı. Haziran 1951’de Türkiye’den kaçtı [37] ve Moskova’da sıcak bir biçimde karşılandı. Parti, şairin serbest bırakılması için aydınlar arasında imza topladı. Kaçıştan aylar sonra polis, onun adıyla anılan komünist sempatizan gruplara mensup kişilerin isimlerini ele geçirdi.

Türkiye’deki komünist faaliyetlere ilişkin en kapsamlı fikri, Ekim 1953’te İstanbul’da başlayan “167’ler davası” vermektedir.[38] Bu tutuklamalar, Ekim 1951’de Profesör Sevim Tarı’nın ele geçirilmesi ile başladı. Tarı, Paris’teki komünist parti merkezi ile ülke içindeki hücreler arasında temas kuruyordu.[39] Yargılananlar arasında 43 işçi, 34 öğrenci, 35 memur, 21 zanaatkâr, birkaç doktor, 2 subay ve 8 işsiz bulunmaktaydı. Sovyet basınına göre yargılananlar, “ülkelerinin yabancı mütecaviz orduların üssü olmasını öngören projeye muhalefet eden ilerici yurtseverler”di.[43] Ancak savcı farklı bir görüş geliştirerek, yargılananları radikal Müslümanlar ve sağcı gerici gruplarla ülke içinde rahatsızlığa yol açmak amacıyla işbirliği kurmakla suçladı.

Herkesçe tanınan aşırı sağcı Necip Fazıl Kısakürek ve yayın yönetmenliğini yaptığı Büyük Doğu ile Kürtler arasında irtibat subayı olarak çalıştığı iddia edilen aşırı İslamcı bir örgütün başı olan Saidi Kürdi (Nursi) komünistlerin temas kurduğu kesimler olarak dillendirildi. İddiaya göre parti, etnik ve dinî nefreti körüklemek niyetindeydi.[41] Liderler arasında ilk sırada 1946’da kurulan Sosyalist Parti’nin başkanı Doktor Şefik Hüsnü Değmer yazılıydı, oysa 1946’da polisin elinden kaçan Zeki Baştımar, esas “gizli lider”di. Baştımar, uzun yıllar Türk meclisinin arşivlerinde sorumlu kişi olarak çalışmış, 1946’da Sosyalist Parti’nin Ankara bürosunu açmak için görevinden ayrılmıştı.

Genel anlamda ifade etmek gerekirse, aydınlar parti liderliğinde egemen konumdaydılar. Paris’teki merkezle teması kuran üniversite profesörleri Mihri Belli ve Sevim Tarı’dan başka Kuleli Askerî Lisesi’nde öğretmenlik yapan ve bir deniz albayı olan Abdulkadir Demirkan da parti içinde faaliyet yürütüyordu.[42]

Stalin’in vefatı ardından Sovyet dış siyasetinin oturduğu yeni çizgiye uygun olarak Türk hükümetine Moskova Kars, Ardahan ve Artvin ile ilgili iddiaların geri çekildiği ama ilişkilerin Sovyetler’in amaçlarının değişmemesine bağlı olarak, Türkiye’ye dönük derin inanç nedeniyle, pek fazla ilerlemediği söylendi.

1949-50’de başlayan ikinci iktisadî devrim, her şeyin ötesinde, ülkenin kırsalını etkiledi. Komünistler, her daim kırsalda destek bulma konusunda güçlük çekmişlerdi. Bir komünist parti raporu şu ifadelere yer veriyordu:

“Parti içinde mücadele etmemiz gereken ne çok düşman var: sekterler, köylü hareketinin kendiliğindenliğine tapanlar, Bonapartistler/tasfiyeciler, köylü karşıtı sapmacılar vd.”[43]

Yakın dönemde yapılan tarım reformları ve tarımın makineleştirilmesi, komünistlerin kırsal alanlara ulaşmasını kolaylaştırdı. Diğer yandan, Türk tarımının Sovyet tarımına nazaran daha hızlı geliştiği bir dönemde toplumsal sistemi eleştirmek de hayli güçleşti. Aynı durum, sanayi için de söz konusuydu.

1951 sonrası Türk hükümeti sendikaların kurulmasına izin verdi, hatta bu dönemde birkaç grev de tertiplendi. Ancak bu sendikalara sızma fırsatı bağımsız sendikal hareketin gelişmesi ihtimaline bağlı olarak ortadan kalktı. Yurtdışı kaynaklı görüşlere göre, mevcut iktisadî genişleme, belli ölçüde kontrol altına alınmaz ise, enflasyonun yükselmesine, iktisadî eşitsizliğin artmasına ve toplumsal rahatsızlığın derinleşmesine yol açacaktı.

Tehlikenin diğer bir nedeni de hükümetin tüm solcu, reformist, sosyalist, hatta liberal hareketleri “komünist” olarak etiketlemeye devam etmesiydi. Ancak genel olarak ifade etmek gerekirse, bugün Ortadoğu’nun diğer ülkelerine kıyasla komünizm, Türkiye’de daha az şansa sahipmiş gibi görünüyor.

Bugün Türkiye, iktisadî ilerlemeyi en hızlı şekilde gerçekleştirmiş ülkedir ve o, doğrudan Sovyetler Birliği’nin tehdidi altındadır. Genelde Sovyetler-Türkiye ilişkilerinden ayrı olarak, Türkiye’de komünizm gibi bir mesele mevcut değildir.

Walter Z. Laqueur

[Kaynak: Communism and Nationalism in the Middle East, Frederick A. Praeger,1956, s. 205-217.]

Dipnotlar:
[1] Sovyetler’in Enver ile yakınlaşmasına dair ilginç kimi olaylar nakledilebilir, ama burası yeri değildir, zira söz konusu temasın TKP tarihi ile herhangi bir ilişkisi yoktur.

[2] Pervyi siesd Narodov Vostoka (1920).

[3] Türk sosyalist ve komünist partilerinin ilk dönem tarihine ilişkin olarak bkz.: Navshirvanoff, Nom Vostok, Şubat 1922; Gurko-Kraşin, Rote Gezverkschafts Internationale, Mart 2, 1925; ve M. Pavloviç, Revoliutsionaya Turtsiya (1921). 1905’te öğrenci olarak Fransa’ya giden Mustafa Suphi orada Sosyalist Parti’ye katılır. 1908’de ülkeye döner ve Türk Sosyalist Partisi’nin liderlerinden biri olur. 1913’te Sinop’ta tutuklanır. 1914 başında Rusya’ya kaçar.

[4] Bazı kaynaklar, 1918’de Moskova’da Suphi tarafından tertiplenen bir konferanstan bahsetmektedir. Bu tarih, TKP’nin ilk kuruluş tarihi olarak ifade edilir.

[5] Pervyi siesd Naradov Vostoka (1920).

[6] Die Kommunistische Internationale, Yıl 2, Cilt. 17.

[7] Bu grup bir dizi dergi çıkartır: Kurtuluş, Kaplan ve sonrasında da Aydınlık.

[8] Neos Antropos (“Yeni İnsan”).

[9] Die Kommunistische Internationale, a.g.e.

[10] A.g.e., akt.: Yeni Gün; ve Pavloviç, Revoliutsionaya Turtsiya.

[11] Mahmut Esat, Yeni Gün, 20 Ekim 1920, akt.: Pavloviç, Die Kommunistische Internationale içinde, cilt. 17 (1921).

[12] A.g.e.

[13] “Yeşil Elma Hareketi”nin Kemal’in 1927 tarihli Nutuk’unda (Leipzig, 1929) ve Halide Edip’in Ateşten Gömlek’inde (1928) aktarılan tarihi.

[14] Bunlar arasında: Komünist Manifesto, Lenin Biyografisi, RSFSC Anayasası, Komünizmin ABC’si, Rus ve Türk KP’lerinin programları vb.

[15] Tevada’nın Pavloviç’e yazdığı mektup, Kommunistische Internationale içinde, cilt. 17 (1921).

[16] Mektup Zhisn Natsionalnosti’de yayınlandı, Ekim 1921. Kommunistische Internationale’deki basımı ancak Haziran 1921’de yapıldı.

[17] Sovyetler’in Trabzon’daki temsilcisi “enerjisizlik”le suçlanır.

[18] I. Maiski, Vneshnaya Politika R.S.F.S.R. (1922).

[19] 1951’de Suphilerin katli, aynı dönemde Ankara’yı ziyaret eden Amerikalı General Harboard ile ilişkilendirilir. (Novi Mir, Ekim 1951; ayrıca bkz.: Mayen Orient, 8 Şubat 1950.)

[20] Gurko-Kryashin, a.g.e.

[21] Heller, Rote Gezuerkschafts Internationale içinde, Ağustos 1923.

[22] 1925 olayları üzerine bkz.: B. Ferdi, “Revoliutsionnoye dvishenie v Turtsii,” Kommunisticheski International, cilt. 6, 1926.

[23] B. Ferdi, “Arbeiter Bewegung in der Turkei,” Inprecorr, 28 Eylül 1926.

[24] Rote Gewerkschafts Internationale, Eylül-Ekim 1926.

[25] Komintern Altıncı Kongresi’nde Türk delegesi Fahri. Metin, Inprecorr içinde yer almaktadır, 4 Ekim 1928. “Ajan provokatörlerin tasfiyesine ilişkin ayrıntılar” Novi Mir’de bulunabilir, cilt. 9 (1951).

[26] Fahri, a.g.e.

[27] Otuzların sonlarına dek Sovyetler ile Türkiye arasındaki kültürel ilişkiler diğer tüm ülkelere kıyasla gayet sıcaktı. Kültürel değiş tokuş projelerine ilişkin kapsamlı bir liste için bkz.: Strani blishnevo i srednovo Vostoka, 1944, s. 96.

[28] Türkiye’de mahkemelere çıkartılan komünistlere yönelik tutum, antikomünizmi açığa çıkarmak yerine politik güvenceyle daha fazla ilgili olan polis şeflerinin ve hâkimlerin bulunduğu Suriye ve Lübnan gibi Arap ülkelerine kıyasla daha sertti. Türkiye’deki komünist faaliyetler her daim ihanet derekesinde görüldü. Oysa Irak hariç tüm Arap ülkelerinde devletler Sovyetler Birliği’ne yakın bir konum aldığından, görece daha hoşgörülü bir tutum sergilediler.

[29] Necmeddin Sadak, “Turkey Faces the Soviets,” Foreign Affairs, Nisan 1949.

[30] Kommunisticheski International, Aralık 1939.

[31] von Papen’in hayatına kasteden teşebbüsün gizemi bugüne kadar hâlâ çözülememiştir.

[32] Komünist kaynaklara ait raporlara göre bu grubun lideri hapishanede polis tarafından öldürülen Hasan Basri’dir.

[33] 1921’de TKP’nin genel sekreteri olan Değmer’e yargılama sonucu beş yıl ceza verilir ve Değmer Temmuz 1948’te hapse atılır. Başyardımcısı Zeki Baştımar ise kaçmayı başarır. Yasaklanan komünist gazeteler arasında Sendika, Yığın ve Söz dışında beş ayrı organdan bahsedilebilir. Değmer diğer komünistler af sonucu 1950’de serbest kalır.

[34] Bu bildirinin metni şurada aktarılmıştır: S. Üstüngel, "V Tiurme i na volye" (Hapishanede ve Özgür Zamanlarda), Novi Mir, Eylül 1951. Bu metin, (her ne kadar bölük pörçük olsa da) yakın döneme ait parti faaliyetlerinin yegâne izahını veren çalışmadır. Kitap, Türk komünistlerinin zayıflıklarına ilişkin mevcut nedenleri açık biçimde göstermektedir. Örneğin yazar şu tarz bir cümle sarfetmektedir: “Hapishanedeki yoldaşlarımla Türkiye’deki millet ve tarım meselelerini günlerce tartıştım. Bu sohbetlerin etkisi altında bense bugün benim favori opera eserim İvan Susanin’i dinlemek isterdim. İvan Susanin, Glinka’nın Çar için hayatını feda eden bir Rus köylüsünü anlatan bir operasıdır.” Üstüngel’in Stalin’den yana saf tutması onu Carmen yerine, “karşı-devrimci” içeriğine rağmen Glinka’nın operasını tercih etmesine neden olmaktadır.

[35] Kudret, 10 Ekim 1950.

[36] Cumhuriyet, 16 Kasım 1951, Moskova’da haftalık çıkan Ogonyok’tan alıntı yapıyor.

[37] Pravda, 22 Haziran 1951.

[38] Vatan, 15 Ekim 1953.

[39] Paris’te örgütlenen “Genç İlerici Türkler” örgütü, yukarıda bahsedilen Barış Yolu ve diğer cephe dergisi Tek Cephe’yi çıkarttı. Her iki dergi de posta yoluyla Fransa’dan Türkiye’ye gönderiliyordu.

[40] Pravda, 25 Ekim 1953.

[41] New York Times, 13 Ekim 1953. Ayrıca lso Thorossian, Le Monde, Kasım 1953; ve B. K., Neue Zuericher Zeitung, 17 Kasım 1953.

[42] Suçlananlar arasında bulunan Fuat Baraner Türkiye’nin ünlü romancılarından birinin kocasıdır. Sahte evraklarla ülkeye dönmeden önce Baştımar, Rusya’yı ve Doğu Avrupa’yı dolaşır.

[43] S. Üstüngel, a.g.e.

0 Yorum: