Brezilya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Brezilya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Ekim 2022

,

Brezilya Seçimleri


Bugün Brezilya’da yapılmakta olan genel seçimler, ülkede öncekilere kıyasla çok farklı politik sonuçlara yol açtı. Politik düzlemde alabildiğine kutuplaşmış olan ülkede halk, birbirine karşı duran iki seçenekten birini tercih edecek, yani ya Brezilya demokrasisini ya da yeni mevziler kazanacak olan neofaşist iktidar projesini seçecek.

Seçimin ilk turunun üzerinden bir hafta geçti ve artık ortada pek gerilim de kalmadı, dolayısıyla, artık elde edilen sonuçlara dair bir değerlendirmede bulunup, ileride oluşacak senaryolar konusunda kimi görüşler sunmak mümkün. Eski başkan Lula’nın ikinci tur için yürüttüğü kampanyanın yüzleştiği güçlükleri bu düzlemde inceleyebiliriz.

İlk Tur Sonuçları

2 Ekim’de yapılan başkanlık seçimlerinin ilk turunda elde edilen sonuçları görenler, birbiriyle çelişen duygulara kapılıyorlar, bu anlamda insanlardaki algı, kötümserlikle iyimserlik arasında salınıp duruyor. Buna bir de seçim öncesi merkez solun, Lula’nın ilk turda zafere ulaşması ihtimalinden söz eden seçim anketlerine bakıp, alınan sonuç üzerinden yaşadığı hayal kırıklığı ekleniyor. Lula’nın diğer tüm adayların toplamından daha fazla oy alması beklenirken, o, beklenenden yüzde 1,5 daha az oy aldı. Oysa merkez sol, umudunu Bolsonaro hükümetinin pandemi yönetimi konusunda attığı, felâkete sebep olan adımların seçimde yenilgisine neden olması ihtimaline bağlamıştı.

İyimser açıdan bakıldığında, Lula, Brezilya tarihinde alınmış olan en yüksek sayıda oyu aldı ve elde ettiği yüzde üzerinden düşünüldüğünde, ikinci turda zafere ulaşması kuvvetle muhtemel.

Kongre seçiminde Lula’nın başında bulunduğu Brezilya İşçi Partisi, aldığı oyla Temsilciler Meclisi’ndeki koltuk sayısını 56’dan 68’e çıkarttı. (Mecliste toplam 513 koltuk var.) Bu süreçte ilerici toplumsal hareketlere mensup adaylar da kimsenin beklemediği zaferler elde ettiler. Örneğin üç federal vekil ve dört eyalet vekili, doğrudan MST ile bağlantılı isimler. Topraksız İşçiler Hareketi (MST) Lula’nın partisiyle ittifak hâlinde. Ayrıca MTST (Evsiz İşçiler Hareketi) iki federal vekil elde etti. Bu vekillerden biri de kongre üyesi Guilherme Boulos. Boulos, São Paulo eyaletinde en yüksek oyu alan isim. İlk siyahi trans kadının ve yerli kadınların temsilciler meclisine girişi de meclisin temsiliyet gücü açısından önemli.

Ama öte yandan aşırı sağcı aday, şu anki başkan Jair Bolsonaro, şaşırtıcı bir biçimde, yapılan anketlerle çelişen bir gelişme dâhilinde, onca yolsuzluk skandalına, ekonomik krize, artan yoksulluğa, her şeyden önemlisi, kötü yönetilen ve ülkede yaklaşık 700.000 kişinin ölümüne sebep olan pandemi sürecine rağmen, geçerli oyların yüzde 43’ünü aldı.

Bolsonaro, neofaşist eğilimlere sahip, bilimi inkâr eden, yalan haberler yapan, olumlu tek bir gündemi olmayan hükümetinin kullandığı dilin hâkim olduğu bir kampanya çalışması yürüttü.

Buna ek olarak, yeni seçilen kongre, öncekine kıyasla daha muhafazakâr. Bu durum, özellikle senato için geçerli. Mevcut hükümeti destekleyen isimler, senatonun yüzde 40’ını ele geçirdiler. 14 senatör, Liberal Parti’ye ait. Bu senatörler arasında, eski insan hakları bakanı Damares Alves ve Lula’ya karşı yürütülen Oto Yıkama (Lava Jato) operasyonunun başındaki isim, aynı zamanda eski adalet bakanı Sérgio Moro da yer alıyor. Temsilciler meclisinde PP (İlerici Parti), PL, União Brasil (Brezilya Birliği) ve Cumhuriyetçiler (yani Bolsonaro ile ittifak hâlinde olan tüm partiler) koltukların neredeyse yarısını ele geçirdiler.

İkinci turun sonuçlarına bağlı olarak ülke, iki ayrı muhtemel senaryo ile yüzleşecek. Eğer Lula kazanırsa, kuracağı hükümet yüzünü merkez sağa dönmek ve yönetme kabiliyetini güvence altına almak adına kimi önemli tavizlerde bulunmak zorunda kalacak.

Eğer Bolsonaro kazanırsa, Kongre’den ciddi bir desteği arkasına alacak olan neofaşist ajandası daha yoğun bir biçimde uygulamaya konulacak, böylelikle Yüksek Mahkeme’deki koltuk sayısının artırılması, azalan oranlı vergi reformu, mali bütçe üzerinden müttefiklere kaynak tahsisi gibi neofaşist reformların onaylanma süreci daha da hızlanacak. Bolsonaro’nun kazanması durumunda, kadın hakları mücadelesi önemli mevzilerini kaybedecek, kadına yönelik şiddet konusunda ayrılan bütçe kesilecek, üreme ve cinsel haklarla ilgili girişimlerin önüne engeller çıkartılacak.

Yönetme Kabiliyeti Düzleminde Yüzleşilecek Güçlükler

Her ne kadar Lula’nın yönetme kabiliyeti konusunda ciddi güçlüklerle yüzleşeceği bir senaryo olsa da ilk senaryonun sol için ikinci senaryoyla kıyaslama kabul etmeyecek ölçüde ümit verici olduğunu görmek gerek. Anketler, ikinci turda Lula’nın seçileceğini söylüyorlar. Gene de o güne dek her iki aday da önemli güçlüklerle boğuşmak zorunda kalacak.

Bolsonaro’nun kampanyası dâhilinde genelde kendisini redde tabi tutan toplumsal kesim anlamında kadın seçmenlerle diyalog arayışına girmek zorunda kalacağı koşullarda, Lula da orta sınıfın belirli kesimlerinden destek almak, aynı zamanda bugün büyük ölçüde Bolsonaro’ya destek veren yeni-pentekostçu seçmenle diyalog kurmak için uğraşacak.

1. Genel algıya göre, her iki ismin yürüttüğü kampanyalar içeriksiz ve kitleleri harekete geçirmekten uzak. Bu anlamda, kampanyalar, sadece sosyal medyada sürdürülen kavgalara odaklı. Sol, Lula’nın programının halktan destek görmesi için uğraşıyor, bu açıdan kitle örgütleri ve kitle hareketleriyle diyalog içerisinde olacağını söylediği hükümet için servetin dağıtılmasını ve demokrasiyi öne alan bir ajandayı öne çıkartıyor. Bu hâliyle Lula’nın kampanyası, Bolsonaro’nun kampanyasıyla çelişiyor, çünkü Bolsonaro’nun kampanyası, büyük ölçüde yalan haber yayma, şiddet ve demokrasinin tahrip edilmesini öngören faşist projeyi temel alıyor.

2. Lula, kampanya dâhilinde muhtemelen eski başkan yardımcısı, Demokratik İşçi Partisi adayı Ciro Gomes’e, Brezilya Demokratik Hareket Partisi adayı Simone Tebet’e ilk turda oy atan veya geçersiz oy kullanan seçmenle diyalog kurma konusunda güçlük yaşayacak. Lula, bu süreçte seçimde kaybeden iki önemli adayla ittifak kurmak için adım attı. Brezilya İşçi Partisi adayı Ciro Gomes’in işçilerin borçlarının yeniden müzakere edilmesi önerisini programına dâhil eden Lula, aynı şekilde, ilk turda Brezilya Demokratik Hareket Partisi’nin seçimde üçüncü olan adayı Simone Tebet’in önerdiği hükümet programındaki önerileri de sahiplendi. Ayrıca bir de ilk turda oy kullanmayan, 1998’den beri görülen en yüksek orana ulaşan yüzde 20,9’luk seçmen kitlesinin sandığa getirilmesi gibi bir güçlükle de uğraşılmak zorunda.

Sol, Bolsonaro’nun 30 Ekim’de yenilmek zorunda olduğunu düşünüyor. Buna karşın Bolsonaroculuk denilen ve şimdiki başkanın iktidarında gelişip serpilmiş olan kitle hareketi, kongredeki, eyalet ve belediye yönetimlerindeki ve meclislerindeki nüfuzunu, aşırı muhafazakâr, ırkçı ve kadın düşmanı kitle içerisindeki gücünü koruyacak.

Yoksul çoğunluk ise önümüzdeki dört yıl boyunca mücadelesini sürdürecek, bu açıdan toplumsal ve politik haklarını korumak için örgütlenmeye ve 2016 değiştirilen 95. Madde’nin dayattığı mali harcama ile ilgili üst sınırı kaldırmak için kampanya yürütmeye, eğitim, sağlık gibi kamuyu ilgilendiren, devlet desteğine ihtiyaç duyan alanlara yönelik yatırımlar konusunda baskı uygulayacak bir politikaya ihtiyaç duyacak.

Bugün Bolsonaro’nun dayattığı muhafazakâr düzenle hesaplaşacak olanlar, daha işin başında onun hükümetinin ekonomi politikalarını eleştirip redde tabi tutmak zorunda.

Brezilya Seçimleri Araştırma Grubu
16 Ekim 2022
Kaynak

30 Haziran 2022

,

Paulo Freire’den Bell Hooks’a Eleştirel Pedagoji


Doksanların başında Paul Buhle, şu tespiti yapmıştı: “Gelelim asıl meseleye: Altmışların tüm o radikalleri nereye gittiler? Bu soruya verilecek en doğru cevap, şu olmalı: Ne dinî tarikatlara ne de yuppiliğin kucağına, sınıflara gittiler.”[1]

Aslında altmışlı yılların radikallerinin önemli bir kısmı, ömrünü bir tarikatın veya komünün içerisinde tamamladı. Mücadeleyi sürdürenlerse, onu sınıflarda verdiler. Politik yenilgiyle yüzleşmiş olan tüm bu radikal isimler, öğretmenlik kariyeri yapmayı tercih ettiler ve yeni kuşakları dersliklerde politize edeceklerini umdular.

“Eleştirel pedagoji”, bu dönemin ürünüdür. O, genel manada eğitimin politikleştirilmesi işlemi olarak anlaşılmalıdır. Eleştirel pedagojinin amacı, adil, özgür ve eşit bir toplum inşa etmek için insanları eğitmektir.

Akademi sahasında eleştirel pedagoji kadar, kimseye müdanası olmaksızın solcu olabilen disiplin sayısı, bir elin parmaklarını geçmez. Eleştirel pedagojinin kullandığı dil, devrimci değilse bile radikaldir. Önde gelen eleştirel pedagoglardan birinin ifadesiyle,

“eğitimin asli hedefi, öğrencileri, kendi tarihsel, ırksal, sınıfsal ve cinsel konumunu gören, hayatını biçimlendiren güçleri bilen, insanı özgürleştirme ve kurtarma mücadelesi dâhilinde politik ve ahlakî düzlemde harekete geçebilen politik özneler olarak inşa etmek suretiyle, toplumsal dönüşümün koşullarını oluşturmaktır.”

Bu tarz bir eğitime çok az solcu itiraz edecektir. Ama gene de solcuların bu konuda ihtiyatlı olmalarında fayda vardır. Zira eleştirel pedagoji, öğrencilere “tarihsel konumlar”ı konusunda eğitim verdiğini varsaysa da o, kendi konumunu idrakten yoksundur.

Eleştirel pedagoji, politik düzlemde canlılığını ve geçerliliğini yitirmiş olan yeni solun bir ürünüdür. Yeni sol, geçmiş dönemin militanlığını kendisinin pratikte yaptığı hataları değerlendirmeye tabi tutmaksızın, dersliklere aktarmıştır. Sınıftaki radikalizm ile politik yenilgi arasındaki çelişki, kendilerine rehberlik etsinler diye eleştirel pedagogların gözlerinin içine bakan öğrencilerden saklanmıştır. Yeni solun yenilgilerle yüklü tarihini bir türlü kabule yanaşmayan eleştirel pedagoji, o hataları tekrarlamaya mahkûmdur. O, “radikal toplumsal değişim”in faili olmak şöyle dursun, o değişimin önündeki engeldir.

Paulo Freire’nin Sahte Radikalizmi

Paulo Freire’in Ezilenlerin Pedagojisi (1968) isimli eseri, çoğunlukla eleştirel pedagojinin kurucu metni olarak kabul edilse de bu kitabın ilgili sahayla ilişkisi, karmaşık ve bir miktar da mesafelidir.

1. Freire’nin metni, yurttaş hakları, dekolonizasyon ve Soğuk Savaş’ın artmakta olan gerilimleri karşısında aktivizmin politik fırsatlarla yüzleştiği altmışların bir ürünüdür. Oysa eleştirel pedagoji, aktivizm açısından pek elverişli olmayan seksenlere dek ortaya çıkmış değildi.

2. Freire düşüncelerini, okuryazar oranının düşük olması gibi kimi eğitsel güçlüklerle cebelleşen üçüncü dünya bağlamında geliştirmişti. Eleştirel pedagoji ise Batı’nın belirli bir idareye tabi olan toplumlarını çıkış noktası almıştı. Dolayısıyla, Ezilenlerin Pedagojisi’nin ilgili saha içerisindeki konumu sorunludur.

Ömrü boyunca Freire, kariyerini Brezilya’nın önde gelen okuryazarlık uzmanı olarak inşa etti. Hukuk bölümünden mezun olduktan sonra işçilerin refah düzeylerini artırmak için bizatihi sanayiciler tarafından kurulmuş olan Serviço Social da Indústria [“Sanayi İçin Toplum Hizmetleri” -SESI] isimli örgütte çalıştı. Freire, radikal görüşlerini bu çerçeve dâhilinde geliştirdi. Onu en çok da kurtuluş teolojisi, varoluşçuluk, daha da önemlisi, hükümete bağlı düşünce kuruluşu Instituto Superior de Estudos Brasileiros’un (“Brezilya Çalışmaları Yüksek Enstitüsü”nün -ISEB) savunduğu kalkınmacı milliyetçilik etkilemişti.

O dönemde birçok Brezilyalı aydın, ülkenin modernize edilmesi için işçilerin ve köylülerin harekete geçirilmelerinin gerekli olduğunu düşünüyordu. Nüfusun neredeyse yarısı (yaklaşık kırk milyon) okuma yazma bilmediği için haklarından mahrum kalıyordu. Bu noktada Freire’nin geliştirdiği okuryazarlık programlarının toplumsal değişimin gerçekleştirilmesi noktasında önemli bir rol oynayacağı görüldü. Asıl mesele, bu değişimin ne tür bir değişim olacağı idi?

Freire ve arkadaşları, okuryazarlığın bilinçlendirme aracı olarak kullanılabileceğini gördüler. “Freire yöntemi”, öğrencilere sadece okuma yazmayı değil, kendi durumlarını eleştiri süzgecinden geçirip, o durum hakkında kafa yormayı öğretiyordu. “Favela” türünden kavramlara dair sözel ve görsel unsurları kullanan öğrenciler, kelimelerin “şifre”sini çözmeyi, onlarla bağlantılı olan gerçekleri idrak etmeyi öğreniyorlardı.[3] Eğitim materyalleri, doğayla kültür arasındaki farka vurgu yapıyor, öğrencilerin gerçekliğin kendi faaliyetlerinin bir ürünü olduğunu idrak etmelerini, böylece onların gerçekliğin değiştirilebileceğini görmelerini sağlıyordu.

Ezilenlerin Pedagojisi, bu yöntemi geliştirip, bir eğitim felsefesi hâline getiriyor. Kitap, zulmün ne olduğuna veya zalimlerin kim olduklarına dair bir açıklama sunmuyor, bu konulara üstünkörü değinmekle yetiniyor.[4] Kitap daha çok, ezilenin gördüğü zulüm karşısında sorumluluk aldığı ve onu aştığı, böylelikle tarihsel failler hâline geldiği durumun öğretim aşamasında nasıl modellenebileceği üzerinde duruyor. Freire, görevlerinin kendilerini özgürleştirmek olduğunu düşündüğü için, öğretmenin öğrencilerine neleri düşünüp neleri yapacaklarını söylediği geleneksel pedagoji modeline bel bağlayamayacaklarını söylüyor. Freire, geleneksel pedagojiyi “bankacı” modeli olarak görüyor, çünkü bu pedagoji anlayışında öğrenciler, öğretmenin bilgi “depoladığı” birer kumbara olarak algılanıyorlar. (s. 72) Freire’ye göre bu model, öğrenciyi eğitim sürecinin pasif bir nesnesi kılıyor. Freire, özgürlüğün öğretilmesi için bu modelin kullanılması durumunda, ezen-ezilen ilişkisinin içeriğine karşı çıksa bile, modelin pratikte bu ilişkinin biçimini yeniden üreteceğini söylüyor. Freire, diyalektik açıdan ele aldığı eğitim meselesinde “problem kurma” seçeneğini gündeme getiriyor. (s. 79) Buna göre öğrenci, bilgiyi pasif bir biçimde alan kişi olmaktan çıkıyor, nesnel gerçekliği muhakeme etmek suretiyle, onu dönüştüren özne hâline geliyor. Öğretmen, bu sürece diyalog kurarak yön veriyor. Freire’ye göre, gerçek eleştirel pedagoji, diyaloga dayalı olmalı, bu anlamda, öğretmen ve öğrenci, birer eşit kişi olarak diyaloga girmeli, ama daha da önemlisi, bu diyalog, dünyayı dönüştürebilecek hakiki kelimeler üretebilmeli.

Ezilenlerin Pedagojisi, genelde devrimci bir bakış açısı sunan bir çalışma olarak görülüyor.[5] Bu, kısmen yazarının Marksist terimleri kullanıyor oluşunun bir sonucu.

Oysa Triviños ve Andreola’nın da tespit ettiği biçimiyle, Freire, “analize dair Marksist kategorileri kullanırken, Marksist ideolojiyi kapı dışarı ediyor.”[6] Hayatının hiçbir döneminde bağımsız işçi sınıfı siyaseti içerisinde yer almamış olan Freire’nin asarına, daha çok teoriyle pratik arasındaki derin çelişki damgasını vuruyor.

Ezilenlerin Pedagojisi, ezilenlerin kendi kendilerini kurtarmaları fikrinden yana saf tutsa da Freire, hep bürokrasiye tabi, devletin yönlendirdiği işlerde çalışıyor, çoğunlukla işçi sınıfını bağımsız bir güç olarak örgütleme derdinde olanların yürüdükleri yolun ters istikametinde ilerliyor. Freire, Brezilya ve Şili’de kurulmuş olan reformist hükümetlerde görev alıyor, BM Gıda ve Tarım Örgütü ve UNESCO gibi ulusötesi teşkilâtlarda ve tek partiyle yönetilen kimi ülkelerde çalışmalar yürütüyor. Ait olduğu tek bağımsız (bu anlamda sivil) teşkilât, kilise.

Geriye dönüp baktığımızda, Freire’nin Brezilya kırsalında yürüttüğü okuryazarlık çalışmaları, esasen radikal her türden seçeneği önceden boğmak için kullanılmış. Soğuk Savaş döneminde egemenler, yetişkinlerdeki okuryazarlık sorununu en önemli politik sorun olarak görmüşler. Üçüncü Dünya’daki düşük okuryazarlık oranları karşısında yoksul köylülerin eğitilmesi acil bir sorun olarak gündeme gelmiş, ama burada esas amaç, komünizmin yayılmasını durdurmak.

Küba Devrimi’nin elde ettiği başarı karşısında korkuya kapılan Kennedy yönetimi, Latin Amerika’da “orta sınıf devrimi” yapma vaadinde bulunan İlerleme Yanlısı İttifak isimli bir yardım programını yürürlüğe koymuş.[7] Freire’nin yürüttüğü okuryazarlık programları, kısmen bu program tarafından finanse edilmiş.

Ezilenlerin Pedagojisi, devrimci bir dili kuşanmış, ama öte yandan da metin, başka türden bir politikaya meylediyor, burada Freire, tüm dünyada yeni sol radikallerin yanına oturuyor. Ona göre eleştirel pedagojinin nihai hedefi, ezilenleri devrim için hazırlamak. Yani, onlarda bulunan, zalimin nakşettiği, ezilenlerin bir biçimde içselleştirdikleri bilinci söküp atmak. (s. 55)

“Eğer ezilenler, devrimci sürece çift anlamlılığı ile, yani hem kendileri hem de zalim olarak iştirak edecek olurlarsa, zulüm koşullarının kendilerine dayattığı bu çift anlamlılığın tecessüm etmiş hâli olarak iktidara gelecek olurlarsa, kanaatim şu ki, onlar, iktidarı ancak rüyalarında görürler. Hatta ezilenlerin varoluşlarındaki bu ikili hâl, bürokrasinin inşasına yol açacak olan sekter ortamın oluşmasını sağlayacak, bu da devrimin altını oyacak.” (s. 127)

Freire kitabında, politik devrim öncesinde bir kültür devriminin yaşanması gerektiğini söylüyor.[8] Böylelikle atı arabanın arkasına bağlıyor. Oysa Freire’nin “insanın kâmil ve tam insan olma yolculuğunun tamama ereceği” (s. 55) koşulları, ancak politik devrim yaratabilir.

Freire, eğitim, zulmün ezilenlerin derisinde ve ruhunda açtığı yaraları ortadan kaldırana dek, ezilenlerin bir mücadeleye öncülük edemeyeceklerini düşünüyor. O, “devrim” derken, tıpkı yeni sol gibi, “kurumlar aracılığıyla gerçekleştirilen uzun yürüyüş”ü, reformların parça parça kopartılıp alındığı aşamalı bir süreci kastediyor.

Yeni solun yenilgisi, yetmişlerin sonunda onun akademi koridorlarına saçılmasında karşılık buluyor. Freire, bu süreci gayet iyi örnekliyor. Bir memur olarak o, Brezilya köylerinde okuryazarlık oranını yukarı çekmenin yollarını arıyor. Ama bu politik kariyer, 1964 darbesiyle kesintiye uğruyor. Şili’de sürgün hayatı yaşarken, Ezilenlerin Pedagojisi’ni kaleme alıyor. Kitap, uluslararası planda birçok kapının açılmasını sağlıyor. Harvard’da ders verme imkânı bulan Freire, birçok ülkede eğitim sistemlerini nasıl geliştirecekleri konusunda hükümetlere danışmanlık hizmeti veriyor. Tam da bu noktada Freire, teorik manada başka bir yola giriyor, eleştirel bir pozisyon alıyor, ama iş işten geçiyor.

Freire’nin yürüdüğü yol, Brezilya’ya has politik koşulların bir dışavurumu. Bu yol, bir yandan da dünya genelinde yeni solun kaderine de ışık tutuyor. İsyan sürecinde “ezilenler”e öncülük etmeyi başaramayan yeni sol, içindeki muhalif ruhu politik rüzgârın dindiği koşullarda bile diri tutma umuduyla, akademinin kapısından içeri giriyor.

Akademik Solun Yükselişi

Yeni solun ölümü, akademik solun ortaya çıkışına sebep oluyor. Böylelikle yetmişler ve sonrasında akademyaya Marksist çentik atılıyor. Pedagoji alanında bu eleştirel çentiği, Samuel Bowles ile Herbert Gintis’in 1976 yılında kaleme aldıkları Schooling in Capitalist America [“Kapitalist Amerika’da Eğitim”] isimli çalışma atıyor. Yazarlar, bu kitapta eğitimin özgürleştirme potansiyelinin kapitalist ekonomide eğitim sürecinin kayıt altına alınmasına dönük pratikler üzerinden sınırlandığını söylüyorlar. Onlara göre eğitim, temelde, toplumsal yeniden üretime ait bir mekanizma olarak anlaşılmalı.

Eleştirel pedagoji, Bowles ve Gintis’deki kötümserliği karşıya atan bir saha olarak gündeme geliyor. Henry Giroux ve Peter McLaren, yazarlardaki “determinizm”i ve “ütopya düşmanlığı”nı eleştiriyor, onun yerine, “ihtimalleri dikkate alan bir dil”i öneriyor.[9] Giroux ve McLaren, okulların sadece toplumsal yeniden üretime ait birer mekanizma olmadıklarını, onların aynı zamanda “direniş” ve “itiraz” bağlamında özerk birer kurum olduklarını söylüyor.[10]

Kendilerini “hakiki Marksist” olarak gören bu iki taraftan biri, üstyapıyı esas alan ekonomi analizinden, diğeri ise altyapıdaki çelişkilerden yola çıkıyor. “Ortodoks” Marksizme bağlı ekonomistlere göre, eleştirel pedagoglar, Frankfurt Okulu ve Gramsci’den devşirilmiş “Batı” Marksizmine veya “eleştirel” Marksizme karşı çıkıyorlar. Oysa “ekonomik” Marksizm ile “politik” Marksizm arasındaki ayrışma, aslında kendilerini Marksist kabul eden solculardaki dağılmanın ve yaşanan yenilginin bir sonucu.

“68 ruhu”nu muhafaza etmeye çalışan eleştirel pedagoglar, Freire’nin Ezilenlerin Pedagojisi eseriyle tanışıyorlar ve onu geriye dönük inşa faaliyeti dâhilinde, eleştirel pedagojinin kurucu metni kabul ediyorlar. Çünkü kitap, bireyin bilincindeki dönüşüme odaklanıyor, bu anlamda en fazla ihtiyaç duyulan umudu içinde barındırıyor ve işlevselcilerdeki kötümserliğin panzehri olarak görülüp önemseniyor.

Aslında politik düzlemde eleştirel pedagoglarla ve işlevselciler arasında pek bir fark yok. Her iki kesim de toplumsal değişimi, özgür toplumun “kurumlar eliyle organize edilen uzun yürüyüş”[11] üzerinden gerçekleşen aşamalı dönüşümü olarak tahayyül ediyor. Bu noktada, ilgili süreçte eğitimin oynayacağı rol üzerinde duruluyor. İşlevselciler, eğitimin rolünün ufak olduğunu düşünürlerken, eleştirel pedagoglar, eğitimin toplumsal değişimin asli kaldıracı olduğuna inanıyorlar.

Eleştirel pedagojinin seksenlerde hızla gelişme kaydetmesiyle birlikte, yeni eleştirel söylemler arz-ı endam ediyor. Bu dönemde muhaliflerin akademiye hücum etmeleri, genel manada muhalefetin akademikleşmesi, politik krize dair bir alamet olarak değil de fırsatlar sunan bir gelişme olarak görülüyor.

İlgili dönemde umut olarak görülen postmodernizmin, yeni imkân ve ihtimalleri, hatta politik imkân ve ihtimalleri yaratacak yeni teorik çerçeveleri ve fikirleri sunduğu düşünülüyor. Postmodernizmin hüküm sürdüğü üniversite hayatına hoppalık ve miyopluk galebe çalıyor. Örneğin Terry Eagleton’ın çok satan kitabı Literary Theory: An Introduction [“Edebiyat Teorisi: Bir Giriş” -1983] Jacques Derrida ve Michel Foucault’nun teori sahasında getirdiği yeniliklerin “aslanı” (yani işçileri) uyandırabileceği kehanetinde bulunuyor.[12] Kitabın 1996 tarihli baskısında Eagleton, kitaba son söz ekliyor ve orada postmodernizm konusunda eskisi kadar iyimser olmadığını ifade ediyor. Orada, “Postmodern toplumun bizlere takdim ettiği göz kamaştırıcı ürünlerden biri de kültür teorisi” diyen Eagleton, bugün postmodern teorinin bırakalım politikleştirici bir güç olmayı, “politik faaliyetin yerini aldığını, dolayısıyla depolitize edici bir niteliğe kavuştuğunu” söylüyor.[13] Neticede şu görülmeli: yeni solun politikası şapa oturmuş, postmodern teori de aynı şekilde çıkmaz sokakta sıkışıp kalmıştır.

İnatla “imkânları esas alan dil” peşinde koşup duran eleştirel pedagoglar da kendi bindikleri dalı kestiler. İmkânsızlığın dilini, işlevselci Marksizmi terk edip, postmodernizmin “üst anlatılar”a yönelik eleştirisini benimsediler.

Epey ünlü olan makalesinde feminist akademisyen Elizabeth Ellsworth, eleştirel pedagojinin önemli kavram ve amaçlarının “güçlendirme”, “öğrencinin sesi”, “diyalog”, hatta “eleştirel” kelimesinin bile, baskıcı birer mit olduğunu söylüyordu.[14]

Bu anlamda, postmodernizmin kimlik temelli söylemleri, ütopyacılıktan kalanları tuz buz etti ve eleştirel pedagojinin genel politik penceresini “içerme” ve “tanınma” meselelerine doğru daralttı.

Bell Hooks’a Uzanan Yol

Eleştirel pedagojinin hikâyesinin bittiği yeri görmek için Bell Hooks’un Teaching to Transgress [“Sınırları Aşmayı Öğretmek” -1994] isimli kitabına bakmak gerekir. Hooks’un metni, hem postmodernizmin bir ürünü hem de onun siyasetine yönelik bir şikâyetnamedir.

“Beyaz üstüncülüğü, emperyalizm, cinsiyetçilik ve ırkçılık, teorinin onları yapısöküme uğratmak için gerekli araçları temin ettiği koşullarda nasıl oluyor da hâlâ varlıklarını sürdürebiliyor?”[15] diye soran Hooks’a göre eleştirel pedagoji, öğrencilere ırk, sınıf ve toplumsal cinsiyet denilen sınırları aşmayı öğretmelidir. Ama bu öğretme pratiği, politik bir proje olarak görülmemelidir. Hooks’a göre eleştirel pedagoji, “marjinal grupların yaşanmış tecrübeler”ine hitap etmelidir. (s. 75) Bu bağlamda yazar, tecrübe denilen şeyi öze yerleştirir ve onu, hakiki bilginin koşulu hâline getirir. Eleştirel pedagoji, tecrübe şahsında, “her bir kişinin sahip olduğu değeri ve biricikliği yüceltiyor” olmalıdır. (s. 84)

Hooks üzerinden şu tür bir sonuca ulaşmak mümkündür: Postmodernizm “politikleştiğinde” o, ancak kimlik politikası yapabilmektedir.

Bu noktada Hooks’un kimlik politikasına dair tespitine değinmekte fayda var. Hooks’un çıkış noktası şudur: “Irk, cinsiyet ve sınıfsal imtiyaz, bazı öğrencilere diğerlerine kıyasla daha fazla güç bahşediyor, bazı sesleri diğerlerine kıyasla daha fazla ‘otorite’yle kuşandırıyor.” (s. 185)

Kimlik politikasının amacı, hâkim sesteki otoriteyi un ufak etmek, öte yandan bugüne dek göz ardı edilmiş veya bastırılmış sesleri merkeze koymaktır. Bu işlemse tecrübeyle kimliği birbirine bağlayarak, kişinin söylediklerini o kişinin kim olduğuna dair bir ifade hâline getirerek gerçekleştirilir. Sonuçta hâkim ses, beyaz heteroseksüel erkeğin sesi olarak özelleştirilir, böylelikle o ses, genel olma özelliğini yitirir. Marjinal sesler de aynı şekilde hâkim ses karşısında belirli bir eşitliğe kavuşurlar. Gelgelelim bu, büyük bedelleri olan bir zaferdir. Zira sadece hâkim ses değil, ızdırap çekenin sesi de otoriteden mahrum kalır. Zulüm kişiselleşir, kişinin “yaşanmış tecrübe”sine ait bir işlev hâlini alır. Hâkim gruplar gibi ezilen de başkaları adına konuşamaz hâle gelir.

Bu imkân, muktedir sınıf için bulunmaz nimettir. Bell Hooks, farkında olmadan, neoliberalizmin mantığını yeniden üretir. Thatcher’dan işittiğimiz “toplum diye bir şey yok” lafı, Hooks’un “her bir kişinin sesi biriciktir” lafında yankılanır. Hem Thatcher hem de Hooks, toplum denilen gerçekliği görmezden gelir. Aynı şekilde, içerme ve çeşitlilik üzerine kurulu politika da ta başından beri egemenlerce temellük edilmiş, namluya sürülmüş bir olgudur.

Neticede Bill Clinton, “büyük hükümet devri kapandı” derken, ayrımcılığı sona erdireceği vaadini dillendirmiş oluyordu.[16] Hooks’un pedagojisi de esasen kendi dönemi içerisinde Demokrat Parti’nin politikasına can veren ilkeleri temel alıyordu. Bu teoride ideal sınıf (derslik), esasen ideal topluma benziyor ve bu toplum da “herkesin sesinin işitilebildiği, varlığının kabul ve değer gördüğü bir cemaati ifade ediyor.” (s. 185) Muhtemelen Hooks’un tasavvur ettiği bu cemaat, mevcut toplumsal ilişkiler dâhilinde inşa edilebilecek bir olgu.

Bell Hooks, radikallerin ufkundaki daralmayı ifade ediyor. Freire, “radikalin öznelci olmaması gerektiğini söylerken, Hooks, radikalin kaderini kimlik politikasının ellerine teslim ediyor.[17] Freire’ye göre, “nesnel gerçeklik dönüştürülmeden kurtuluş mümkün değil iken, Hooks, tıpkı Clinton ve Blair gibi, kurtuluşun herkesin sesinin işitilmesini, kişilerin oldukları hâlleriyle kabul görmelerini sağlamak demek olduğunu düşünüyor.[18] Artık amaç, toplumu değiştirmek değil, insanları o toplumla bütünleştirmektir.

Özetle; eleştirel pedagoji, bugün özgürlükle çelişen bir eğilim olarak, kendimizi dönüştürmek yerine olduğumuz hâli kabullenmeyi, dünyayı değiştirmek yerine, onu olduğu gibi kabul etmeyi öğretmekte, öğütlemektedir.

Yeni solun güçlü olduğu dönemle doksanlar arasında geçen süre boyunca özgürlükçü pratiğin ufku alabildiğine daraldı. Bu gerçeği kabul etmeye yanaşmayan Hooks, Freire’nin asarına damga vuran devrimci retoriğe başvurmayı sürdürüyor. Kendisini önceleyen birçok solcu gibi o da yaşanan yenilgiyi doğallaştırıp, bu yenilginin üzerine zafer elbisesi geçiriyor.

Hooks, kendisi terk etmiş olmasına rağmen eleştirel pedagoji geleneğini savunduğunu iddia ediyor. Neoliberalizmin mantığını yeniden üretmesine rağmen, hâlen daha “beyaz üstünlükçü kapitalist patriarka”ya kafa tuttuğunu söyleyebiliyor. (s. 47) Her ne kadar yaşanan gerileme sürecine dair her türden farkındalığı ortadan kaldırmasına rağmen Hooks, aktardığı hikâyelerden birinde, istemeden de olsa, bu gerileme sürecine değiniyor.

Teaching to Transgress isimli kitabının bir yerinde Hooks, gençlik yıllarından bahsederken, kendisinin ve arkadaşlarının o dönem sandıkları kadar sınırları zorlayan kişiler olmadıkları itirafında bulunuyor: “Kendilerini zeki birer sanatçı sanan küçük ve kaynaşmış bir ekibin parçası olarak biz, tıpkı bohemler gibi, sonsuza dek hür yaşayacağımıza, kanun manun tanımayan bir kültür yaratmaya yazgılı olduğumuza inanıyorduk.” (s. 24) Yıllar sonra Hooks, “onca muhalif pozu kesmiş olmalarına rağmen, o dönemde cüret edip ulaşmak istedikleri yerin fersah fersah uzağında olduklarını, direniş eylemleri diye yaptıkları şeylerin büyük bir kısmının gerçekte statükoya hiçbir şekilde kafa tutmadığını” fark ediyor. (s. 25) Peki Hooks’un öğrencileri de benzer bir tecrübeye sahip olmadılar mı? O öğrenciler de gençlik yıllarına, sınırları aştıkları yıllara geri dönüp baktıklarında, statükoya kafa tutma konusunda başarısız olduklarını görmüyorlar mı? Bugünün öğrencileri gibi onlar da kurumsallaşmış sınır aşma pratiklerinin, esasında birer gölge boksundan başka bir şey olmadığını fark etmediler mi?

Peki bugün eleştirel pedagojideki radikal itkinin yeniden kazanılması, ne tür bir sonuç verecek? Hooks, ciddiye almamız gereken iki öneride bulunuyor. Freire gibi o da eğitimin “özgürlük pratiği” olduğunu söylüyor ki bu, doğru bir tespit. Fakat bu önermeye sadık kalmak için özgürlüğün dışına odaklanan bir pedagojinin uygulamaya konulması gerekiyor. Yani özgürlüğün, sınıfta poz keserek elde edilecek bir şey değil de onun reddedilerek tecrübe edilmesi gereken bir şey olduğu öğretilmeli, özgürlüğün salt bir eksiklik değil, ayrıca ifa edilecek bir görev de olduğu üzerinde durulmalıdır. Ayrıca Hooks’un eğitimin “hakikate yönelik kolektif bağlılığa ihtiyaç duyduğu”yla (s. 33) ilgili fikrine de sahip çıkılmalıdır. Ama şu da görülmelidir: Hooks’un iddia ettiği gibi, hakikat, “yaşanmış tecrübe”den neşet etmez. O, tarihe ait bir işlevdir.

İçinde yaşadığımız tarihsel momentin hakikati ise şudur: değişim, imkânsız değilse bile uzak ihtimaldir. En azından şunu söylemek gerekmektedir: değişime uzanan kısa bir yol bulunmamaktadır. Kıymetli olan her türden eleştirel pedagoji pratiği, kendi karşıtının kisvesine bürünmüş olan bu hakikati esas almaktadır. Hakikatin karşısında ise “geçmişin “özgürlük”, “sosyalizm” ve “sol” gibi, verili hâlleriyle anlamlarını yitirmiş sloganlarına sürekli yatırım yapanlar durmaktadır.

Bu anlamda eleştirel pedagoji, öğrencilere duymak istedikleri şeyi öğretmemeli, onlara “dünya sizindir, dönüştürün” dememeli, hakikati dillendirmeli, içinde bulunduğumuz tarihsel açmazı anlatmalıdır. Bu açmaz, insanın kendisine taktığı çelmedir, dolayısıyla ondan kurtulmak mümkündür, ama bunun için geçmişin geride bıraktığı enkazla serinkanlılıkla yüzleşmek gerekmektedir. Bugün eleştirel pedagojinin görevi, yenilgilerle yüklü tarihi doğallaştırma işine son verecek ilk adımı atmaktır.

J. A. Koster
14 Haziran 2022
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Paul Buhle, Marxism in the United States: Remapping the History of the American Left, 2. Baskı, (Londra: Verso, 1991), s. 263.

[2] Peter McLaren, Critical Pedagogy and Predatory Culture: Oppositional Politics in a Postmodern Era (New York: Routledge, 1995), s. 38.

[3] John L. Elias, “The Paulo Freire Literacy Method: A Critical Evaluation,” McGill Journal of Education 10, Sayı. 2 (1975): s. 209, McGill. Ayrıca bkz.: Heinz-Peter Gerhardt, “Paulo Freire,” Prospects: The Quarterly Review of Comparative Education (UNESCO International Bureau of Education) XXIII, Sayı. 3/4 (1993): s. 439–58, PDF.

[4] Freire, zulmü “emir ve talimatların damgasını vurduğu bir ilişki” olarak tarif eder. Ama bu tespit, aynı zamanda otorite temelli tüm ilişkilerin zalimane olduğunu söyler. Paulo Freire, Pedagogy of the Oppressed, Çeviren: Myra Bergman Ramos, 30. yıldönümü. (New York: Continuum, 2005), s. 46-7. Parantez içerisinde verilen sayfa numaraları bu baskıdan.

[5] Örneğin bkz.: Isaac Gottesman, The Critical Turn in Education: From Marxist Critique to Poststructuralist Feminism to Critical Theories of Race (New York: Routledge, 2016), s. 25. Sahanın tarihi konusunda bu çalışmadan epey istifade ettim. Ayrıca bkz.: Gerhardt, “Paulo Freire.”

[6] Aktaran: Andrew J. Kirkendall, Paulo Freire and the Cold War Politics of Literacy (Chapel Hill: University of North Carolina Press, 2010), s. 82.

[7] Kirkendall, Paulo Freire and the Cold War Politics of Literacy, s. 25.

[8] Ayrıca bkz.: Seehwa Cho, Critical Pedagogy and Social Change: Critical Analysis on the Language of Possibility (New York: Routledge, 2013), s. 26.

[9] Henry Giroux, Ideology, Culture, and the Process of Schooling (Philadelphia: Temple University Press, 1981), s. 14–16; McLaren, Critical Pedagogy and Predatory Culture, s. 33. Ayrıca bkz.: Cho, Critical Pedagogy and Social Change, birinci ve ikinci bölümler.

[10] Giroux, Ideology, Culture, and the Process of Schooling, s. 15.

[11] Samuel Bowles ve Herbert Gintis, Schooling in Capitalist America: Educational Reform and the Contradictions of Economic Life (Şikago: Haymarket Books, 2011 [1976]), s. 286–87. Şu önemli notu düşmek gerekiyor: Eleştirel pedagoglar, Bowles ve Gintis’i kötümserlikle suçlarlarken, yazarlar, kendilerinin “iyimser” olduklarını düşünüyorlar, ayrıca “toplumsal devrim”in eli kulağında olduğunu söylüyorlar. A.g.e., s. 277–81.

[12] Terry Eagleton, Literary Theory: An Introduction, 2. Baskı (Oxford: Blackwell, 1996), s. 189.

[13] A.g.e., s. 206.

[14] Elizabeth Ellsworth, “Why Doesn't This Feel Empowering? Working Through the Repressive Myths of Critical Pedagogy,” Harvard Educational Review 59, Sayı. 3 (1989): s. 298.

[15] Bell Hooks, Teaching to Transgress: Education as the Practice of Freedom (New York: Routledge, 1994), s. 29. Yazının devamında parantez içerisinde verilen sayfa numaraları bu baskıdan.

[16] 1996 tarihli ulusa sesleniş.

[17] Freire, Pedagogy of the Oppressed, s. 38.

[18] A.g.e., s. 52.

12 Mart 2021

, ,

Brezilya Devriminin İşçisi

Tarihsel figürlerin mitlere dönüşümü genellikle karmaşık figürleri basitleştirir ve belirli anların önemini abartarak uzun vadeli başarıları arka planda bırakır. Carlos Marighella’nın başına gelen de buydu.

Halkın tahayyülünde elinde tüfekle şiddet eylemlerine karışan bir adam figürünün oluştuğu, askerî diktatörlüğe karşı verilen silahlı mücadele dönemi üç yıldan fazla sürmedi.

5 Aralık 2011'de 100 yaşına girecek olan Marighella, Brezilya Komünist Partisi (BKP) saflarında 30 yıldan fazla siyasi militanlığa sahipti ve hem diktatörlük rejimlerinde hem de daha demokratik rejimlerde, komünistlere yönelik yoğun baskının ve zulmün olduğu dönemlerde sadece yeraltında çalıştı.

Marighella'nın çehresini en iyi niteleyen imaj, onu samba, şiir ve futbol konusunda tutkulu, siyasi mücadelenin montaj hattının tüm aşamalarına katılan, sosyalist devrimin gerçekleştirilmesi için çeşitli spesifik ve tekrarlayan işlevleri yerine getiren disiplinli bir parti işçisi olarak tasvir eden imajdır.

Memleketi dışındaki arkadaşları tarafından kullanılan ifadeyle “Bahialı melez”, Salvador'da doğdu. İtalyan bir tamirci olan babası Augusto'dan ve ülkeye bir köle gemisiyle gelen bir Afrikalının siyah kızı olan annesi Maria Rita'dan sosyalist idealleri ve toplumu dönüştürme iradesini miras aldı. Vaktinden önce yetişmiş birisi olarak, dört yaşında okumayı öğrendi ve henüz ergenlik çağında kitapların tadına vardı.

Fakat kendini eve hapsetmedi. Top oynamayı severdi ve bir futbol ayakkabısına sahip olmayı hayal ederdi. Ayrıca arkadaşlarıyla Itapuã'da serenatlara katıldı. Karnaval sırasında Baixa dos Sapateiros'ta kadın ve çingene gibi giyinirdi. Şiirler de yazdı ve sürekli spor salonunda çalıştı.

Militanlığa çok erken, henüz 20 yaşındayken başladı. 1930'ların başında, daha sonra öğrenci olaylarına da karışacağı Bahia Politeknik Okulu'nda inşaat mühendisliği kursuna yazıldığı sıralarda BKP'ye de üye oldu.

İlk olarak 1932'de Salvador'da Başkan Getúlio Vargas'a karşı bir protestoya katılmaktan tutuklandı. Eylem, Vargas'ın eyalete müdahalesi olan Vali Juracy Magalhães'in emriyle 500'den fazla öğrencinin tutuklanmasıyla sona erdi.

Birkaç ay sonra serbest bırakıldı, partide itibar kazandı ve BKP'yi Bahia'da örgütleme etme görevini aldı. 1936'nın başlarında, BKP ulusal sekreterliğinin üç lideri, partinin eyaletteki faaliyetlerini öğrenmek için Salvador'u ziyaret etti. Aylar sonra Marighella, yeni bir görevle, o zamanlar ülkenin başkenti olan Rio de Janeiro'daki komünistlerin örgütlenmesine katkıda bulunma göreviyle yüklendi.

Hapis ve İşkenceler

25 yaşındayken Marighella, 1935'te Luís Carlos Prestes'in Millî Kurtuluş İttifakı (ANL) tarafından Getúlio Vargas'dan iktidarı almak için düzenlenen bir askeri ayaklanma olan sözde Komünist İsyan'ın başarısızlığından sonra BKP'yi yeniden canlandırmaya yardımcı olmak için Rio de Janeiro'ya gitti.

Hareket yenilgiye uğradı ve aralarında partinin büyük lideri Prestes ve Miranda olarak bilinen genel sekreter Antônio Maciel Bonfim'in de bulunduğu birkaç komünist lider tutuklandı. Marighella, Rio de Janeiro'ya bu olumsuz iklimin ortasında vardı ve kısa süre sonra 1 Mayıs 1936'da ikinci kez tutuklandı. Bir yıl iki ay hapis yattı ve 23 gün işkenceye maruz kaldı.

İşkence, yumruklar ve tekmelerle başladı. Sonra tepeden tırnağa cop ve kırbaçla dayaklar geldi. Sonra işkenceciler, vücudunun çeşitli yerlerini sigara közüyle yaktılar. Tırnaklarının altına iğne batırdılar.

Hatta testislerini bir iple bağlayıp çektiler. Marighella 1937'de hapisten çıktı ve o yılın Kasım ayında Estado Novo'nun[1] ilânından sonra Getúlio Vargas tarafından yasadışı ilân edilen BKP'deki faaliyetlerine devam etti. Vargas'ın diktatörlüğü sırasında, Marighella'ya São Paulo'ya taşınması ve partinin Merkez Komitesi ile eyalet liderlerinin sınırlarını düzenleme görevi verildi.

Kısa süre sonra São Paulo'daki komünistler arasında ana referans noktası hâline geldi, ancak siyasi militanlığı 1939'da üçüncü kez tutuklanarak tekrar kesintiye uğradı. Sonraki altı yıl boyunca Marighella, Fernando de Noronha (PE) ve Ilha Grande (RJ), Estado Novo iktidarındaki siyasi mahkûmlar için "depozito" hâline geldiler. Serbest bırakıldıktan sonra en ünlü şiirlerinden biri olan "Liberdade" başlıklı soneyi yazdı.

Milletvekili

Marighella, Nisan 1945'te hapisten çıktı ve Bahia'ya döndü. Estado Novo'nun Ekim ayında sona ermesiyle genel seçim çağrıları yapıldı ve siyasi mahkûmlara af tanındı. Bir kez daha yasallaşan BKP, ülke çapında adaylarını öne sürdü ve Marighella, büyük bir oyla Bahia'nın federal milletvekili seçildi.

34 yaşında, diğer 14 komünist milletvekiliyle birlikte Parlamentodaki yerini almak için Rio de Janeiro'ya döndü.

Kurucu Meclis'te işçi mücadelelerini, grev hakkını, boşanma hakkını, ifade özgürlüğünü, popüler basını, Kilise ile Devletin ayrılmasını ve tarım reformunu savundu. Milletvekili olarak, hayatta kalmak için gerekli olduğunu düşündüğü üzere, maaşının yalnızca% 20'sini elinde tutuyordu ve geriye kalanını partiye yolluyordu.

Yıllarca hapis yattıktan sonra, Rio de Janeiro'ya taşınmış olan ve enerji şirketi Light için çalışan Bahialı Elza Sento Sé ile aşk yaşadı. Carlos Augusto Marighella, 1948'de bu flörtten doğdu. Ama hayat boyu süren tutkusu, ölümüne kadar bir aile kurmanın sevinçlerini ve acılarını ve komünist siyasi faaliyetin istikrarsızlığını paylaştığı Clara Charf'dı.

PCB'nin resmi olarak yasallaştırılmasına rağmen, Başkan Eurico Gaspar Dutra (1946-1951) hükümeti sırasında komünistlere yönelik baskılar devam etti ve partinin kaydı 1947'de yeniden iptal edildi. Bundan sonra, parti tarafından seçilen kongre üyelerinin yetkileri iptal edildi.

Bir kez daha yasadışı olan Bahialı melez, organizasyondan aldığı yeni görev olan São Paulo'daki partiyi yönetmek için ihtiyatla hareket etmek zorunda kalacaktı. Hâlâ hapishanede olduğu 1943'ten beri BKP Merkez Komitesi'nin bir parçasıydı. Yeni militanlar yaratmak, grevleri teşvik etmek ve mücadeleler gerçekleştirmek için São Paulo sendika hareketine yatırım yapmaya başladı.

Bu seferberlik meyvesini vermiş gibiydi, çünkü 1953'te São Paulo'da tekstil işçileri, grafik işçileri, marangozlar ve metal işçileri gibi, her birisi muzaffer olan bir dizi grev patlak verdi.

Ancak kısa süre sonra BKP yeni bir krize girecekti. 1956'da, tüm dünyadaki komünistler, Sovyetler Birliği'nin yeni lideri Nikita Kruşçev'in Josef Stalin'in suçlarını kınadığı raporun yayınlanması karşısında şok oldular.

Belgenin yayınlanmasının ardından BKP Merkez Komitesi'nin ilk toplantısına parti liderleri arasındaki sert tartışmalar damgasını vurdu. İfşaatla sarsılan Marighella kürsüye gitti ve ağladı. Günler ve günler boyunca gözyaşları döktü.

Hayal kırıklığına rağmen partideki faaliyetlerine devam etti ve örgütün ana karar organı olan Merkez Komite Sekreterliği'nin bir parçası oldu. Partinin yasallaşmasını kazanmasalar da, Juscelino Kubitschek hükümeti (1956-1961) sırasında komünistler, baskı altında olmadıkları için bir an daha büyük bir ferahlık yaşadılar. Bu dönemde Marighella da ailesiyle daha fazla zaman geçirebildi.

Dönüm Noktası

Daha fazla istikrar dönemi, Cumhurbaşkanı Jânio Quadros'un iktidara gelmesinden yedi ay sonra, 1961'de istifasıyla sona erdi. Çıkmazla karşı karşıya kalan ordu, başkan yardımcısı João Goulart'ın göreve başlamasını engellemek ve komünistlere zulmetmek için harekete geçmeye başladı. Polis, Marighella'nın Rio'daki dairesine gitti, ancak o ve karısı kaçmayı başardılar. Bunlar, 1964'e kadar sürecek olan yoğun siyasi huzursuzluk yıllarıydı.

João Goulart'ın ilerici hükümeti ülkede yapısal reformları denedi. Aynı zamanda, sendikalar ve grevlerin örgütlenmesiyle birlikte BKP de büyüyordu. Parti, üzerinde nüfuz sahibi olduğu hükümeti desteklemekle, değişim için baskıyı yoğunlaştırmak arasında bir ikilemdeydi.

Marighella ikinci seçeneği savundu. Ancak bu yoğun siyasi mücadele 1964 askeri darbesiyle sona erdi. Komünistler bir kez daha yeraltına inmişti. Darbenin tam da gerçekleştiği 1 Nisan 1964 günü, Marighella ve karısı polisten kıl payı kurtulmuştu.

Mayıs ayında Bahia'dan melez tutuklandı, ancak elinden geldiğince direndi, göğsünden vuruldu ve bir sinema salonunda silahlı polisle karşılaştı. Bir habeas corpus[2] elde etti, ancak kısa süre sonra yeni bir tutuklama emri çıkarıldı. Yeraltındayken, siyasi konjonktürü ve Brezilya gerçekliğini analiz eden ve BKP için bir taktik olarak silahlı mücadeleyi öneren "Neden Tutuklamaya Direndim" metnini yazdı.

O andan itibaren parti içinde liderleri ve militanları halk ayaklanmasını uyandırmanın bir yolu olarak silahları tercih etmeye ikna etmek için siyasi bir mücadele başlattı, oysa Prestes'in çizgisi barışçıl bir direnişti.

Zamanla örgüt içindeki gerilimler arttı. Marighella, İcra Komitesi’nden istifa etti, ancak partiyi silahlı mücadeleye götürmek için São Paulo'da genel sekreter olarak kalmaya devam etti. Örneğin São Paulo'da, partinin militanlarının yüzde 90'ı, Prestes liderliğindeki bir delegasyonun varlığında bile, Nisan 1967'deki eyalet konferansında Marighella'nın yanında yer aldı.

Silah Başında

Merkez Komitesi tepki göstererek kendi tutumuna uymayan eyaletlere müdahale etmeye başladı. Bahialı melez, parti yönetiminin rızası olmadan Küba'da bir konferansa katıldıktan sonra, Eylül 1966'da, 30 yılı aşkın süredir militanlık yaptığı örgütten ihraç edildi.

Parti için savunduğu siyasi çizgiyi uygulamaya koymak için artık önünde hiçbir engel kalmamıştı. Hemen sonrasında Millî Kurtuluş Hareketi’ni [Ação Libertadora Nacional, ALN] kurdu.

Siyasi örgütün, diplomatik yetkilileri, onları siyasi tutuklularla takas etmek için kaçırmanın yanı sıra, savaşa para toplamak için bankaları, zırhlı arabaları ve hatta bir maaş trenini soyan militan hücrelerinden oluşan silahlı bir kolu vardı.

İlk eylemler, Aralık 1968'de gerillaların Brezilya'ya yönelik önerilerini sunduğu bir belge olan ‘’Brezilya halkına çağrı’’ manifestosunu yazan ve yayınlayan Marighella tarafından yönetildi.

Bu sırada baskı da arttı. Ordunun şiddeti yoğunlaştırdığının ilk belirtisi ise, Aralık 1968'te Millî Kongre'yi kapatan 5 numaralı Kurumsal Kanun idi.

Sonra, ABD Büyükelçisi Charles Elbrick, Eylül 1969'da Rio de Janeiro'da kaçırılıp siyasi mahkûmlarla takas edildiğinde daha da büyük bir tansiyon yaşandı.

Diktatörlük, silahlı mücadele eylemlerinde Marighella'nın "parmak izlerini" zaten tespit etmişti ve ordu, rejimin 1 numaralı düşmanı olarak gördükleri Marighella için saplantılı bir av başlattı.

Zulüm, 4 Kasım 1969'da, gerilla, ALN ile işbirliği yapan iki Dominikan keşişiyle bir toplantı düzenlediğinde sona erdi. Ancak Marighella, bunların her ikisinin de tutuklandığını ve işkence gördüklerini ve polisin emriyle hareket ettiklerini bilmiyordu.

Komünist militan, São Paulo'da Alameda Casa Branca'da kararlaştırılan toplantı yerine vardığında, altı araçta 29 polisin katıldığı bir operasyonda dört el ateş edilerek öldürüldü.

Marighella, ardında ideolojiye inanç, mücadelede ısrar ve harekete geçme cesareti konusunda sunduğu örnekliğin yanında, bir eş, bir evlat ve diktatörlüğe karşı savaşta bir dizi mirasçı bıraktı.

O, temelden bir militandı, siyasi mahkûmdu, federal milletvekiliydi, kitle ajitatörüydü, gerilla savaşçısıydı, banka soyguncusuydu. Edebiyat eleştirmeni Antonio Candido'nun sözleri ile, özgürlük ve adalet özlemlerini somutlaştıran birisiydi. O, Brezilya halkı için canını vererek, kendisini sosyalizm mücadelesinin gerçek bir işçisi kılan tüm bu rolleri ve görevleri yerine getirdi.

Marighella’nın Silahlı Mücadeleden İstediği

Aralık 1968'de gerillalar, kendi örgütleri Millî Kurtuluş Hareketi tarafından savunulan ana şiarların belirtildiği "Brezilya Halkına Çağrı" manifestosunu yayınladı:

-Ayrıcalığı ve sansürü kaldırmak;

-İfade özgürlüğünü ve dinsel özgürlüğü tesis etmek;

-Diktatörlük tarafından mahkûm edilen herkesi ve tüm siyasi tutsakları serbest bırakmak;

-Polisi, Ulusal İstihbarat Servisi’ni, Donanma İstihbarat Merkezi’ni ve polise ait tüm baskı kurumlarını lağvetmek;

-Halk mahkemeleri kurmak ve ülkede bulunan tüm CIA ajanlarını ve işkenceden, dayaktan, ölüm mangalarının saldırılarından sorumlu tüm polis memurlarını infaz etmek;

-Ülkedeki Amerikalıları sınır dışı etmek ve şirket, banka, toprak dâhil tüm mülkiyetlerine el koymak;

-Kuzey Amerikalılarla işbirliği yapan ve devrime karşı duran tüm yerli özel şirketlere el koymak;

-Finans, dış ticaret, madenler, iletişim ve temel hizmetler üzerinde devlet tekeli kurmak;

-Büyük çiftlik ve plantasyon sahiplerinin topraklarına el koymak ve onların toprak tekeline son vermek, toprağı işleyen çiftçilere arazilerin tapularını vermek, köylüler üzerindeki tüm sömürüyü sona erdirmek ve onlara karşı işlenen suçları cezalandırmak;

-Büyük kapitalistlerin ve halkı sömürenlerin yasadışı servetlerine el koymak;

-Yolsuzluğu bertaraf etmek;

-İşçilere, kadınlara, erkeklere tam istihdam güvencesi sağlamak, işsizliği ve eksik istihdamı ortadan kaldırmak ve “herkesten yeteneği kadar, herkese emeği kadar” ilkesini hayata geçirmek;

-Mevcut kira yasalarını lağvetmek. Bütün kira sözleşmelerini geçersiz kılmak ve kiracıların çıkarlarını gözetmek için kiraları düşürmek. Herkesin kendi evine sahip olabilmesi için maddi koşulları yaratmak;

-Brezilya eğitiminin halkımızın özgürlüğü ve bağımsız gelişimlerinin ihtiyaçlarını karşılamasını sağlamak için eğitim sistemini yeniden şekillendirmek, USAID ile Brezilya Eğitim Bakanlığı arasındaki anlaşmaları iptal etmek ve Kuzey Amerika müdahaleciliğinin tüm diğer izlerini silmek;

-Bilimsel araştırmaları genişletmek ve derinleştirmek; ve

-Bağımsız olabilmek ve azgelişmiş diğer ulusların sömürgeciliğe karşı savaşını destekleyebilmek için Brezilya’yı ABD dış politikasının uydu devleti hâlinden çıkarmak.

Igor Felippe Santos
4 Kasım 2017
Kaynak

Ayrıca bkz.: Çağrı

Dipnotlar:
[1] Estado Novo [Yeni Devlet]: Brezilya’da Getúlio Vargas liderliğinde 10 Kasım 1937’den 31 Ocak 1946’ya dek sürdürülen milliyetçi, anti-komünist, otoriter bir rejim.

[2] Habeas corpus: Gelenek hukukunda, bir mahkeme ya da yargıçça çıkarılan ve gönderildiği kişi ya da kurumdan gözaltında tuttuğu kişiyi belirli bir mahkeme önünde fiziken hazır bulundurmasını isteyen yazılı ve yargısal emir.

17 Nisan 2020

, ,

Devrimciler Örgütü Üzerine

Örgütümüz nerede olursa olsun, yoldaşlarımız bir şeyler yapmalıdır.

Bizim devrimci örgütümüz eyleme giriştikçe büyür, bir yerlerden gönderilen siyasi asistanların yardımıyla değil.

Buna karşılık eylem, ancak kendisine altyapı hazırlanmasıyla mümkündür. Eylem meselesi, öncülük etmek için ulusal bir koordinasyona sahip olma meselesi değildir, çünkü öyle bir durumda yukarıdan aşağıya doğru örgütsel bir yapı inşa yaratmamız gerekir. Böyle bir örgütlenme yolu ise devrim yapmak için önce parti ya da örgüt yaratanların yoludur.

Bizim yolumuz ise farklıdır. Bizim için öncelikle temel olan, eylem ve stratejidir. Örgütse bunun bir sonucudur ve devrimci eylemle eşzamanlı olarak doğar. Örgüt, aşağıdan yukarıya doğru gelişir, yukarıdan aşağıya doğru değil.

Bütün devrimci altyapı, stratejik anlayışa dayalıdır ve devrimci stratejiye bağlı olan eylemden doğar. Gerilla teknik açıdan geliştirilmezse, devrimci altyapı da oluşmaz.

Silah, patlayıcı, mühimmat kullanma, sabotaj, mayın döşeme, patlayıcı yerleştirme, köprü patlatma noktasında Brezilya devriminin stratejik vizyonuna sahip olan teknisyenlere ihtiyacımız var.

Teknik hazırlığı olan gerillalarla birlikte, doğru bir devrimci altyapı inşa edebiliriz.

Bizim için en önemli şey, geliştirilmesi gereken kadrolardır. Bu kadrolar yoksa, kararlı devrimciler bulunmuyorsa, devrimin ateş gücü zerre değer ifade etmeyecektir. Her kararı insan alır. Öyle olmasaydı, her şeye silahlar karar veriyor olsaydı, sadece silahlara ihtiyacımız olurdu, onları kullanacak insanlara değil.

Örgütümüzde strateji ön plandadır. Örgütümüzde komuta, gerilla eylemlerini belirleyen ve stratejik görevler üstlenen herkesin katılım gösterdiği stratejik merkezdedir.

Brezilya devriminin küresel boyutu hâlihazırda oluşmuştur, artık önemli olan, onu pratiğe dökmektedir. Yerel plan, küresel plandan türer ve bu plan, stratejik merkezden geçici ya da uzun bir kopukluk dönemi olsa bile taktik eylemlerle neticelendirilmelidir.

Mücadelemizin ilk aşamasında en büyük kaynaklar, kadro yaratılmasına ve stratejik eylemlere ayrılmıştır, devrimci eylemi terk ederek bir örgüt yaratmaya değil. Bu, devrim sorununu mükemmel ve tam bir örgütün kendisine bırakmaz, aksine, eylemi öne çıkartır. Örgütsel yapı, hiçbir zaman eylemden ve devrimden önce gelmez. Öncüyü öncü yapan, eylemdir.

Bazı yoldaşlar, örgütümüzün tamamlanmış, bir mükemmelliğe erişmiş olduğunu sanıyor. Böyle bir düşünce yanlıştır. Örgütümüz, eylemiyle büyüyüp gelişmektedir.

Örgütümüzün her bir bileşenine düşen bir görev vardır. Tecrübe herkesindir.

Örgütümüzde liderler seçimlerle belirlenmezler. Liderler, eylemle ve eylemlere şahsi olarak katılımlarıyla uyandırdıkları güvenle doğarlar.

Hepimiz gerillayız, teröristiz ve soyguncuyuz. Devrim yapma görevini yerine getirmek için diğer devrimcilerin oylarına ihtiyaç duyan kişiler değiliz. Demokratik merkeziyetçilik, bizimki gibi devrimci örgütlerde işlemez.

Bizim örgütümüzde olan şey, devrimci demokrasidir. Devrimci demokrasi ise devrimci eylemin ve devrimci eyleme katılanların sahip olduğu işleve olan güvenin bir sonucudur.

Bazı yoldaşlar, devrimci örgütün önceden kurulduğunu ve sadece devrimin meyvesini vermesinden önce çalıştığını düşünüyorlar.

Hayır. Devrim zayıfken örgüt de zayıftır ve kusurludur. Eylemler arttıkça, örgüt de büyür. Örgüt sıfırdan inşa edilir.

Devrim muzaffer olduğunda, örgüt yeni sorunlarla karşı karşıya kalır ve yeni duruma uygun olarak yeniden formüle edilir. Öncü, devrim sırasında ve zafer kazanıldığında ortaya çıkar.

Devrimden önce bir parti inşa etmenin örgütsel ilkeleri başka bir şeydir, devrimci eylemiyle kaim olan bizimki gibi örgütlerin ilkeleri başka bir şeydir. Bu ilkeler dört adettir:

1. Her devrimcinin görevi, devrim yapmaktır.

2. Devrimci eylemler için kimseden icazet almayız.

3. Sadece devrime bağlıyız.

4. Sadece devrimci araçlarla hareket ederiz.

Bir kere öncüllerimiz inşa ettikten ve demokratik merkeziyetçiliğe ait olmayan, yönlendirildiğimiz ilkeleri benimseyip devrimci eylem inisiyatifini ele aldığımızda, gerisi teferruattır. Sonuçlarla yüz yüze gelmeye cesareti olmayanlar, bir hayal kırıklığına uğrayarak kendisini devrim yolunun kenarında bulacaklardır.

Henüz sahip olmadığımız bir güce sahip olduğumuzu düşünmek, tehlikelidir. Eylemimiz makul bir hacme sahip olmadığında ve devrimci hareketteki eşitsizlik bölge bölgeye farklılık arz ettiğinde ve büyük olduğunda, örgüt bir bütün olarak küçük eylem hacmine ve hareketin eşitsizliğine uygun olarak hareket etmek zorundadır.

Örgütü başarıya, hareketteki büyüme, eylem hacmindeki artış, bölgelerde devrimci hareketin yüzleştiği eşitsizliğin giderilmesine dönük çabalar götürecektir.

Carlos Marighella
Ulusal Kurtuluş Hareketi
Ağustos 1969
Kaynak