13 Aralık 2011

,

Şam Şeytanı


Bugün özellikle Suriye konusunda bir “Müslüman namusu” varsa, o da Nureddin Şirin’dir.

Ama politika, “namussuz ve puşt” bir pratikse, o da Adem Özköse’dir.

İlki için Filistin davası kutsî, ikincisi için talidir. Özköse, Hizbullah ya da Hamas, Filistin davasının hiçbir sınır neferini ve akıncısını önemsemez. Bunlar, Türkiye’nin âli menfaatleri yanında gölgededir. Burada o sınırsızlıkla ilgili edebî laf salatasına daldırır kaşığını. “Kemalizm” der, “misak-ı millî” der, “Baas” der ama o sınırlarda dökülen kanları görmez. Bunları zaten görmeyen zalimin koltuğunun yanına sığınır. Birden sınırsızlık edebiyatı yapar ve o sınırları kan ve terle silecek pratiği ayaklar altına alır. Özköse gibilerin ağzındaki sınırsızlık esasta, zalim karşısında eylemli olarak sınır çeken mazlumu silmeyi, bu kanın ve terin kokusundan efendisini kurtarmayı ifade eder. Özköse gibilerin kan görünce midesi bulanır, ter kokusunda ise kaçacak delik arar bunlar. Mossad ve MGK ağzıyla durmadan “çocuklar ölüyor” der, ama o çocukları sırtlarından vuran, kollarını kıran zalime de ses etmez. Bu sınırsızlık edebiyatı, “sen şiddetinle sınır çekmezsen, zulüm de görmezsin ey mazlum!” telkinlerine kadar uzanır. Zalimin ilk yaptığı, mazluma gördüğü zulüm karşısında yükselttiği feryadın zulmün “temel” sebebi olduğunu öğretip onu susturmaktır. Özköse gibiler, bu iş için para alırlar.

Oysa mesele sınırsa, hicret Mekke’ye karşı sınır çekmektir.

“Senin dinin sana, benim dinim bana” demek sınırlayıcıdır. Sınırsızlık ise bugünde dinsizleşmektir. Hakikatin sınırsızlığı ve sınıfsızlığı, sınır savaşları ve sınıf mücadelelerine tabidir.

Yüksek siyasetten bakmak, ülke devlet başkanlarının yanı başında durup onların stratejik hesaplarına göre gazeteci kafası ile yazılar döşenmek ve bir tür siyaset belirlemek, Nureddin Şirin örneğinde, sorunludur. “Hazır İran, Suriye, Hizbullah, hatta Hamas arasında bir direniş hattı örülmüş, bunu dağıtmayalım” demek ise bugünün gerçekliğinde apolitiktir. Apolitizm ise antipolitizme varır ve antipolitizm de efendilerin somut verili politikalarına bağlanır. Belki de bugün aynı hat üzerinde, bu hattın mevcut direniş imkânlarının genişleyip derinleşmesine ilişkin durumların da araştırılması gerekir. Şirin ve Özköse, bu devrimci politik ihtiyaçlara karşı kördür. Körleşme, ilkinde mevcut direnişin ışıltısından, ikincisinde davud yıldızının oğlu Ahmed’in parıltılı tayyibî retoriğinden kaynaklanmaktadır.

Kimi Müslüman çevrelerin kemalizm ve Baas eleştirileri bağlamında, zihinsel manada, liberal bir temrine ve temrene sarılmaları anlaşılır gibi değildir. Liberalizm, meta ve paranın özgürlüğünün peşindedir. Bunlarla kendi mevcudiyetini tanımlamış kölelerin surları yıkmak için başlattığı huruc ile İslam’ın Allah’la ezeli-ebedi hurucu örtüştürülemez. Birincisi ikincisinin yerini aldığında ricat kaçınılmazdır. Bu ricat, geri çekilme, düşmanın kucağına doğrudur.

Sınır tanımayan gazeteciler liberal bir formasyondur ve bunun Müslüman temsilcisi Özköse, Nepal’den Mısır’a kadar yaptığı gezileri paraya tahvil edip dünyalığını biriktirme peşindedir sadece. “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” ilkesi uyarınca, Mavi Marmara’da çektiği yaralı İsrail askeri fotoğrafını batıdaki sınır tanımayan gazeteci dostlarına, Reuters’e, satması muhtemeldir. Bu bir tezviratsa da Özköse’nin ahlâkının ve aklının böyle işlediği kesindir.

Bugün liberalizm, piyasalara özgürlük şiarı ile sınırlara saldırırken, örneğin İran’da Humeyni eliyle kurulmuş mustazaf kuruluşlarına bağlı kamu mülkiyetindeki tüm varlıkların Ahmedinecad’ın olduğu yalanını pazarlamaktadır. Aynı yalan, o uyduruk iş dünyası ve ekonomi dergilerinde hazırlanan yılın zenginleri listesinin üst sıralarına Castro’yu koymak suretiyle yinelenmektedir.

Aynı kafa, aynı tıynet Özköse’nin Esad değerlendirmesinde de vardır. Garip bir Müslüman “bugünde ne olursa her şeyi Erdoğan’dan biliyorlar” demektedir. Ama aynı zamanda “ona dokunmak Peygamber’e dokunmaktır” sözünü de sarf edebilmektedir. Kesin olan şu ki Peygamber’in kendi döneminde Tayyip kadar yaygın ve derin bir kudreti mevcut değildir.

Özköse’nin dediği gibi, Hüsnü Mahalli “Baas sözcüsü” ise kendisi İsrail gazetecisidir. Hüsnü Mahalli, yıllar önce Kaddafi’nin “Yeşil Kitap”ını kendisinin çevirdiğini, kitabın değersiz olduğunu, Kaddafi’nin başına gelenleri hak ettiğini söylemiştir. Çeviri için aldığı paradansa söz etmemektedir. Her dönemin adamı olma mecburiyetindeki gazeteci kişiliği ve kimliğinin bu türden politik mevzularla ilgili kalem oynatması değersizdir. Gazeteciden sanatçı, filozof, edebiyatçı ve magazinci (ya da tersinden) türeten bir ülkede gazeteciliğin lâyıkıyla yapıldığı iddia edilemez.

Gazetecilik mizanpaj, kadraj ve kuşatmadır. Hakikati küçük kurgulara kapatıp çarpıtmaktır. O, Çetin Altan’ın ifadesiyle, “şeytanın gör dediği”dir. Adem Özköse ise bu anlamda şeytanın uzattığı elmayı herkese tattırmak derdindedir.

O, “İsrail hapishanelerinde kadınlara tecavüz edilmediğini” kendi şeytanından, somut konuşursak, Mossad’lı dostlarından öğreniyor olmalıdır. Suriye’nin İsrail’den daha fazla zalim olduğunu söylerken kullandığı bu cümleler, sırf gezmek ve “ekmek” derdiyle bindiği Mavi Marmara gemisine neden Ak Partili milletvekillerin binmediği gerçeğini karartmak içindir.

Bu cümleler, “İsrail’i unutun, Filistin’e bakmayın, Suriye’ye bakın” demektir. Suriye ile ilgili kafa karışıklığının buradan, yani İsrail husumetinden kaynaklandığını bilerek, kendince bir hamle yapmakta ve İsrail’e övgüler düzmektedir. Bu kafa İsrail’i övmek zorundadır, zira tüm teorik-politik ve ideolojik kurguları Yahudicedir. İsrail’i inkâr etmek bunlar için Osmanlıcılığı, bir nevi ümmetçiliği ve içi boş İslamcılığı da inkâr etmek demektir.

Kimi Müslümanların ağzındaki Yahudi’nin ya da İsrail’in eğretilemesi, örtmecesi ya da mecazı “Türkiye” sözcüğünde dile gelir. Türkiye ise Osmanlı bakiyesidir. Türkiye “makul İsrail” olarak görülür. Müslümanların bir kesimine, içeride kemalist nizama zarar vermesinler diye, dış diyarlara giriş imkânı veren “kırmızı pasaportlar” takdim edilmiştir devlet tarafından. İçerideki Türkçü direnci kırmak için milliyetçileri Turan kapılarına gönderen Özal gibi kemalizmin çeşitli varisleri, Müslümanlara ve sol-sosyalistlere de aynı oyunu oynamıştır. Turan diyarlarına giden Türk işadamları eşlerinin üzerine gül koklamış, oralarda gayrimeşru çocuklar edinmiş, oralı kadınların mallarını gasp etmiş, ganimetleriyle gene evlerine dönmüşlerdir.

Özköse henüz gençtir ve ona ancak Filistinli küçük bir kızın ayakkabısını alıp evine götürmek düşmüştür. Oraya bıraktığı ise bir şey yoktur, halifelik ve Osmanlılık yalanından başka.

Kimi Yahudi dindarlara göre İsrail devleti dine aykırıdır, zira Yahudi devleti belli bir toprak kesitine değil, tüm dünyaya ait olmalıdır. “Vaat edilmiş topraklar” Fırat-Nil arası değil, tüm yeryüzüdür. Özköse gibilerinin kafasındaki Osmanlıcılık ve ümmetçilik bu kafanın uzantısıdır.

Dedesi olduğunu söylediği Abdülhamit Han, Filistin toprağını karış karış Yahudilere satıp, içteki ikinci tür, yani dünya Yahudiliğinin direnci ile karşılaştığında, kurtuluşu boğazdaki bir Yahudi bankerin villasına sığınmakta bulmuş bir isimdir. Bugün Esad rejiminin zulmü karşısında yiğitlenenlerin o dönemin istibdadına karşı edecek tek lafları yoktur.

Bu kafayla Özköse, Suriye rejimini “Alevi diktatörlüğü” olarak nitelemektedir. Tıpkı gayrimüslimlerden yeterli vergiyi alamadığı için İran toprağındaki halklardan daha fazla vergi almak adına onları gayrimüslim statüsüne taşıyan Emevilere benzemektedir bu tavrı. Emevilik tarihsel olarak Özköse şahsında başkenti olan Şam’ı geri istemektedir. Özköse ise o günlerde Alevi-Şii halkın Muaviye için taktığı “Şam şeytanı” lakabını bugünde bizzat üstlenmektedir.

Sınır tanımayan gazeteci Özköse, Afganistan’daki anti-sovyet direnişinden ve Bosna direnişinden etkilenip Müslüman olduğunu söylemektedir. “Sınırları kaldıralım” diyen Özköse, her iki ülkenin direniş sonrası emperyalist müdahale ile lime lime edildiğini, küçük kabilelerin otağları etrafında küçük birimlerin oluştuğunu görmemektedir. Bugün Türkiye sermayesinin gücünü arkasına alıp bu topraklara akın etmek için Müslüman gençlere telkinlerde bulunmaktadır. Müslüman gençler, üç kuruşa köle ücretiyle çalıştığı işlerin patronlarına askerlik etmeye çağrılmaktadırlar. 30.000 dolarlık “vatan sevgisi” ve “Peygamber Ocağı”, ol fukara gençlere hitap etmemektedir.

Özköse için Şam, Anadolu’nun devamıdır. Bu coğrafya bilgisi ve kurgusu ile işten eve gitmek için üç kuruşunu düşünen emekçinin değil, eskiden Şanzelize’de kahvaltı edip akşam yemeğini New York’ta yiyen zenginin duygularına tercüman olmaktadır.

“Gençler açılın!” diye haykırmaktadır ak tolgalı beylerbeyi… “Özal çocuğu” olan Özköse, bir zamanlar “açın Türkiye’nin önünü” diyen Cem Uzan türünden, “açın İslam’ın önünü” demektedir. Uzak diyarlara uzanıp Cem Uzan gibi patronların iradesi için köle ticaretine çıkmaktadır. “Açın önünü” dediği İslam ise ne Kur’an’ın ne de Hz. Muhammed’in İslam’ıdır. O Yahudi-Mason patronların kemalize “İslam”ıdır.

Yiğit fukara gençler cihad aşkına sınırları tepeleyerek giderlerken, Özköse gibiler, bu sınırları uçakla aşıp manzarayı izlemekle yetinmektedirler. Bu değirmen nasıl döner, bu yürek kimin için atar, bellidir. Derdi ise cihadın geçersiz ve gereksiz kılınması içindir.

Özal’ın Adriyatik’ten Çin Seddi’ne uzanan turan koşusu, yerini İslam coğrafyasına dönük akına bırakmıştır. Tayyib’in ülkesinde gençler, Afgan sınırında, yoklukta, beş vakit namaz kılıp Müslümanca yaşayan fukara halklarla dalga geçen “snob” Müslümanlara dönüştürülmektedir. Cebinde IPod’u, dizinde laptop’u, ağzında lolipopu ile bu gençler, Müslüman coğrafyasında ticaret akınlarına nefer niyetine sürülmektedirler. Ve bunlar, Afrika’ya gelip oradaki yerlileri küçümseyen Hıristiyan misyonerlere fena hâlde benzemektedirler.

Duclesmeur isminde bir gemici, çıktığı yolculuğu anlatır Jean Jacques Rousseau’ya. Ona Yeni Zelanda’ya gittiklerinden, burada gemi kaptanının ve seyahatin baş sorumlusu Fresne’nin yerli Maorilere yem olduğundan bahseder. Her iki olay üzerine uzun uzun düşündükten sonra Rousseau, “Doğanın iyi çocuklarının gerçekte bu denli kötü olmaları mümkün mü?” demekle yetinir.

Kötü olan, Maoriler mi yoksa Fransızlar mı?

Kötü olan, “kırk yıllık diktatörlük”le en azından belli bir mesafede tutulmuş Fransızların bugün Özgür Suriye Ordusu’na savaş teknikleri öğretmesi mi yoksa bu teknikleri kendisine de uygulandığından onları uygulayanlara karşı çıkan Hizbullah mı?

Revize edilmiş bir “turan ülküsü”nü pazarlayan Özköse’nin bu soruya cevap vermesi gerek. “Halife torunu” olduğunu iddia etmesinin neye ve kime hizmet ettiğini görmesi gerek. O halifenin polisleri, bugün yeni getirilen puan sistemiyle daha fazla para kazanma hırsıyla, evsiz insanların gözlerini çıkartıyorsa ve Özköse de Müslümansa buna itiraz etmesi gerek. Onun ekmek yediği yere tükürmemek derdiyle, çanağı dünya, dünyayı çanak zannetmekten vazgeçmesi gerek.

Şunu da hatırlatmak gerek: o, gittiği yerlerde yüreğini serinleten hilafet ve Osmanlı ile ilgili anılarını anlatırken, İslam açısından emrolunanın insanların hilafete ya da Osmanlı ecdadına değil, yalnızca Allah’a iman etmek ve güven duymak olduğunu bilmeli ve bildirmeli. Salih amel bu değil de petro-dolarların ve banka işlemlerinin akış güzergâhını rahatlatmak mı yoksa?

İslam olmakla üstün olduğunu zannediyor Özköse, bu zandan kurtulmalı. Osmanlıcılık Müslümanlığı örtüyor, bunu görmeli.

Üstünlüğün takvada olduğunu unutuyor, unutmamalı.

Gasp edilmiş bir hilafeti, köleleri, cariyeleri ve “ululemr”in tüm esareti ile mazlumlara kan kusturmuş bir devleti yüceltiyor, yüceltmemeli.

Sınır tanımayan gazetecilerin neoliberal iktidara hizmet etmesi türünden, Türkiye’nin gaz almış dış siyasetine cephane taşımamalı. Nil’in huzurlu sahilinde otururken aklına gelen Seyyid Kutub’un “Osmanlı’yı İslam’ı mahveden bir lânet güç” olarak niteleyen sözlerini hatırlamalı.

“Esad diktası”nın Suriye’de yaptıkları karşısında coşa gelen Özköse, Kürd’e karşı bilenen zalim kılıçların karşısına da dikilebilmeli.

Bunları yapmıyorsa, Allah, sürekli mazlumlardan, kadınlardan ve çocuklardan bahseden Özköse gibi “dostlar”dan onları korusun!

Eren Balkır
13 Aralık 2011

0 Yorum: