27 Aralık 2016

,

İttihat-Terakki


AKP devleti, tek dişi kalmış canavar, karşısında ise iman dolu bir göğüs yok.

ABD’de demokratik başkanlık olduğunu da Kandil’den öğreniyoruz. Ama ellerinde silâh var, kutsal. Laf edemiyoruz.

Rejim tartışmalarının 1923’te sona erdiğiniyse AKP’den öğreniyoruz. Ama bir elinde bayrak, bir elinde Kur’an var. Laf edemiyoruz.

ABD’de başkanlığın demokrat olup olmadığını Siyahlara sormak gerek. Doğu’nun beyazı olmaya çalışanların, beyaz maske takmayı sevenlerin bu soruyu sormaları mümkün değil. “Sadece liderimizin bekası önemli, onca insan ölmüş, bizi bağlamaz” diyenlerin bu soruyu sorma niyeti yok. Çünkü onlar da biliyorlar, halkın çok fazla Siyahîleştiğini, kendilerinin çok fazla Beyazlaştığını.

O yüzden iç güvenlik yasasına da laf etmediler vaktiyle. Mecliste havaya kaldırılmış bir iki zafer ve metal işareti, o kadar. Bugün o yasa atıyor kayyımı, yumruğu o indiriyor halkın yüzüne. Perde gerisinde süren pazarlık, müzakere, anlaşma, adı neyse ne, bu momentte kitleleri de dilsizleştiriyor.

1923’te biten, başlayacak olana mani. Her ideolojinin müntesibi, o noktaya kazık çakmak zorunda. O yüzden mecazı gerçek, dolayımı düz çizgi zannediyorlar. Herkes, iddiasından vuruluyor. Onlar da biliyorlar, Müslümanlığın fazla beyazlaştığını.

Herkes bildiklerinin esiri. O bildikleri fısıldıyor, “çaktırma, ses etme, bizim günümüz gelecek.” Tuzluklar seviliyor sadece, halk değil. O yüzden hıyar bahçelerine dalıyorlar, bahçe sahiplerine bazen kızıyorlar bazen de sırtlarını sıvazlıyorlar.

Belki de o yüzden Ayhan Bilgen, “Suriye’de rejim değişikliği yapılmaması yönünde Rusya, İran ve Türkiye ortaklaşmış. Meclise gelen taslak da zaten orayı model almış gibi” diyor. [Ayhan Bilgen -20.12.16] Yani Bilgen’e göre, Erdoğan Esad’ı örnek alıyor. YPG Komutanı Polat Can “Halep düştü” lafını bu bağlamda dile getiriyor. “Rejim değişikliği” derken, hepimiz liberal olana kul edilmek zorundayız.

Koca bir coğrafyanın dönüşümü bu laflarla gizleniyor, yaldızlanıyor ya da derinleştiriliyor. O ki İttihat-Terakki coğrafyası. Bu çizgi, emperyal olanla tanımlı. Japonlar bile ondan feyz alıyorlar. Hint coğrafyası buradan temas kuruyor. Cengelî isyancıları ondaki iradeyi seviyorlar. Bugün İran Azerbaycan’ında bir futbol maçında “Türkiye” diye tezahürat edildiğini söyleyip zafer naraları atıyorlar.

O İttihat-Terakki ki Kaddafi, Nasır ve Esad çizgisini dahi kesiyor. İzzeddin Kassam’ın bu hatla rabıtalı olması muhtemel. Fatih Tezcan, o nedenle “ben O. çocuğuyum aga!” diye bağırıyor. O noktalı o, Osmanlı’yı ifade ediyor. Osmanlı, sermayenin pazar rekabetini ifade etmekten başka bir anlam taşımıyor. Üç saatte Şam’a gireceklerini söyleyenlere, “ne Rakka’sı, Şam’a gitmek lazım” diyen “enternasyonalist taburlar” eşlik ediyor. Hepimiz, siyasetle ancak ittihat-terakki ile ilişki kurabiliyoruz zira.

İttihat, halkın zalime ve sömürücüye karşı birleşme ihtimalinin ortadan kaldırılması; Terakki, efendilerin ordularının ilerlemesinden ibaret. Siyasetle kurduğumuz ilişki biçimini efendiler tayin ediyorlar. Bu belirlenim zincirini kıracak iradeye rastlanmıyor.

Halkı gazetecilikle birleştirebileceğimizi; bulunduğumuz yeri akademisyenlikle ilerletebileceğimizi düşünüyoruz. Gazetecilik ve akademisyenlikse, batıdan kuruluyor, batıya koşuyor, batıyla varoluyor. İkisi de kolektife düşman. Kolektifin her tezahürüne bireysel mızraklarla saldırıyorlar. Sadece düşman belledikleri şeyin kolektif yanını hedefe koyuyorlar. Süreç, buradan örgütleniyor, itaat ve ittihatın zemini, bu şekilde tesis ediliyor.

AKP açısındansa birlik (ittihat) güya Kur’an’a, ilerleme (terakki) güya bayrağa dair.

Batılı stratejistler, dış siyaset için içerinin itaatinin şart olduğunu söylüyorlar. O açıdan AKP elinde görüldüğü düşünülen Kur’an’ın gerçek Kur’an’la bir alakası olmasa gerek. Terakki ise beton dökmekten ibaret. Bayrak, onun süsü, örtüsü sadece.

Patricia Crone gibi İslam araştırmacıları, İslam’ın diğer dinlerden farklı olduğunu, modern batılıların dini “Tanrı ile birey arasındaki manevi sevgi”ye indirgediklerini, İslam’ın kolektife baktığını, Ortaçağ ile birlikte İslam âleminde dinle devletin ayrıştığını, bu kolektifin yerini birey-hükümdarın çıkarlarının aldığını söylüyor.

Dolayısıyla, bugün itaat, İslam’a ve Allah’a değil, bireysel çıkarlara yöneliktir. Bu anlamda ittihat-terakkinin hem iktidar hem de muhalefet nezdinde ikili olarak örgütlendiğini görmek gerekir. Muhalif dildeki argümanların kolektife, eşitliğe düşman olan kesimlerin bilgi yekûnundan beslenmesi, bu gerçeğin bir tezahürüdür.

Muhalif dilde, özellikle sosyal medya ile birlikte türeyen günlük hezeyanlar, bu kolektife düşmanlıkla birlikte biçimlenmektedirler. “Cumhuriyet elden gidiyor”, “biz de laikiz”, “kahrolsun bu cahil Müslüman halk” türünden öfke nöbetleri, zaten varolduğu düşünülen birlik hâlinin korunması ile ilgilidir. Onlardaki devrimcilik, en fazla, ucuz bir silâh edebiyatıdır, o da zaten hükümsüz olduğu düşünüldüğü için başvurulan bir yalandır. Çünkü Türkiye solu, onlara göre, çoktan “post-devrimcilik dönemi”ne girmiştir. Karikatür olmak, marksizmi falcılık zannetmek, Karl Popper’cı yalana örgütlemektir. Terakki için mevcut birlik hâli korunmalıdır. Üretici güçler dizginsiz ilerlemeli ki bize layık bir dünya şekillensin!

Gazeteciliğin ve akademisyenliğin dili ve mevcut mevkileri eleştirilmelidir. Devletteki ittihat ve terakki, kendisini bu iki alanda örgütlemektedir. Bu örgütleme pratiği, eldeki kırıntı düşünce ve bilgileri, kutsal bir mülk olarak sandığına kilitlemeyi beraberinde getirmektedir. Herkesi kendisi gibi bireysel çıkarı peşinde koşan mahlûkat zannedenlerin tek yapacağı, tek tek herkesi kendisi gibi kılmaya çalışmaktır. İlerlemeyi akademiden, birliği gazetecilikten öğrenen solun bu topraklarda yol alması mümkün değildir.

Devlet, muhalefetini de örgütlemek zorundadır. Bunun için herkesi kendisine mecbur etmelidir. “TV kanallarında ben niye yokum” diye ağlamak da bu örgütleme pratiğinin bir parçasıdır. Meclisten çekilme kararı üzerine, “artık halkımızla birlikte olacağız” diyenler, örtük olarak o âna kadar halkla birlikte olmadıklarını da itiraf etmektedirler. Zaten birlik, ilerleme yoksa anlamsızdır.

Cahil halkla birlik olmamak için onca edebiyat parçalamanın anlamı yoktur. Akademinin rolü buradadır. Herkes, farklı birçok yerde yazısını yayınlama, şöhret sahibi olma, imzasını mülk edinme derdindedir. Söylenen sözün hiçbir hükmü yoktur. İttihadı tarumar edecek, terakkiye mani olacak bir güç örgütlemek, kimsenin umurunda değildir. Sol, yüz yıl önce Lenin’i liberallerin ilerleticiliğine inanmadığı için eleştiren Axelrod’un yanına dizilmiştir. Yüz yıl sonra o terakkicilik, devletle birleşmiştir. Bize lazım gelen, halkın mevzilerindeki ilerleme, halk güçlerinin o mevzilerle birliğidir.

Eren Balkır
27 Aralık 2016

0 Yorum: