26 Aralık 2016

,

Çekiç ve Haç


Her yanı saran tüketimciliği ve kurtarıcı figürünü yücelten içeriği ile Noel soldaki birçok insanın lanetlediği bir olgu. Doğalında seküler ve bilimsel düşünen solcular arasındaki bu inancı yitirme hâli, en geniş mânâda Hristiyanlık ve dini kapsayacak bir içeriğe kavuşuyor.
Ne var ki sol siyaset ve Hristiyanlık, yoğun ideolojik kuşkularına karşın, birbiriyle çelişmeyecek yollar dâhilinde etkileşime giriyor ve birbirlerine tesadüf ediyorlar. Marksizm sert din eleştirileri ile bilinirken, Marx “dinî ızdırabı” gerçek ızdıraba karşı bir protesto ve gerçek ızdırabın bir ifadesi” olarak değerlendiriyor. Engels ise Hristiyanlığı direnişin dip dalgasının ortaya çıkışı olarak görüyor ve “Hristiyanlık da tıpkı tüm diğer büyük devrimci hareketler gibi kitleler eliyle meydana getirilmiştir” diyor.
İşçi sınıfına mensup Hristiyanlar, Hristiyanlık içerisindeki ilerici kesimi teşkil ettiler ve kilise bünyesinde varolan hiyerarşilere ve eşitsizliklere meydan okudular. Bu kesim emek, toprak ve barınma haklarını savundu. Militarizme, ırkçılığa ve yoksulluğa karşı faaliyet yürüttü. 1800’lerin sonlarında ve 1900’lerin başlarında Protestanlar içinden çıkan Sosyal İncil hareketi sadece bireysel değil sosyal kurtuluşa ve selamete uzanan yolu gösterdiler. Katolik İşçi hareketi ise militarizm karşıtı vaazlar verip yoksullara hizmet etti.
Dünya Sanayi İşçileri isimli sendikanın kuruluşunda önemli bir rol oynayan Thomas J. Hagerty gibi bazı Hristiyanlar (açıktan Marksist değilse de) sosyalist ve komünist fikirleri toplum analizi ve politik pratikle birleştirdiler. Güney Amerika bağlamında Hristiyanlık ve Marksizm kaynaşarak kurtuluş teolojisini meydana getirdiler. Bu hareket yoksulları ve ezilenleri ekonomik sömürü, diktatörlük, baskılar ve ABD emperyalizmi ile mücadelenin asli failleri olarak gördü.
Resmî Hristiyanlık ise bu türden bir sapma, heterodoksi karşısında küplere bindi. 1949’da Papa XII. Pius, Katoliklerin komünist örgütlere girmesini, bu örgütleri desteklemesini, hatta onlara ait yayınları okumasını yasaklayan bir ferman yayınladı. Kurtuluş teolojisi San Salvador piskoposu Oscar Romero gibi isimler üzerinden yirmi otuz yıl içerisinde önemli mevziler elde edince, Vatikan sol öğretiyi sert bir dille eleştirme ihtiyacı duydu. 1979’da Papa II. John Paul açıktan şunu söylemek durumunda kaldı: “Kurtuluş teolojisi Kilise’nin ilmihaliyle kesinlikle örtüşmüyor.”
Kimilerini rahatsız eden, Hristiyanlık ve Marksizm arasındaki ilişkinin iki hasım görülen unsur üzerinden suçlanması mümkün değil. Marksizmin ateizmle kurduğu güçlü ilişki üzerinden solcular, dinin ve kiliselerin yönetici sınıfa ait araçlar olduğunu düşündüler. Ara sıra bu iki kesim birbirine karşı şiddet de uyguladı. Dolayısıyla ilişkiye daha baştan şüpheyle yaklaşanların, Marksizm ve Hristiyanlığın temelde uyumsuz olduğu konusunda epey bir kanıta sahip olduklarını görmek gerek.
Bazı düşünürler ise bu türden gerilimlerin bir kısmını inceleyip iki geleneğin birbirine yakınlaşması için belirli bir zeminin olduğunu söylediler. Andrew Collier’in Christianity and Marxism: A Philosophical Contribution to Their Reconciliation [“Hristiyanlık ve Marksizm: İki Geleneğin Uzlaşmasına Dönük Felsefî Bir Katkı”] bu türden bir girişimi temsil ediyor.
2014’te aramızdan ayrılan Collier, Hristiyanlık ve Marksizmi birbirinden ayıran fay hatlarını hasıraltı etme yoluna gitmiyor. Kitapta bilhassa bir bölüm sahip olduğu önemle öne çıkıyor: “Hristiyanlar ve Marksistler birbirlerinden neler öğrenebilirler?” başlıklı bu bölümde yazar, Marksizmin ateizmi, tarihsel materyalizm ve şiddete başvurmama meselesi gibi konu başlıklarına değiniyor.
İlk başlıkla ilgili olarak Collier, “Marx’ın ateizminin onun bilimsel sosyalizmi üzerinde herhangi bir etkisi yok, ondaki ateizm, sosyalist politik pratik üzerinde de önemli bir etkiye sahip değil” diyor. Devamında ütopyacılık gibi diğer temel meselelerde önemli örtüşmelerin olduğundan bahsediyor: “Hem o Cennet’ten düşüşle ilgili öğretisiyle Hristiyanlık hem de gerçek anlamda materyalist olan Marksizm, mükemmel bir toplum olamayacağına vurgu yapıyor ve insan toplumlarında bu türden ihtimallere dönük aşırı iyimserlik konusunda uyarılarda bulunuyor.”
Her iki gelenek de ortak bir tehdidi paylaşıyor: “Burjuvalaşma”. Hristiyanlık saflarına zengin insanlar katıldıkça işçi sınıfına mensup Hristiyanlarla aradaki toplumsal mesafe açılıyor. Bu eğilimle mücadele gayreti ile ilgili olarak Collier şunu söylüyor:
“Bu mücadele, Hristiyanları nerede yaşıyorlarsa orada bulunan, işçi sınıfına ait politik hareketlere girmeye sevk etmeli. Bunu, o hareketlerin davasının adalet davası olması sebebiyle yapmalı. Bu türden bir bağlılığın, işçi sınıfının hayatına ait gerçeklere karşı kayıtsız olan burjuvazinin iddialarının toprağa gömülmesi gibi bir hayrı olacaktır.”
Collier, Doğu Bloku’nun yıkılışı konusunda kimi Hristiyanlara sövüp sayıyor. Onların “yeniden güç kazanan kapitalistlerle barış yaptıklarını, Stalinizm sonrası rejimlerin hayal ettiği ama kurmayı başaramadığı, gerçek anlamda sınıfsız ve adil bir toplum için çalışmadıklarını” söylüyor.
Diğer yandan yazar, Sovyetler’in “imtiyazlı bürokrasi”sinin “burjuva arzularını zemmediyor ve devletlerin “sosyalist bir sivil toplum” kuramamasını eleştiriyor, bunların “bireyleri yukarıda ağır bir gülle gibi duran devletle başbaşa bıraktığını” söylüyor. Bu noktada Collier, sosyalistlerin “totaliter ticaret anlayışı”na karşı geliştirdiği refleksif muhalefetten ve modaya uygun düşüncelere yönelik direnişinden bir şeyler öğrenmesini tavsiye ediyor.
Devamında ise toplumsal kontrolün önemine bir kez daha vurgu yapıyor:
“Esas olarak toplumun bireyler hatta doğa üzerindeki kontrolünden bahsetmiyorum, asıl bahsettiğim husus, toplumun ürettiği toplumsal güçlerin kontrol altına alınmasıdır. Bu güçler doğa ve insanlar üzerinde yıkıcı ve derin etkilere yol açmaktadır. Bu güçlerin kapitalizm koşullarında kontrol altına alınması mümkün değildir.”
Marksizmin insanlığı “yabancılaşmış piyasa güçlerinden kurtarmaya çalıştığını” söyleyen Collier, Hristiyanlık içerisinde ittifak kurulacak unsurlar bulunduğunu söylüyor. Ona göre, her iki öğreti de “her şeyin alınıp satılabilirliğini sınırlamaya çalışıyor (“İsa tapınakta tefecilerin masalarını devirdi, Peter da Simon Magus’u lanetledi. Bu tür örnekler, bugün Amerika’daki birçok evanjelisti cehennem ateşini görmüş gibi korkutuyor olmalı.”)
Aynı zamanda iki öğretinin felsefe alanında da müttefik olarak hareket etmesi mümkün. Zira ikisi de liberalizme ve postmodernizme karşı. Piyasa mantığının teşvik ettiği “atomculuğa” ve “parçalanmaya” itiraz ediyorlar. Yazarın ifadesiyle, “Marksizm ve Hristiyanlık, kapitalizm koşullarında sadece toplumun değil insanın da yaşadığı parçalanmaya bir açıklama getirebilir ve sürece karşı koyabilir.”
Collier’in Marksizmle Hristiyanlığı uzlaştırma çabası, sadece bir ittifakla alakalı politik ihtimallerin altını çizmekle kalmıyor, aynı zamanda ikisi arasında varolan o kalıcı uçuruma da işaret ediyor. Çekiçle haçın buluşması, ihtimal dışı bir Noel mucizesi değil, Trump çağında karşı karşıya kaldığımız politik bir zorunluluk.
Rajeev Ravisankar
25 Aralık 2016

0 Yorum: