kurtuluş teolojisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kurtuluş teolojisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Ağustos 2025

, ,

Oscar Romero: Yoksulların Çobanı


Başpiskopos Oscar Romero, 24 Mart 1980 günü San Salvador’daki bir şapelde vaaz verdiği sırada, bir suikastçının tabancasından çıkan kurşunla öldürüldü. Ülkede ve yurtdışında birçok insan, bu cinayeti kınadı. El Salvador’da ve başka ülkelerde Hristiyanlar, Romero’yu Hristiyan inancına mensup bir şehit olarak değerlendirdiler.

Bugün San Salvador’daki katedralde bulunan mezarını çok sayıda insan ziyaret ediyor. Latin Amerika genelinde Hristiyanlar, onun hatırasını halen daha yaşatıyorlar.

Ölürken de yaşarken de Romero, sevgiyi ve düşmanlığı birlikte kucakladı. San Salvador’un ana meydanında düzenlenen cenaze merasimine on binlerce insan katıldı. Ama bir yandan da törende patlamalar ve silah sesleri de duyuldu. El Salvador’da resmini taşıyan köylülerin başı derde girdi. Bu durum, hem onun yıkıcı görülen yaklaşımlarının bir sonucuydu hem de yargısız infaza gitmesinin sebebiydi.

Ölümünün hemen ardından Salvador hükümeti yetkilileri onun adını ağızlarına almadılar. Salvador basını dilsizleşti. Ölümünü kimse soruşturmadı. Ülkede öldürülen on binlerce insanı öldürenler gibi onun katilleri de ceza almadı.

Oscar Romero, birilerinin Katolik Kilisesi’nin Şubat 1977’de Romero’nun başpiskopos olmasından önce başlattığı çalışmalarına düşmanlık ettikleri gerçeklikte katledildi. Bu dönemde Katolik rahipler, rahibeler, hocalar, kilise dışında çalışan işçiler tutuklandılar, işkencelerden geçirildiler, dövüldüler, katledildiler. Birçok rahibin kendi cemaatleriyle görüşmesine mani olundu. Birçok cemaat, özellikle taşrada, birlikte ibadet edemez, birlikte Kutsal Kitap okuyamaz hale geldi. Katolik kiliselerine, okullarına, manastırlarına, radyo istasyonlarına ve üniversitelerine askerler makineli tüfeklerle, bombalarla ve dinamitlerle saldırdı.

Bu yazının yazıldığı dönemde San Salvador başpiskoposu ve piskopos yardımcısı, ölüm mangalarının ve devlet güçlerinin işledikleri cinayetleri kınadıkları için ölüm tehditleri alıyorlar.

Her ne kadar hayatı ve çalışmaları politik yankılara sahip olmuşsa da Oscar Romero, politik bir lider değildi. Bu anlamda Oscar Romero, Gandi, Martin Luther King ve Benigno Aquino gibi din adamı olmasına rağmen belirli politik güçlere liderlik eden isimlerden değildi. Romero, basit bir papazdı. Papaz, Hristiyan ve Yahudi kutsal metinlerinde geçtiği biçimiyle “çoban” anlamına geliyor.

Antik çağda İsrail halkı, krallarına “çoban” diyordu. Onlar için gerçek ve kusursuz tek bir çoban vardı o da Tanrı’ydı. Hristiyanlarsa kendisini “iyi çoban” olarak tarif eden, gerçek çobanın kendisini sürüsüne adayan, hayatını onu korumak için adayacak olan kişi olduğunu söyleyen İsa’yı en yüce çoban kabul ediyorlardı. Hristiyanlara göre her kilisenin lideri, sürü çobanlığı görevini İsa Mesih’ten almıştı.

Romero da piskopos olarak görevinin kendisine güvenen insanlarla ilgilenmek, koyunlarını suya ve otlağa götüren bir çoban gibi onları Tanrı’ya götürmek, o insanları kurtlara karşı korumak, sürüden ayrılan varsa onu doğru yola getirmek olduğunu düşünüyordu.

Bu sorumluluğunu ne kadar ciddiye aldığını ölümünden kısa bir süre önce bir gazeteciye verdiği mülâkatta dile getiriyordu. Orada, canının tehlikede olduğunu bildiğini söyleyen Romero, “Tanrı’nın bir çoban olarak bana yüklediği görev, sevdiklerime, hatta beni öldürecek olanlara bile hayatımı vermektir” diyordu.[1]

Bir papazın görevi, insanlara Tanrı’yla birleşme yolunda rehberlik yapmaktır. Bu görev, diğer insanlar üzerinde kişiye belirli bir otorite bahşetmenin yanında, ona aynı zamanda başkalarının sorumluluğunu üstlenmeyi emreder. Kilisenin her üyesi, başkalarına karşı belirli sorumluluklara sahipse de kilisenin seçtiği bir papaz, kendisini tümüyle bu sorumluluğu yerine getirmeye adar. Belirli bir bölgenin piskoposu, kendi “sürü”süne çobanlık yapmakla yükümlüdür.

Romero, aynı zamanda San Salvador’un piskoposuydu. Bu anlamda, diğer piskoposlar kendi bölgelerinde otoriteye sahiplerse de o, tüm milletin sorumluluğunu üstlenmişti.

Papazların politik lider olmak gibi bir yükümlülükleri yok elbette. Çünkü esasında kilise, politik bir örgüt değil. Ama kilise ve liderleri, politik düzleme etki eden eylemler ifa ediyorlar.

Romero, kilisenin ve dinin seküler dünyaya her daim etki ettiğini düşünüyordu. Bu etkiyi kilise, bazen eyleme geçerek bazen de geçmeyerek gösteriyordu.

Çünkü Romero’nun da dediği gibi, “Hristiyanlık dini bizi dünyadan kopartmaz, bilâkis, onun içine sokar. Kilise, kentten ayrı bir kale değildir. İsa’nın müritleri kentin ortasında çalışmış, yaşamış, mücadele etmiş ve ölmüşlerdir.”[2]

Hristiyan inancı, insanların eylemlerini derinlemesine etkiliyor. Doğru yaşamak, bilhassa başkalarına adaletle ve sevgiyle yaklaşmak, Hristiyan olmanın asli özellikleri. Hristiyan, İsa’nın bizi gelip günahlarımızdan kurtaracağına, günahın insanın yanlış eylemlerini ifade ettiğine inanıyor. Dolayısıyla, papazın görevlerinden biri de sürüsünü günahlardan uzak tutmak.

San Salvador’un çobanı olarak Romero, tanık olduğu günahların Hristiyan hayatıyla hatta ahlakla uyuşmadığını görüyordu. Zayıfları ve biçareleri öldürenler cezasız kalıyor, hatta devlet adaleti ve hukuku tesis etmek adına bu eylemleri teşvik ediyordu. Adalet mekanizmasının parçası olan insanlar, işkenceye başvuruyorlardı. İnsanlar, keyfi yere gözaltına alınıyor, gözaltına alınanlar, bir süre sonra katlediliyorlardı. Çileli aileleri, yakınlarının başına ne geldiğini bilmiyorlardı. Devlet görevlileri ve yargıçlar, rüşvetin ve yolsuzlukların batağına saplanmıştı. Salvadorluların önemli bir kısmı bilhassa köylüler, cehaletin, kötü sağlık koşullarının, erken ölümlerin ve politik iktidardan ve politik hayattan dışlanmanın çilesini çekiyorlardı.

Hristiyanlık, kendisini insanların yaşam tarzlarını her daim dert edinmiş bir dindi. Bu düzlemde Katolik Kilisesi, İkinci Vatikan Konsili (1962-1965) döneminde kendisini yeniledi ve insanı ilgilendiren meselelere tekrar odaklandı. Konsil’in vurgusuyla kilise, dünyaya hizmet etmek için vardı. Tanrı’nın bahşettiği biçimiyle, Kilise’nin görevi, burada ve şimdide başlamak üzere, dünyayı kurtarmak, bunun için Tanrı’nın dünya için hazırladığı plan uyarınca onun gelişimine katkıda bulunmaktı. O plan ki Tanrı’nın her yerde adaleti, sevgiyi ve barışı hükümran kılması için hazırlanmıştı.

Tanrı’nın hükümranlığı, zamanın sonuna dek kusursuz bir biçimde tesis edilemese de Hristiyanlar, gene de o kusursuzluğa ulaşmak için çalışmayı görev biliyorlardı. Bu çabanın parçası olarak kilise, halkın yoksulluktan ve zulümden kurtulması gerektiğini söylemeliydi. Kilisenin görevi, “milyonlarca insanı, önemli bir bölümü kendi evladı olan onca insanı kurtarmak, o kurtuluş gününün şafağının sökmesini sağlamak, ona tanıklık etmek, o kurtuluşun eksiksiz olmasını güvence altına almak”tı.[3]

El Salvador gibi ülkelerde, genelde Latin Amerika ve Üçüncü Dünya’da kilise, esas olarak yoksulların dünyasına hizmet etmek zorunda. Ülke halkının önemli bir kısmı yoksul. II. Vatikan Konsili sonrası Latin Amerika’da Katolik Kilisesi, yoksulların safında olması gerektiğini gördü. Oscar Romero, 1980’de şunu söylüyordu: “Bu dünya insani bir suretten yoksun. […] Benim bölgemde kilise, yeniden insani bir surete kavuşmak için gayret etti.”[4]

Üç yıllık başpiskoposluğu süresince Romero, katedralde her Pazar verdiği vaazlarında milletin yüreğine ve vicdanına seslendi. Bazen muhalif bir grup kiliseyi ele geçirmişse gidip başka bir katedralde vaaz veriyordu.

Bölgesine ait radyo istasyonu, onun sözlerini El Salvador geneline taşıyordu. Bu ses, sadece bombalarla ya da devletin frekans bozmaya yönelik adımlarıyla kesintiye uğruyordu. Hristiyan ayininde vaaz, öncesinde yapılan Kitab-ı Mukaddes okumalarının izahını ifade ediyor. Romero, o vaazlarına bir önceki haftada yaşanan olaylara dair düşüncelerini de ekliyor, kilise dışı medya organlarında haber yapılmayan ya da yalan yanlış bilgilerle aktarılan cinayetlere, insan kaçırma olaylarına, keyfi tutuklamalara ve diğer insan hakları ihlallerine değiniyordu.

Romero’ya göre “vaazlar, halkın sesiydi. […] Sesi olmayanların sesiydi.”[5] Tutuklanan kişilerin ve polis ile güvenlik güçlerinin “tutuklamadık” dedikleri kişilerin aileleri, çözüm yolu bulamadıklarında başpiskoposun kapısını çalıyorlardı. Başpiskoposluk makamı, bu süreçte yardım isteyenlere hukuki yardım sunuyor, bu çalışma, nadiren de olsa başarılı sonuçlar üretiyordu.

San Salvador’da görevde kaldığı süre boyunca ve köylere yaptığı ziyaretlerde yoksul insanların yediği dayakları, gördüğü işkenceleri, cinayetleri, sevdiklerinin alınıp götürülmesine, evlerin yakılmasına, mahsulün yok edilmesine dair hikâyeleri defalarca dinledi. Kendisine şükranlarını ve derin sadakatlerini sunan yoksulların sevgisine mazhar olan Romero’nun katedralinde Pazar günü düzenlenen ayinlere genelde o yoksullar katıldılar. O köylüler, Romero’nun kendi sesleri ve savunucuları olduğunu söyleyen yüzlerce mektup kaleme aldılar.

Romero, başpiskopos olmadan önce de bazı köylerde papazlar Hristiyan cemaatlerini geliştirecek adımlar atmışlardı. Her hafta köylüler, bir araya gelip Kitab-ı Mukaddes okuyor, tartışıyor, cemaat bağları inşa eden bu insanlar, bölgede Kitap ve Hristiyan öğretisi konusunda eğitim verecek liderleri seçiyorlardı.

Cemaatlerin bazı üyeleri, hoca veya kelam temsilcisi oluyorlardı. “Halk toplulukları” adı verilen bu cemaatler, bugün Latin Amerika’nın büyük bir kısmında mevcut. Brezilya gibi yerlerde de faal olan bu gruplar, Katolik Kilisesi’nin hayatında önemli bir yere sahipler.

Ne var ki süreç içerisinde toprak sahipleri, köylüleri bir araya getiren, aralarında ortak bağlar kurulmasını sağlayan her şeyi tehdit olarak görüyorlardı. Binlerce köylünün ayaklandığı ve kıyımdan geçirildiği 1932 yılından beri toprak sahipleri, köylülerin örgütlenme ihtimalinden korkarak yaşadılar. Bu süreçte Hristiyan cemaatleri de oluştu. Köylü birlikleri kuruldu. Bazıları, yüz yıl öncenin Katolik düşünürlerinin ve papalarının geliştirdiği Katolik toplumsal düşüncesinin eseriydi. Politik baskı uygulamaları durumunda bu köylü birliklerinin umut olabileceğini gören bazı rahipler, bu birliklerin gelişmesini teşvik ettiler. Vaazlarında iyi bir dünyaya dair umutlarından ve sosyal adaletten dem vurdular.

Kitap incelemeleri ve tartışmaları üzerinden oluşan Hristiyan cemaatleri, köylüleri yaşadıkları sefalet ve İsa Mesih’in mesajı üzerinden düzgün bir hayat yaşama umudu konusunda daha da bilinçlendirdi. Doğalında köylü birlikleri, ortak eylem dâhilinde birleştiler. Hristiyan cemaatlerinin liderleri, köylü birliklerinin de liderleriydi. Büyük toprak sahiplerine göre küçük Hristiyan cemaatleriyle köylü birlikleri arasında hiçbir fark yoktu. Her ikisinde aynı köylüler faaliyet yürütmekteydi. Kilise, bu noktada köylüleri bilinçlendirme rolünü üstlenmişti. Bu sebeple kilise, Romero’nun başpiskopos olmasından çok önce baskıyla yüzleşmişti.

Oscar Romero, 22 Şubat 1977 günü başpiskopos olduğunda yoksulların savunucusu olacakmış gibi görünmüyordu. 1917’de El Salvador’un doğusundaki küçük ve dağlık bir kasabada dünyaya gelen Romero, 13 yaşında papaz okuluna gitti. Dışarıya kapalı, manastırvari eğitim süreci II. Vatikan Konsili öncesi Katolik din adamlarının oluşumuna damga vuran ana unsurdu.

Romero’nun düşünsel açıdan önemli bir seviyede olduğunu gören San Miguel piskoposu, onu ilahiyat eğitimi için Roma’ya gönderdi. 1942’de Roma’da kendisine rahip unvanı verildi. Altı yıl Roma’da kalan Romero, burada edindiği tecrübe üzerinden Katolikliğe, papanın makamına ve şahsiyetine iyice bağlandı. 1943’te ülkesine döndü. San Miguel şehrinde rahip olarak çalışmalara başladı.

Şehrin merkezi mahallesinde papaz olarak çalışan Romero, bir yandan da cemaatin çıkarttığı gazetede yazılar yazdı. Bölge radyosunda vaazlar verdi, konuşmalar yaptı. Bunlar, o dönem bir rahip için gayet sıra dışı faaliyetlerdi. Kilise dışı insanlar için teşkil edilmiş birçok Katolik örgütü, yüzünü bu mahalleye çevirdi. Dostlarının ve destekçilerinin sayısı binleri buldu.

1967’de Salvadorlu piskoposlar, Romero’yu piskopos konferansının genel sekreteri olarak atadı. Bu karar üzerine Romero, San Salvador’a taşındı. Enerjisiyle ve verimliliğiyle başpiskopos Luis Chaivez’i etkiledi. Chaivez, Romero’nun yardımcısı olmasını istedi. 1970’te piskopos unvanına kavuşan Romero, bir yandan piskopos konferansı ile ilgili çalışmalarını sürdürürken bir yandan da başpiskoposa yardım etti. Rahiplik öğrencilerinin eğitim gördüğü okulda rektörlük yaptı. Ayrıca başpiskoposluğun sorumluluk sahasında çıkan gazetenin yayın yönetmenliğini üstlendi. 1974’te Roma, kendisini San Miguel kentinin yakınlarındaki Santiago de Maria isimli küçük bir bölgenin piskoposu olarak atadı. Romero, başpiskopos olana dek burada kaldı.

Rahip ve piskopos olarak çalıştığı tüm dönem boyunca Romero, kilise için muazzam bir enerji harcadı, dindarlara has bir bağlılıkla bağlı olduğu kiliseye sadakatini hiç yitirmedi. II. Vatikan Konsili sonrası kilisede öne çıkan yeni fikirlere de dikkat kesilen Romero, San Salvador’un başpiskopos yardımcısı olarak, din adamlarının katıldığı, dünyevi meselelerin, köylülere yönelik politikaların ve uygulamaların tartışıldığı toplantılardan da rahipler senatosundan da uzak durdu. II. Vatikan Konsili kararlarını kabul etse de başkalarının konsil üzerinden ulaştıkları tüm sonuçları ve başpiskoposluk sahasındaki tüm uygulamaları kabule henüz hazır değildi. Konsil, Tanrı’nın dünyayı O’nun hükümranlığını yeryüzünde tesis ederek kurtarmak suretiyle hizmet edecek insanlarından bahsediyordu. Bu hükümranlıksa ancak ebediyete dek kusursuzlaştırılarak tesis edilebilirdi.

Romero, ömrünün büyük bir kısmını, papadan piskoposlara ve rahiplere, oradan da iyi hayat yaşayıp ölüm sonrası ebedi mutluluğa erişmek suretiyle kendilerini kurtaracak olan sıradan kilise mensuplarına uzanan otoriteye vurgu yapan bir kilise bünyesinde geçirdi. Ortada iki farklı kilise anlayışı vardı ve bunlar birbirleriyle çatışmadan bir arada varoluyordu. İlki toplumun dertleriyle ilgileniyor, diğeri ilgilenmiyordu.

Romero’nun zihniyetini değiştirmesi için zamana ve deneyime ihtiyacı vardı. Kiliseyi ve tüm insan hayatını aşkın olan Tanrı’ya tabi şeyler olarak gördüğü için değişmeyi bildi.

“Bizi seven, bizi kurtarmak isteyen Tanrı’yı teyit eden biri haline gelmek istiyorum”[6] diyen Romero şu tespiti yapıyordu:

“Aşkınlığı anlamayanlar, bizi anlayamazlar. Burada adaletsizliklerden bahsedip onları mahkûm ettiğimizde, bizim siyaset yaptığımızı zannediyorlar. Oysa biz, yeryüzündeki adaletsizlikleri Tanrı’nın adil hükümranlığı adına mahkûm ediyoruz.”[7]

James R. Brockman

[Kaynak: Third World Quarterly, Cilt. 6, Sayı. 2 (Nisan 1984), s. 446-457.]

Dipnotlar:
[1] Jos
é Calderón Salazar’la telefon üzerinden yapılan söyleşi, Orientación, 13 Nisan 1980.

[2] Louvain Üniversitesi’nde 2 Şubat 1980 günü yapılan, “Dinin Yoksullara Seçenek Sunan Boyutu” başlıklı konuşması, La Voz de los Sin Voz: La palabra viva de Mons. Oscar Arnulfo Romero içinde, San Salvador: UCA Editores, 1980, s 184. Bu makalede Romero’ya ait sözlerin tüm çevirileri bana ait. Louvain konuşmasının İngilizce hali şurada yayınlandı: Commonweal 109(6), 26 Mart 1982.

[3] Pope Paul VI, “On Evangelisation in the Modern World”, Washington DC, American Catholic Conference, 1979, s. 22 (Sayı. 30).

[4] Louvain konuşması, a.g.e., s. 186.

[5] 29 Temmuz 1979 tarihli vaazı, San Salvador, Publicaciones Pastorales Catedral, 1979, s. 8.

[6] 25 Şubat 1979 tarihli vaazı, Mons. Oscar A Romero: Su Pensamiento içinde, Cilt. 6, San Salvador: Publicaciones Pastorales del Arzobispado, 1981, s. 168.

[7] 2 Eylül 1979 tarihli vaazı, San Salvador: Publicaciones Pastorales Catedral, 1979, s. 26.

17 Temmuz 2025

,

Nikaragua Köylülerinin Ekmek ve Şarap Ayini


“Köylülerin Ekmek ve Şarap Ayini” [Misa Campensina], Nikaragua gölünde bulunan Solentiname adasında Ernesto Cardinal’in altmışlı yıllarda kurduğu cemaatin yaptığı ayinin adıdır.

Kitab-ı Mukaddes çalışmalarına katılan, bu çalışmaları kâğıda döküp yayımlayan, sanat, şiir ve el sanatı alanında faaliyet yürüten Solentiname cemaati, Nikaragua halkının Somoza diktatörlüğünü yıkmak için verdiği mücadelede aktif olarak yer almış, zafere dek uzanan iki yıllık dönem boyunca cemaat üyeleri, devlet güçlerinin ağır baskılarıyla ve katliamlarıyla yüzleşmiştir.

Solentiname, İkinci Vatikan Konsili’ni takip eden on yıl boyunca Latin Amerika’da ortaya çıkmış olan binlerce cemaatten biri olarak, kurtuluş teolojisinin gelişiminde önemli bir rol oynamıştır.

Bir süre Thomas Merton’un öğrenciliğini yapan, rahip ve şair Ernesto Cardenal, Somoza iktidarı yıkıldıktan sonra kurulan Sandinist yönetiminde kültür bakanı olarak yer almıştır.

Misa Campesina [Nikaragua Köylülerinin Ekmek ve Şarap Ayini”] Nikaragualı besteci Carlos Mejía Godoy tarafından müziklendirildi. Halk diline yer veren geleneksel Katolik ayininin uyarlanmış haliydi. Giriş, Dua, Şükür Duası, Amentü, Adak, Tefekkür, Hamd Etme İlahisi, Veda Şarkısı gibi ana bölümlerinde eski, bilindik ayinlerde göğe çıkartılan İsa “yere indirilir”, gizeminden arındırılır, İsa, önünde eğilmeyi gerektiren biri olmaktan çıkartılır, sıradan birine, yeni toplumu inşa edecek mücadeleyi verenlerin yoldaşına dönüştürülür.

Nikaragualı Köylülerin Ekmek ve Şarap Ayini, Panamalıların ayinine ve Afrikalıların, özellikle Kongoluların “Misa Luba”sına benzer.

Giriş Şarkısı

Sen ki yoksulların Tanrısısın,
İnsanî ve alçakgönüllü bir Tanrı,
Sokaklarda ter döken,
Yüzü kirli bir Tanrı.
Seninle kendi insanımla
Konuşur gibi konuşuyorum.
Çünkü sen emekçi Tanrısın, işçi Mesih’sin.

Halkımla el ele verirsin,
Kırda şehirde mücadele edersin,
Benimle birlikte maaş kuyruğuna girersin,
Yevmiyeni alıp gidersin.
Sokak ortasında
Eusébio, Pancho ve Juan Jose ile
Kuru ekmek kemirirsin.
Biraz bal koymadılar diye şerbete
Tepki gösterirsin.

Seni dün bakkalda görmüşler,
Oradan çıkıp bir barakaya gittiğini söylediler.
Seni benzin istasyonunda görmüşler
Kamyonun tekerleklerini kontrol ediyormuşsun.
Hatta bir seferinde deri eldiven ve işçi tulumunla
Otobanda dolaşıyormuşsun.

Amentü

Tanrım, sana imanım tam.
Bereketli zihnindir bu dünyayı doğuran.
Tüm güzellikler
Ressamlarda gördüğümüz ellere benzer
Ellerinin eseri.
Yıldızlar ve ay,
Küçük evler, göller,
Nehirden denize doğru süzülen
Küçük kayıklar,
O uçsuz bucaksız kahve çiftlikleri,
Beyaz pamuk tarlaları,
Sabıkalı bir baltanın dümdüz ettiği
Ormanlar, senin eserin.

Sana inanıyorum, sensin mimar
Sensin mühendis ve zanaatkâr
Sensin marangoz ve duvarcı,
Sensin gemileri inşa eden.
Sana inanıyorum.
Sensin müziğin fikrini üreten,
Barışın ve sevginin rüzgârını estiren.

Sana inanıyorum, işçi İsa.
Nurun nuru,
Meryem’in naçiz ve bakir rahminde
Dünyayı kurtarsın diye
Can bulan
Tanrı’nın oğlusun.

İnanıyorum:
Taşladılar seni
İşkence ettiler bedenine.
Bir çarmıha gerip
Şehit ettiler.
O kerih ve ruhsuz Roma valisi,
Romalı emperyalistlerin uşağı
İşlediği tüm günahları
Eline bulaşmış bir kir gibi yumak istedi.

Yoldaş, ben inanıyorum sana.
Sen ki insan, sen ki işçi Mesih’sin.
Ölümü büyük bir fedakârlıkla
Fethedensin.

Senin doğurduğun yeni insanın alnında
Kurtuluş yazılı.
Yukarıya kalkan her yumrukta
Dirilen sensin.
Muktedirlerin sömürüsüne karşı
Sen koruyacaksın halkımı.
Sen dirisin, her kulübede,
Her fabrikada, her okulda sen varsın.
Senin dirilişine,
Bitmek bilmeyen mücadelene inanıyorum.
Yeniden dirileceğine imanım tam.

[Kaynak: Radical Christian Writings: A Reader, Yayına Hazırlayan: Andrew Bradstock ve Christopher Rowland, Blackwell Publishers, 2002, s. 243-246.]

Ϯ Halkın Kilisesi

30 Aralık 2023

, ,

Kurtuluş Teolojisi: Dinle Yoksuldan Yana Bir İlişkilenme Biçimi

Kapitalizm yenilgiye uğratılmalıdır: o en büyük şeytan, birikmiş günah, çürümüş köktür, çok iyi bildiğimiz yoksulluk, açlık, hastalık ve ölüm meyvelerinin hepsini üreten bir ağaçtır. [...] Bu sebeple üretim araçlarının (fabrikalar, arazi, ticaret, bankalar) özel mülkiyetinin ilerisine gitmeliyiz.”[1]

[1973 yılında Brezilya’nın Orta Batı bölgesindeki piskopos ve daha üst düzey dinî görevlilerin “Kiliselerin Çığlığı” başlıklı yayınladığı bildiriden]


Dinin toplumsal alanda üstlendiği egemenden-devletten yana olma ve devlet ideolojisini meşrulaştırma işlevinin karşısında Kurtuluş Teolojisi, 1960’lar Latin Amerika’sında dinî değerleri devlete karşı mücadelenin ve halk direnişinin temel motivasyonlarından ve ideolojik kaynaklarından biri olarak dönüştüren bir hareket olarak ortaya çıktı. Dönemin yoğunlaşan sınıf çatışmasının bir sonucu diyebileceğimiz Kurtuluş Teolojisi, Hristiyanlığın kökeni ve Marksizm arasındaki kurduğu bağ, yoksullar içerisindeki taban örgütlenmeleri ve silâhlı mücadelenin gerekliliğine dair yaptığı çağrılarla bir yandan devrimci mücadelenin kitlelerle arasında kurduğu bağı arttırır ve güçlendirirken, diğer yandan Hristiyanlığı anti-oligarşik bir devrim mücadelesinin bağlamı içine yerleştirmesiyle yeniden biçimlendiriyordu. 

Bu yazıda Kurtuluş Teolojisi’nin kökenini, toplumsal mücadelelerde oluşturduğu etkileri, Latin Amerika solunun bugüne yansımalarını ve bizim de çıkarmamız gereken dersleri ele alacağım.

Hareketin Kökenleri

Kurtuluş Teolojisi’nin Latin Amerika açısından mücadele kökenleri Dominiken rahip Bartolomé de Las Casas’a ve Cizvitlere götürülebilir. Latin Amerika’ya 16. yüzyılın başında ayak basan Las Casas, başlarda sömürgeci ağın bir parçası olarak hareket eder. Sömürge sisteminde Batı Avrupa feodalizminden esinlenilen Encomienda (yerli halkın işlettiği toprak üzerinden vergilendirilip bir Conquistador’un gözetimine kontrolüne verilmesi) ile ödüllendirilen Las Casas, bu süreç içinde yerlilerin sömürgeciler tarafından uğradığı katliamlar ve ağır kölelik koşullarına tanık olur ve bundan rahatsızlık duyarak, önce kontrolünde olan toprakları bırakır, sonrasında ise yerliler için mücadele etmeye başlar. İspanya kralına Kızılderili soykırımını rapor eden ve Kızılderililerin kölelik koşullarında çalıştırılmasına itiraz eden Las Casas, 1522’de Venezuela’da barışçıl bir sömürge oluşturma girişiminde de bulunur ama başarısız olur. Sonraki yıllarda Nikaragua, Guatemala, Peru, Meksika başta birçok Latin Amerika ülkesine giderek mücadelesine devam eden ve “yoksulların koruyucusu” unvanını kazanan Las Casas, tüm bu bölgelerde Kızılderililerin koşullarının iyileştirilmesi için çalışmalarda bulunur. Las Casas’ın tüm bu çabaları, 1537’de Papa’nın yerli Amerikalılara yönelik köleliğin kaldırılması direktifini vermesi, 1542’de ise İspanya Krallığı’nın çıkardığı yeni yasalarla Encomienda’ları sonlandırmasıyla sonuç verir (Encomienda’lar sadece kâğıt üzerinden sonlanmış ama fiilî olarak yüzlerce yıl daha devam etmiştir).

Las Casas’la ilgili yapabileceğimiz değerlendirme, onun bir anti-sömürgeciden ziyade (çünkü İspanya Krallığı’nın egemenliğine dair bir itirazı yoktur) sömürge koşullarını iyileştirmeye çalışan bir hümanist olduğudur. İnsancıllığı, acımasız sömürü koşullarına karşı çıkması onun yerli halkların ruhunda büyük bir yer elde etmesini sağlamış ve bugüne uzanan bir hümanist direniş geleneği bırakmıştır.

Kurtuluş Teolojisi’nin diğer bir kökeni de Cizvitlerdir. Tıpkı Las Casas gibi Cizvitlerde sömürgeci ağın bir parçasıdır. Kendine ait topraklara sahip olan Cizvitler, bu topraklarda tarımsal emeğin üretkenliğini arttıracak yeni teknikler kullanıyor, ürünlerin çeşitliliğine önem veriyordu. Yerlilerin işgücü burada da sömürülüyordu, ama yerliler, Cizvitlerin bölgesinde diğer bölgelere göre daha rahat çalışıyor ve yaşıyorlardı. Cizvitler, sağladığı bu görece iyi imkânlarla yerlilerin ilgisini çekiyor, yerlileri Avrupalıların kölelik koşulları içinde çalıştırdığı yerlerden kurtarıyordu.

1960’lar: Toplumsal Mücadelelerin Yükselişi,
Kurtuluş Teolojisi’nin Ortaya Çıkışı ve Camilo Torres

Gerçek bir rahip olmak için rahiplerin giysilerini reddettim. Her Katolik’in görevi devrimci olmaktır; her devrimcinin göreviyse devrimi gerçekleştirmektir. Devrimci olmayan bir Katolik, ölümcül bir günah içinde yaşıyordur.

[Camilo Torres]

1959’da gerçekleşen Küba Devrimi’nin ardından Latin Amerika devrimci mücadelenin yükselişiyle sarsılır. Kolombiya’da FARC’ın, Uruguay’da Tupamaroların ortaya çıkışıyla başlayan devrimci gerilla mücadeleleri, Nikaragua’da FSLN’nin kuruluşu ve Latin Amerika’nın genelinde yükselen işçi, köylü ve öğrenci hareketleri dönemin iklimini oluşturur. Kurtuluş Teolojisi de bu yükselen sınıf çatışması ikliminde Hristiyanlığı ezilenden yana aktif bir tutum almak olarak tanımlayan kiliselerin içinden doğar. Daha sonraki yıllarda devrim düşüncesinin ve silâhın meşruiyetinin toplumsal alanda yayılmasını sağlayacak Kurtuluş Teolojisi, darbe ve işkencelere karşı çıkan hümanist rahiplerden, bizzat gerilla mücadelesinin içinde yer alacak rahiplere birçok akım ve görüşü de içinde barındırır.

Kurtuluş Teolojisi’nin kitleler üzerinden geniş bir etki uyandırmasını ve yaygınlık kazanmasını sağlayan en önemli olgulardan biri Camilo Torres’dir. Annesinin “duyarlı, merhametli, ekmeğini yoksullarla paylaşan bir çocuk”tu diyerek anlattığı Torres, 1947 yılında Kolombiya Ulusal Üniversitesi’ne kayıt yaptırdıktan bir süre sonra ayrılıp ruhban okuluna gitmeye karar verir. Belli bir eğitimden sonra 1954’de rahipliği onaylanan Torres, hemen ardından Belçika’ya sosyoloji eğitimi almaya gider. Bu eğitimi sırasında Hristiyanlık ve Marksizm arasında bir bileşim oluşturan düşünceleri netleşmeye başlayan Torres, tez çalışmasında da Bogota’daki yoksulluğu, sanayileşmeyi ve işçi sınıfının yaşam koşullarını ele alır. Belçika’daki eğitimi sırasında örgütsel faaliyetler içine de giren Torres, bir grup Kolombiyalı arkadaşı ile birlikte Kolombiya Sosyal-Ekonomik Araştırmalar Ekibi’ni (ECISE) oluşturur.

“ECISE’nin şubesini kurmak üzere iki kez Doğu Almanya’ya giden Torres, ikinci gidişinde Berlin’de yaşayan bir dostu ile birlikte sosyalist blokta yer alan ülkeleri de dolaşır.”[2]

1959 yılında Kolombiya’ya geri dönen Torres, ulusal üniversitede sosyoloji bölümünde öğretim görevlisi olarak çalışmaya başlar. Bu görevi sırasında devrimci öğrencilerle yakın ilişkiler kuran ve bu nedenle kilisenin tepkisini üzerine çeken Torres, 1962’de gerçekleşen öğrenci boykotunun liderlerinin üniversiteden atılması üzerine sert bir bildirge yayınlar ve kararı protesto eder. Bildirge, Torres’in antikapitalist tutumundan rahatsız olan Kilise’nin tepkisini çeker ve üniversitede ki görevine son verilir.

Üniversitedeki görevinden ayrıldıktan sonra aktif olarak toplumsal mücadele ve eylemlerin içinde yer almaya başlayan Torres, 1965’de ülkedeki tüm muhalefeti bünyesinde toplayacak birleşik bir cephe çağrısı yapar. Ayrıca bu cephenin devlet şiddetine karşılık verecek bir silâhlı kolu olmasını da savunur. Bu aygıt da ELN’dir (Ejército de Liberación Nacional - Ulusal Kurtuluş Ordusu).

Torres’in siyasal faaliyetleri kilise ile ilişkilerini germeye devam eder. Bir radyo programında “kilisenin mallarına el koymayan devrim olmaz” sözünün ardından rahiplikten atılır.[3] Kilise ile ilişkisi kesildikten sonra Torres, siyasal faaliyetlerine daha serbest bir şekilde devam eder. Kırk beş sendikayı bünyesine katan Birleşik Cephe, yetmiş bin üyeye sahip CTSC’nin (Kolombiya İşçi Sendikaları Konfederasyonu) miting çağrısını tüm gücüyle destekler. Yüz bin kişinin katılımının beklendiği miting bekleneni veremez. Çok daha düşük bir katılım olur ve sönük geçer. Mitingden sonraki süreçte kapitalist devlet aygıtına karşı mücadele ve devrimin nasıl olacağı konularında netleşmeye başlayan Torres, Ekim 1965’de kitle hareketleri ile ilişkisini askıya alır ve ELN ile birlikte dağa çıkar. 7 Ocak 1966’da kamuflaj elbiselerinin içinde “Kolombiya’ya’ çağrı” metnini imzalarken çekilen resmi ulusal basına gönderilir. Bu bildirgede halk oligarşiye karşı savaşa çağrılır. Torres, 15 Şubat 1966’de orduyla girdiği çatışmada yaşamını yitirir. Cenazesine binlerce emekçinin katıldığı Torres, ELN tarafından da şehitlik mertebesine yükseltilir.

“İsa yaşasaydı, gerilla olurdu!” sözüne ilham kaynağı olan Torres, kendi ülkesinde kilisenin egemenlerden yana konumunu değiştiremese de, Nikaragua’dan, Peru’ya, Şili’ye, Filipinler ve Brezilya’ya birçok ülkede kilisenin toprak ağaları ve kapitalist tekellerden yana tutumunun değişip halktan yana konum almasına yol açan kişi olmuştur. Hristiyanlık ile Marksizmi yakınlaştırması, çelişkiyi inanan-inanmayan değil, ezen-ezilen denkleminde kurup gerçek Hristiyanların savaşımının ezenlerle olması gerektiğini vurgulaması, sadece bir teorisyen değil, aktif olarak da bir savaşçı olması, onun hem ideolojik hem de pratik olarak bıraktığı mirastır. Onun izinden yürüyen Brezilyalı rahipler, 1964’de darbeye direndiği için tutuklanmış ve bazıları katledilmiş, Nikaragualı ve El Salvadorlu rahipler de halk savaşı süreçlerinde açık olarak diktatörlüğe karşı mücadele çağrısı yapmış ve bazıları bizzat savaşmıştır da.

Nikaragua ve El Salvador: Halk Savaşları ve Devrimci Sahipler

Latin Amerika’da yükselen halk hareketlerine Amerikan işbirlikçisi yeni sömürge devletlerin verdiği karşılık, açık faşizm olur. Brezilya’da 1964’de sağcı bir darbe olur, Şili’de 1973’de halkçı Allende hükümeti faşist ordu tarafından devrilir. Uruguay’da ise Tupamaroların önünü kesemeyen oligarşi, 1973’de askerî darbeye başvurur. Kıtada devrimciler açısından ilerlemeler ve geri çekilmeler şeklinde yaşanan bu süreç, Nikaragua’da ise bir devrim ihtimaline doğru yol almaktadır.

1960’lı yıllarında başında kurulan FSLN, Guevarist stratejiden esinlenerek mücadelesine kır üzerinde, öncü silâhlı eylemlerle başlar. Ancak gerilla eylemlerinde istediği başarıyı elde edemeyen FSLN, 1970’de askerî eylemlere ara verdiğini açıklar ve kitle mücadelesine ağırlık vermeye başlar. 1974’e gelindiğinde ülkede sınıf çelişkilerinin yoğunlaşması, artan kitle eylemleri ve devlet şiddetine karşılık kitlelerin radikal bir bağlamda dönüştürülmesi ihtiyacına bağlı olarak FSLN yeniden silâhlı mücadeleye başladığını açıklar.

Dönemin Nikaragua’sını anlatmak istersek; 1937’den beri iktidarı elinde tutan Somoza ailesinin sadece sosyalistleri değil, burjuva muhalefeti bile yoğun bir baskı altına aldığı, işçilerin son derece kötü koşullarda çalıştığı, grevlerin yasaklandığı, yoksulluk oranının son derece yüksek olduğu, Somoza’nın büyük burjuvazinin diğer kanatlarıyla da ekonomik olarak çelişkilerinin yoğunlaştığı ve yalnızlaştığı, buna bağlı olarak sertliğini daha da arttığı bir süreç yaşanmaktadır.

İşte bu ortamda önceleri burjuva muhalefetin etrafında gelişen toplumsal hareketler, burjuva muhalefetinin Somoza'nın şiddeti karşısında pasifist tavrının yetersizliği ve istenilenin aslında Somoza’sız bir Somoza düzeni olduğunu görüp FSLN etrafında toplanmaya başlarlar. Bunda hem Somoza’nın burjuva muhalefetin tüm çabalarına rağmen hiçbir uzlaşmayı kabul etmemesi ve inatla başkanlığı sürdürmesi hem de bu olgudan ve burjuva muhalefetin dağılmasından yararlanan FSLN’nin kitlelere moral veren başarılı şiddet eylemlerinin etkisi vardır.

Peki Sandinist devrime giden yolda Kurtuluş Teolojisi’nin rolü nedir? 1960’ların başından itibaren Nikaragua’da birçok rahip açıkça Somoza diktatörlüğünün karşısında yer almaya başlar. Yoksul mahallelere ve kırsal kesimlere giderek halkı Somoza diktatörlüğüne karşı direnmeye çağırır. Bu rahipler sadece çağrı düzeyinde de kalmazlar. Bir kısmı, muhaliflere karşı yapılan baskı ve işkencelere karşı mücadele ederken, bir kısmı da FSLN ile ilişkiye geçerek aktif şekilde gerilla savaşına katılır. Elde silâh, FSLN gerillaları ile birlikte bir çarpışmada hayatını kaybeden rahip Gaspar Garcia Laviana ölmeden önce şu çağrıyı yapar:

“Somozacılık bir günahtır. Baskıdan kurtulmak ve varlığımızı özgürleştirmek için günahtan kurtulmak gerekir. Ülkemizde doğruluğun krallığını kurmak için, kalbim inanç ve Nikaragua halkı için sevgi dolu olarak, elde silâh, son nefesime kadar savaşacağım.”[4]

Sonuç olarak; FSLN Mart 1979’da rejime karşı askeri saldırısına başlar. Genel grev, yerel ayaklanmalar ve birçok operasyon bölgesi yaratmak üzerinden işleyen bir kuşatma stratejisi izleyen FSLN, ülkenin kuzeyi, güneyi ve batısında üç ayrı cephe açar. Savaşın başlangıcından itibaren birçok kurtarılmış bölge elde eden FSLN, 4 Haziran'da genel grev ilan eder. Grev başarıya ulaşarak, ülkede hayatı felç eder. FSLN’nin ilerlemesini durduramayan Somoza, 17 Temmuz’da ülke dışına kaçar.

19 Temmuz’da Sandinistler başkent Managua’ya girerler. Somoza rejiminin destekçileri ve askerler tutuklanırken, Somoza’nın fabrikaları kamusallaştırılır. Yıllarca zulüm düzeni altında yaşamış halk Sandinist devrimcileri meydanlarda coşkuyla karşılar. Devrime giden süreçte yan yana savaşmaya varacak denli bütünleşen Sandinistlerin ve devrimci Hristiyanların iç içeliğiyse devrimden sonra da devam eder. Sandinistlerin yürüttüğü eğitim, sağlık, ev ve yolların onarımı gibi birçok kampanyaya rahipler ve devrimci Hristiyanlar aktif şekilde katılırlar. Devrimci Hristiyanlar devlet organında da görev alırlar ve üç rahip bakanlık görevi üstlenir. Bunlar, Miguel D’Escoto (Dışişleri Bakanı), Ernesto Cardenal (Kültür Bakanı) ve Fernando Cardenal’dır (Eğitim Bakanı).[5]

El Salvador

Bir başka Orta Amerika ülkesi El Salvador’da da 1970’lerde sınıf mücadelesi keskinleşir ve devrimciler diktatörlüğe karşı gerilla mücadelesine başlar. Nikaragua gibi El Salvador’da da birçok rahip, yoksul bölgelere giderek halka direniş çağrısı yapar. Devletin buna karşılığı ise kontrgerilla aracılığıyla rahipleri katletmek olur. Bu süreçte en ağır baskıyı yiyen dinî grupsa Cizvitlerdir. 1977’de paramiliter Beyaz Savaşçı Birliği, tüm Cizvitlerin bir ay içinde ülkeyi terk etmemesi durumunda hepsinin öldürüleceğini açıklar.[6] 1979’a gelindiğinde Duarte öncülüğünde askerler darbe yaparlar. Söylemde Romero diktatörlüğünün baskıcı ve antidemokratik karakterine karşı yapıldığı söylenen, demokratikleşme ve reform vaadi veren askerî darbe çok geçmeden gerici faşist yüzünü ortaya koyar. Hükümet kitle gösterilerini tarar, kırda direnen köylülere karşı terör uygular.

El Salvador’da Kurtuluş Teolojisi’nin öncülerinden Başpiskopos Monseigneur Oscar Romero, askerî komutanların emirlerine itaat edilmemesini çağıran bir vaaz verir. Bu vaazından bir gün sonra San Salvador Kanser Hastanesi’nde vaaz verirken 24 Mart 1980 günü katledilir. Bu olaydan sonra süreç açık bir iç savaşa evrilir. 1980-1982 arasında çatışmalarda 30 bin insan yaşamını yitirir. Devrimci örgütler, 1982 yılında birleşip FMLN’yi (Farabundo Marti Ulusal Kurtuluş Cephesi) kurarlar. İç savaş sırasında devrimcilerden yana saf tutan din adamlarına karşı saldırılarını da sürdüren faşist yönetim, Cizvit Üniversitesi UCA’ya girerek altısı Cizvit öğretim üyesi sekiz kişiyi katleder. 1984’e gelindiğinde faşizmin denetiminde yapılan seçimleri Amerikancı ARENA (Milliyetçi Cumhuriyetçi İttifak partisi) partisi kazanır.

FMLN, politika değişikliğine giderek hükümetle uzlaşmaya çalışır. Ama hükümetin FMLN’yi tamamen bitirebileceğini düşünmesi çatışmaların sekiz yıl daha devam etmesini sağlar. Gerillanın tasfiye edilmesi, 1992 yılında hükümetin FMLN ile uzlaşmayı kabul etmesinden sonra gerçekleşir.

Nikaragua ve El Salvador’daki devrimci mücadelelerin kuşkusuz en ilginç yanlarından biri, din olgusu ile sosyalizmin dünyadaki diğer hiçbir devrimci mücadelede görülmediği kadar iç içe geçmesidir. Nüfusun çoğunluğunu dindar halkın oluşturduğu bu ülkelerde kitleler devrimcilerden yana saf tutmuş, savaşmış ve bu savaşlarında dinî değerlerini temel bir motivasyon kaynağı olarak kullanmışlardır. Aynı durum, devrimcilerden yana saf tutan din adamları için de geçerlidir. Birçok din adamı, gerçek Hristiyanlığın devrimcilik yapmak, zulüm düzenini yıkmak olduğunu, Hristiyanların “modern putperestlik” olarak tanımlanan sermaye düzenine karşı cephe almasının bir zorunluluk olduğunu vurgulamıştır.

Sonraki Yıllar

1980’li yıllardan itibaren Latin Amerika’ya faşist askerî diktatörlüklerin, devamındaysa faşist diktatörlüğün ardılı neoliberal hükümetlerin hâkim olmasıyla birlikte Kurtuluş Teolojisi’nin de etkisi zayıflamaya başlamıştır. Hareket, gerilla mücadelelerinin zayıflaması ve solun birçok ülkede uğradığı yenilgiyle birlikte elverişli mücadele zeminini kaybetmiş, kıtaya hâkim olan neoliberalizmle uyumlu Hristiyanlık anlayışları da hareketin önünü tıkayan bir başka faktör olmuştur. Bunun sonucu olarak Kurtuluş Teolojisi, bütünsel bir sosyalizm mücadelesi yerine parçalı mücadeleler olarak tanımlayabileceğimiz feminist, çevreci veya yerli hareketlerinin içinde bir öğe olarak yer almaya çalışmıştır. Özellikle bunların içinde Brezilya’daki Topraksız Köylü Hareketi, Kurtuluş Teolojisi’nin etkisinin en yoğun şekilde hissedildiği mücadelelerdendir. 2000’li yıllardaysa Chavez ile birlikte başlayan Latin Amerika’nın genelinde sol-sosyal demokrat hükümetlerin ortaya çıkışı, bunların birçoğunun Hristiyan sol bir söylem geliştirmesi, Kurtuluş Teolojisi’nin hem kıta hem de dünya genelinde yeniden popülerlik kazanmasını sağladı.

Çıkarılması Gereken Dersler

Din, basitçe “ezenlerin hegemonya aracı” diyerek kestirip atabileceğimiz bir olgu değildir. Marx’ın; “Dinsel sıkıntı hem gerçek sıkıntıların bir dışavurumu hem de gerçek sıkıntılara karşı bir protestodur. Din, tıpkı ruhsuz bir dünyanın ruhu olduğu gibi, ızdırap içindeki yaratığın bir feryadı, kalpsiz bir dünyanın ruhudur. Din halkın afyonudur.” sözlerindeki “Din halkın afyonudur” noktasına odaklanan aydınlanmacı “sol”, akıl öncesini kaçırmaktadır. Öncesini Kurtuluş Teolojisi bağlamında ele aldığımızda, dinin “gerçek sıkıntılara karşı bir protesto” olarak kapitalist sömürüye karşı bir mücadele biçimini aldığını görürüz.

Bunun tersi örnekler, yani dinin “afyon” işlevi gördüğü örnekler de çoktur ve bunlardan biri de bugün ülkemizdeki durumdur. Ancak bu, ikili bir durumdur. Din, gerektiğinde toplumsal bir başkaldırının aracı da olabilmektedir. Tıpkı Latin Amerika gibi. Latin Amerika’dan çıkarmamız gereken en önemli ders; devrimciliğin, İslam (Müslüman) düşmanlığına indirgendiği müddetçe halkın ne örgütlenebileceği ne de savaştırılabileceği.

Dünyayı kötüleştiren neden, kendi başına inançlar değildir. İnançlar, sömürgeciler tarafından kötüleştirilen bir dünyanın içindeki sonuçtur. Nedenle, yani sömürgeciyle değil de bir sonuç olan sömürülenin inancıyla uğraşmak devrimcilik değil, olsa olsa burjuva aydınlanmacılığıdır.

Devrimci politikanın verili andaki zayıflığı, burjuva aydınlanmacılığının, pozitivizmin saflarımızda devrimcilik zannedilmesini sağlıyor. Devrimci irade güçlendikçe revizyonizmin bu çarpıklığı elbet aşılacaktır. Yaşadığımız topraklarda tıpkı nüfusun çoğunluğunu dindar insanların oluşturduğu Nikaragua’daki gibi devrim yapmak istiyorsak, çelişkiyi Kemalizmin ideolojik ekseninde sıkışmaktan kurtulamayan “solcular” gibi egemenlere hizmet eden laiklik-din düzleminden değil, ezen-ezilen düzleminden kurmamız gerekiyor. Bunu başarabildiğimiz, yani devrimciler olarak insanların hayatlarına dokunabildiğimiz ve halkın değerlerini devrimci bir mücadele bağlamına katarak dönüştürebileceğimiz ölçüde toplumsallaşma ve devrim yaratma şansına sahip olacağız.

Bekir Sami Paydak
İştirakî
Dergisi Sayı 11, s. 69-75

Dipnotlar:
[1] Latin Amerika: İsyan Hep Vardı, Derleyen: Sibel Özbudun, Kaldıraç Yayınları, 2010, s. 217.

[2] A.g.e., s. 223.

[3] A.g.e., s. 223.

[4] A.g.e., s. 220.

[5] A.g.e., s. 220.

16 Şubat 2021

, , ,

Halkın Kilisesi

Devlete semboller düzeyinde yöneltilen itiraz, kendisine çoğunlukla halkın hayatı ve köylü kültürü üzerinden ifade kanalları bulmuştur. Kurtuluş teolojisine ait fikirler ve Orta Amerika’daki askerî diktatörlüklere yönelik dinî direniş, halkın sanat pratiğine de yansımıştır.

Belki de en fazla bilinen sanat eseri, altmışlarda ve yetmişlerde Nikaragua Gölü üzerindeki otuz sekiz adadan oluşan Solentiname Takımadası’nda üretilmiştir. Bu adalarda dokuz aileden oluşan bir Hristiyan cemaati yaşamaktadır. Neredeyse tamamı köylü olan cemaat üyeleri, tümüyle Nikaragua bağlamında ele aldıkları İsa’nın hayatına ait sahneleri, oymacılık sanatı üzerinden ağaçlara kazıyıp bu eserlerini renklendirmişlerdir. Bu eserlerde diktatör Somoza karşıtı mesajlara yer verilmiştir.

Örneğin bu çalışmalarda İsa’yı çarmıha gerenler, Somozacılar ve Ulusal Muhafız askerleri olarak resmedilmişlerdir. İsa’nın dirilişini anlatan resimlerde İsa, üzerinde kırmızı-siyah pelerin giymiş hâlde görülmektedir. Bilindiği üzere kırmızı ve siyah, Sandinistlerin rengidir. Üstelik pelerinin üzerinde FSLN, yani Sandinist Ulusal Kurtuluş Cephesi yazmaktadır. Bu hâliyle diriliş, FSLN’nin elde etmek için uğraştığı politik ve ekonomik zaferle sembolik ve edebi düzeyle ilişkilendirilmektedir.

Nikaragua’daki bu gelenek, Somoza’ya yönelik muhalefetini dinî müzik üzerinden de dillendirir. Örneğin kendisi FSLN destekçisi olan Carlos Mejia Godoy, ekmek şarap ayini için bir ilahi bestelemiş, bu ilahi, sonrasında halk kiliselerinde söylenmiştir. “Misa Campesina Nicaraguense” [Nikaragualı Köylülerin İlahisi] olarak bilinen bu eser, halkın kilisesinin direnişini ve yoksulların muhalif dünya görüşlerini yansıtmaktadır.[1]

Sen ki yoksulların Tanrısısın,
İnsanî ve alçakgönüllü bir Tanrı,
Sokaklarda ter döken,
Yüzü kirli bir Tanrı…
Sen emekçi Tanrısın, işçi Mesih’sin.

Halkımla el ele verirsin,
Kırda şehirde mücadele edersin,
Benimle birlikte maaş kuyruğuna girersin,
Yevmiyeni alıp gidersin.
Sokak ortasında
Eusébio, Pancho ve Juan Jose ile
Kuru ekmek kemirirsin.
Biraz bal koymadılar diye şerbete
Tepki gösterirsin.

Seni dün bakkalda görmüşler
Oradan çıkıp bir barakaya gittiğini söylediler.
Seni benzin istasyonunda görmüşler
Kamyonun tekerleklerini kontrol ediyormuşsun.
Hatta bir seferinde deri eldiven ve işçi tulumunla
Otobanda dolaşıyormuşsun.

Mesih, İsa Mesih, katıl bize.
Dayanışmamıza iştirak et.
Ezilenlerin boğazını sıkan, öldüren,
Ezen sınıfla değil,
Barışa aç halkımla birlik ol.

İşçi sınıfı
Ta başından beri
Ekmeğinin peşinde.
Sürdüğü topraklardan senin için
Şarkılar söylüyor.
Yapı iskelelerinden,
Traktörlerden insanlar,
Duvar ustaları, marangozlar,
Terziler, gündelikçiler,
Nalbantlar, tersane işçileri,
Ayakkabı boyacıları seni çağırıyor.

Yoldaş, ben inanıyorum sana.
Sen ki insan, sen ki işçi Mesih’sin.
Yukarıya kalkan her yumrukta
Dirilen sensin.
Muktedirlerin sömürüsüne karşı
Sen koruyacaksın halkımı.
Sen dirisin, her kulübede,
Her fabrikada, her okulda sen varsın.
Senin dirilişine,
Bitmek bilmeyen mücadelene inanıyorum.

El Salvador’daki halk kilisesinde müzik, aynı zamanda muhafazakâr din adamlarına ve hükümete yönelik direnişin bir ifade aracıdır. İlahiler, bir yandan da kendine saygı duyma meselesine ve örgütlenmenin gerekliliğine vurgu yaparlar. Aşağıda, El Salvador’daki Hristiyan cemaatinin gerçekleştirdiği toplantılarda sıkça söylenen bir şarkıya yer verilmiştir.[2]

Ne vakit yoksullar yoksullara inanır
O vakit şarkılarımız özgür olur.
Ne vakit yoksullar yoksullarla buluşur
Hep birlikte örgütlenir,
O vakit kurtuluruz.

Sharon Erickson Nepstad

[Kaynak: Disruptive Religion: The Force of Faith in Social Movement Activism, Yayına Hazırlayan: Christian Smith, Routledge, 1996, s. 111-113.]

Dipnotlar:
[1] D. Sölle, Thinking About God, Maryknoll, NY: Orbis Books, 1990, s. 114-15.

[2] Pablo Galdamez, Faith of a People: Life of a Basic Christian Community in El Salvador, 1970-80, İspanyolcadan Çeviren: Robert R. Barr, Maryknoll, NY: Orbis Books, 1986, s. 36.

15 Şubat 2021

, ,

Işıktan Haç

Düştüğü yerde Camilo’nun
Bir haç doğdu
O haç ki tahtadan değil
Işıktandı.

Öldürdüler onu
Tüfeğini arar iken
Camilo Torres öldü
Yaşamak için.

Derler ki kurşunun ardından
Bir ses duyuldu.
Tanrı
“Devrim” diye bağırıyordu.

Üzerinde cübbesiyle
Generalim geliyor
Elindeki çanıyla
Gerillaya eşlik ediyor.

Kurşun çaktılar bileklerine
Çivi niyetine,
Ona da eşkıya dediler
Tıpkı İsa’ya dedikleri gibi.

Omuzlarında tüfekler
Şehre geldiklerinde
Yüz binleri buldular
Gözlerinin önünde.

Şimdi yüz bin Camilo
Hazır kavgaya.
Camilo Torres öldü
Yaşamak için.

Söz ve Müzik: Daniel Viglietti
Kaynak


15 Şubat 2020

, , ,

Camilo Torres

Camilo Torres 1929’da dünyaya geldi. Ailesi, Kolombiya’nın üst tabakasına mensuptu. Torres de oligarşinin şımartılmış çocukları gibi yetiştirildi. Ama onda bir farklılık vardı. Torres, rahip olarak yaşamak istedi. Papaz okulunda yoksul Kolombiyalıların derdini dert edindi.

Eğitimini Avrupa’da tamamlayan Torres, sosyoloji eğitimi aldı ve yoksulların çilesine ilişkin sorularının cevaplarını bilimde aradı. İyi bir öğrenciydi. Dört dili akıcı şekilde konuşabiliyordu.

Camilo Torres, Kolombiya’ya dönünce yoksullarla ilişki kurmak adına gençleri örgütleme çalışmalarına dâhil oldu. Kiliseyi yoksullara yönelik yükümlülüklerini kabul ettirmeye çalıştı. Öte yandan hükümete yoksulların hayrına olacak programları uygulatmak için uğraştı. Bu işlere on sekiz yılını verdi.

Peşinden binlerce genç geldi ama eyleme geçme noktasında, baskılar arttığında çok azı onun yanında kaldı. Torres’in onca çabasına rağmen kilise statükoyu korumaya devam etti. Bu koruma pratiğinde kullanılan araçların tamamı oligarşiye aitti. Oligarşinin iktidarı halka teslim etme niyeti yoktu.

Sonuçta Torres, Kolombiya’nın yegâne umudunun devrimde olduğuna kanaat getirdi. Bu noktada halk sevgisi ile rahip kalarak statükoya destek verme seçenekleri ile yüzleşti. Torres, Hristiyanlığın sadece “pratik sevgi” olduğuna inanan bir isimdi. Ondaki Tanrı’ya ve Kolombiya halkına yönelik sevgi, onu kiliseyi terk etmeye itti. Camilo Torres, kiliseden ayrıldığında aşağıdaki bildiriyi kaleme aldı:

“Koşullar insanların kendilerini İsa Mesih’e teslim etmelerini imkânsızlaştırdığında bir rahipten istenen, sonuçta komünyon ayinini yapmaktan alıkonsa bile, onun bu koşullara savaş açmasıdır. Zira komünyon ayini, Hristiyanların fedakârlığı ile icra edilmiyorsa tüm mânâsını yitirecek olan bir ibadettir. Kilisenin mevcut yapıları dâhilinde kilise dışı ibadet noktasında rahipliğimi devam ettirmem artık imkânsızlaşmıştır. Hristiyanlıkta rahiplik, tabii ki sadece kilise dışı ayinleri yapmaktan ibaret değildir. Tüm rahiplik faaliyetlerinin ana hedefi olan ekmek ve şarap ayini, cemaatin ifa ettiği temel ibadettir. Bugün Hristiyan cemaati, kutsal kitabın bahsini ettiği ‘komşunu sev’ emrini yerine getirmiyorsa ekmek ve şarap ayinini gerçek mânâsıyla yapmıyor demektir.

Ben, Hristiyanlığı komşuma hizmet etmenin en saf yolu olduğuna inandığım için seçtim. İsa beni ebediyete tek rahip atadı; beni asıl harekete geçirense günün yirmi dört saati kendimi memleketlilerime yönelik sevgiye adama arzusuydu. Aynı zamanda sosyologum ve ben, bilimsel araştırmalar ve teknik ilerlemeler aracılığıyla sevginin gerçek mânâda etkili olmasını sağlamaya çalıştım. Kolombiya toplumunu analiz ederken ülkenin açları doyurmak, susuzların susuzluğunu gidermek, çıplakları giydirmek, halkın ekseriyetini müreffeh kılmak için bir devrime ihtiyaç duyduğunu anladım. Devrimci mücadelenin İsevî bir mücadele, rahiplerin vermesi gereken bir mücadele olduğuna inanıyorum. Hattizatında Kolombiya’nın mevcut koşullarında devrimci mücadeleye iştirak etmek, insanların dinî inançları gereği komşularına sevgi gösterebilmelerinin yegâne yoludur.

Rahip olduğumdan beri Katolik olsun ya da olmasın kilise dışındaki insanları devrimci mücadeleye katılma konusunda teşvik etmek için yüzlerce farklı yola başvurdum. Ama bu insanların eylemleri kitlelerden makes bulmadı, ben de bunun üzerine kendimi davaya adamaya, böylece ‘komşunu sev’ emrinin dayattığı yolu yürümek suretiyle insanları Tanrı sevgisine yönlendirme misyonumu yerine getirmeye karar verdim. Bir Kolombiyalı olarak bu faaliyetin Hristiyan hayatımın ve rahipliğimin tam da özünü teşkil ettiğini düşünüyorum.

Kilise bu hâliyle devam ettikçe üstlendiğim misyon her zaman hiyerarşinin iradesiyle çatışacaktır. O iradeye itaat etmek, kendi vicdanıma sadakat göstermek istiyorum. Bu sebeple Sayın Kardinal’den bu dünya hayatında insanlara hizmet edebilmem için din adamlığımla ilişkili yükümlülükleri benden almasını istedim. Kilise ibadetime gerçek bir anlam katacak olan koşulların oluşturulması için bugüne dek yüce tuttuğum ve benim için bir ayrıcalık olan ibadet etme imkânımdan bugün itibarıyla vazgeçiyorum.

Bu fedakârlığı, halkıma olan bağlılığım emrettiği için yapıyorum. İnsana dair kararlarda nihai kıstas sevgidir, doğaüstü sevgidir; ben, sevginin benden almamı istediği tüm riskleri almaya hazırım.”

“Hristiyanlıkla devrim arasında hiçbir çelişki yoktur.” [Camilo Torres]

Bu mektuptan kısa bir süre sonra Camilo Torres gerilla saflarına katıldı. Artık vakit eylem vaktiydi. Torres komünist değildi ama Marksistlerin Latin Amerika’daki yoksullar konusunda herkesten daha fazla iş yapabileceklerini görüyordu. Bir gerilla olarak Torres, basına gerillanın hedeflerini açıkladığı aşağıdaki bildiriyi gönderdi:

“Kolombiya halkı:

Ülkemizdeki yoksullar, kendilerini uzun zamandır verdikleri savaşın nihai aşamasında oligarşinin karşısına dikecek o silâhlanma çağrısını yıllardır işitmeyi bekliyorlardı.

Halktaki ümitsizlik kırılma noktasına ne vakit ulaşsa yönetici sınıflar, her daim onları aldatmayı, dikkatlerini başka yöne çekmeyi, gerçek bir değişime yol açmayacak çözümlerle halkı susturmayı bilmiştir. Halk ne vakit bir lider arayışına girip bu liderliği Jorge Eliecer Gaitán’da buldu, oligarşi onu hemen öldürdü. Halk barış istediğinde oligarşi bu isteğe şiddetle cevap verdi. Halkın şiddete tahammülü kalmadığında, iktidarı almak için gerilla birlikleri örgütlediğinde, oligarşi askerî darbe yaptı ve gerillaları türlü hilelerle teslim aldı. Halk ne vakit demokrasi istese, kimi zaman halk oylamasıyla kimi zaman oligarşinin başını çektiği diktatörlüğün dayattığı Milli Cephe ile kandırıldı.

Artık halk saf değil. Seçimlere inanmıyor. Halk, tüm yasal kanalların kullanıldığını biliyor. Önlerindeki tek yolun silâhlı mücadele olduğunun farkında. Ümitsiz olan halk, Kolombiya’da yeni nesil köle olmasın diye, artık her şeyi hatta hayatını riske atabilecek duruma gelmiş. Halkın derdi, çocukları eğitim alsın, düzgün evlerde otursun, karnı doysun, kıyafeti olsun, insanca onurlu bir hayat yaşasın, ileride Kolombiyalılar kendilerinin olan, Amerikan hâkimiyetinden çıkmış bir vatanda ömür sürsün.

Her samimi devrimci, silâhlı mücadelenin elde kalan yegâne yol olduğunu görüyor. Halk, liderlerinin silâhlanma çağrısında bulunmasını umut ediyor.

Kolombiya halkına savaş anının gelip çattığını söylemek istiyorum. O halka hiçbir vakit ihanet etmedim. Her köyün ve her şehrin meydanında halk sınıflarının iktidarı almak için örgütlenmelerini istedim, bu davaya kendimizi ısrarla adamaya hiçbir zaman ara vermedim. Artık her şey hazır. Oligarşinin niyeti, tüm o her daim gördüğümüz süsü püsüyle yeni bir seçim komedisi tertiplemek: önce istifa edip yeniden kabul gören adaylar, iki partinin teşkil ettiği komiteler, artık hükmü kalmamış fikirlere ve şahsiyetlere yaslanan yenilenme hareketleri halka ihanet etmekten başka bir şey yapmadılar. Biz Kolombiyalar, onlardan bundan daha fazlasını bekleyebilir miyiz?

Özgürlük savaşçılarına katıldım. Kolombiya ormanlarının bu köşesinde niyetimin silâhımı teslim etmek değil, iktidar olana dek savaşmak olduğunu beyan ediyorum. Ulusal Kurtuluş Ordusu’na katıldım, çünkü Birleşik Cephe’ye ilham veren idealleri bu örgütte buldum. Halkın birliği onun yerine getirebileceği bir istek. Eskiden kalma, partilerle alakalı tüm o ağız dalaşlarını ve dinî farklılıkları bir kenara atıp, hizip, hareket, parti veya lider ile ilgili farklara bakmaksızın diğer tüm devrimci örgütlerle rekabet etme fikrini çöpe atarak köylüleri birleştirecek olan odur. Ulusal Kurtuluş Ordusu, Kolombiya oligarşisinin ve Amerikan emperyalizminin sömürüsünden halkı kurtaracak, iktidar tümüyle halkın eline geçene dek silâhını bırakmayacak, Birleşik Cephe platformunun hedeflerine sahip çıkan bir örgüttür.

Her vatansever Kolombiyalı, savaşa hazırlanmalıdır. Zaman içerisinde ülkenin her köşesinde gerilla liderleri ortaya çıkacaktır. Bu esnada hepimiz tetikte olmalıyız. Silâh ve cephanelik toplamalı, gerilla muharebesi için eğitim almalı, en güvendiğimiz dostlarımızla meseleleri tartışmalı, kıyafet, ilâç ve erzak toplamalı, uzun soluklu savaşa hazırlanmalıyız.

Sonuçlarının bizim lehine olacağından emin olduğumuz noktada düşmana ani saldırılar gerçekleştirmeliyiz. Bu noktada sözde devrimcileri sınayıp hainleri içimizden ayıklayabiliriz. Eylemi gözardı etmemeli ama aynı zamanda fazla sabırsız da olmamalıyız. Uzun soluklu savaşta hepimiz belirli bir anda eylem alanına çağrılacağız; bu noktada asıl önemlisi, o an geldiğinde bizim hazırlıklı ve silâhlı olmamızdır. Kişilerin her görevi ifa etmesi beklenemez. Görevler paylaşılmalıdır. Birleşik Cephe üyeleri, inisiyatifin ve eylem sürecinin öncüleri olmalıdırlar. Hazırlık döneminde sabırlı hareket etmeli, nihai zaferin bizim olacağı konusunda güven içerisinde olmalıyız.

Halkın mücadelesi, nihayetinde tüm ülkeyi kucaklayan bir mücadele olmalıdır. Savaş uzun sürecektir, ona şimdi başlamaya tam da bu sebeple karar verdik.

Yurttaşlarım, halkın ve devrimin çağrısına kulak verin!

Birleşik Cephe mensubu eylemciler, bugüne dek attığınız sloganları eyleme dökün!

Halk sınıflarının birliği için ölümüne mücadele!

Halk sınıflarının örgütlenmesi için ölümüne mücadele!

Halk sınıflarının iktidarı alması için ölümüne mücadele!

Ölümüne mücadele edeceğiz, çünkü biz sonuna dek savaşmaya kararlıyız.

Zafere dek mücadele edeceğiz çünkü zafere ancak davasına bağlı bir halk ulaşır. Zafere dek mücadele edeceğiz, Ulusal Kurtuluş Ordusu’nun sloganlarına sadık kalacağız.

Kimse geri adım atmayacak!

Ya kurtuluş ya ölüm!”

● ● ●

Camilo Torres’in gerilla ile birlikteliği yalnızca üç ay sürdü. Kendisine eğitim verildi, bir tabanca teslim edildi ve tüfek taşıma hakkını bizatihi kazanmak zorunda olduğu söylendi. Daha önce planlanmış bir pusunun kurulduğu yere ısrarla gitmek istedi. Pusuda vurulan askerlerden birinin tüfeğini almak için saklandığı yerden çıktı. Tam tüfeği alırken omzundan vuruldu. Sürünerek oradan uzaklaşmaya çalışırken bir kurşun daha yedi. İki yoldaşı onu kurtarmaya çalıştı. İkisi de vuruldu. Camilo Torres gerillalarla birlikte girdiği ilk çatışmada öldürüldü.

Torres, köklü bir teolojik açmazla yüzleşmiş bir isimdi. Kilisede kalmış olsaydı, kilise oligarşiye destek verdiği için kitlelere yönelik zulme katkı sunacaktı. Bu da onun Tanrı’nın “komşunu kendin gibi sev” emrini ihlal etmesine sebep olacaktı.

Torres kendisini, görevini ve kilisedeki güvenli hayatını çok seviyordu. Ama kitlelerin hayatının ancak devrimle iyileşebileceğine inanıyordu. Dolayısıyla Torres, insanlara yönelik sevgisini en iyi devrim yoluna revan olarak gösterebileceğini düşünüyordu. Ne var ki bu tür bir eylem şiddeti, Tanrı’nın yasakladığı başkasının canını almayı içeriyordu. Bundan kaçış yoktu. Torres kaçamazdı. Nihayetinde sevginin devrimci yolla dışavurulabileceği, şiddetinse ancak devrimci yolla savuşturulabileceği sonucuna ulaştı.

Kaynak

07 Ocak 2020

,

İsa’yı Sömürge Olmaktan Çıkarmak

Hintli ressam Swapan Das, 24 Aralık 2008 günü Kalküta’daki bir yolda
çizdiği İsa portresine son dokunuşlarını yapıyor. [Reuters/Jayanta Shaw]

Dünya genelinde Hristiyanlar, Nasıralı İsa Mesih’in doğumunu kutluyorlar. Bazı Hristiyanlar doğum gününü 25 Aralık’ta, bazıları da 7 Ocak’ta kutluyorlar. Bu tarih, hangi kiliseye veya dinî takvime bağlı olunduğuna göre farklılık arz ediyor.

Avrupa, Amerika, Avustralya ve Avrupa Hristiyanlığının sömürgecilik aracı olarak kullandığı sömürge dünyasında Batı Hristiyanlığı hâkim, dolayısıyla İsa’nın doğum gününün aynı zamanda Ocak başında kutlandığı kimsenin aklına bile gelmiyor.

Peki ama neden? Aradaki fark, sadece ayinlerle, kutsal kitap tefsiriyle veya öğretiyle alakalı değil. Burada bir yandan da kültürel ve tarihsel bir farklılık söz konusu ve artık İsa’nın ve Hristiyanlığın sömürge olmaktan çıkartılması gerekiyor.

Hristiyanlığın merkezinde duran sima olarak Hz. İsa’ya dair uygulamalar ve algılar konusunda tesis edilmiş olan Avrupamerkezci hegemonya, başka ayinleri ve kavrama biçimlerini sistematik bir biçimde kenara itmiştir. Hristiyanlığın bir kolundan diğerine veya bir başka dine geçtiğimizde İsa gibi bir simanın yüceltilmesine ilişkin yolların ne kadar çok çeşitlilik arz ettiği görülür.

Bugün milyonlarca Doğulu Hristiyan İsa’nın doğumunu kutluyor, dolayısıyla O’nun zaman içerisinde ve dünya genelinde nasıl tahayyül edildiğine bir kez daha bakmanın tam vaktidir.

Devrimci İsa

Jaroslav Pelikan’ın muhteşem kitabı Jesus Through the Centuries: His Place in the History of Culture’da [“Yüzyıllar Boyunca İsa: O’nun Kültür Tarihindeki Yeri” -1999] farklı İsa figürlerinin farklı kültürel ortamların eseri olduğu üzerinde durulmaktadır.

Bu çalışmada ise biz, doğumundan bir yüz yıl sonra Yahudi bir haham iken ikinci ve üçüncü yüzyıllarda Roma İmparatorluğu döneminde “Yahudi Olmayanların Nuru” ve “Kralların Kralı”, Eflatunculuk ile karşılaştığı noktada “Kozmik Mesih”, beşinci yüzyılda Aziz Augustine’in kitaplarında “Âdemoğlu”, on altıncı yüzyıl Batı Avrupası’nda yaşanan Reform sürecinde “Barış Prensi” hâline gelen İsa figürü ele alınmaktadır.

Son dönemlerde ise İsa figürü, Hristiyanlığı mülksüz kitlelere yakınlaştırmak ve bu kitlelerin en acil politik ihtiyaçlarına işaret edebilmek için kullanılmıştır. Örneğin çalkantılarla geçen ellilerde ve altmışlarda Latin Amerika’da kurtuluş teolojisi ismiyle bir akım ortaya çıkmış, bu akım, İsa'yı toplumsal adalet ve yoksullar ile ezilenlerin hakları için mücadele eden devrimci bir figür olarak tekrar öne çıkartmıştır.

Sağcı diktatörlükler, ipini kopartmış olan kapitalizm, artan baskılar ve sömürü bağlamında kurtuluş teologları, Marksizme ait öğeleri Hristiyanlığın temel kaideleriyle birleştirmiş, buradan da politik ve toplumsal açıdan muhafazakâr olan Katolik Kilisesi’ne başkaldırmışlardır.

Süreç içerisinde kurtuluş teologları, yerli hakları ve işçi hakları dâhil birçok farklı konu başlığını temel alan politik hareketlerle güçlerini birleştirmişlerdir. Devrimci bir sima olarak İsa, yereldeki topluluklara yönelik inancı tekrar canlandırmış, onların dinî pratiklerinin yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya doğru yeniden örgütlenmesini sağlamıştır.

Meryem’in Oğlu İsa

Batı Hristiyanlığının politik hegemonyasına rağmen dünya genelinde farklı kültürler İsa’ya bağlanmış, onu değişik şekillerde tahayyül etmişlerdir.

İslam’da İsa ve annesi Meryem, Kur’an’da önemli bir yere sahiptir. Üstelik bir sure Meryem adını taşımaktadır. Fakat İsa ve Meryem’in İslam kültüründeki yeri, Kur’an’da kapladığı alanın çok ötesindedir.

Filistinli tarihçi Tarif Halidi’nin önemli kitabı The Muslim Jesus: Sayings and Stories in Islamic Literature’da (Müslüman İsa: İslam Edebiyatında Deyişler ve Hikâyeler -2001) dile getirildiği biçimiyle, Arapça, Farsça, Türkçe, Urduca vs… tüm İslam edebiyatında İsa ve Meryem ön planda durur. Halidi, İngilizce konuşan dünyaya İsa figürünün İslam edebiyatında ve şiirinde aynı zamanda İslamî öğretilerle alakalı tartışma ve münazaralarda sahip olduğu merkezî konumla ilgili bir yığın bilgi sunmuştur.

Halidi, esas olarak Kur’an’daki İsa ile zahidlerin koruyucu peygamberi olarak İslamî tasavvuf geleneğinde karşımıza çıkan İsa arasındaki ayrım üzerinde durmaktadır. Bu ayrım, vahiyle birçok farklı halkın kendisine ait gördüğü bir peygambere tarih boyunca beslediği sevgi ve yakınlığın o uzun tarihi arasındaki boşluğa işaret etmektedir.

Halidi, kitabında Müslüman İsa’nın Hristiyan bağlamından farklı olan tefsir bağlamlarındaki çeşitlilik dâhilinde merkezî bir figür olduğunu ortaya koyar. Burada İsa, teslis denilen teolojik önermeden oldukça farklı olan tasavvufî vahdet anlayışına dair bir figür hâline gelir.

Örneğin İranlı şair ve felsefeci Nasır Hüsrev’in (1004-1088) o güzel kasidesinde şunları okuruz:

Elinde kılıç olduğunda insanları öldürmemelisin,
Allah kötülüğü asla unutmaz.
İsa bir seferinde yolda giderken
Öldürülmüş birini görmüş,
Merak edip sormuş:
Kimi öldürdün ki karşılığında seni öldürdüler?
Seni öldüreni kim öldürecek?
Kimsenin kapısını dahi parmağının ucuyla rahatsız etme ki
Kimse gelip senin kapını yumruklamasın!

Birçok farklı dilde kaleme alınmış Müslüman kaynaklarında İsa’ya yönelik bu türden atıflara sayısız kez rastlanabilir. Nasır Hüsrev gibi şairlere ve felsefecilere, Mevlânâ ve İbn Arabi gibi mutasavvıflara göre İsa yabancı bir isim değildir. O, kendilerine aittir.

Farklı tarikatlara ve mezheplere ait milyonlarca Arap ve İranlı Hristiyan’ın yaşadığı tarihsel gerçeklikte İsa figürüne yoğun olarak rastlarız. Bu durum, kaçınılmaz olarak incillerdeki İsa figürü ile İslamî kaynaklardaki İsa figürü arasında, kimilerinin “Beşinci İncil” adını verdiği arayüzü sorgulama ihtiyacını gündeme getirir. Şiirde, edebiyatta, tasavvuf ve felsefe metinlerinde İsa’ya yönelik tüm atıfları bir araya getirdiğimizde ortaya somut bir Müslüman İsa portresi çıkmaktadır.

Doğulu İsa

İsa’nın hayatı karşısında büyülenmek salt Avrupa’ya ve yakın komşusu olan “Ortadoğu”ya has değildir. Jesus in Asia [“Asya’da İsa”] isimli kitabında ilahiyatçı R. S. Sugirtharajah, İsa figürünün Avrupamerkezci zincirlerinden nasıl kurtulacağını ve farklı çalışmalar dâhilinde nasıl küresel bir boyut kazanacağını ortaya koymaktadır.

Yedinci yüzyılda Çin’de İmparator Taizong’un izniyle Doğu Kilisesi misyonerleri ve yerel halka mensup olup sonradan Hristiyan olanlar, İsa ile ilgili bir dizi metin kaleme almış, İsa bu çalışmalarda Çin bağlamına oturtulmuştur. Yaklaşık bin yıl sonra Moğol hanedanı Ekber’in himayesinde bir Cizvit keşişi İsa’nın hayatını yazmış, bu kitapta on yedinci yüzyıl Hindistanı’nda ortaya çıkan muhtelif meseleleri ve halkın teolojik kaygılarını ele almıştır.

Hristiyan yabancıların yereldeki dinlerle tartışma imkânı buldukları, bu türden devlet destekli metinlerin yanı sıra Asya’da İsa’nın merkezî bir yer tuttuğu, çoğunlukla Batılı misyonerlerin sömürgeci dayatmalarına ve resmi iktidara meydan okuyan başka çalışmalar da kaleme alınmıştır.

Başında Hong Xiuquan’ın bulunduğu Çin’deki Taiping devrimi esnasında İsa imajı önemli bir yer tutmuştur. Hong, on dokuzuncu yüzyıl ortalarında yeni teokratik nizamı Çin’e dayatmak isteyen Hristiyanlığa ihtida etmiş bir Çinlidir. Kore’de yetmişlerde ve seksenlerde toplumsal adalet ve demokratikleşme ile ilgili olarak kurulan Minjung hareketi, İsa’nın çektiği çileyi ve yoksulluğu öne çıkartmıştır. Ayrıca İsa figürü, Hindistan’daki sömürgecilik karşıtı mücadele bağlamında Hindu geleneği ile iç içe geçmiş, İsa’nın hayatı ve öğretileri bu bağlam dâhilinde yeniden inşa edilmişlerdir.

Hattizatında İsa Mesih figürü, farklı görüşleri temsil eder hâle gelmiş, tüm tarihsel süreçte, tüm coğrafya genelinde farklı işlevler görmüştür. 2020’inci doğum günü, belirsizliklerin, karışıklıkların, gerilimlerin yaşandığı bir döneme denk gelmiştir. O’nun çok farklı anlamlara sahip oluşu bizi, Hristiyanlar, Müslümanlar, Yahudiler, Hindular, Budistler ve başka dinlere inananlar arasında hâkim olan anlatıları yeniden düşünmeye sevk etmelidir.

Bugünkü meselemiz, İsa’yı tarihsel planda ne kadar sevip onu ne ölçüde yücelttiğimiz gerçeğini anımsamakla değil, sıkıntılı bir dönemde bizim için O’nun isminin hâlen daha bir öneminin olup olmadığı ve bizim O’nun hayatı ile örnekliği üzerinden bir gelecek tahayyül edip edemediğimiz ile ilgilidir.

Mezhepçi bağnazlık, emperyalist kibir ve sömürgeci fetih anlayışının hâkim olduğu dönem sona erip O’nun Filistin’de doğduğu yerden barış ve hakikat ihtiyacının açığa çıkıp tüm dünyaya yayıldığı noktada İsa neye benzeyecek, nasıl olacak, neler hissettirecek, asıl mesele budur.

Hamid Dabaşi
6 Ocak 2020
Kaynak