30 Aralık 2023

,

Kurtuluş Teolojisi

Kurtuluş Teolojisi:

Dinle Yoksuldan Yana Bir İlişkilenme Biçimi


Kapitalizm yenilgiye uğratılmalıdır: o en büyük şeytan, birikmiş günah, çürümüş köktür, çok iyi bildiğimiz yoksulluk, açlık, hastalık ve ölüm meyvelerinin hepsini üreten bir ağaçtır. [...] Bu sebeple üretim araçlarının (fabrikalar, arazi, ticaret, bankalar) özel mülkiyetinin ilerisine gitmeliyiz.”[1]

[1973 yılında Brezilya’nın Orta Batı bölgesindeki piskopos ve daha üst düzey dinî görevlilerin “Kiliselerin Çığlığı” başlıklı yayınladığı bildiriden]


Dinin toplumsal alanda üstlendiği egemenden-devletten yana olma ve devlet ideolojisini meşrulaştırma işlevinin karşısında Kurtuluş Teolojisi, 1960’lar Latin Amerika’sında dinî değerleri devlete karşı mücadelenin ve halk direnişinin temel motivasyonlarından ve ideolojik kaynaklarından biri olarak dönüştüren bir hareket olarak ortaya çıktı. Dönemin yoğunlaşan sınıf çatışmasının bir sonucu diyebileceğimiz Kurtuluş Teolojisi, Hristiyanlığın kökeni ve Marksizm arasındaki kurduğu bağ, yoksullar içerisindeki taban örgütlenmeleri ve silâhlı mücadelenin gerekliliğine dair yaptığı çağrılarla bir yandan devrimci mücadelenin kitlelerle arasında kurduğu bağı arttırır ve güçlendirirken, diğer yandan Hristiyanlığı anti-oligarşik bir devrim mücadelesinin bağlamı içine yerleştirmesiyle yeniden biçimlendiriyordu. 

Bu yazıda Kurtuluş Teolojisi’nin kökenini, toplumsal mücadelelerde oluşturduğu etkileri, Latin Amerika solunun bugüne yansımalarını ve bizim de çıkarmamız gereken dersleri ele alacağım.

Hareketin Kökenleri

Kurtuluş Teolojisi’nin Latin Amerika açısından mücadele kökenleri Dominiken rahip Bartolomé de Las Casas’a ve Cizvitlere götürülebilir. Latin Amerika’ya 16. yüzyılın başında ayak basan Las Casas, başlarda sömürgeci ağın bir parçası olarak hareket eder. Sömürge sisteminde Batı Avrupa feodalizminden esinlenilen Encomienda (yerli halkın işlettiği toprak üzerinden vergilendirilip bir Conquistador’un gözetimine kontrolüne verilmesi) ile ödüllendirilen Las Casas, bu süreç içinde yerlilerin sömürgeciler tarafından uğradığı katliamlar ve ağır kölelik koşullarına tanık olur ve bundan rahatsızlık duyarak, önce kontrolünde olan toprakları bırakır, sonrasında ise yerliler için mücadele etmeye başlar. İspanya kralına Kızılderili soykırımını rapor eden ve Kızılderililerin kölelik koşullarında çalıştırılmasına itiraz eden Las Casas, 1522’de Venezuela’da barışçıl bir sömürge oluşturma girişiminde de bulunur ama başarısız olur. Sonraki yıllarda Nikaragua, Guatemala, Peru, Meksika başta birçok Latin Amerika ülkesine giderek mücadelesine devam eden ve “yoksulların koruyucusu” unvanını kazanan Las Casas, tüm bu bölgelerde Kızılderililerin koşullarının iyileştirilmesi için çalışmalarda bulunur. Las Casas’ın tüm bu çabaları, 1537’de Papa’nın yerli Amerikalılara yönelik köleliğin kaldırılması direktifini vermesi, 1542’de ise İspanya Krallığı’nın çıkardığı yeni yasalarla Encomienda’ları sonlandırmasıyla sonuç verir (Encomienda’lar sadece kâğıt üzerinden sonlanmış ama fiilî olarak yüzlerce yıl daha devam etmiştir).

Las Casas’la ilgili yapabileceğimiz değerlendirme, onun bir anti-sömürgeciden ziyade (çünkü İspanya Krallığı’nın egemenliğine dair bir itirazı yoktur) sömürge koşullarını iyileştirmeye çalışan bir hümanist olduğudur. İnsancıllığı, acımasız sömürü koşullarına karşı çıkması onun yerli halkların ruhunda büyük bir yer elde etmesini sağlamış ve bugüne uzanan bir hümanist direniş geleneği bırakmıştır.

Kurtuluş Teolojisi’nin diğer bir kökeni de Cizvitlerdir. Tıpkı Las Casas gibi Cizvitlerde sömürgeci ağın bir parçasıdır. Kendine ait topraklara sahip olan Cizvitler, bu topraklarda tarımsal emeğin üretkenliğini arttıracak yeni teknikler kullanıyor, ürünlerin çeşitliliğine önem veriyordu. Yerlilerin işgücü burada da sömürülüyordu, ama yerliler, Cizvitlerin bölgesinde diğer bölgelere göre daha rahat çalışıyor ve yaşıyorlardı. Cizvitler, sağladığı bu görece iyi imkânlarla yerlilerin ilgisini çekiyor, yerlileri Avrupalıların kölelik koşulları içinde çalıştırdığı yerlerden kurtarıyordu.

1960’lar: Toplumsal Mücadelelerin Yükselişi,
Kurtuluş Teolojisi’nin Ortaya Çıkışı ve Camilo Torres

Gerçek bir rahip olmak için rahiplerin giysilerini reddettim. Her Katolik’in görevi devrimci olmaktır; her devrimcinin göreviyse devrimi gerçekleştirmektir. Devrimci olmayan bir Katolik, ölümcül bir günah içinde yaşıyordur.

[Camilo Torres]

1959’da gerçekleşen Küba Devrimi’nin ardından Latin Amerika devrimci mücadelenin yükselişiyle sarsılır. Kolombiya’da FARC’ın, Uruguay’da Tupamaroların ortaya çıkışıyla başlayan devrimci gerilla mücadeleleri, Nikaragua’da FSLN’nin kuruluşu ve Latin Amerika’nın genelinde yükselen işçi, köylü ve öğrenci hareketleri dönemin iklimini oluşturur. Kurtuluş Teolojisi de bu yükselen sınıf çatışması ikliminde Hristiyanlığı ezilenden yana aktif bir tutum almak olarak tanımlayan kiliselerin içinden doğar. Daha sonraki yıllarda devrim düşüncesinin ve silâhın meşruiyetinin toplumsal alanda yayılmasını sağlayacak Kurtuluş Teolojisi, darbe ve işkencelere karşı çıkan hümanist rahiplerden, bizzat gerilla mücadelesinin içinde yer alacak rahiplere birçok akım ve görüşü de içinde barındırır.

Kurtuluş Teolojisi’nin kitleler üzerinden geniş bir etki uyandırmasını ve yaygınlık kazanmasını sağlayan en önemli olgulardan biri Camilo Torres’dir. Annesinin “duyarlı, merhametli, ekmeğini yoksullarla paylaşan bir çocuk”tu diyerek anlattığı Torres, 1947 yılında Kolombiya Ulusal Üniversitesi’ne kayıt yaptırdıktan bir süre sonra ayrılıp ruhban okuluna gitmeye karar verir. Belli bir eğitimden sonra 1954’de rahipliği onaylanan Torres, hemen ardından Belçika’ya sosyoloji eğitimi almaya gider. Bu eğitimi sırasında Hristiyanlık ve Marksizm arasında bir bileşim oluşturan düşünceleri netleşmeye başlayan Torres, tez çalışmasında da Bogota’daki yoksulluğu, sanayileşmeyi ve işçi sınıfının yaşam koşullarını ele alır. Belçika’daki eğitimi sırasında örgütsel faaliyetler içine de giren Torres, bir grup Kolombiyalı arkadaşı ile birlikte Kolombiya Sosyal-Ekonomik Araştırmalar Ekibi’ni (ECISE) oluşturur.

“ECISE’nin şubesini kurmak üzere iki kez Doğu Almanya’ya giden Torres, ikinci gidişinde Berlin’de yaşayan bir dostu ile birlikte sosyalist blokta yer alan ülkeleri de dolaşır.”[2]

1959 yılında Kolombiya’ya geri dönen Torres, ulusal üniversitede sosyoloji bölümünde öğretim görevlisi olarak çalışmaya başlar. Bu görevi sırasında devrimci öğrencilerle yakın ilişkiler kuran ve bu nedenle kilisenin tepkisini üzerine çeken Torres, 1962’de gerçekleşen öğrenci boykotunun liderlerinin üniversiteden atılması üzerine sert bir bildirge yayınlar ve kararı protesto eder. Bildirge, Torres’in antikapitalist tutumundan rahatsız olan Kilise’nin tepkisini çeker ve üniversitede ki görevine son verilir.

Üniversitedeki görevinden ayrıldıktan sonra aktif olarak toplumsal mücadele ve eylemlerin içinde yer almaya başlayan Torres, 1965’de ülkedeki tüm muhalefeti bünyesinde toplayacak birleşik bir cephe çağrısı yapar. Ayrıca bu cephenin devlet şiddetine karşılık verecek bir silâhlı kolu olmasını da savunur. Bu aygıt da ELN’dir (Ejército de Liberación Nacional - Ulusal Kurtuluş Ordusu).

Torres’in siyasal faaliyetleri kilise ile ilişkilerini germeye devam eder. Bir radyo programında “kilisenin mallarına el koymayan devrim olmaz” sözünün ardından rahiplikten atılır.[3] Kilise ile ilişkisi kesildikten sonra Torres, siyasal faaliyetlerine daha serbest bir şekilde devam eder. Kırk beş sendikayı bünyesine katan Birleşik Cephe, yetmiş bin üyeye sahip CTSC’nin (Kolombiya İşçi Sendikaları Konfederasyonu) miting çağrısını tüm gücüyle destekler. Yüz bin kişinin katılımının beklendiği miting bekleneni veremez. Çok daha düşük bir katılım olur ve sönük geçer. Mitingden sonraki süreçte kapitalist devlet aygıtına karşı mücadele ve devrimin nasıl olacağı konularında netleşmeye başlayan Torres, Ekim 1965’de kitle hareketleri ile ilişkisini askıya alır ve ELN ile birlikte dağa çıkar. 7 Ocak 1966’da kamuflaj elbiselerinin içinde “Kolombiya’ya’ çağrı” metnini imzalarken çekilen resmi ulusal basına gönderilir. Bu bildirgede halk oligarşiye karşı savaşa çağrılır. Torres, 15 Şubat 1966’de orduyla girdiği çatışmada yaşamını yitirir. Cenazesine binlerce emekçinin katıldığı Torres, ELN tarafından da şehitlik mertebesine yükseltilir.

“İsa yaşasaydı, gerilla olurdu!” sözüne ilham kaynağı olan Torres, kendi ülkesinde kilisenin egemenlerden yana konumunu değiştiremese de, Nikaragua’dan, Peru’ya, Şili’ye, Filipinler ve Brezilya’ya birçok ülkede kilisenin toprak ağaları ve kapitalist tekellerden yana tutumunun değişip halktan yana konum almasına yol açan kişi olmuştur. Hristiyanlık ile Marksizmi yakınlaştırması, çelişkiyi inanan-inanmayan değil, ezen-ezilen denkleminde kurup gerçek Hristiyanların savaşımının ezenlerle olması gerektiğini vurgulaması, sadece bir teorisyen değil, aktif olarak da bir savaşçı olması, onun hem ideolojik hem de pratik olarak bıraktığı mirastır. Onun izinden yürüyen Brezilyalı rahipler, 1964’de darbeye direndiği için tutuklanmış ve bazıları katledilmiş, Nikaragualı ve El Salvadorlu rahipler de halk savaşı süreçlerinde açık olarak diktatörlüğe karşı mücadele çağrısı yapmış ve bazıları bizzat savaşmıştır da.

Nikaragua ve El Salvador: Halk Savaşları ve Devrimci Sahipler

Latin Amerika’da yükselen halk hareketlerine Amerikan işbirlikçisi yeni sömürge devletlerin verdiği karşılık, açık faşizm olur. Brezilya’da 1964’de sağcı bir darbe olur, Şili’de 1973’de halkçı Allende hükümeti faşist ordu tarafından devrilir. Uruguay’da ise Tupamaroların önünü kesemeyen oligarşi, 1973’de askerî darbeye başvurur. Kıtada devrimciler açısından ilerlemeler ve geri çekilmeler şeklinde yaşanan bu süreç, Nikaragua’da ise bir devrim ihtimaline doğru yol almaktadır.

1960’lı yıllarında başında kurulan FSLN, Guevarist stratejiden esinlenerek mücadelesine kır üzerinde, öncü silâhlı eylemlerle başlar. Ancak gerilla eylemlerinde istediği başarıyı elde edemeyen FSLN, 1970’de askerî eylemlere ara verdiğini açıklar ve kitle mücadelesine ağırlık vermeye başlar. 1974’e gelindiğinde ülkede sınıf çelişkilerinin yoğunlaşması, artan kitle eylemleri ve devlet şiddetine karşılık kitlelerin radikal bir bağlamda dönüştürülmesi ihtiyacına bağlı olarak FSLN yeniden silâhlı mücadeleye başladığını açıklar.

Dönemin Nikaragua’sını anlatmak istersek; 1937’den beri iktidarı elinde tutan Somoza ailesinin sadece sosyalistleri değil, burjuva muhalefeti bile yoğun bir baskı altına aldığı, işçilerin son derece kötü koşullarda çalıştığı, grevlerin yasaklandığı, yoksulluk oranının son derece yüksek olduğu, Somoza’nın büyük burjuvazinin diğer kanatlarıyla da ekonomik olarak çelişkilerinin yoğunlaştığı ve yalnızlaştığı, buna bağlı olarak sertliğini daha da arttığı bir süreç yaşanmaktadır.

İşte bu ortamda önceleri burjuva muhalefetin etrafında gelişen toplumsal hareketler, burjuva muhalefetinin Somoza'nın şiddeti karşısında pasifist tavrının yetersizliği ve istenilenin aslında Somoza’sız bir Somoza düzeni olduğunu görüp FSLN etrafında toplanmaya başlarlar. Bunda hem Somoza’nın burjuva muhalefetin tüm çabalarına rağmen hiçbir uzlaşmayı kabul etmemesi ve inatla başkanlığı sürdürmesi hem de bu olgudan ve burjuva muhalefetin dağılmasından yararlanan FSLN’nin kitlelere moral veren başarılı şiddet eylemlerinin etkisi vardır.

Peki Sandinist devrime giden yolda Kurtuluş Teolojisi’nin rolü nedir? 1960’ların başından itibaren Nikaragua’da birçok rahip açıkça Somoza diktatörlüğünün karşısında yer almaya başlar. Yoksul mahallelere ve kırsal kesimlere giderek halkı Somoza diktatörlüğüne karşı direnmeye çağırır. Bu rahipler sadece çağrı düzeyinde de kalmazlar. Bir kısmı, muhaliflere karşı yapılan baskı ve işkencelere karşı mücadele ederken, bir kısmı da FSLN ile ilişkiye geçerek aktif şekilde gerilla savaşına katılır. Elde silâh, FSLN gerillaları ile birlikte bir çarpışmada hayatını kaybeden rahip Gaspar Garcia Laviana ölmeden önce şu çağrıyı yapar:

“Somozacılık bir günahtır. Baskıdan kurtulmak ve varlığımızı özgürleştirmek için günahtan kurtulmak gerekir. Ülkemizde doğruluğun krallığını kurmak için, kalbim inanç ve Nikaragua halkı için sevgi dolu olarak, elde silâh, son nefesime kadar savaşacağım.”[4]

Sonuç olarak; FSLN Mart 1979’da rejime karşı askeri saldırısına başlar. Genel grev, yerel ayaklanmalar ve birçok operasyon bölgesi yaratmak üzerinden işleyen bir kuşatma stratejisi izleyen FSLN, ülkenin kuzeyi, güneyi ve batısında üç ayrı cephe açar. Savaşın başlangıcından itibaren birçok kurtarılmış bölge elde eden FSLN, 4 Haziran'da genel grev ilan eder. Grev başarıya ulaşarak, ülkede hayatı felç eder. FSLN’nin ilerlemesini durduramayan Somoza, 17 Temmuz’da ülke dışına kaçar.

19 Temmuz’da Sandinistler başkent Managua’ya girerler. Somoza rejiminin destekçileri ve askerler tutuklanırken, Somoza’nın fabrikaları kamusallaştırılır. Yıllarca zulüm düzeni altında yaşamış halk Sandinist devrimcileri meydanlarda coşkuyla karşılar. Devrime giden süreçte yan yana savaşmaya varacak denli bütünleşen Sandinistlerin ve devrimci Hristiyanların iç içeliğiyse devrimden sonra da devam eder. Sandinistlerin yürüttüğü eğitim, sağlık, ev ve yolların onarımı gibi birçok kampanyaya rahipler ve devrimci Hristiyanlar aktif şekilde katılırlar. Devrimci Hristiyanlar devlet organında da görev alırlar ve üç rahip bakanlık görevi üstlenir. Bunlar, Miguel D’Escoto (Dışişleri Bakanı), Ernesto Cardenal (Kültür Bakanı) ve Fernando Cardenal’dır (Eğitim Bakanı).[5]

El Salvador

Bir başka Orta Amerika ülkesi El Salvador’da da 1970’lerde sınıf mücadelesi keskinleşir ve devrimciler diktatörlüğe karşı gerilla mücadelesine başlar. Nikaragua gibi El Salvador’da da birçok rahip, yoksul bölgelere giderek halka direniş çağrısı yapar. Devletin buna karşılığı ise kontrgerilla aracılığıyla rahipleri katletmek olur. Bu süreçte en ağır baskıyı yiyen dinî grupsa Cizvitlerdir. 1977’de paramiliter Beyaz Savaşçı Birliği, tüm Cizvitlerin bir ay içinde ülkeyi terk etmemesi durumunda hepsinin öldürüleceğini açıklar.[6] 1979’a gelindiğinde Duarte öncülüğünde askerler darbe yaparlar. Söylemde Romero diktatörlüğünün baskıcı ve antidemokratik karakterine karşı yapıldığı söylenen, demokratikleşme ve reform vaadi veren askerî darbe çok geçmeden gerici faşist yüzünü ortaya koyar. Hükümet kitle gösterilerini tarar, kırda direnen köylülere karşı terör uygular.

El Salvador’da Kurtuluş Teolojisi’nin öncülerinden Başpiskopos Monseigneur Oscar Romero, askerî komutanların emirlerine itaat edilmemesini çağıran bir vaaz verir. Bu vaazından bir gün sonra San Salvador Kanser Hastanesi’nde vaaz verirken 24 Mart 1980 günü katledilir. Bu olaydan sonra süreç açık bir iç savaşa evrilir. 1980-1982 arasında çatışmalarda 30 bin insan yaşamını yitirir. Devrimci örgütler, 1982 yılında birleşip FMLN’yi (Farabundo Marti Ulusal Kurtuluş Cephesi) kurarlar. İç savaş sırasında devrimcilerden yana saf tutan din adamlarına karşı saldırılarını da sürdüren faşist yönetim, Cizvit Üniversitesi UCA’ya girerek altısı Cizvit öğretim üyesi sekiz kişiyi katleder. 1984’e gelindiğinde faşizmin denetiminde yapılan seçimleri Amerikancı ARENA (Milliyetçi Cumhuriyetçi İttifak partisi) partisi kazanır.

FMLN, politika değişikliğine giderek hükümetle uzlaşmaya çalışır. Ama hükümetin FMLN’yi tamamen bitirebileceğini düşünmesi çatışmaların sekiz yıl daha devam etmesini sağlar. Gerillanın tasfiye edilmesi, 1992 yılında hükümetin FMLN ile uzlaşmayı kabul etmesinden sonra gerçekleşir.

Nikaragua ve El Salvador’daki devrimci mücadelelerin kuşkusuz en ilginç yanlarından biri, din olgusu ile sosyalizmin dünyadaki diğer hiçbir devrimci mücadelede görülmediği kadar iç içe geçmesidir. Nüfusun çoğunluğunu dindar halkın oluşturduğu bu ülkelerde kitleler devrimcilerden yana saf tutmuş, savaşmış ve bu savaşlarında dinî değerlerini temel bir motivasyon kaynağı olarak kullanmışlardır. Aynı durum, devrimcilerden yana saf tutan din adamları için de geçerlidir. Birçok din adamı, gerçek Hristiyanlığın devrimcilik yapmak, zulüm düzenini yıkmak olduğunu, Hristiyanların “modern putperestlik” olarak tanımlanan sermaye düzenine karşı cephe almasının bir zorunluluk olduğunu vurgulamıştır.

Sonraki Yıllar

1980’li yıllardan itibaren Latin Amerika’ya faşist askerî diktatörlüklerin, devamındaysa faşist diktatörlüğün ardılı neoliberal hükümetlerin hâkim olmasıyla birlikte Kurtuluş Teolojisi’nin de etkisi zayıflamaya başlamıştır. Hareket, gerilla mücadelelerinin zayıflaması ve solun birçok ülkede uğradığı yenilgiyle birlikte elverişli mücadele zeminini kaybetmiş, kıtaya hâkim olan neoliberalizmle uyumlu Hristiyanlık anlayışları da hareketin önünü tıkayan bir başka faktör olmuştur. Bunun sonucu olarak Kurtuluş Teolojisi, bütünsel bir sosyalizm mücadelesi yerine parçalı mücadeleler olarak tanımlayabileceğimiz feminist, çevreci veya yerli hareketlerinin içinde bir öğe olarak yer almaya çalışmıştır. Özellikle bunların içinde Brezilya’daki Topraksız Köylü Hareketi, Kurtuluş Teolojisi’nin etkisinin en yoğun şekilde hissedildiği mücadelelerdendir. 2000’li yıllardaysa Chavez ile birlikte başlayan Latin Amerika’nın genelinde sol-sosyal demokrat hükümetlerin ortaya çıkışı, bunların birçoğunun Hristiyan sol bir söylem geliştirmesi, Kurtuluş Teolojisi’nin hem kıta hem de dünya genelinde yeniden popülerlik kazanmasını sağladı.

Çıkarılması Gereken Dersler

Din, basitçe “ezenlerin hegemonya aracı” diyerek kestirip atabileceğimiz bir olgu değildir. Marx’ın; “Dinsel sıkıntı hem gerçek sıkıntıların bir dışavurumu hem de gerçek sıkıntılara karşı bir protestodur. Din, tıpkı ruhsuz bir dünyanın ruhu olduğu gibi, ızdırap içindeki yaratığın bir feryadı, kalpsiz bir dünyanın ruhudur. Din halkın afyonudur.” sözlerindeki “Din halkın afyonudur” noktasına odaklanan aydınlanmacı “sol”, akıl öncesini kaçırmaktadır. Öncesini Kurtuluş Teolojisi bağlamında ele aldığımızda, dinin “gerçek sıkıntılara karşı bir protesto” olarak kapitalist sömürüye karşı bir mücadele biçimini aldığını görürüz.

Bunun tersi örnekler, yani dinin “afyon” işlevi gördüğü örnekler de çoktur ve bunlardan biri de bugün ülkemizdeki durumdur. Ancak bu, ikili bir durumdur. Din, gerektiğinde toplumsal bir başkaldırının aracı da olabilmektedir. Tıpkı Latin Amerika gibi. Latin Amerika’dan çıkarmamız gereken en önemli ders; devrimciliğin, İslam (Müslüman) düşmanlığına indirgendiği müddetçe halkın ne örgütlenebileceği ne de savaştırılabileceği.

Dünyayı kötüleştiren neden, kendi başına inançlar değildir. İnançlar, sömürgeciler tarafından kötüleştirilen bir dünyanın içindeki sonuçtur. Nedenle, yani sömürgeciyle değil de bir sonuç olan sömürülenin inancıyla uğraşmak devrimcilik değil, olsa olsa burjuva aydınlanmacılığıdır.

Devrimci politikanın verili andaki zayıflığı, burjuva aydınlanmacılığının, pozitivizmin saflarımızda devrimcilik zannedilmesini sağlıyor. Devrimci irade güçlendikçe revizyonizmin bu çarpıklığı elbet aşılacaktır. Yaşadığımız topraklarda tıpkı nüfusun çoğunluğunu dindar insanların oluşturduğu Nikaragua’daki gibi devrim yapmak istiyorsak, çelişkiyi Kemalizmin ideolojik ekseninde sıkışmaktan kurtulamayan “solcular” gibi egemenlere hizmet eden laiklik-din düzleminden değil, ezen-ezilen düzleminden kurmamız gerekiyor. Bunu başarabildiğimiz, yani devrimciler olarak insanların hayatlarına dokunabildiğimiz ve halkın değerlerini devrimci bir mücadele bağlamına katarak dönüştürebileceğimiz ölçüde toplumsallaşma ve devrim yaratma şansına sahip olacağız.

Bekir Sami Paydak
İştirakî
Dergisi Sayı 11, s. 69-75

Dipnotlar:
[1] Latin Amerika: İsyan Hep Vardı, Derleyen: Sibel Özbudun, Kaldıraç Yayınları, 2010, s. 217.

[2] A.g.e., s. 223.

[3] A.g.e., s. 223.

[4] A.g.e., s. 220.

[5] A.g.e., s. 220.

0 Yorum: