“Kapitalizm yenilgiye
uğratılmalıdır: o en büyük şeytan, birikmiş günah, çürümüş köktür, çok iyi
bildiğimiz yoksulluk, açlık, hastalık ve ölüm meyvelerinin hepsini üreten bir
ağaçtır. [...] Bu sebeple üretim araçlarının (fabrikalar, arazi, ticaret,
bankalar) özel mülkiyetinin ilerisine gitmeliyiz.”[1]
[1973 yılında Brezilya’nın
Orta Batı bölgesindeki piskopos ve daha üst düzey dinî görevlilerin
“Kiliselerin Çığlığı” başlıklı yayınladığı bildiriden]
Dinin toplumsal alanda üstlendiği egemenden-devletten yana olma ve devlet ideolojisini meşrulaştırma işlevinin karşısında Kurtuluş Teolojisi, 1960’lar Latin Amerika’sında dinî değerleri devlete karşı mücadelenin ve halk direnişinin temel motivasyonlarından ve ideolojik kaynaklarından biri olarak dönüştüren bir hareket olarak ortaya çıktı. Dönemin yoğunlaşan sınıf çatışmasının bir sonucu diyebileceğimiz Kurtuluş Teolojisi, Hristiyanlığın kökeni ve Marksizm arasındaki kurduğu bağ, yoksullar içerisindeki taban örgütlenmeleri ve silâhlı mücadelenin gerekliliğine dair yaptığı çağrılarla bir yandan devrimci mücadelenin kitlelerle arasında kurduğu bağı arttırır ve güçlendirirken, diğer yandan Hristiyanlığı anti-oligarşik bir devrim mücadelesinin bağlamı içine yerleştirmesiyle yeniden biçimlendiriyordu.
Bu
yazıda Kurtuluş Teolojisi’nin kökenini, toplumsal mücadelelerde oluşturduğu
etkileri, Latin Amerika solunun bugüne yansımalarını ve bizim de çıkarmamız
gereken dersleri ele alacağım.
Hareketin
Kökenleri
Kurtuluş
Teolojisi’nin Latin Amerika açısından mücadele kökenleri Dominiken rahip
Bartolomé de Las Casas’a ve Cizvitlere götürülebilir. Latin Amerika’ya 16.
yüzyılın başında ayak basan Las Casas, başlarda sömürgeci ağın bir parçası
olarak hareket eder. Sömürge sisteminde Batı Avrupa feodalizminden esinlenilen Encomienda
(yerli halkın işlettiği toprak üzerinden vergilendirilip bir Conquistador’un
gözetimine kontrolüne verilmesi) ile ödüllendirilen Las Casas, bu süreç içinde
yerlilerin sömürgeciler tarafından uğradığı katliamlar ve ağır kölelik
koşullarına tanık olur ve bundan rahatsızlık duyarak, önce kontrolünde olan
toprakları bırakır, sonrasında ise yerliler için mücadele etmeye başlar.
İspanya kralına Kızılderili soykırımını rapor eden ve Kızılderililerin kölelik
koşullarında çalıştırılmasına itiraz eden Las Casas, 1522’de Venezuela’da
barışçıl bir sömürge oluşturma girişiminde de bulunur ama başarısız olur.
Sonraki yıllarda Nikaragua, Guatemala, Peru, Meksika başta birçok Latin Amerika
ülkesine giderek mücadelesine devam eden ve “yoksulların koruyucusu” unvanını
kazanan Las Casas, tüm bu bölgelerde Kızılderililerin koşullarının
iyileştirilmesi için çalışmalarda bulunur. Las Casas’ın tüm bu çabaları,
1537’de Papa’nın yerli Amerikalılara yönelik köleliğin kaldırılması direktifini
vermesi, 1542’de ise İspanya Krallığı’nın çıkardığı yeni yasalarla Encomienda’ları
sonlandırmasıyla sonuç verir (Encomienda’lar sadece kâğıt üzerinden
sonlanmış ama fiilî olarak yüzlerce yıl daha devam etmiştir).
Las
Casas’la ilgili yapabileceğimiz değerlendirme, onun bir anti-sömürgeciden
ziyade (çünkü İspanya Krallığı’nın egemenliğine dair bir itirazı yoktur)
sömürge koşullarını iyileştirmeye çalışan bir hümanist olduğudur. İnsancıllığı,
acımasız sömürü koşullarına karşı çıkması onun yerli halkların ruhunda büyük
bir yer elde etmesini sağlamış ve bugüne uzanan bir hümanist direniş geleneği
bırakmıştır.
Kurtuluş
Teolojisi’nin diğer bir kökeni de Cizvitlerdir. Tıpkı Las Casas gibi
Cizvitlerde sömürgeci ağın bir parçasıdır. Kendine ait topraklara sahip olan
Cizvitler, bu topraklarda tarımsal emeğin üretkenliğini arttıracak yeni
teknikler kullanıyor, ürünlerin çeşitliliğine önem veriyordu. Yerlilerin işgücü
burada da sömürülüyordu, ama yerliler, Cizvitlerin bölgesinde diğer bölgelere
göre daha rahat çalışıyor ve yaşıyorlardı. Cizvitler, sağladığı bu görece iyi imkânlarla
yerlilerin ilgisini çekiyor, yerlileri Avrupalıların kölelik koşulları içinde
çalıştırdığı yerlerden kurtarıyordu.
1960’lar:
Toplumsal Mücadelelerin Yükselişi,
Kurtuluş Teolojisi’nin Ortaya Çıkışı ve Camilo Torres
“Gerçek bir rahip olmak
için rahiplerin giysilerini reddettim. Her Katolik’in görevi devrimci olmaktır;
her devrimcinin göreviyse devrimi gerçekleştirmektir. Devrimci olmayan bir
Katolik, ölümcül bir günah içinde yaşıyordur.”
[Camilo
Torres]
1959’da
gerçekleşen Küba Devrimi’nin ardından Latin Amerika devrimci mücadelenin
yükselişiyle sarsılır. Kolombiya’da FARC’ın, Uruguay’da Tupamaroların ortaya
çıkışıyla başlayan devrimci gerilla mücadeleleri, Nikaragua’da FSLN’nin
kuruluşu ve Latin Amerika’nın genelinde yükselen işçi, köylü ve öğrenci hareketleri
dönemin iklimini oluşturur. Kurtuluş Teolojisi de bu yükselen sınıf çatışması
ikliminde Hristiyanlığı ezilenden yana aktif bir tutum almak olarak tanımlayan
kiliselerin içinden doğar. Daha sonraki yıllarda devrim düşüncesinin ve silâhın
meşruiyetinin toplumsal alanda yayılmasını sağlayacak Kurtuluş Teolojisi, darbe
ve işkencelere karşı çıkan hümanist rahiplerden, bizzat gerilla mücadelesinin
içinde yer alacak rahiplere birçok akım ve görüşü de içinde barındırır.
Kurtuluş
Teolojisi’nin kitleler üzerinden geniş bir etki uyandırmasını ve yaygınlık
kazanmasını sağlayan en önemli olgulardan biri Camilo Torres’dir. Annesinin
“duyarlı, merhametli, ekmeğini yoksullarla paylaşan bir çocuk”tu diyerek
anlattığı Torres, 1947 yılında Kolombiya Ulusal Üniversitesi’ne kayıt
yaptırdıktan bir süre sonra ayrılıp ruhban okuluna gitmeye karar verir. Belli
bir eğitimden sonra 1954’de rahipliği onaylanan Torres, hemen ardından
Belçika’ya sosyoloji eğitimi almaya gider. Bu eğitimi sırasında Hristiyanlık ve
Marksizm arasında bir bileşim oluşturan düşünceleri netleşmeye başlayan Torres,
tez çalışmasında da Bogota’daki yoksulluğu, sanayileşmeyi ve işçi sınıfının
yaşam koşullarını ele alır. Belçika’daki eğitimi sırasında örgütsel faaliyetler
içine de giren Torres, bir grup Kolombiyalı arkadaşı ile birlikte Kolombiya
Sosyal-Ekonomik Araştırmalar Ekibi’ni (ECISE) oluşturur.
“ECISE’nin şubesini kurmak
üzere iki kez Doğu Almanya’ya giden Torres, ikinci gidişinde Berlin’de yaşayan
bir dostu ile birlikte sosyalist blokta yer alan ülkeleri de dolaşır.”[2]
1959
yılında Kolombiya’ya geri dönen Torres, ulusal üniversitede sosyoloji bölümünde
öğretim görevlisi olarak çalışmaya başlar. Bu görevi sırasında devrimci
öğrencilerle yakın ilişkiler kuran ve bu nedenle kilisenin tepkisini üzerine
çeken Torres, 1962’de gerçekleşen öğrenci boykotunun liderlerinin üniversiteden
atılması üzerine sert bir bildirge yayınlar ve kararı protesto eder. Bildirge,
Torres’in antikapitalist tutumundan rahatsız olan Kilise’nin tepkisini çeker ve
üniversitede ki görevine son verilir.
Üniversitedeki
görevinden ayrıldıktan sonra aktif olarak toplumsal mücadele ve eylemlerin
içinde yer almaya başlayan Torres, 1965’de ülkedeki tüm muhalefeti bünyesinde
toplayacak birleşik bir cephe çağrısı yapar. Ayrıca bu cephenin devlet
şiddetine karşılık verecek bir silâhlı kolu olmasını da savunur. Bu aygıt da
ELN’dir (Ejército de Liberación Nacional - Ulusal Kurtuluş Ordusu).
Torres’in
siyasal faaliyetleri kilise ile ilişkilerini germeye devam eder. Bir radyo
programında “kilisenin mallarına el koymayan devrim olmaz” sözünün ardından
rahiplikten atılır.[3] Kilise ile ilişkisi kesildikten sonra Torres, siyasal
faaliyetlerine daha serbest bir şekilde devam eder. Kırk beş sendikayı
bünyesine katan Birleşik Cephe, yetmiş bin üyeye sahip CTSC’nin (Kolombiya İşçi
Sendikaları Konfederasyonu) miting çağrısını tüm gücüyle destekler. Yüz bin
kişinin katılımının beklendiği miting bekleneni veremez. Çok daha düşük bir
katılım olur ve sönük geçer. Mitingden sonraki süreçte kapitalist devlet
aygıtına karşı mücadele ve devrimin nasıl olacağı konularında netleşmeye
başlayan Torres, Ekim 1965’de kitle hareketleri ile ilişkisini askıya alır ve
ELN ile birlikte dağa çıkar. 7 Ocak 1966’da kamuflaj elbiselerinin içinde
“Kolombiya’ya’ çağrı” metnini imzalarken çekilen resmi ulusal basına
gönderilir. Bu bildirgede halk oligarşiye karşı savaşa çağrılır. Torres, 15
Şubat 1966’de orduyla girdiği çatışmada yaşamını yitirir. Cenazesine binlerce
emekçinin katıldığı Torres, ELN tarafından da şehitlik mertebesine yükseltilir.
“İsa
yaşasaydı, gerilla olurdu!” sözüne ilham kaynağı olan Torres, kendi ülkesinde
kilisenin egemenlerden yana konumunu değiştiremese de, Nikaragua’dan, Peru’ya,
Şili’ye, Filipinler ve Brezilya’ya birçok ülkede kilisenin toprak ağaları ve kapitalist
tekellerden yana tutumunun değişip halktan yana konum almasına yol açan kişi
olmuştur. Hristiyanlık ile Marksizmi yakınlaştırması, çelişkiyi
inanan-inanmayan değil, ezen-ezilen denkleminde kurup gerçek Hristiyanların
savaşımının ezenlerle olması gerektiğini vurgulaması, sadece bir teorisyen
değil, aktif olarak da bir savaşçı olması, onun hem ideolojik hem de pratik
olarak bıraktığı mirastır. Onun izinden yürüyen Brezilyalı rahipler, 1964’de
darbeye direndiği için tutuklanmış ve bazıları katledilmiş, Nikaragualı ve El
Salvadorlu rahipler de halk savaşı süreçlerinde açık olarak diktatörlüğe karşı
mücadele çağrısı yapmış ve bazıları bizzat savaşmıştır da.
Nikaragua
ve El Salvador: Halk Savaşları ve Devrimci Sahipler
Latin
Amerika’da yükselen halk hareketlerine Amerikan işbirlikçisi yeni sömürge
devletlerin verdiği karşılık, açık faşizm olur. Brezilya’da 1964’de sağcı bir
darbe olur, Şili’de 1973’de halkçı Allende hükümeti faşist ordu tarafından
devrilir. Uruguay’da ise Tupamaroların önünü kesemeyen oligarşi, 1973’de askerî
darbeye başvurur. Kıtada devrimciler açısından ilerlemeler ve geri çekilmeler
şeklinde yaşanan bu süreç, Nikaragua’da ise bir devrim ihtimaline doğru yol
almaktadır.
1960’lı
yıllarında başında kurulan FSLN, Guevarist stratejiden esinlenerek mücadelesine
kır üzerinde, öncü silâhlı eylemlerle başlar. Ancak gerilla eylemlerinde
istediği başarıyı elde edemeyen FSLN, 1970’de askerî eylemlere ara verdiğini
açıklar ve kitle mücadelesine ağırlık vermeye başlar. 1974’e gelindiğinde
ülkede sınıf çelişkilerinin yoğunlaşması, artan kitle eylemleri ve devlet
şiddetine karşılık kitlelerin radikal bir bağlamda dönüştürülmesi ihtiyacına
bağlı olarak FSLN yeniden silâhlı mücadeleye başladığını açıklar.
Dönemin
Nikaragua’sını anlatmak istersek; 1937’den beri iktidarı elinde tutan Somoza
ailesinin sadece sosyalistleri değil, burjuva muhalefeti bile yoğun bir baskı
altına aldığı, işçilerin son derece kötü koşullarda çalıştığı, grevlerin
yasaklandığı, yoksulluk oranının son derece yüksek olduğu, Somoza’nın büyük
burjuvazinin diğer kanatlarıyla da ekonomik olarak çelişkilerinin yoğunlaştığı
ve yalnızlaştığı, buna bağlı olarak sertliğini daha da arttığı bir süreç
yaşanmaktadır.
İşte
bu ortamda önceleri burjuva muhalefetin etrafında gelişen toplumsal hareketler,
burjuva muhalefetinin Somoza'nın şiddeti karşısında pasifist tavrının
yetersizliği ve istenilenin aslında Somoza’sız bir Somoza düzeni olduğunu görüp
FSLN etrafında toplanmaya başlarlar. Bunda hem Somoza’nın burjuva muhalefetin
tüm çabalarına rağmen hiçbir uzlaşmayı kabul etmemesi ve inatla başkanlığı
sürdürmesi hem de bu olgudan ve burjuva muhalefetin dağılmasından yararlanan
FSLN’nin kitlelere moral veren başarılı şiddet eylemlerinin etkisi vardır.
Peki
Sandinist devrime giden yolda Kurtuluş Teolojisi’nin rolü nedir? 1960’ların
başından itibaren Nikaragua’da birçok rahip açıkça Somoza diktatörlüğünün
karşısında yer almaya başlar. Yoksul mahallelere ve kırsal kesimlere giderek
halkı Somoza diktatörlüğüne karşı direnmeye çağırır. Bu rahipler sadece çağrı
düzeyinde de kalmazlar. Bir kısmı, muhaliflere karşı yapılan baskı ve
işkencelere karşı mücadele ederken, bir kısmı da FSLN ile ilişkiye geçerek
aktif şekilde gerilla savaşına katılır. Elde silâh, FSLN gerillaları ile
birlikte bir çarpışmada hayatını kaybeden rahip Gaspar Garcia Laviana ölmeden
önce şu çağrıyı yapar:
“Somozacılık bir günahtır.
Baskıdan kurtulmak ve varlığımızı özgürleştirmek için günahtan kurtulmak
gerekir. Ülkemizde doğruluğun krallığını kurmak için, kalbim inanç ve Nikaragua
halkı için sevgi dolu olarak, elde silâh, son nefesime kadar savaşacağım.”[4]
Sonuç
olarak; FSLN Mart 1979’da rejime karşı askeri saldırısına başlar. Genel grev,
yerel ayaklanmalar ve birçok operasyon bölgesi yaratmak üzerinden işleyen bir
kuşatma stratejisi izleyen FSLN, ülkenin kuzeyi, güneyi ve batısında üç ayrı
cephe açar. Savaşın başlangıcından itibaren birçok kurtarılmış bölge elde eden
FSLN, 4 Haziran'da genel grev ilan eder. Grev başarıya ulaşarak, ülkede hayatı
felç eder. FSLN’nin ilerlemesini durduramayan Somoza, 17 Temmuz’da ülke dışına
kaçar.
19
Temmuz’da Sandinistler başkent Managua’ya girerler. Somoza rejiminin
destekçileri ve askerler tutuklanırken, Somoza’nın fabrikaları
kamusallaştırılır. Yıllarca zulüm düzeni altında yaşamış halk Sandinist
devrimcileri meydanlarda coşkuyla karşılar. Devrime giden süreçte yan yana
savaşmaya varacak denli bütünleşen Sandinistlerin ve devrimci Hristiyanların iç
içeliğiyse devrimden sonra da devam eder. Sandinistlerin yürüttüğü eğitim,
sağlık, ev ve yolların onarımı gibi birçok kampanyaya rahipler ve devrimci
Hristiyanlar aktif şekilde katılırlar. Devrimci Hristiyanlar devlet organında
da görev alırlar ve üç rahip bakanlık görevi üstlenir. Bunlar, Miguel D’Escoto
(Dışişleri Bakanı), Ernesto Cardenal (Kültür Bakanı) ve Fernando Cardenal’dır
(Eğitim Bakanı).[5]
El
Salvador
Bir
başka Orta Amerika ülkesi El Salvador’da da 1970’lerde sınıf mücadelesi
keskinleşir ve devrimciler diktatörlüğe karşı gerilla mücadelesine başlar.
Nikaragua gibi El Salvador’da da birçok rahip, yoksul bölgelere giderek halka
direniş çağrısı yapar. Devletin buna karşılığı ise kontrgerilla aracılığıyla
rahipleri katletmek olur. Bu süreçte en ağır baskıyı yiyen dinî grupsa
Cizvitlerdir. 1977’de paramiliter Beyaz Savaşçı Birliği, tüm Cizvitlerin bir ay
içinde ülkeyi terk etmemesi durumunda hepsinin öldürüleceğini açıklar.[6]
1979’a gelindiğinde Duarte öncülüğünde askerler darbe yaparlar. Söylemde Romero
diktatörlüğünün baskıcı ve antidemokratik karakterine karşı yapıldığı söylenen,
demokratikleşme ve reform vaadi veren askerî darbe çok geçmeden gerici faşist
yüzünü ortaya koyar. Hükümet kitle gösterilerini tarar, kırda direnen köylülere
karşı terör uygular.
El
Salvador’da Kurtuluş Teolojisi’nin öncülerinden Başpiskopos Monseigneur Oscar
Romero, askerî komutanların emirlerine itaat edilmemesini çağıran bir vaaz
verir. Bu vaazından bir gün sonra San Salvador Kanser Hastanesi’nde vaaz
verirken 24 Mart 1980 günü katledilir. Bu olaydan sonra süreç açık bir iç
savaşa evrilir. 1980-1982 arasında çatışmalarda 30 bin insan yaşamını yitirir.
Devrimci örgütler, 1982 yılında birleşip FMLN’yi (Farabundo Marti Ulusal
Kurtuluş Cephesi) kurarlar. İç savaş sırasında devrimcilerden yana saf tutan
din adamlarına karşı saldırılarını da sürdüren faşist yönetim, Cizvit
Üniversitesi UCA’ya girerek altısı Cizvit öğretim üyesi sekiz kişiyi katleder.
1984’e gelindiğinde faşizmin denetiminde yapılan seçimleri Amerikancı ARENA
(Milliyetçi Cumhuriyetçi İttifak partisi) partisi kazanır.
FMLN,
politika değişikliğine giderek hükümetle uzlaşmaya çalışır. Ama hükümetin
FMLN’yi tamamen bitirebileceğini düşünmesi çatışmaların sekiz yıl daha devam
etmesini sağlar. Gerillanın tasfiye edilmesi, 1992 yılında hükümetin FMLN ile
uzlaşmayı kabul etmesinden sonra gerçekleşir.
Nikaragua
ve El Salvador’daki devrimci mücadelelerin kuşkusuz en ilginç yanlarından biri,
din olgusu ile sosyalizmin dünyadaki diğer hiçbir devrimci mücadelede
görülmediği kadar iç içe geçmesidir. Nüfusun çoğunluğunu dindar halkın
oluşturduğu bu ülkelerde kitleler devrimcilerden yana saf tutmuş, savaşmış ve
bu savaşlarında dinî değerlerini temel bir motivasyon kaynağı olarak
kullanmışlardır. Aynı durum, devrimcilerden yana saf tutan din adamları için de
geçerlidir. Birçok din adamı, gerçek Hristiyanlığın devrimcilik yapmak, zulüm
düzenini yıkmak olduğunu, Hristiyanların “modern putperestlik” olarak
tanımlanan sermaye düzenine karşı cephe almasının bir zorunluluk olduğunu vurgulamıştır.
Sonraki
Yıllar
1980’li
yıllardan itibaren Latin Amerika’ya faşist askerî diktatörlüklerin,
devamındaysa faşist diktatörlüğün ardılı neoliberal hükümetlerin hâkim
olmasıyla birlikte Kurtuluş Teolojisi’nin de etkisi zayıflamaya başlamıştır.
Hareket, gerilla mücadelelerinin zayıflaması ve solun birçok ülkede uğradığı
yenilgiyle birlikte elverişli mücadele zeminini kaybetmiş, kıtaya hâkim olan
neoliberalizmle uyumlu Hristiyanlık anlayışları da hareketin önünü tıkayan bir
başka faktör olmuştur. Bunun sonucu olarak Kurtuluş Teolojisi, bütünsel bir
sosyalizm mücadelesi yerine parçalı mücadeleler olarak tanımlayabileceğimiz
feminist, çevreci veya yerli hareketlerinin içinde bir öğe olarak yer almaya
çalışmıştır. Özellikle bunların içinde Brezilya’daki Topraksız Köylü Hareketi,
Kurtuluş Teolojisi’nin etkisinin en yoğun şekilde hissedildiği
mücadelelerdendir. 2000’li yıllardaysa Chavez ile birlikte başlayan Latin
Amerika’nın genelinde sol-sosyal demokrat hükümetlerin ortaya çıkışı, bunların
birçoğunun Hristiyan sol bir söylem geliştirmesi, Kurtuluş Teolojisi’nin hem
kıta hem de dünya genelinde yeniden popülerlik kazanmasını sağladı.
Çıkarılması
Gereken Dersler
Din,
basitçe “ezenlerin hegemonya aracı” diyerek kestirip atabileceğimiz bir olgu
değildir. Marx’ın; “Dinsel sıkıntı hem gerçek sıkıntıların bir dışavurumu hem
de gerçek sıkıntılara karşı bir protestodur. Din, tıpkı ruhsuz bir dünyanın
ruhu olduğu gibi, ızdırap içindeki yaratığın bir feryadı, kalpsiz bir dünyanın
ruhudur. Din halkın afyonudur.” sözlerindeki “Din halkın afyonudur” noktasına
odaklanan aydınlanmacı “sol”, akıl öncesini kaçırmaktadır. Öncesini Kurtuluş
Teolojisi bağlamında ele aldığımızda, dinin “gerçek sıkıntılara karşı bir
protesto” olarak kapitalist sömürüye karşı bir mücadele biçimini aldığını
görürüz.
Bunun
tersi örnekler, yani dinin “afyon” işlevi gördüğü örnekler de çoktur ve
bunlardan biri de bugün ülkemizdeki durumdur. Ancak bu, ikili bir durumdur.
Din, gerektiğinde toplumsal bir başkaldırının aracı da olabilmektedir. Tıpkı
Latin Amerika gibi. Latin Amerika’dan çıkarmamız gereken en önemli ders;
devrimciliğin, İslam (Müslüman) düşmanlığına indirgendiği müddetçe halkın ne
örgütlenebileceği ne de savaştırılabileceği.
Dünyayı
kötüleştiren neden, kendi başına inançlar değildir. İnançlar, sömürgeciler
tarafından kötüleştirilen bir dünyanın içindeki sonuçtur. Nedenle, yani
sömürgeciyle değil de bir sonuç olan sömürülenin inancıyla uğraşmak devrimcilik
değil, olsa olsa burjuva aydınlanmacılığıdır.
Devrimci
politikanın verili andaki zayıflığı, burjuva aydınlanmacılığının, pozitivizmin
saflarımızda devrimcilik zannedilmesini sağlıyor. Devrimci irade güçlendikçe
revizyonizmin bu çarpıklığı elbet aşılacaktır. Yaşadığımız topraklarda tıpkı
nüfusun çoğunluğunu dindar insanların oluşturduğu Nikaragua’daki gibi devrim
yapmak istiyorsak, çelişkiyi Kemalizmin ideolojik ekseninde sıkışmaktan
kurtulamayan “solcular” gibi egemenlere hizmet eden laiklik-din düzleminden
değil, ezen-ezilen düzleminden kurmamız gerekiyor. Bunu başarabildiğimiz, yani
devrimciler olarak insanların hayatlarına dokunabildiğimiz ve halkın
değerlerini devrimci bir mücadele bağlamına katarak dönüştürebileceğimiz ölçüde
toplumsallaşma ve devrim yaratma şansına sahip olacağız.
Bekir Sami Paydak
İştirakî Dergisi Sayı 11, s. 69-75
Dipnotlar:
[1] Latin Amerika: İsyan Hep Vardı, Derleyen: Sibel Özbudun, Kaldıraç
Yayınları, 2010, s. 217.
[2]
A.g.e., s. 223.
[3]
A.g.e., s. 223.
[4]
A.g.e., s. 220.
[5] A.g.e., s. 220.
0 Yorum:
Yorum Gönder