24 Aralık 2023

İslam’ın Siyasal Tarihi

Siyasal İslam’ın Tarihi Değil

İslam’ın Siyasal Tarihi


Hangi tarihi okuduğumuz, bu okumadan çıkacak sonuçları da doğrudan belirler. Şu meşhur tarihin “kazananların yazdığı” bir hikâye olduğu sözü, bu anlamda ne kadar da doğrudur.

İddiamızı güçlendirelim; Hâkim sınıfların hâkimiyetlerini gerekçelendirmelerine yarayan en önemli ideolojik araç, tarihyazımıdır. Bu araç, hâkim sınıfın meşruiyetini yaşadığı dönem için tartışılmaz kılarken, ayrıca kuşaklar arasında ortaya çıkabilecek küçük boşlukları da, metni yeniden ve yeniden yorumlayarak giderir. Tek tek olaylar arasındaki kopukluklar, hatta tenakuzlar “süreklilik” vurgusu üzerinden onarılır ve yeniden üretilir.

“Resmî cumhuriyet tarihi”nin “Osmanlı” tasavvuru ile AKP iktidarının “Osmanlı”sı arasındaki uzlaşmaz çelişkiye rağmen, ideolojik sürekliliğin ana temalar üzerinden devam ettirilebildiği koşullarda vatan, millet, bayrak, devlet motifleri üzerinden tarih süreklilik içinde kurgulanır, ortadaki apaçık tutarsızlık, hâkim sınıflar lehine bu şekilde çözüme kavuşturulur.

Öte yandan bir “İslam tarihi” meydana getirme çabasının kendisi ise tartışmayı çok daha müşkül bir alana taşımaktadır. Aslında İslam tarihçiliğinde tarihin, ya “ümem ve’l müluk” şeklinde bir “devletler tarihi” ya “tabakat” başlığı altında neseb ve silsile derlemeleri ya da şehir monografileri ve seyahatnameler şeklinde yazılmış olması bile, aslında ilk dönem için çok ciddi ve önemli kaynak teşkil eder. Ancak İslam tarihinin her şeyden önce bir “siyasal mücadeleler tarihi” olmasına karşın, bu birincil kaynakların “siyasal”ın kendisini; iktidar(lar)a başkaldıranların yol açtığı “fitne”ler şeklinde bir kurgu üzerinden değerlendirmeleri, mezkûr malzemenin yeniden gözden geçirilmesini zorunlu kılıyor.

Bu noktada İslam’ın siyasal tarihini yazmaya dönük çabaların karşı karşıya geldiği birkaç temel sorun olduğunu söyleyebiliriz. İslam tarihinin kendi içinde anlamlı ve izah edici “süreçler”le kavranabilmesini sağlayacak teorik araçlardan yararlanılamaması, bunların içinde belki de en öncelikli olanıdır. Tarihi; sosyal, siyasal, ekonomik “süreçler”le birlikte değerlendirmekten ziyade “tarihdışı”na taşmış, tarihin akışının tepesinde asılı duran bir “ebedî tarih” üzerinden kavramaya çalışan ve bunu daha da indirgeyerek “iktidarların” tarihine sıkıştıran bir tarih nosyonu, tüm verimli tartışma başlıklarının önünü kapatmaktadır.

Yapılan her türlü ekonomik ve ya sınıfsal tahlili “Marksist” olmakla yaftalayıp imtina eden, herhangi bir ilmî disiplinin başına “İslamî” sıfatını koyduğunda “otantik” ve “biricik” olanı yakalayacağını, böyle bir disiplinler üstü zemin olduğunu zanneden, bilinen tarih metotlarının ötesinde bir “İslamî tarih metodolojisi” olduğunu vehmeden, hâkim “İslam tarihi” anlayışı, aslında yeni bir şey söyleyemediği gibi, büyük oranda İbn Haldun’un dahi gerisine düşmekte, Platoncu tarih anlayışının dışında bir şey ortaya koyamamaktadır.

Bununla bağlantılı bir ikinci sorun; ilk yüzyıl içinde yaşanan siyasal krizin aşılması için oluşturulmuş kavramsal çerçevenin ısrarla muhafaza edilmeye çalışılmasıdır. Bu dönemde tarif edilen; “Asr-ı Saadet”, “sahabe”, “fitne” gibi bir dizi kavram, İslam’ın siyasal tarihini yazmayı neredeyse imkânsızlaştıran bir işlev görmüştür.

Resul’ün (s.a) yaşayan örnekliğinin yüceltilmesi anlamında itiraz edilemeyecek “Asr-ı Saadet” kavramı, ilk dönem Müslüman toplumunun mükemmel insanlardan oluştuğunu, mümkün olan en mükemmel toplum olduğunu ima etmeye, hatta zamanla dikte etmeye başladığı andan itibaren, tarihin nesnesinin “kelam”a dönüşerek siyasal boyutundan süratle uzaklaşılmaya ve vak’anın anlaşılması bir yana, işin içinden çıkılamaz hâle gelmesine ve bu son derece önemli sürecin bir seri kelam (efdaliyet meselesi, kebairin hükmü v.s.) tartışması hâline gelmesine yol açmıştır. Zira, Asr-ı Saadet’in bir “Müslüman ütopyası” olarak tarif edilmesi, Resul’ün vefatı ile başlayan ve yüzlerce yıl sürecek siyasal karmaşa ve şiddetin izah edilmesini imkânsız kılmaktadır. Bu imkânsızlığı tevil sadedinde üretilen “fiten” edebiyatı, “fırka-i Naciye” literatürü ve tarafların karşılıklı hadis üretme çabaları, bir sonraki adımda sorunu çözmek yerine gizlemek, siyasal faaliyeti bir “fitne” aracı olduğu için ümmetin elinden alıp, iktidarda olana -ki hâkim Sünni paradigmada nasıl iktidar olduğu önemli değildir- vermeyi esas alan bir anlayışa evrilmiştir. Oysa meseleye İslam ontolojisinin kaziye-i muhkemesi olan; insanın mükemmel olmadığı ve zaten bir melek olmasının değil, “muttaki” olmasının beklendiği bir gerçeklik zemininden yaklaşıldığında karşımıza çıkacak şey; fitne olarak tarif edilen şeyin aslında inananlar için “ibret”ten, “insanlar arasında çevrilen günler”den, “geçmişin kıssaları”ndan ibaret olduğu ve bizzat Kur’an’ın referans çerçevesine tekabül ettiğidir.

Beni Saide gölgeliğinde ortaya çıkan fiilî durumun bir “inhiraf”tan ziyade, yüzleşilmesi gereken bir “yeni durum” olarak okunması, sonrasında ortaya çıkan zincirleme olaylara yaklaşımda da yeni bir perspektif geliştirilebilmesine imkân sağlayacaktır. Bu yaklaşım, şüphesiz “tarihi okuma sorunumuz”u tek başına gidermez. Zira bu serinkanlı tespiti yapabilmenin önümüze açacağı imkânlara rağmen, “siyasal” olanın bizatihi “iktidar sorunu” etrafında dönmesi, dolayısıyla “iktidarın meşruiyeti” tartışmasını da zorunlu kılar. İşte tam da bu nokta, Müslüman’a tarihin hangi tarafında durması gerektiğine ilişkin siyasal, daha doğrusu ahlakî bir sorumluluk yükler.

Fitne tartışmalarının toz dumanına karışan tarihî vak’ayı bilinçli bir çabayla eşelemeye başladığımız, iktidarın kullanımı ve meşruiyetine ilişkin sorular sormaya başladığımız andan itibaren, hâkim sınıfların karşısında silikleşmiş, haklarındaki bilgilere genellikle yine hâkim sınıflarca üretilmiş, çoğu defa iftira ve karalamalarla dolu “reddiyeler” üzerinden ulaşabildiğimiz, yepyeni bir tarihsel katmanla; “halkların tarihi”yle buluşabilme imkânını elde edebiliriz.

İktidar yapılarının İslam öncesinden getirdikleriyle, İslam’dan ürettikleri ideolojik cephenin karşısında ortaya çıkan itirazların, bu itirazların yine İslam referansları üzerinden muhalif bir dil oluşturma çabalarıyla örgütlü yapılara dönüşmeye başlamaları süreci, sorgulayan gözler tarafından kolayca farkedilebilir.

Önceleri “Tevhid ve Adalet” ya da “Kur’an ve Resul’ün Sünnet’ine dönüş” gibi kapsayıcı sancaklar altında başlayan kıyam hareketleri, zamanla daha doktriner, köşeli siyasi mezhepler ve ekoller hâline dönüştüler. Muktedirlerin İslam tarihinde “zındıklar ve mülhidler” üst başlığı atında sunulan bu muhalif yapıların, tarih boyunca nasıl bir direnç ve ısrarla varlıklarını sürdürdükleri, bazen biçimlerini değiştirerek, bazen “legal” yapıların içine sızarak, bazense pervasızca isyan ederek, çoğu zaman bozguna uğrayarak, ama her zaman iktidarların karşısında dikilerek ve İslam’ı; halklar için, ezilenler için yorumlayarak varoldular.

İlk dönemin Hüseynî kıyamından, Mutezile’nin entelektüel çıkışına, İsmailî isyanlardan, Baba İshaklara, Şeyh Bedreddin’den, Anadolu’nun Melamî/Bayramî dervişlerine, “Fedaiyan”dan, “Mücahidan”a, Filistin’e, Kürdistan’a, Gezi İsyanı’na kadar binlerce farklı ton ve üslupla, ama hep aynı adalet arayışı peşinde devam eden bir dip dalgası, bizleri tefekkür ve tezekkür etmeye çağırıyor.

Kadrican Mendi
İştirakî
Dergisi Sayı 9
s. 53-55.

0 Yorum: