17 Aralık 2023

Müfredata Giriş III: Görsel Sanatlar, Heykel

Sen anlayan bir gözle süzersin uzun uzun
Yabancı bir şehirde bir kadın heykelini,
Biz duyarız en büyük zevkini ruhumuzun
Görünce bir köylünün kıvrılmayan belini...

Başka sanat bilmeyiz karşımızda dururken
Yazılmamış bir destan gibi Anadolu’muz
Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken
Sana uğurlar olsun... ayrılıyor yolumuz

[Faruk Nafiz Çamlıbel -Sanat]


Öğretmen: Halk kimdir, nedir?

Öğrenci: Toplu taşıma kullananlar.

1. Orhan Veli’nin Kitabe-i Seng-i Mezar şiirinde yoksul, giydiği kunduranın ayağını vurmasıyla nasır acısı çeken hatta çirkin yaratılışından bile nasır kadar acı duymayan, kahveye giden, “to be or not to be” gibi varoluş sancısı çekmeyen, nasır acısı çektikçe yaratıcıya sığınan ve bu dünyadan göçmüş olan Süleyman Efendi betimlenir. Yoksul olması nedeniyle halktan bir insandır. Mezar taşında yazılacaklar ise şairin onu tanıtan dizeleridir. 

Orhan Veli “Yazık oldu Süleyman Efendi’ye” diyerek Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümünün ardından Baki’nin yazdığı mersiyeye (ağıt şiiri) gönderme yapar. Egemenlerin gösterişli ve ayrıntılı biyografilerini içeren mezar taşları karşısına yoksulun mezar taşına yazılması gerekenler şiirle dile getirilir. 

Artık Kanuniler için değil, halkı oluşturan, geçim derdiyle yaşamını sürdüren yoksul emekçi Süleyman Efendiler için modern mersiyelerin yazılması açısından şiire bir köşe taşı konmuştur.

Postmodernizm özelde edebiyat, genelde sanat alanında makro kabul ettiği bütünlüklerin, büyük anlatılar diye saydığı ideolojilerin karşısına mikro diye adlandırdığı küçük anlatıların, yani bireyin öyküsünü konumlandırması, bireyi toplumdan soyutlayarak esere alması, sanatın insan gerçeğinden kopuşunu başlatır. Sanat, özünde bireyin anlatısı ve temsili üzerinden insan gerçeğini temas ederek milyarlarca insanın öyküsünü birey potasında eritir. Süleyman Efendi bir insandır ama geldiği sınıfı temsil eden bir insan. Bu yönüyle “anlatılan senin hikayendir” sözünün dizelere dökülmesidir. Mikro anlatı, aslında postmodernizmin parça bütün ilişkisi üzerinden parçayı bütünden bağımsız hale getirmesidir.

2. Batı'da modernleşen heykel sanatı, sanatçının mermeri ve çeşitli malzemeleri yontmasıdır. Belirli bir durumun tasviri, tanınan egemenler kent meydanlarında heykel aracılığıyla sembolleştirilip ortak değer üretimi sağlamaya çalışır, çünkü heykeli dikilen kişiler halka “önemli değer” diye algılatılmaya çalışılır. Kenti ve üretimi emeğiyle şekillendiren işçinin heykeline ve çalışma koşullarını betimleyen tasvirlere kent meydanlarında yer verilmez. Kent meydanlarında inşa edilip mekânın simgesine dönüştürülen saat kuleleri de kapitalist aşamada ortaya çıkar, çünkü dijital saatlerden önce kullanılan saatler meydandaki saat kulesinin işaret ettiği zamana göre ayarlanmalıdır. Bu da zamanın merkezileşmesi ve tekelleşmesine işaret eder: zamanın kolonileşmesi.

Günümüzde beden teorisi, cinsel kimlikler ve özgürlükler üzerinden tartışmaya açılmaktadır. Kapitalizmde beden, üretime katılma kapasitesi ve metalaşma bağlamında değişim değerine indirilmiştir. Beden, bu düzende alınteri, kanı, canı ve zamanı ile sömürülür. Beden de zaman gibi kolonileşir. Beden esir alınır. Dijital ve sosyal medyasıyla kontrol edilir. Uyuşturucusuyla ve alkolüyle zehirlenip çürütülür. Merkezileştirilen zaman, saniyelerin hesaba katıldığı bir denklemle bedeni kumanda eder, robotlaştırır. Ağır yük taşıma, maden ve saatlerce süren inşaat işçiliğiyle beden duruşu bozulur. Aç bırakılarak cılızlaştırılır. Hız çağında egemenlerin kontrolüne geçen zaman ile yarışan beden sürekli bir koşturmacayla aslında geçim kaygısıyla yorulur. Yoksul bir kadınsa bedeni metalaştırılır. Beden yontusunun heykeltraşı kapitalist sömürü düzeninin mimarı olan burjuvazidir.

Tarih boyu kentlerin meydanlarına dikilen mitoloji tanrıları, komutanları, kralları ve o “büyük adamların” heykelleri sanatçılara yaptırılır, çekici kiralanmış sanatçılara. Bugün bedeni yontma “görevi” burjuvanın yetkisinde. Bu yüzden günümüz toplumsal düzenini temsil eden kentler, canlı ve hareket eden heykellerin açık hava müzesidir.

Sınıfsız sömürüsüz bir düzen yolunda heykeltraş, burjuvaziye devrettiği çekicini ve törpüsünü ondan alırsa emekçilerin heykellerini yapabilecek ve işte o zaman heykel sanatını da halk benimseyip sahiplenecektir.

Sirkeci ile Cağaloğlu arasında sırt hamallığı yapan bir işçinin heykeli bulunur. Sırtında taşıdığı yükle beli bükülmüştür. Her gün o heykelin önünden sırt hamalları geçer, belleri bükülerek. Bugün, heykeli dikilmesi gerekenler işçiler ve emekçilerdir. Motokuryeler, kâğıt toplayıcıları, yüksek katlarda güvencesiz şekilde pencereye çıkıp cam silen emekçi kadınlar, kentin temizliğini sağlayan işçiler, madenciler, çalışmak zorunda kaldığı çatıda yaşamını yitiren emekliler, tekstil işçileri, zanaatkârlar... Kenti var eden ve şekillendirenler...

Metrobüs hatlarında yığılan kalabalık, görsel sanatların eserlerine kıyamet ve mahşer sahnesi olarak alınabilir. Sistemle, sebep olduğu stresten kaynaklı olarak düzenle değil, birbiriyle toplu taşımada kavga edenler. Görünmeyen kablosuz kulaklıkla çevresinden kopanlar, kendi kendine konuşuyor izlenimi verenler. Otobüs camına yapışıp uyuyarak giden emekçiler. Karanlıkta okula gidip okuldan gelen öğrenciler. Trafikte makas atarak kaosa neden olan gerilik ve abartı egzozdan çıkan gri gürültü. Seyyar satıcının direnişi resimde sergilenebilir.


İkarus, babasını dinlemediği için güneşe yükselmeye çalışırken balmumu kanatları erir ve suya düşer. Bugün mısır tezgahına el konan baba, evladının yanında kendini yakar ama sanat bu duruma duyarsız kalır. Bu hafta mısır satıcısı bir emekçi, tezgahına el konduğundan kendini yaktı. Hangi bedenin teorisi ve sanatı anlatabilir ki onu!

Sanat sergilerini gezdiğinizde, sanat diye sunulan ürünlerin (eserlerin değil) nihilizme kayacak kadar anlamsızlığı sergilediği bireyci bulanıklık olduğu görülür. Modern yaşamın insanın zihnini bulandırması sonucu yüce bireyin düştüğü çıkmazın görselleştirildiği savunulur, çünkü bu anlayışa göre toplum bireyi sıkıştırır. Oysaki birey, vücudun dokusu gibi içinden çıktığı toplumun bir parçasıdır. O parça hastalandığında bütüne de yayılır, bütün hastalandığında parçaya yayılır ama her zaman bir dokunun da başka dokularla birleşip bütünü sağlığına kavuşturma kapasitesi vardır. Bu nedenle parça bütünden ayrıştırılıp bağımsız bir konum hâline getirilemez, limon ağacında limon yetişir.

Ağaca yuvalanan hastalığın nedeni sömürü düzenidir. Tohum ve kökler sağlamsa dallar da sağlığına kavuşur. Halk bütünlüğü için bunu sağlamanın tek kurtuluş yolu sömürü düzenini sonlandırmaktır. Bir üst yapı olarak sanat insan gerçeğine temas etmeden hareket ettiğinde, mikro denilen yalıtık bireyin öyküsüne odaklanırsa sömürü düzenini güçlendirmekten başka bir sonuç üretmez.

Sanatın özü, insanları kanayan bir yarayı tedavi etmeye çağırmaktır. Mikronun öyküsü özgün değil, aksine karbon kâğıtla aslının çoğaltılmasıdır. Milyarlarca insan, sömürü düzeninin çarkları arasında öğütülmektedir.

Geçtiğimiz yıl acısını ve üzüntüsünü canlı şekilde belirten bir heykel gündeme geldi. İnsani duyguların dışavurumu açısından önemli bir gelişme olsa da heykeli üretilen karakterin sınıfsal bir acı çekmediği görünüyor. Migros depo işçilerine hak arama mücadelesi sırasında plastik kelepçe takılarak işçiler gözaltına alınmıştı. Otobüsün camından dışarı bakarken yaşını almış bir işçinin elleri yansıdı perdemize.


Ve Zaman...

Kapitalist aşamada kolonileştirilen zaman, günümüz insanı açısından kendi iradesi dışında programlanmış ve hız çağını güçlendiren bir akışa sahiptir. Zamanı tekeller yönetmektedir. Zamanın izafiliğini kesen en önemli uygulama, saat ve takvim birimlerine indirilen anların her insan için eşit parçalı hâle getirilmesidir. Anların ve göreliliğin yerine, çalışan insanlar için uyulması gereken birimler vardır. Bu yönüyle zaman, sınıfsal ve kurumsal bir niteliğe evrilmiştir. Saniyeyle kaçırılan iş başvuruları, sınavlar, indirim tüketimi, buluşma, önemli bir iş, sağlık hizmeti...

Kapitalist aşamada işçi, sadece emeğini değil, zamanını da kiralar. Evinizle ilgili teknik servis çağırdığınızda servis herhangi bir işlem yapmasa da ücret alır. Bu ücretin nedeni, yol ve gider ücreti olarak algılansa da asıl neden, o eve gelen servisin o sırada daha fazla ücret kazanacağı başka bir tamir işini “kaçırmasıdır”. Bu caydırıcı servis ücreti karşısında servisi çağıran taraf bu ücreti vermektense tamiri yaptırmayı tercih eder genellikle.

İş yaşamı diye adlandırılan sömürülme dışında kalan aralık da yine egemenler ve burjuvazi tarafından yönetilmektedir. İşe geliş ve gidiş saatlerini onlar ayarlar. Yanlış bir şekilde “boş zaman” diye kavramsallaştırılan çalışma saatleri dışında kalan zamanda medya, sosyal ve dijital medya, diziler, dijital oyunlarla sadece beden kontrolü yapılmaz; aynı zamanda düşünmeye, okumaya, bir araya gelip bütünü oluşturmaya engel olunur. Birbirinden ayrıştırılan adacıklar şeklinde bireyler toplamı da bütüne ait olma özelliğini yitirmeye başlar. Günümüzde özellikle büyükşehirlerde bir randevuda bir insanı bekletmek, o insana kalan zamanı işgal etmeye neden olur. Tüm günün çalışma ve trafik kaynaklı beden ve zihin yorgunluğuyla geriye kalan dinlenme ve ideale yönelik üretim yapma aralığı bekletilmeyle bedeni dondurduğunda bir başka problemi ortaya çıkarır. Sömürülmek için değil, artan zamanda sömürü düzeninin sonunu getirmek için zamanı disiplinli kullanmaya mecburuz.

Dali'nin meşhur tablosunda saatlerin akışı gösterilir. Bugün zamanın tablosu yapılsa zaman akış hâlinde değil, Picasso'nun Guernica tablosundaki gibi saatler, susuzluktan parçalanmış bir toprak şeklinde çölleşmiş olarak betimlenebilir. Bu parçalar arasına sıkışmış insan bile yerleştirilebilir. Hepsi sanatçının sınıf bilinciyle sömürü düzeninin somut verilerini güçlü bir gözleme tabi tutmasına bağlıdır.

İşçi servisleri, sınav başvuruları, yürüyen merdivenler ve bantlar, diziler, dijital oyunlar, asansörler, artan taşıt sayısı, gitgide yayılan kaykay tipi scooterlar, hepsi de zamanı ve bedeni sömürü düzenine uygun hâle getirmek içindir.

Sonuç

Sanat, sömürü düzeni öncesindeki mistisizmini yitirmiştir. Bugün sanat, metafizik bir ulviyetin kapsamından çıkarak bir üstyapı ögesi olarak ideolojik bir aygıta dönüşmüştür, tıpkı inancın değil de dinin de ideolojik aygıta dönüştürüldüğü gibi.

Görsel sanatlar ve heykel özelinde sanatın görevi yabancılaşmayı şok etkisiyle kitlelere teşhir etmesidir. Esere bakan, onda kendisini ve kendinin bağlı olduğu bütünü görebilmelidir: insan gerçeğini. Sanat, insanların birleşmesine değil, yüceltilen bireyin bütünden koparılarak bulanık bir alana çekilmesine aracı olursa, seri üretim gibi birbirinin kopyası ve gelip geçici ürünleri ortaya çıkarır.

Belki de arkeologlar, çok da uzak olmayan bir zamanda yapacakları kazılarda ve denizaltı incelemelerde cep telefonlarını, kulakları, tabletleri, şarj aletlerini, pilleri ve çeşitli elektronik cihazları bulacaklar. Bu da tam olarak insansızlaşmanın müzesine atık taşıyacaktır. Arkeolojinin, tersine evrilmemesi için sömürünün tahribatı sanat eserlerine yansıtılarak görsel sergiler, heykeller ve kurulacak müzeler emeğin yüceliğinin temsiline dönüştürülürse sanat, insanı kurtaran ve arındıran özüne kavuşacaktır. Ölme biçimlerinin sınıfsallaştığı çağımızda mezar taşlarının da temsili heykel ve şiir sanatının alanına çoktan girmiştir.

S. Adalı
16 Aralık 2023

0 Yorum: