[Faruk
Nafiz Çamlıbel -Sanat]
Öğretmen: Halk kimdir, nedir?
Öğrenci:
Toplu taşıma kullananlar.
1. Orhan Veli’nin Kitabe-i Seng-i Mezar şiirinde yoksul, giydiği kunduranın ayağını vurmasıyla nasır acısı çeken hatta çirkin yaratılışından bile nasır kadar acı duymayan, kahveye giden, “to be or not to be” gibi varoluş sancısı çekmeyen, nasır acısı çektikçe yaratıcıya sığınan ve bu dünyadan göçmüş olan Süleyman Efendi betimlenir. Yoksul olması nedeniyle halktan bir insandır. Mezar taşında yazılacaklar ise şairin onu tanıtan dizeleridir.
Orhan Veli “Yazık oldu Süleyman Efendi’ye” diyerek Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümünün ardından Baki’nin yazdığı mersiyeye (ağıt şiiri) gönderme yapar. Egemenlerin gösterişli ve ayrıntılı biyografilerini içeren mezar taşları karşısına yoksulun mezar taşına yazılması gerekenler şiirle dile getirilir.
Artık Kanuniler için değil, halkı
oluşturan, geçim derdiyle yaşamını sürdüren yoksul emekçi Süleyman Efendiler
için modern mersiyelerin yazılması açısından şiire bir köşe taşı konmuştur.
Postmodernizm özelde edebiyat, genelde sanat alanında makro kabul ettiği bütünlüklerin, büyük anlatılar diye saydığı ideolojilerin karşısına mikro diye adlandırdığı küçük anlatıların, yani bireyin öyküsünü konumlandırması, bireyi toplumdan soyutlayarak esere alması, sanatın insan gerçeğinden kopuşunu başlatır. Sanat, özünde bireyin anlatısı ve temsili üzerinden insan gerçeğini temas ederek milyarlarca insanın öyküsünü birey potasında eritir. Süleyman Efendi bir insandır ama geldiği sınıfı temsil eden bir insan. Bu yönüyle “anlatılan senin hikayendir” sözünün dizelere dökülmesidir. Mikro anlatı, aslında postmodernizmin parça bütün ilişkisi üzerinden parçayı bütünden bağımsız hale getirmesidir.
2.
Batı'da modernleşen heykel sanatı, sanatçının mermeri ve çeşitli malzemeleri
yontmasıdır. Belirli bir durumun tasviri, tanınan egemenler kent meydanlarında
heykel aracılığıyla sembolleştirilip ortak değer üretimi sağlamaya çalışır,
çünkü heykeli dikilen kişiler halka “önemli değer” diye algılatılmaya
çalışılır. Kenti ve üretimi emeğiyle şekillendiren işçinin heykeline ve çalışma
koşullarını betimleyen tasvirlere kent meydanlarında yer verilmez. Kent
meydanlarında inşa edilip mekânın simgesine dönüştürülen saat kuleleri de
kapitalist aşamada ortaya çıkar, çünkü dijital saatlerden önce kullanılan
saatler meydandaki saat kulesinin işaret ettiği zamana göre ayarlanmalıdır. Bu
da zamanın merkezileşmesi ve tekelleşmesine işaret eder: zamanın kolonileşmesi.
Günümüzde
beden teorisi, cinsel kimlikler ve özgürlükler üzerinden tartışmaya
açılmaktadır. Kapitalizmde beden, üretime katılma kapasitesi ve metalaşma
bağlamında değişim değerine indirilmiştir. Beden, bu düzende alınteri, kanı, canı ve
zamanı ile sömürülür. Beden de zaman gibi kolonileşir. Beden esir
alınır. Dijital ve sosyal medyasıyla kontrol edilir. Uyuşturucusuyla ve
alkolüyle zehirlenip çürütülür. Merkezileştirilen zaman, saniyelerin hesaba
katıldığı bir denklemle bedeni kumanda eder, robotlaştırır. Ağır yük taşıma,
maden ve saatlerce süren inşaat işçiliğiyle beden duruşu bozulur. Aç
bırakılarak cılızlaştırılır. Hız çağında egemenlerin kontrolüne geçen zaman ile
yarışan beden sürekli bir koşturmacayla aslında geçim kaygısıyla yorulur.
Yoksul bir kadınsa bedeni metalaştırılır. Beden yontusunun heykeltraşı
kapitalist sömürü düzeninin mimarı olan burjuvazidir.
Tarih
boyu kentlerin meydanlarına dikilen mitoloji tanrıları, komutanları, kralları
ve o “büyük adamların” heykelleri sanatçılara yaptırılır, çekici kiralanmış
sanatçılara. Bugün bedeni yontma “görevi” burjuvanın yetkisinde. Bu yüzden
günümüz toplumsal düzenini temsil eden kentler, canlı ve hareket eden
heykellerin açık hava müzesidir.
Sınıfsız
sömürüsüz bir düzen yolunda heykeltraş, burjuvaziye devrettiği çekicini ve
törpüsünü ondan alırsa emekçilerin heykellerini yapabilecek ve işte o zaman
heykel sanatını da halk benimseyip sahiplenecektir.
Sirkeci
ile Cağaloğlu arasında sırt hamallığı yapan bir işçinin heykeli bulunur.
Sırtında taşıdığı yükle beli bükülmüştür. Her gün o heykelin önünden sırt
hamalları geçer, belleri bükülerek. Bugün, heykeli dikilmesi gerekenler işçiler
ve emekçilerdir. Motokuryeler, kâğıt toplayıcıları, yüksek katlarda güvencesiz
şekilde pencereye çıkıp cam silen emekçi kadınlar, kentin temizliğini sağlayan
işçiler, madenciler, çalışmak zorunda kaldığı çatıda yaşamını yitiren
emekliler, tekstil işçileri, zanaatkârlar... Kenti var eden ve
şekillendirenler...
Metrobüs
hatlarında yığılan kalabalık, görsel sanatların eserlerine kıyamet ve mahşer
sahnesi olarak alınabilir. Sistemle, sebep olduğu stresten kaynaklı olarak
düzenle değil, birbiriyle toplu taşımada kavga edenler. Görünmeyen kablosuz
kulaklıkla çevresinden kopanlar, kendi kendine konuşuyor izlenimi verenler.
Otobüs camına yapışıp uyuyarak giden emekçiler. Karanlıkta okula gidip okuldan
gelen öğrenciler. Trafikte makas atarak kaosa neden olan gerilik ve abartı
egzozdan çıkan gri gürültü. Seyyar satıcının direnişi resimde sergilenebilir.
İkarus,
babasını dinlemediği için güneşe yükselmeye çalışırken balmumu kanatları erir
ve suya düşer. Bugün mısır tezgahına el konan baba, evladının yanında kendini
yakar ama sanat bu duruma duyarsız kalır. Bu hafta mısır satıcısı bir emekçi,
tezgahına el konduğundan kendini yaktı. Hangi bedenin teorisi ve sanatı anlatabilir
ki onu!
Sanat
sergilerini gezdiğinizde, sanat diye sunulan ürünlerin (eserlerin değil)
nihilizme kayacak kadar anlamsızlığı sergilediği bireyci bulanıklık olduğu
görülür. Modern yaşamın insanın zihnini bulandırması sonucu yüce bireyin
düştüğü çıkmazın görselleştirildiği savunulur, çünkü bu anlayışa göre toplum
bireyi sıkıştırır. Oysaki birey, vücudun dokusu gibi içinden çıktığı toplumun
bir parçasıdır. O parça hastalandığında bütüne de yayılır, bütün
hastalandığında parçaya yayılır ama her zaman bir dokunun da başka dokularla
birleşip bütünü sağlığına kavuşturma kapasitesi vardır. Bu nedenle parça
bütünden ayrıştırılıp bağımsız bir konum hâline getirilemez, limon ağacında
limon yetişir.
Ağaca
yuvalanan hastalığın nedeni sömürü düzenidir. Tohum ve kökler sağlamsa dallar
da sağlığına kavuşur. Halk bütünlüğü için bunu sağlamanın tek kurtuluş yolu
sömürü düzenini sonlandırmaktır. Bir üst yapı olarak sanat insan gerçeğine
temas etmeden hareket ettiğinde, mikro denilen yalıtık bireyin öyküsüne
odaklanırsa sömürü düzenini güçlendirmekten başka bir sonuç üretmez.
Sanatın
özü, insanları kanayan bir yarayı tedavi etmeye çağırmaktır. Mikronun öyküsü
özgün değil, aksine karbon kâğıtla aslının çoğaltılmasıdır. Milyarlarca insan,
sömürü düzeninin çarkları arasında öğütülmektedir.
Geçtiğimiz
yıl acısını ve üzüntüsünü canlı şekilde belirten bir heykel gündeme geldi.
İnsani duyguların dışavurumu açısından önemli bir gelişme olsa da heykeli
üretilen karakterin sınıfsal bir acı çekmediği görünüyor. Migros depo
işçilerine hak arama mücadelesi sırasında plastik kelepçe takılarak işçiler
gözaltına alınmıştı. Otobüsün camından dışarı bakarken yaşını almış bir işçinin
elleri yansıdı perdemize.
Ve
Zaman...
Kapitalist
aşamada kolonileştirilen zaman, günümüz insanı açısından kendi iradesi dışında
programlanmış ve hız çağını güçlendiren bir akışa sahiptir. Zamanı tekeller
yönetmektedir. Zamanın izafiliğini kesen en önemli uygulama, saat ve takvim
birimlerine indirilen anların her insan için eşit parçalı hâle getirilmesidir.
Anların ve göreliliğin yerine, çalışan insanlar için uyulması gereken birimler
vardır. Bu yönüyle zaman, sınıfsal ve kurumsal bir niteliğe evrilmiştir.
Saniyeyle kaçırılan iş başvuruları, sınavlar, indirim tüketimi, buluşma, önemli
bir iş, sağlık hizmeti...
Kapitalist
aşamada işçi, sadece emeğini değil, zamanını da kiralar. Evinizle ilgili teknik
servis çağırdığınızda servis herhangi bir işlem yapmasa da ücret alır. Bu
ücretin nedeni, yol ve gider ücreti olarak algılansa da asıl neden, o eve gelen
servisin o sırada daha fazla ücret kazanacağı başka bir tamir işini “kaçırmasıdır”.
Bu caydırıcı servis ücreti karşısında servisi çağıran taraf bu ücreti
vermektense tamiri yaptırmayı tercih eder genellikle.
İş
yaşamı diye adlandırılan sömürülme dışında kalan aralık da yine egemenler ve
burjuvazi tarafından yönetilmektedir. İşe geliş ve gidiş saatlerini onlar
ayarlar. Yanlış bir şekilde “boş zaman” diye kavramsallaştırılan çalışma
saatleri dışında kalan zamanda medya, sosyal ve dijital medya, diziler, dijital
oyunlarla sadece beden kontrolü yapılmaz; aynı zamanda düşünmeye, okumaya, bir
araya gelip bütünü oluşturmaya engel olunur. Birbirinden ayrıştırılan adacıklar
şeklinde bireyler toplamı da bütüne ait olma özelliğini yitirmeye başlar.
Günümüzde özellikle büyükşehirlerde bir randevuda bir insanı bekletmek, o
insana kalan zamanı işgal etmeye neden olur. Tüm günün çalışma ve trafik
kaynaklı beden ve zihin yorgunluğuyla geriye kalan dinlenme ve ideale yönelik
üretim yapma aralığı bekletilmeyle bedeni dondurduğunda bir başka problemi
ortaya çıkarır. Sömürülmek için değil, artan zamanda sömürü düzeninin sonunu
getirmek için zamanı disiplinli kullanmaya mecburuz.
Dali'nin
meşhur tablosunda saatlerin akışı gösterilir. Bugün zamanın tablosu yapılsa
zaman akış hâlinde değil, Picasso'nun Guernica tablosundaki gibi saatler,
susuzluktan parçalanmış bir toprak şeklinde çölleşmiş olarak betimlenebilir. Bu
parçalar arasına sıkışmış insan bile yerleştirilebilir. Hepsi sanatçının sınıf
bilinciyle sömürü düzeninin somut verilerini güçlü bir gözleme tabi tutmasına
bağlıdır.
İşçi
servisleri, sınav başvuruları, yürüyen merdivenler ve bantlar, diziler, dijital
oyunlar, asansörler, artan taşıt sayısı, gitgide yayılan kaykay tipi scooterlar,
hepsi de zamanı ve bedeni sömürü düzenine uygun hâle getirmek içindir.
Sonuç
Sanat,
sömürü düzeni öncesindeki mistisizmini yitirmiştir. Bugün sanat, metafizik bir
ulviyetin kapsamından çıkarak bir üstyapı ögesi olarak ideolojik bir aygıta
dönüşmüştür, tıpkı inancın değil de dinin de ideolojik aygıta dönüştürüldüğü
gibi.
Görsel
sanatlar ve heykel özelinde sanatın görevi yabancılaşmayı şok etkisiyle
kitlelere teşhir etmesidir. Esere bakan, onda kendisini ve kendinin bağlı
olduğu bütünü görebilmelidir: insan gerçeğini. Sanat, insanların birleşmesine
değil, yüceltilen bireyin bütünden koparılarak bulanık bir alana çekilmesine
aracı olursa, seri üretim gibi birbirinin kopyası ve gelip geçici ürünleri
ortaya çıkarır.
Belki
de arkeologlar, çok da uzak olmayan bir zamanda yapacakları kazılarda ve
denizaltı incelemelerde cep telefonlarını, kulakları, tabletleri, şarj
aletlerini, pilleri ve çeşitli elektronik cihazları bulacaklar. Bu da tam
olarak insansızlaşmanın müzesine atık taşıyacaktır. Arkeolojinin, tersine
evrilmemesi için sömürünün tahribatı sanat eserlerine yansıtılarak görsel
sergiler, heykeller ve kurulacak müzeler emeğin yüceliğinin temsiline
dönüştürülürse sanat, insanı kurtaran ve arındıran özüne kavuşacaktır. Ölme
biçimlerinin sınıfsallaştığı çağımızda mezar taşlarının da temsili heykel ve
şiir sanatının alanına çoktan girmiştir.
S. Adalı
16
Aralık 2023
0 Yorum:
Yorum Gönder