Hannah
Arendt’in 1963 tarihli ünlü kitabı Eichmann in Jerusalem’de [“Eichmann
Kudüs’te”] “Kötülüğün Sıradanlığı Üzerine Rapor” diye bir alt başlık var.
Kitap, Naziler adına kitlesel katliamlara imza atmış olan Adolf Eichmann’ın İsrail
devletince yargılanması sürecini felsefi açıdan soruşturuyor.
Eichmann,
İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudileri gaz odalarına gönderen, üç hafta boyunca
Macaristan’da Yahudileri toplayıp kamplara taşıyan isim.
Arendt,
Eichmann’ın savunmasında dile getirdiği “ben sadece emirleri yerine getirdim”
sözüne inanıyor ve onun “büyük bir makinenin basit bir dişlisi” olduğunu
söylüyor. Buradan da sıradan ve alelade bir kişinin akıl almaz, korkunç işleri
nasıl yaptığı meselesini inceliyor.
Oysa
Bettina Stangneth’in 2011 tarihli Eichmann Before Jerusalem: The Unexamined
Life of a Mass Murderer [“Eichmann Kudüs’ün Huzurunda: Bir Kitle
Katliamcısının İncelenmemiş Hayatı”] kitabında dile getirdiği biçimiyle,
Eichmann, o mahkeme salonunda aslında yalan söylüyordu. Onun amacı, sefil bir fare
gibi saklanarak geçirdiği hayatını kurtarmaktı. Dolayısıyla, Arendt onun
ifadesini doğru kabul ederken, meseleye epey safça yaklaşıyordu.
Tantura filmi
ise 1948’de Tantura isimli balıkçı köyünde Filistinlilere yönelik
gerçekleştirilmiş olan kitlesel katliamı inceliyor ve katillerin tıpkı Eichmann
gibi gerçekleri gizlediğini ortaya koyuyor.
Eichmann’da
gördüğümüz aynı sıradanlık, samimiyetsizlik, suçluluk hâli ve canilik, Tantura’da
da karşımıza çıkıyor. Film, İsrail’in kahramanca eylemliliklerle kurulduğu
mitini kabullenmenin, Filistin halkının kaçıp Siyonistlerin topraklarına işgal
etmelerine öylece izin verdiklerine inanmanın çocukça olduğunu ortaya koyuyor.
Filmin
hikâyesi, Teddy Katz isimli bir öğrencinin, doksanlara 1948 olaylarının tanığı
olan yüzlerce insandan sözlü olarak topladığı tanıklıkları temel alan yüksek
lisans tezine dayanıyor. Katz, o süreçte hem Filistinlilerle hem de İsrail Savunma
Kuvvetleri içinde yer alan Alexandroni Tugayı’nın o dönemki askerleriyle röportajlar
yapıyor.
Sonrasında
Katz’a diploması veriliyor. Her şey yolunda gidiyor, ta ki sağcı gazete Maariv
bu teze saldıran bir makale yayınlayana kadar. Bunun üzerine eski Alexandroni Tugayı
askerleri, sanki ses kayıtlarında savaş suçlarını kabul etmiş gibi
gösterildikleri gerekçesiyle, Katz’ı mahkemeye veriyor.
Film,
bu anlamda dava sürecini ve gerçeklerin üzerini örtme girişimlerini ele alıyor.
Yönetmen
Alon Schwarz, Katz’ın maruz kaldığı bu dava sürecini izleyiciye takdim ediyor,
böylece katliama ve katliamın kasten unutturulduğu tarihsel sürece dair bir
değerlendirmeye ulaşmak adına, izleyicinin eldeki kanıtlara ulaşmasını
sağlıyor. Film boyunca bugün artık yaşlı olan eski askerlerin önemli bir bölümüyle
yapılmış röportajları izliyor, onların seslerini içeren kasetleri dinliyoruz.
Bir
tanık, katliamla ilgili olarak, “o kadar Arap ölmüştü ki ölüler etrafa çöp gibi
dağılmıştı” diyor. Bir başka tanık, gülümseyerek, şu tuhaf lafı ediyor: “Olan
biteni anlatmamız bize yasak.”
Tecavüz
ve soğukkanlı cinayetle örülü hikâyelere tanıklık ediyoruz filmde. Nedense İsrail
Savunma Kuvvetleri’ndeki tek bir askerin bunları yaptığı iddia ediliyor. Oysa birçok
asker, sabah köye yapılan saldırı anını detaylarıyla anımsıyor, yaşananlardan
sonra rahatladıklarını söylüyor, ama saldırı ile o rahatlama anı arasında
nelerin olup bittiğini anımsamadıklarını iddia ediyor.
Eldeki
tarihsel kanıtlara filmde toplu mezarlığın kanıtlarını araştırırken havadan
çekilmiş fotoğraflar eşlik ediyor.
Peki
film, gerçeği olduğu gibi, layıkıyla anlatabilmiş mi?
Jerusalem
Times gazetesinde bir film eleştirmeni, filmi eleştirirken
etkileyici bir değerlendirmede bulunuyor:
“Yönetmen Schwarz’ın hem
filmin içeriği hem de basında onunla ilgili yaptığı açıklamalar üzerinden
aktarmak istediği mesaj şuydu: ‘Filistinlilerin devletin temellerinde Nekbe
(felâket) denilen olgunun olduğuna dair iddialarının doğru olduğunu kabul etmek,
İsrail toplumunun görevidir.’ Ama nedense film, bu mesajı aktarma misyonunu
layıkıyla yerine getiremiyor.”
Jerusalem
Times’da çıkan bu eleştiri, uzun zamandır Nekbe hakkında kalem oynatan
İsrailli tarihçi İlan Pappe’nin şu sözünü doğruluyor:
“Kanaatimce İsrail’in kendisiyle
ilgili oluşturduğu, ‘ahlaklı bir toplum’ olduğuna dair imajın dünyada bir eşi
benzeri daha yok. Bu imaj, bizim ‘Seçilmiş Halk’ olduğumuzu söylüyor. İsrail’in
kendisine dair geliştirdiği tanım, bu inancı içeriyor. Dolayısıyla, İsraillilerin
savaş suçları işlediklerini kabul etmesi çok zor. Çünkü temelde Siyonizm denilen
projenin kendisinde bir sorun var. Bu sorunsa şu gerçekle ilgili: Bir halkı felâkete
sürüklemeden kendiniz için güvenli bir bölge yaratamazsınız.”
Aşağıda
İlan Pappe’nin Tantura katliamı ile ilgili açıklamaları yer alıyor:
Red Ant
15
Kasım 2023
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder