Emperyalizm:
Uluslar ve Sınıflar Arası Mücadele
Dünyamızı Nasıl Meydana Getirdi?
Radhika
Desai: Merhaba. İki haftada bir yaptığımız, içinde bulunduğumuz
dönemin politik ve jeopolitik ekonomisini tartıştığımız Jeopolitik Ekonomi
Saati programının on altıncı bölümüne hoş geldiniz. Ben Radhika Desai.
Michael
Hudson: Ben Michael Hudson.
Radhika
Desai: Bu programı, 24 Ağustos günü, Batı basınının BRICS’in
geçerliliğini yitirdiğine, sahteliğine, dağınıklığına, otoriterliğine vs. dair,
sinsice dillendirdiği yığınla öngörüyü çöpe atan tarihi BRICS zirvesine
şahitlik ettiğimiz bir dönemde kaydettik.
Bugün
BRICS’i teşkil eden beş büyük ülke, sahip oldukları nispi yoksulluk düzeylerine
karşın, satın alma gücü paritesi üzerinden ölçüldüğünde dünya ekonomisinin en
büyük kısmını meydana getiriyor.
Bu
ülkeler, gene de bir araya gelmeyi ve inanılmaz şeyler yapmayı bildiler. Bugün
Batı medyası, BRICS birlikteliğini büyütmeye istekli olduklarını beyan eden Çin
ve Rusya ile bu isteğe olumlu yaklaştığı söylenen Hindistan, Brezilya ve Güney
Afrika arasına kama sokmaya çalışıyor.
Çin’in
gündemine BRICS’e yeni üyeler alma isteğini dile getirmesi ardından kopan
velveleye ve birlikteliğin dağılacağına dair öngörülere rağmen BRICS’in
Johannesburg’da gerçekleştirdiği zirve, altı yeni üyenin birlikteliğe dâhil
edilmesiyle sona erdi.
Bu
ülkeler, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, İran, Etiyopya, Mısır ve
Arjantin. Birliktelikteki Batı Asyalı ve Kuzey Afrikalı üye sayısının yüksek
olduğu koşullarda, ABD’nin genel manada Ortadoğu’daki nüfuzuna bu katılımların
etkisini artık merak etmeye başlayabiliriz.
BRICS
ülkeleri, bu yeni üyeleri kabul etmekle kalmadı, ayrıca, çok sayıda yeni üyenin
dâhil edilmesiyle ilgili kuralları ve usulleri belirlemeyi kararlaştırdı. Zira
hepimizin de bildiği üzere, onlarca başka ülke, BRICS’le ilgilendiklerini
açıktan ifade etti.
Küresel
Güney’in ve Rusya’nın çağrısıyla birlikte BRICS, dünyadaki ülkelerin büyük bir
çoğunluğunun ana kurumsal temeli hâline pekâlâ gelebilir. Bu ülkeler başka
şeyler de yaptılar.
Batı
basını ise bu ülkeleri, BRICS ülkelerini demokrasileri şüpheli olan, otokrat
bir avuç ülke olarak lanse etme çabasında.
Oysa
gerçekte, onca propagandaya rağmen, BRICS zirvesinde bu ülkelerin kalkınmayı,
halk merkezli kalkınmayı temel alan başka türde bir dünya düzeni anlayışı
sunduklarını görüyoruz.
Üstelik
bu anlayış, Batı’nın insan hakları ve demokrasi kisvesi altında onlarca yıldır
dünyanın büyük bir kısmına sefaletten ve sömürüden başka bir şey vaat etmemiş
olan dünya düzeni anlayışıyla çatışma içerisinde.
Michael
Hudson: Aslında bu, ileride yaşanacaklar için gerekli zemini
hazırlamak amacıyla düzenlenmiş ön hazırlık toplantısıydı. Kanaatimce BRICS
üyeleri, bu aşamada sadece kendi aralarında gerekli düzenlemeleri yapabilir.
Daha
önce de tartıştığımız üzere, yapılacak en kolay şeyse ülkelerin kendi para
birimleriyle ticaret yapmaları ve yeni bir tür banka oluşturarak veya yeni bir
tür kredi finansmanı aracı geliştirerek para birimi swapını düzenlemeleri.
Gelgelelim,
asıl sorun, BRICS’in Batı ile ilişkilerinde açığa çıkacak. Bu noktada kimi
sorular gündeme gelecek: BRICS ülkeleri, yeni sömürgeciliğin yarattığı tüm
dolar borcu yükünün yanı sıra, petrol, madencilik hakları ve kamu hizmetleri
alanında yabancıların mülki haklarından kurtulurken ele aldığımız yeni
uluslararası düzeni nasıl kuracaklar?
BRICS
ülkeleri, çevre kirliliğinin maliyetini yabancıların elindeki petrol ve maden
şirketlerinin sırtına nasıl yükleyecekler? Mevcut uluslararası hukuk
şirketlere, çokuluslu firmalara yeni vergiler getirdikleri veya yeni
düzenlemeler dayattıkları için hükümetlere dava açma hakkı tanıyor.
Bu
da demek oluyor ki çevre kirliliğinden kurtulma çabalarının yol açacağı
maliyetleri hükümetler karşılayacak, dışsal eksi ekonomiler denilen, vergi,
düzenlemeler veya kaynak kısıtlaması gibi işletme faaliyetlerinin icrasını
güçleştiren ya da maliyetli kılan, sanayiyi etkileyen her türden etkinin yükünü
onlar omuzlayacak. Esasında hükümetlerin elleri kolları, sömürge dönemine
kıyasla bugün daha fazla bağlı.
Mevcut
yapıya alternatif oluşturma çabası içinde olan ülkelerde, ABD destekli düzen ve
rejim değişikliğine karşı bu ülkeler kendilerini nasıl koruyacaklar? Tüm bu
soruların cevapları için ileride düzenlenecek BRICS toplantılarını beklemek
gerekiyor.
Üstelik
bugün bu sorular üzerine kafa yorma imkânı bile bulamıyoruz. Sürecin ilk
aşamalarında ortaya koyduğumuz fikirleri ele almakla yetinmek zorunda
kalıyoruz.
Radhika
Desai: Kesinlikle öyle, Michael. Bahsini ettiğin ve BRICS’in
gündeminde de yer alan sorunlar, çok çok büyük sorunlar. Dolayısıyla, şu an
elimizden BRICS’in bir başlangıç yapacağı anı beklemekten başka bir şey gelmiyor
ki bu başlangıç da zaten yapılmış durumda.
Senin
de dediğin gibi, burada mesele, uluslararası para sistemi ve mali düzenlemeler.
Bugün de Batı basınında BRICS ülkelerinin doların konumunu zayıflatacak tek bir
adım bile atamayacağına, bu adımın çok zor olduğuna dair yazılar çıkıyor.
Fakat
senin de bildiğin gibi, dolardan kopuş süreci işlemekle kalmıyor, ayrıca BRICS
ülkeleri bu adımın atılmasının gerekli olduğunun gayet net bilincinde.
Bu
son toplantı da BRICS ülkeleri arasında, dolar sisteminin pençesinden kurtulmak
için gerçekçi kimi adımlar atılması konusunda varılan anlaşmayla sona erdi.
Dolar sisteminin kendi çıkarları hilafına olduğunu gören bu ülkeler, başka
adımlar atma çabası içerisinde.
Buna
ek olarak, BRICS ülkeleri, ayrıca Ukrayna için, müzakere ihtiyacına bir kez
daha vurgu yapan bir barış planı ortaya koydular. Bu plan, Batı’nın kendisinin
ve şirketlerinin kısa vadeli çıkarları için ateşe benzin döken üslubuyla tam
bir çatışma içerisinde.
Bu
anlamda BRICS zirvesi bir alternatif sunuyor. Bu alternatifse kurumsal
düzenlemelerle ve teknik konularla ilgili değil sadece, burada alternatif bir
dünya düzeni vizyonu takdim ediliyor.
Bir
yanda Batı’nın dayattığı emperyalizm ve ekonomik tabiiyet var. Diğer taraftaysa
işbirliğine, barışa ve hepsinden önemlisi, kalkınmaya dayanan bir dünya düzeni
var.
Tüm
bunları izlerken, Michael ve ben, bakış açımızın dayandığı jeopolitik
ekonominin temellerini derinlemesine tefekkür etmek gerektiğini düşündük ki bu,
aslında ana akım medyada ve hatta solun birçok kesiminde sunulandan çok farklı bir
çaba. Ayrıca, söz konusu çaba, aynı zamanda hâkim yaklaşımların yarattığı duman
ve imal ettiği aynaların ardını görmemize de imkân sağlayacak.
Dolayısıyla,
“jeopolitik ekonomi” terimi, gördüğümüz kadarıyla, politik ekonomiyi, yani bir
toplumun, ekonominin ve yönetimin iç yapılarına ilişkin bir anlayışı ve bu iç
yapıların her ülkenin bir uluslararası ilişkiler örüntüsü içinde diğer
toplumlarla nasıl ilişki kurduğunu belirleme biçimini kapsar, çünkü bir ülkenin
dışarıdaki ülkelerle nasıl ilişki kuracağını belirleyen şey, içerideki hâlidir.
Bu
nedenle, örneğin ABD, İngiltere ya da Fransa gibi emperyalist güçlerin dış
politikaları ile Çin ya da hatta Hindistan ya da Brezilya gibi tam olarak
sosyalist olmayan, ama gene de aynı emperyal geçmişe sahip olmayan bazı
güçlerin dış politikalarını birbirinden ayırmak önemlidir.
Dolayısıyla,
gözümüzün önünde, esasen ülke içi ilişkilerden kaynaklanan uluslararası
ilişkiler cereyan ediyor. Bu nedenle, “jeopolitik ekonomi” terimi, sadece
uluslararası olanla değil, aynı zamanda yerel olanla, sadece uluslarla ilgili
değil, aynı zamanda sınıflarla da ilgilidir.
Michael
Hudson: Radhika ile bu hususları tartışıyor olmamızın sebebi, bugün
tüm ekonomilerin benzer finansal sorunlarla karşı karşıya olması, özellikle de
banka kredisi ile konut borcu, yereldeki finansman sorunları ile kamu finansmanı
sorunları arasındaki bağlantıdır, zira devletler ve kentler, ulusal hükümet
gibi kendi paralarını basamazlar, kendilerine krediler yaratamazlar.
Dolayısıyla,
bu iç sorunlar, uluslararası ekonomi ile etkileşim hâlindedir. Bugün odaklanmak
istediğimiz konu da bu. Şu anda bu, Uluslararası Para Fonu ve ABD Dışişleri
Bakanlığı tarafından belirlenen kurallara tabi olan ABD merkezli dolara tabi
neoliberal ekonomi ile etkileşim içinde olmak anlamına geliyor.
Biz
de bu yerel sorunların küresel ekonominin yapılanma biçimiyle nasıl etkileşim
içinde olduğuna odaklanacağız.
Bu
analiz, küresel çoğunluğun, ABD ve Avrupa ekonomilerini şu anda içinde
bulundukları post-endüstriyel durgunluğa iten aynı finansallaşmış, borç yükü
altındaki ekonomik kutuplaşmaya gitmek zorunda kalmasını önlemek için neden
yeni bir uluslararası ekonomik düzene ihtiyaç duyulduğunu açıklayacaktır.
Radhika
Desai: Kesinlikle. Bir anlamda, Michael, söylediklerinin bana
hatırlattığı hususlardan biri de şu: dünya, iki kampa bölünmüş durumda. Bir
tarafta eski emperyalist güçlerin kampı, diğer tarafta ise dünyadaki büyük
çoğunluğun oluşturduğu kamp.
Ancak
bu kamplar karşı karşıya gelmiş, birbirinin aynısı olan şeyler değil. Bilâkis,
her iki taraf da niteliksel açıdan farklı ekonomik kalkınma modellerini temsil
ediyor. Bu farklılığın kilit noktası da elbette dünyadaki büyük çoğunluğun
neoliberal, finansallaşmış kapitalizm modelini giderek daha fazla reddetmeye
başlamasıdır.
Bu
da tartışmamızın temel konularından biri.
Bence
jeopolitik ekonomi hakkında konuşurken biz, aslında dünyanın kapitalizmin ve
onunla birlikte gelen emperyalizmin başından beri oluşmuş olan, ulusların
meydana getirdiği hiyerarşiye göre yapılanmış olduğu gerçeğini anlamak için
gerekli, sağlam bir materyalist ve tarihsel yöntem olarak jeopolitik ekonomi
anlayışına işaret ediyoruz.
Yani
jeopolitik ekonomi, dünyanın nasıl bir hiyerarşi içinde yapılandırıldığı yanında,
bu hiyerarşinin her ülkenin iç sınıf ilişkilerine nasıl yansıdığı ile ilgili.
Bu programda yapacağımız şey, bakış açımızın diğer insanların bakış
açılarından, ana akıma ve bazı solculara ait bakış açılarından farklılaştığı
temel noktaları tam olarak ortaya koymaktır.
Bunu
yapmanın en iyi yolu da bakış açımızın farklılaştığı asli ayrım noktalarını
tefekkür etmektir. Biz de bu noktaların üzerinden tek tek geçmeyi düşündük.
İlk
ayrım noktası, bizim kimi ulusların önemsiz olduğunu, sadece sınıfların önem
arz ettiğini veya sınıfların önemli olmadığını, sadece ulusların önemli
olduğunu düşünmüyor olmamız. Hem ulusu hem de sınıfı tek bir perspektifte ele
alıyoruz. Sence de öyle değil mi, Michael?
Michael
Hudson: İnsanların düşünce tarzında büyük bir değişim oldu. Altmışlarda
liberallerle, solcularla ve Marksistlerle konuştuğumda, hepsi de milliyetçiliğe
karşı çıkıyorlardı.
İkinci
Dünya Savaşı’ndan yeni çıkmışlardı ve bu savaşın sunduğu dersin şu olduğunu düşünüyorlardı:
“Sizde milliyetçilik varsa rekabet de olacak, o zaman Almanya, Avrupa ülkeleri,
Birinci Dünya Savaşı’nda İngiltere gibi savaşa girersiniz. Dolayısıyla, çözüm, herkesin
mutlu bir aile olacağı uluslararası bir düzendedir.” Bu insanlar,
milliyetçilikten kurtulmanın husumetleri ortadan kaldıracağına inanıyorlardı.
Ama
kimse, şu gelişmeyi hiçbir şekilde beklemiyordu: ortada tek bir
enternasyonalizm vardı ve savaşa bu tek kutuplu enternasyonalizm yol açıyordu. Bugün
ABD, 800 askeri üssüyle dünyanın geri kalanına savaş açmış durumda ve birbiri
ardı sıra ülkelere müdahale ediyor.
1945'ten
bu yana ya da en azından 1950’den bu yana, belki de savaşmadığı birkaç yıl
dışında, ABD, neredeyse tüm zaman boyunca savaş yürütüyor. Yani gerçek şu ki,
günümüzün enternasyonalizmi ve küreselleşmesi, esasen bir savaş ekonomisidir.
ABD’nin
askeri harcamaları, diğer ülkeleri, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra
kendilerinden beklenen altyapıyı kurmak yerine, ekonomik artığın ve hükümet
gelirlerinin çoğunu askeri savunmaya yönlendirmeye mecbur etti.
Ayrıca
petrol, gıda, tekelleşmiş teknoloji, bilgisayar çipleri, ilâç ticaretine de çok
bağımlı hâle geldiler ki üstelik bu alanlar, Avrupa’nın açık askeri
sömürgeciliğinin yerine, muazzam miktarda askeri harcamayla desteklenen
finansal ve uluslararası yatırım sömürgeciliğini geçirmek için ekonomik bir silâh
olarak ABD tarafından kontrol ediliyor.
Yani
normal koşullarda dünyada olup bitenlerin ulusal çıkarların yansıması olduğunu
söyleyebiliriz. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra herkesin beklediği de buydu.
Dünyanın şeklini ekonomik çıkarların belirleyeceğini düşündüler.
Ancak
Amerikalı neokonların kendi çıkarlarına hizmet eden bir politika olarak hayal
ettikleri şey, ABD ekonomisinin sanayisizleşmesine yol açmıştır.
Çünkü
ABD’nin çıkarı, yaşam standartlarını düşürmek, ücret seviyelerini azaltmak,
ekonomiyi kutuplaştırmak ve Amerika’nın kendi çıkarını en zengin %10’luk kesime
mümkün olduğunca çok para aktarmak olarak tanımlamaktan ibarettir.
Yani
ABD’de belirleyici olan %99’luk emeğin çıkarı değil, finans sınıfının çıkarıdır.
Bu da Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne davet edilmesine yol açan uluslararası
politikayı tayin etmiş, esasen ucuz Çin emeğini ABD yaşam standartlarına karşı
bir mücadele olarak kullanmıştır.
Tüm
bunlar sınıfsal bir unsuru içeriyor.
Bill
Clinton, sürecin başında emek karşıtı hamlelerde bulundu, ayrıca uluslararası
çıkarlar arasında, sınıfsal çıkarı gizleyen bir bağ kurdu.
BRICS,
ileride şu soruyla yüzleşecek: Ulusal çıkarlarınız sınıfsal çıkarları
etkilediğine ne olacak?
Radhika
Desai: Michael, İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden döneme geri dönülmekte
olduğuna dair tespitinde gayet haklısın, çünkü bir anlamda İkinci Dünya Savaşı’nı
takip eden dönemde neler olduğunu görüyorsun, örneğin milliyetçiliğin özellikle
Batı söyleminde bu kadar küçümsenmesinin nedeni, esasen ABD’nin imparatorluk
kurmayla alakalı çıkarları doğrultusunda ulusları itibarsızlaştırmaya çalıştığı
bir momentin içinde olunmasıdır.
ABD,
ulus devletlerin bir nevi geri adım attığı tek bir dünya düzeni için herkesin
kendi kozmopolit vizyonuna iştirak etmesi gerektiğini söylemeye çalışıyor.
Artık ABD, ekonomilere müdahale etmiyor, bu da dünyadaki en güçlü ulus devlet
olarak ABD’nin kendi şirketlerinin başka ülkelerin getireceği kısıtlamalar olmaksızın,
kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmesine imkân sağlıyor.
Elbette
ABD, istediğini alamadı, ama gene de milliyetçiliğin söylemsel olarak
itibarsızlaştırılmasında büyük bir rol oynadı. Tabii ki yakın geçmişte iki
dünya savaşı yaşanmış olması da ABD’nin kendisini ortaya koymasına katkıda
bulundu.
İki
dünya savaşına sadece ulus devletler sebep olmadı. Aynı zamanda ulus devletler
tarafından da yapıldı, bu ulus devletler başka ulus devletlerle savaştı. Yani
her iki tarafta da ulus devletler vardı.
Ancak
gene de ABD, bir şekilde milliyetçiliği Nazizm ve benzeri akımlarla bir tutmaya
çalıştı.
Oysa
gerçekte, tarihin o anında ulusların ortadan kalkmasına izin vermeyecek başka
bir gerçek daha vardı. Bu da çeşitli Avrupalı güçler tarafından
sömürgeleştirilmiş olan ülkelerin sömürgelikten kurtulmasıydı.
Dolayısıyla,
bu sömürgelikten kurtuluş süreci, esasen milliyetçiliğe olumlu bir anlam kattı,
çünkü bu yeni bağımsız ülkeler, esasen sola meyilliydi ve sosyalist kalkınmanın
muhtelif biçimlerini uyguluyorlardı; bu kalkınma tarzlarında halkın büyük
çoğunluğunu temsil eden devlet, bağımsızlık için mücadele etmiş geniş halk
kitlelerini temsil ediyordu.
Bu
insanların çıkarlarını temsil eden devlet, tüm toplumun çıkarlarına hizmet
edecek bir kalkınma tarzı oluşturmaya çalıştı.
Dolayısıyla,
örneğin sadece Çin ya da Vietnam komünist olmadı, aynı zamanda Hindistan ya da
Meksika ya da Brezilya gibi ülkeler de birçok Afrika ülkesinin izlediği kalkınma
tarzlarına uygun hareket ettiler.
Bilinçli
bir şekilde, halkın büyük çoğunluğunun çıkarına olması gereken kalkınma
biçimlerini takip ediyorlardı. Bu anlamda, Kwame Nkrumah’ın “yeni sömürgecilik”
olarak adlandırdığı, emperyalizmin yeni bir biçimde devam etmesine hizmet eden
belirli bir kozmopolitizm türü ile ulusların ve milliyetçiliğin olumlu yorumu
yan yana duruyordu.
Michael
Hudson: ABD destekli enternasyonalizm türü, gerçekten de finans
kapitalizminden başka bir şey değil.
Milliyetçilik
ise sanayileşme eğilimindedir, çünkü bağımsızlığınızı inşa etmek istiyorsunuzdur.
Gıda konusunda kendi kendinize yeterli olmak istersiniz. Temel ihtiyaçlarda
kendi kendinize yeterli olmak istersiniz.
Temelde
kamu altyapısını, elektrik, doğal gaz, ulaşım gibi alanları, iletişimi, sağlık
hizmetlerini ve eğitimi sağlamak için hükümetlerin kontrolü ele almasına
ihtiyacınız vardır.
Teknoloji
yoluyla üretkenliğinizi arttırmak istersiniz ve bu, genellikle koruyucu
tarifeler, sermaye kontrolleri ve yeni sermaye yatırımlarına, araştırma ve
geliştirmeye sübvansiyonlar gerektirir. Bu da hükümetin temel ihtiyaçları
sağlayarak, üretim maliyetini ve yaşam maliyetini düşürmesini şart koşar.
Ayrıca
finans, gerçekte bir sınıf değildir. Bir şekilde finans, Marx’ın anladığı
anlamda bir sınıf değildir, çünkü o, üretim ve tüketim ekonomisinin dışındadır.
Bugün
herkes tasarruf peşindedir ve borçludur. Tüm emek finansallaşmıştır, tıpkı
sanayinin finansallaşması gibi. Altyapı, insanların on dokuzuncu yüzyılda
beklediği gibi, toplumsallaştırılmak yerine finansallaştırılmıştır.
Bu
anlamda finans, uluslararası ekonomi de dâhil olmak üzere, ekonominin dışında işlemektedir.
Marx’ın Kapital’in üçüncü cildinde açıkladığı gibi, finansın dinamikleri
ve borç yaratımı matematikseldir, reel üretim ve tüketim ekonomisinin
dinamiklerinin dışındadır.
Dolayısıyla,
bugün benzersiz olan ve İkinci Dünya Savaşı’nda öngörülmeyen şey, finansın ana
kaynak tahsis edicisi, ana merkezi planlayıcı olarak hükümetten uzaklaşarak
sanayi sermayesinin yerini alabilme ihtimalinin oluşmasıdır. Elbette tüm bu
hususlardaki ana sorun, finans kapitalizminin hükümetin rolünü en aza indirme
eğiliminde olmasıdır.
Finans
kapitalizm, hükümetin yerine geçme, ekonominin planlanması işini kendi eline
almanın derdindedir. New York Borsası gibi finans merkezleri yanında IMF, Dünya
Bankası, SWIFT sistemi, Uluslararası Ödemeler Bankası gibi kontrol araçları,
hatta bu finans sisteminden çekilmeye yönelik her türlü girişimi suç sayan
Uluslararası Ceza Mahkemesi, bu amaç doğrultusunda devreye sokulmaktadır.
Radhika
Desai: Doğru söylüyorsun. Senin de bildiğin gibi, uluslardan ve
sınıflardan, bunun yanında, yerelden ve uluslararası olandan bahsederken hep
Marx’ın kapitalizmin doğası gereği enternasyonalist, cihanşümul, kozmpolit, bir
anlamda küresel bir olgu olduğuna dair tespiti çıkartılıyor karşımıza.
Sosyalizm
tabii ki bu özellikleri taşımalı. Yani uluslar, mümkün olduğu ölçüde tümden
ezilmesi gereken gerici, geçmişe ait olgulardır.
Ama
gerçekte bu tespit doğru değil. Michael, devletin kalkınmada önemli bir rol
oynamasının gerekliliğinden bahsediyordun ya, Marx bunu çok iyi anlamıştı
aslında.
Bu
yüzden çok önemli bir söz var Marx’ın. Tahıl Ticareti Kanunu ile ilgili
tartışmalarında serbest ticaretten yana olduğu varsayılır, oysa Marx, bu
desteği belirli bir şarta bağlıyordu, zira Marx şu şekilde düşünüyordu: eğer
serbest ticaret, kapitalizmin gelişimini hızlandırıyorsa, o vakit belki de
serbest ticarete sahip olmalıyız.
Ancak
serbest ticareti desteklediği aynı yazı dizisinde başka hususlara da dikkat
çekmiştir. Kendisinden şu alıntıyı yapalım:
“Serbest ticaret yanlıları,
bir ulusun diğerinin zararına nasıl zenginleşebileceğini anlamamalarına şaşırmamak
gerek. Zira aynı beyefendiler, bir sınıfın diğerinin zararına nasıl
zenginleşebileceğini de anlamayı reddediyorlar.”
Yani
burada Marx, çok açık bir şekilde sınıfı ve ulusu aynı çerçeveye yerleştiriyor.
Bir sınıf başka sınıfları, uluslar da başka ulusları sömürüyor. Dolayısıyla, bu
alıntı, Marx’ın emperyalizme ait yapıların çok net farkında olduğunu ortaya
koyuyor.
Aynı
şekilde, birçok kez konuştuğumuz gibi, Marx da kalkınma konusunda devletlerin
önemli bir rol oynaması gerektiğinin gayet farkındaydı. Devletler, henüz gelişmemiş
sanayilerini karşı duramadıkları rekabet karşısında korumak için gümrük
tarifeleri uygulamalıdırlar.
Üretken
işletmelerini büyütebilmek için kredi koşullarını ve mali koşullarını oluşturmayı
bilmelidirler. Yani kapitalizmin gelişmesi için gerekli olan koşullar, devlet
müdahalesini öylesine gerektirmektedir ki, serbest piyasa kapitalizmi vb. diye
bir şey olduğuna dair her türlü düşünce sabun köpüğü uçup gitmektedir.
Jeopolitik
ekonominin işaret ettiği bir diğer husus da kapitalist ülkelerde bile
devletlerin her zaman merkezi bir rol oynaması gerektiğidir, çünkü kapitalizm, doğası
gereği çelişkilerle yüklüdür ve devlet, büyük bir dengeleyici rol oynamadan, bu
ülkelerde kapitalizmi uzun süre devam ettiremezsiniz.
İşte
bu yüzden, kapitalizmin gelişmesiyle birlikte sadece sınıflar gelişmekle
kalmadı, aynı zamanda dünya, modern ulus devlet sistemi uyarınca bölündü.
Dolayısıyla,
ortada sınıfsal sömürü gibi ulusal sömürü de vardır, çünkü esasen kapitalizmi
ilk başta emperyalistler geliştirdi, çünkü ülkelerdeki birbirinden farklı kapitalizm
biçimleri de çelişkilerle yüklüdür.
Emperyalistler,
diğer bölgeleri kendilerine tabi kılmaya çalışırlar ve bu tabi kılma çabası,
onlara, ister fazla meta ve sermaye için bir çıkış noktası bulmak isterse
kapitalizm alanı genişledikçe daha fazla ihtiyaç duyduğu ucuz işgücü ve ucuz
hammadde elde etmek suretiyle kendi kapitalizm biçiminde varolan çelişkilerle başa
çıkmalarına katkıda bulunur.
Son
olarak, bu yaklaşım, bize kapitalizmin emperyalizmi teşvik ettiğini, ulusu odağa
yerleştiren kalkınmanın birçok ülkede kalkınmanın her biçiminin ana önkoşulu
hâline geldiğini söyler. Yirminci yüzyılın başlarında, kapitalizmin tarihinin
önemli bir kesitinde, sanayi kapitalizminin gelişmesinin üzerinden yaklaşık yüz
elli yıl geçtikten sonra kapitalizme yönelik ilk sosyalist itirazın neden Rus
Devrimi biçiminde ortaya konduğunu tam da bu yaklaşım üzerinden anlayabiliriz.
Bu
anlamda, bu ülkeler, “esasen kapitalist ve emperyalist ülkelere boyun
eğmeyeceğiz” diyen ülkelerdir. Bizim kapitalizmi geliştirme ihtimalimiz yok.
Dolayısıyla biz, zaten sosyalist bir yolda gelişeceğiz.
29 Ağustos 2023
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder