12 Aralık 2023

,

Emperyalizm ve BRICS


Emperyalizm:

Uluslar ve Sınıflar Arası Mücadele 

Dünyamızı Nasıl Meydana Getirdi?


Radhika Desai: Merhaba. İki haftada bir yaptığımız, içinde bulunduğumuz dönemin politik ve jeopolitik ekonomisini tartıştığımız Jeopolitik Ekonomi Saati programının on altıncı bölümüne hoş geldiniz. Ben Radhika Desai.

Michael Hudson: Ben Michael Hudson.

Radhika Desai: Bu programı, 24 Ağustos günü, Batı basınının BRICS’in geçerliliğini yitirdiğine, sahteliğine, dağınıklığına, otoriterliğine vs. dair, sinsice dillendirdiği yığınla öngörüyü çöpe atan tarihi BRICS zirvesine şahitlik ettiğimiz bir dönemde kaydettik.

Bugün BRICS’i teşkil eden beş büyük ülke, sahip oldukları nispi yoksulluk düzeylerine karşın, satın alma gücü paritesi üzerinden ölçüldüğünde dünya ekonomisinin en büyük kısmını meydana getiriyor.

Bu ülkeler, gene de bir araya gelmeyi ve inanılmaz şeyler yapmayı bildiler. Bugün Batı medyası, BRICS birlikteliğini büyütmeye istekli olduklarını beyan eden Çin ve Rusya ile bu isteğe olumlu yaklaştığı söylenen Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika arasına kama sokmaya çalışıyor.

Çin’in gündemine BRICS’e yeni üyeler alma isteğini dile getirmesi ardından kopan velveleye ve birlikteliğin dağılacağına dair öngörülere rağmen BRICS’in Johannesburg’da gerçekleştirdiği zirve, altı yeni üyenin birlikteliğe dâhil edilmesiyle sona erdi.

Bu ülkeler, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, İran, Etiyopya, Mısır ve Arjantin. Birliktelikteki Batı Asyalı ve Kuzey Afrikalı üye sayısının yüksek olduğu koşullarda, ABD’nin genel manada Ortadoğu’daki nüfuzuna bu katılımların etkisini artık merak etmeye başlayabiliriz.

BRICS ülkeleri, bu yeni üyeleri kabul etmekle kalmadı, ayrıca, çok sayıda yeni üyenin dâhil edilmesiyle ilgili kuralları ve usulleri belirlemeyi kararlaştırdı. Zira hepimizin de bildiği üzere, onlarca başka ülke, BRICS’le ilgilendiklerini açıktan ifade etti.

Küresel Güney’in ve Rusya’nın çağrısıyla birlikte BRICS, dünyadaki ülkelerin büyük bir çoğunluğunun ana kurumsal temeli hâline pekâlâ gelebilir. Bu ülkeler başka şeyler de yaptılar.

Batı basını ise bu ülkeleri, BRICS ülkelerini demokrasileri şüpheli olan, otokrat bir avuç ülke olarak lanse etme çabasında.

Oysa gerçekte, onca propagandaya rağmen, BRICS zirvesinde bu ülkelerin kalkınmayı, halk merkezli kalkınmayı temel alan başka türde bir dünya düzeni anlayışı sunduklarını görüyoruz.

Üstelik bu anlayış, Batı’nın insan hakları ve demokrasi kisvesi altında onlarca yıldır dünyanın büyük bir kısmına sefaletten ve sömürüden başka bir şey vaat etmemiş olan dünya düzeni anlayışıyla çatışma içerisinde.

Michael Hudson: Aslında bu, ileride yaşanacaklar için gerekli zemini hazırlamak amacıyla düzenlenmiş ön hazırlık toplantısıydı. Kanaatimce BRICS üyeleri, bu aşamada sadece kendi aralarında gerekli düzenlemeleri yapabilir.

Daha önce de tartıştığımız üzere, yapılacak en kolay şeyse ülkelerin kendi para birimleriyle ticaret yapmaları ve yeni bir tür banka oluşturarak veya yeni bir tür kredi finansmanı aracı geliştirerek para birimi swapını düzenlemeleri.

Gelgelelim, asıl sorun, BRICS’in Batı ile ilişkilerinde açığa çıkacak. Bu noktada kimi sorular gündeme gelecek: BRICS ülkeleri, yeni sömürgeciliğin yarattığı tüm dolar borcu yükünün yanı sıra, petrol, madencilik hakları ve kamu hizmetleri alanında yabancıların mülki haklarından kurtulurken ele aldığımız yeni uluslararası düzeni nasıl kuracaklar?

BRICS ülkeleri, çevre kirliliğinin maliyetini yabancıların elindeki petrol ve maden şirketlerinin sırtına nasıl yükleyecekler? Mevcut uluslararası hukuk şirketlere, çokuluslu firmalara yeni vergiler getirdikleri veya yeni düzenlemeler dayattıkları için hükümetlere dava açma hakkı tanıyor.

Bu da demek oluyor ki çevre kirliliğinden kurtulma çabalarının yol açacağı maliyetleri hükümetler karşılayacak, dışsal eksi ekonomiler denilen, vergi, düzenlemeler veya kaynak kısıtlaması gibi işletme faaliyetlerinin icrasını güçleştiren ya da maliyetli kılan, sanayiyi etkileyen her türden etkinin yükünü onlar omuzlayacak. Esasında hükümetlerin elleri kolları, sömürge dönemine kıyasla bugün daha fazla bağlı.

Mevcut yapıya alternatif oluşturma çabası içinde olan ülkelerde, ABD destekli düzen ve rejim değişikliğine karşı bu ülkeler kendilerini nasıl koruyacaklar? Tüm bu soruların cevapları için ileride düzenlenecek BRICS toplantılarını beklemek gerekiyor.

Üstelik bugün bu sorular üzerine kafa yorma imkânı bile bulamıyoruz. Sürecin ilk aşamalarında ortaya koyduğumuz fikirleri ele almakla yetinmek zorunda kalıyoruz.

Radhika Desai: Kesinlikle öyle, Michael. Bahsini ettiğin ve BRICS’in gündeminde de yer alan sorunlar, çok çok büyük sorunlar. Dolayısıyla, şu an elimizden BRICS’in bir başlangıç yapacağı anı beklemekten başka bir şey gelmiyor ki bu başlangıç da zaten yapılmış durumda.

Senin de dediğin gibi, burada mesele, uluslararası para sistemi ve mali düzenlemeler. Bugün de Batı basınında BRICS ülkelerinin doların konumunu zayıflatacak tek bir adım bile atamayacağına, bu adımın çok zor olduğuna dair yazılar çıkıyor.

Fakat senin de bildiğin gibi, dolardan kopuş süreci işlemekle kalmıyor, ayrıca BRICS ülkeleri bu adımın atılmasının gerekli olduğunun gayet net bilincinde.

Bu son toplantı da BRICS ülkeleri arasında, dolar sisteminin pençesinden kurtulmak için gerçekçi kimi adımlar atılması konusunda varılan anlaşmayla sona erdi. Dolar sisteminin kendi çıkarları hilafına olduğunu gören bu ülkeler, başka adımlar atma çabası içerisinde.

Buna ek olarak, BRICS ülkeleri, ayrıca Ukrayna için, müzakere ihtiyacına bir kez daha vurgu yapan bir barış planı ortaya koydular. Bu plan, Batı’nın kendisinin ve şirketlerinin kısa vadeli çıkarları için ateşe benzin döken üslubuyla tam bir çatışma içerisinde.

Bu anlamda BRICS zirvesi bir alternatif sunuyor. Bu alternatifse kurumsal düzenlemelerle ve teknik konularla ilgili değil sadece, burada alternatif bir dünya düzeni vizyonu takdim ediliyor.

Bir yanda Batı’nın dayattığı emperyalizm ve ekonomik tabiiyet var. Diğer taraftaysa işbirliğine, barışa ve hepsinden önemlisi, kalkınmaya dayanan bir dünya düzeni var.

Tüm bunları izlerken, Michael ve ben, bakış açımızın dayandığı jeopolitik ekonominin temellerini derinlemesine tefekkür etmek gerektiğini düşündük ki bu, aslında ana akım medyada ve hatta solun birçok kesiminde sunulandan çok farklı bir çaba. Ayrıca, söz konusu çaba, aynı zamanda hâkim yaklaşımların yarattığı duman ve imal ettiği aynaların ardını görmemize de imkân sağlayacak.

Dolayısıyla, “jeopolitik ekonomi” terimi, gördüğümüz kadarıyla, politik ekonomiyi, yani bir toplumun, ekonominin ve yönetimin iç yapılarına ilişkin bir anlayışı ve bu iç yapıların her ülkenin bir uluslararası ilişkiler örüntüsü içinde diğer toplumlarla nasıl ilişki kurduğunu belirleme biçimini kapsar, çünkü bir ülkenin dışarıdaki ülkelerle nasıl ilişki kuracağını belirleyen şey, içerideki hâlidir.

Bu nedenle, örneğin ABD, İngiltere ya da Fransa gibi emperyalist güçlerin dış politikaları ile Çin ya da hatta Hindistan ya da Brezilya gibi tam olarak sosyalist olmayan, ama gene de aynı emperyal geçmişe sahip olmayan bazı güçlerin dış politikalarını birbirinden ayırmak önemlidir.

Dolayısıyla, gözümüzün önünde, esasen ülke içi ilişkilerden kaynaklanan uluslararası ilişkiler cereyan ediyor. Bu nedenle, “jeopolitik ekonomi” terimi, sadece uluslararası olanla değil, aynı zamanda yerel olanla, sadece uluslarla ilgili değil, aynı zamanda sınıflarla da ilgilidir.

Michael Hudson: Radhika ile bu hususları tartışıyor olmamızın sebebi, bugün tüm ekonomilerin benzer finansal sorunlarla karşı karşıya olması, özellikle de banka kredisi ile konut borcu, yereldeki finansman sorunları ile kamu finansmanı sorunları arasındaki bağlantıdır, zira devletler ve kentler, ulusal hükümet gibi kendi paralarını basamazlar, kendilerine krediler yaratamazlar.

Dolayısıyla, bu iç sorunlar, uluslararası ekonomi ile etkileşim hâlindedir. Bugün odaklanmak istediğimiz konu da bu. Şu anda bu, Uluslararası Para Fonu ve ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından belirlenen kurallara tabi olan ABD merkezli dolara tabi neoliberal ekonomi ile etkileşim içinde olmak anlamına geliyor.

Biz de bu yerel sorunların küresel ekonominin yapılanma biçimiyle nasıl etkileşim içinde olduğuna odaklanacağız.

Bu analiz, küresel çoğunluğun, ABD ve Avrupa ekonomilerini şu anda içinde bulundukları post-endüstriyel durgunluğa iten aynı finansallaşmış, borç yükü altındaki ekonomik kutuplaşmaya gitmek zorunda kalmasını önlemek için neden yeni bir uluslararası ekonomik düzene ihtiyaç duyulduğunu açıklayacaktır.

Radhika Desai: Kesinlikle. Bir anlamda, Michael, söylediklerinin bana hatırlattığı hususlardan biri de şu: dünya, iki kampa bölünmüş durumda. Bir tarafta eski emperyalist güçlerin kampı, diğer tarafta ise dünyadaki büyük çoğunluğun oluşturduğu kamp.

Ancak bu kamplar karşı karşıya gelmiş, birbirinin aynısı olan şeyler değil. Bilâkis, her iki taraf da niteliksel açıdan farklı ekonomik kalkınma modellerini temsil ediyor. Bu farklılığın kilit noktası da elbette dünyadaki büyük çoğunluğun neoliberal, finansallaşmış kapitalizm modelini giderek daha fazla reddetmeye başlamasıdır.

Bu da tartışmamızın temel konularından biri.

Bence jeopolitik ekonomi hakkında konuşurken biz, aslında dünyanın kapitalizmin ve onunla birlikte gelen emperyalizmin başından beri oluşmuş olan, ulusların meydana getirdiği hiyerarşiye göre yapılanmış olduğu gerçeğini anlamak için gerekli, sağlam bir materyalist ve tarihsel yöntem olarak jeopolitik ekonomi anlayışına işaret ediyoruz.

Yani jeopolitik ekonomi, dünyanın nasıl bir hiyerarşi içinde yapılandırıldığı yanında, bu hiyerarşinin her ülkenin iç sınıf ilişkilerine nasıl yansıdığı ile ilgili. Bu programda yapacağımız şey, bakış açımızın diğer insanların bakış açılarından, ana akıma ve bazı solculara ait bakış açılarından farklılaştığı temel noktaları tam olarak ortaya koymaktır.

Bunu yapmanın en iyi yolu da bakış açımızın farklılaştığı asli ayrım noktalarını tefekkür etmektir. Biz de bu noktaların üzerinden tek tek geçmeyi düşündük.

İlk ayrım noktası, bizim kimi ulusların önemsiz olduğunu, sadece sınıfların önem arz ettiğini veya sınıfların önemli olmadığını, sadece ulusların önemli olduğunu düşünmüyor olmamız. Hem ulusu hem de sınıfı tek bir perspektifte ele alıyoruz. Sence de öyle değil mi, Michael?

Michael Hudson: İnsanların düşünce tarzında büyük bir değişim oldu. Altmışlarda liberallerle, solcularla ve Marksistlerle konuştuğumda, hepsi de milliyetçiliğe karşı çıkıyorlardı.

İkinci Dünya Savaşı’ndan yeni çıkmışlardı ve bu savaşın sunduğu dersin şu olduğunu düşünüyorlardı: “Sizde milliyetçilik varsa rekabet de olacak, o zaman Almanya, Avrupa ülkeleri, Birinci Dünya Savaşı’nda İngiltere gibi savaşa girersiniz. Dolayısıyla, çözüm, herkesin mutlu bir aile olacağı uluslararası bir düzendedir.” Bu insanlar, milliyetçilikten kurtulmanın husumetleri ortadan kaldıracağına inanıyorlardı.


Ama kimse, şu gelişmeyi hiçbir şekilde beklemiyordu: ortada tek bir enternasyonalizm vardı ve savaşa bu tek kutuplu enternasyonalizm yol açıyordu. Bugün ABD, 800 askeri üssüyle dünyanın geri kalanına savaş açmış durumda ve birbiri ardı sıra ülkelere müdahale ediyor.

1945'ten bu yana ya da en azından 1950’den bu yana, belki de savaşmadığı birkaç yıl dışında, ABD, neredeyse tüm zaman boyunca savaş yürütüyor. Yani gerçek şu ki, günümüzün enternasyonalizmi ve küreselleşmesi, esasen bir savaş ekonomisidir.

ABD’nin askeri harcamaları, diğer ülkeleri, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kendilerinden beklenen altyapıyı kurmak yerine, ekonomik artığın ve hükümet gelirlerinin çoğunu askeri savunmaya yönlendirmeye mecbur etti.

Ayrıca petrol, gıda, tekelleşmiş teknoloji, bilgisayar çipleri, ilâç ticaretine de çok bağımlı hâle geldiler ki üstelik bu alanlar, Avrupa’nın açık askeri sömürgeciliğinin yerine, muazzam miktarda askeri harcamayla desteklenen finansal ve uluslararası yatırım sömürgeciliğini geçirmek için ekonomik bir silâh olarak ABD tarafından kontrol ediliyor.

Yani normal koşullarda dünyada olup bitenlerin ulusal çıkarların yansıması olduğunu söyleyebiliriz. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra herkesin beklediği de buydu. Dünyanın şeklini ekonomik çıkarların belirleyeceğini düşündüler.

Ancak Amerikalı neokonların kendi çıkarlarına hizmet eden bir politika olarak hayal ettikleri şey, ABD ekonomisinin sanayisizleşmesine yol açmıştır.

Çünkü ABD’nin çıkarı, yaşam standartlarını düşürmek, ücret seviyelerini azaltmak, ekonomiyi kutuplaştırmak ve Amerika’nın kendi çıkarını en zengin %10’luk kesime mümkün olduğunca çok para aktarmak olarak tanımlamaktan ibarettir.

Yani ABD’de belirleyici olan %99’luk emeğin çıkarı değil, finans sınıfının çıkarıdır. Bu da Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne davet edilmesine yol açan uluslararası politikayı tayin etmiş, esasen ucuz Çin emeğini ABD yaşam standartlarına karşı bir mücadele olarak kullanmıştır.

Tüm bunlar sınıfsal bir unsuru içeriyor.

Bill Clinton, sürecin başında emek karşıtı hamlelerde bulundu, ayrıca uluslararası çıkarlar arasında, sınıfsal çıkarı gizleyen bir bağ kurdu.

BRICS, ileride şu soruyla yüzleşecek: Ulusal çıkarlarınız sınıfsal çıkarları etkilediğine ne olacak?

Radhika Desai: Michael, İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden döneme geri dönülmekte olduğuna dair tespitinde gayet haklısın, çünkü bir anlamda İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden dönemde neler olduğunu görüyorsun, örneğin milliyetçiliğin özellikle Batı söyleminde bu kadar küçümsenmesinin nedeni, esasen ABD’nin imparatorluk kurmayla alakalı çıkarları doğrultusunda ulusları itibarsızlaştırmaya çalıştığı bir momentin içinde olunmasıdır.

ABD, ulus devletlerin bir nevi geri adım attığı tek bir dünya düzeni için herkesin kendi kozmopolit vizyonuna iştirak etmesi gerektiğini söylemeye çalışıyor. Artık ABD, ekonomilere müdahale etmiyor, bu da dünyadaki en güçlü ulus devlet olarak ABD’nin kendi şirketlerinin başka ülkelerin getireceği kısıtlamalar olmaksızın, kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmesine imkân sağlıyor.

Elbette ABD, istediğini alamadı, ama gene de milliyetçiliğin söylemsel olarak itibarsızlaştırılmasında büyük bir rol oynadı. Tabii ki yakın geçmişte iki dünya savaşı yaşanmış olması da ABD’nin kendisini ortaya koymasına katkıda bulundu.

İki dünya savaşına sadece ulus devletler sebep olmadı. Aynı zamanda ulus devletler tarafından da yapıldı, bu ulus devletler başka ulus devletlerle savaştı. Yani her iki tarafta da ulus devletler vardı.

Ancak gene de ABD, bir şekilde milliyetçiliği Nazizm ve benzeri akımlarla bir tutmaya çalıştı.

Oysa gerçekte, tarihin o anında ulusların ortadan kalkmasına izin vermeyecek başka bir gerçek daha vardı. Bu da çeşitli Avrupalı güçler tarafından sömürgeleştirilmiş olan ülkelerin sömürgelikten kurtulmasıydı.

Dolayısıyla, bu sömürgelikten kurtuluş süreci, esasen milliyetçiliğe olumlu bir anlam kattı, çünkü bu yeni bağımsız ülkeler, esasen sola meyilliydi ve sosyalist kalkınmanın muhtelif biçimlerini uyguluyorlardı; bu kalkınma tarzlarında halkın büyük çoğunluğunu temsil eden devlet, bağımsızlık için mücadele etmiş geniş halk kitlelerini temsil ediyordu.

Bu insanların çıkarlarını temsil eden devlet, tüm toplumun çıkarlarına hizmet edecek bir kalkınma tarzı oluşturmaya çalıştı.

Dolayısıyla, örneğin sadece Çin ya da Vietnam komünist olmadı, aynı zamanda Hindistan ya da Meksika ya da Brezilya gibi ülkeler de birçok Afrika ülkesinin izlediği kalkınma tarzlarına uygun hareket ettiler.

Bilinçli bir şekilde, halkın büyük çoğunluğunun çıkarına olması gereken kalkınma biçimlerini takip ediyorlardı. Bu anlamda, Kwame Nkrumah’ın “yeni sömürgecilik” olarak adlandırdığı, emperyalizmin yeni bir biçimde devam etmesine hizmet eden belirli bir kozmopolitizm türü ile ulusların ve milliyetçiliğin olumlu yorumu yan yana duruyordu.

Michael Hudson: ABD destekli enternasyonalizm türü, gerçekten de finans kapitalizminden başka bir şey değil.

Milliyetçilik ise sanayileşme eğilimindedir, çünkü bağımsızlığınızı inşa etmek istiyorsunuzdur. Gıda konusunda kendi kendinize yeterli olmak istersiniz. Temel ihtiyaçlarda kendi kendinize yeterli olmak istersiniz.

Temelde kamu altyapısını, elektrik, doğal gaz, ulaşım gibi alanları, iletişimi, sağlık hizmetlerini ve eğitimi sağlamak için hükümetlerin kontrolü ele almasına ihtiyacınız vardır.

Teknoloji yoluyla üretkenliğinizi arttırmak istersiniz ve bu, genellikle koruyucu tarifeler, sermaye kontrolleri ve yeni sermaye yatırımlarına, araştırma ve geliştirmeye sübvansiyonlar gerektirir. Bu da hükümetin temel ihtiyaçları sağlayarak, üretim maliyetini ve yaşam maliyetini düşürmesini şart koşar.

Ayrıca finans, gerçekte bir sınıf değildir. Bir şekilde finans, Marx’ın anladığı anlamda bir sınıf değildir, çünkü o, üretim ve tüketim ekonomisinin dışındadır.

Bugün herkes tasarruf peşindedir ve borçludur. Tüm emek finansallaşmıştır, tıpkı sanayinin finansallaşması gibi. Altyapı, insanların on dokuzuncu yüzyılda beklediği gibi, toplumsallaştırılmak yerine finansallaştırılmıştır.

Bu anlamda finans, uluslararası ekonomi de dâhil olmak üzere, ekonominin dışında işlemektedir. Marx’ın Kapital’in üçüncü cildinde açıkladığı gibi, finansın dinamikleri ve borç yaratımı matematikseldir, reel üretim ve tüketim ekonomisinin dinamiklerinin dışındadır.

Dolayısıyla, bugün benzersiz olan ve İkinci Dünya Savaşı’nda öngörülmeyen şey, finansın ana kaynak tahsis edicisi, ana merkezi planlayıcı olarak hükümetten uzaklaşarak sanayi sermayesinin yerini alabilme ihtimalinin oluşmasıdır. Elbette tüm bu hususlardaki ana sorun, finans kapitalizminin hükümetin rolünü en aza indirme eğiliminde olmasıdır.

Finans kapitalizm, hükümetin yerine geçme, ekonominin planlanması işini kendi eline almanın derdindedir. New York Borsası gibi finans merkezleri yanında IMF, Dünya Bankası, SWIFT sistemi, Uluslararası Ödemeler Bankası gibi kontrol araçları, hatta bu finans sisteminden çekilmeye yönelik her türlü girişimi suç sayan Uluslararası Ceza Mahkemesi, bu amaç doğrultusunda devreye sokulmaktadır.

Radhika Desai: Doğru söylüyorsun. Senin de bildiğin gibi, uluslardan ve sınıflardan, bunun yanında, yerelden ve uluslararası olandan bahsederken hep Marx’ın kapitalizmin doğası gereği enternasyonalist, cihanşümul, kozmpolit, bir anlamda küresel bir olgu olduğuna dair tespiti çıkartılıyor karşımıza.

Sosyalizm tabii ki bu özellikleri taşımalı. Yani uluslar, mümkün olduğu ölçüde tümden ezilmesi gereken gerici, geçmişe ait olgulardır.

Ama gerçekte bu tespit doğru değil. Michael, devletin kalkınmada önemli bir rol oynamasının gerekliliğinden bahsediyordun ya, Marx bunu çok iyi anlamıştı aslında.

Bu yüzden çok önemli bir söz var Marx’ın. Tahıl Ticareti Kanunu ile ilgili tartışmalarında serbest ticaretten yana olduğu varsayılır, oysa Marx, bu desteği belirli bir şarta bağlıyordu, zira Marx şu şekilde düşünüyordu: eğer serbest ticaret, kapitalizmin gelişimini hızlandırıyorsa, o vakit belki de serbest ticarete sahip olmalıyız.

Ancak serbest ticareti desteklediği aynı yazı dizisinde başka hususlara da dikkat çekmiştir. Kendisinden şu alıntıyı yapalım:

“Serbest ticaret yanlıları, bir ulusun diğerinin zararına nasıl zenginleşebileceğini anlamamalarına şaşırmamak gerek. Zira aynı beyefendiler, bir sınıfın diğerinin zararına nasıl zenginleşebileceğini de anlamayı reddediyorlar.”

Yani burada Marx, çok açık bir şekilde sınıfı ve ulusu aynı çerçeveye yerleştiriyor. Bir sınıf başka sınıfları, uluslar da başka ulusları sömürüyor. Dolayısıyla, bu alıntı, Marx’ın emperyalizme ait yapıların çok net farkında olduğunu ortaya koyuyor.

Aynı şekilde, birçok kez konuştuğumuz gibi, Marx da kalkınma konusunda devletlerin önemli bir rol oynaması gerektiğinin gayet farkındaydı. Devletler, henüz gelişmemiş sanayilerini karşı duramadıkları rekabet karşısında korumak için gümrük tarifeleri uygulamalıdırlar.

Üretken işletmelerini büyütebilmek için kredi koşullarını ve mali koşullarını oluşturmayı bilmelidirler. Yani kapitalizmin gelişmesi için gerekli olan koşullar, devlet müdahalesini öylesine gerektirmektedir ki, serbest piyasa kapitalizmi vb. diye bir şey olduğuna dair her türlü düşünce sabun köpüğü uçup gitmektedir.

Jeopolitik ekonominin işaret ettiği bir diğer husus da kapitalist ülkelerde bile devletlerin her zaman merkezi bir rol oynaması gerektiğidir, çünkü kapitalizm, doğası gereği çelişkilerle yüklüdür ve devlet, büyük bir dengeleyici rol oynamadan, bu ülkelerde kapitalizmi uzun süre devam ettiremezsiniz.

İşte bu yüzden, kapitalizmin gelişmesiyle birlikte sadece sınıflar gelişmekle kalmadı, aynı zamanda dünya, modern ulus devlet sistemi uyarınca bölündü.

Dolayısıyla, ortada sınıfsal sömürü gibi ulusal sömürü de vardır, çünkü esasen kapitalizmi ilk başta emperyalistler geliştirdi, çünkü ülkelerdeki birbirinden farklı kapitalizm biçimleri de çelişkilerle yüklüdür.

Emperyalistler, diğer bölgeleri kendilerine tabi kılmaya çalışırlar ve bu tabi kılma çabası, onlara, ister fazla meta ve sermaye için bir çıkış noktası bulmak isterse kapitalizm alanı genişledikçe daha fazla ihtiyaç duyduğu ucuz işgücü ve ucuz hammadde elde etmek suretiyle kendi kapitalizm biçiminde varolan çelişkilerle başa çıkmalarına katkıda bulunur.

Son olarak, bu yaklaşım, bize kapitalizmin emperyalizmi teşvik ettiğini, ulusu odağa yerleştiren kalkınmanın birçok ülkede kalkınmanın her biçiminin ana önkoşulu hâline geldiğini söyler. Yirminci yüzyılın başlarında, kapitalizmin tarihinin önemli bir kesitinde, sanayi kapitalizminin gelişmesinin üzerinden yaklaşık yüz elli yıl geçtikten sonra kapitalizme yönelik ilk sosyalist itirazın neden Rus Devrimi biçiminde ortaya konduğunu tam da bu yaklaşım üzerinden anlayabiliriz.

Bu anlamda, bu ülkeler, “esasen kapitalist ve emperyalist ülkelere boyun eğmeyeceğiz” diyen ülkelerdir. Bizim kapitalizmi geliştirme ihtimalimiz yok. Dolayısıyla biz, zaten sosyalist bir yolda gelişeceğiz.

29 Ağustos 2023
Kaynak

0 Yorum: