22 Aralık 2016

,

Yerli ve Milli Troçkizm


Bugün son suikast üzerinden devreye sokulan dil, CIA kaynaklı “terörle mücadele” metinlerindeki dili anımsatıyor. Devlet, bireyin mutlak huzurunun, dengesinin ve hatta varlığının ancak kendisi ile mümkün olduğuna herkesi inandırıyor.

“İslamcı”yı şeytanlaştırıp taşlayanlar, bu yolun taşlarını döşüyorlar. Herkes, bir biçimde güvenlik devletine dair akıldânelik etmeyi solculuk zannediyor. “Bu AKP olmasaydı, devletimiz ne güzeldi” demelerine çok az kaldı.

Rize’de heykel taşıma işlemine bile laf ediliyor. Seçim sürecinin “tatava yapma bas geç”çileri, birer birer, ama asla öbek öbek değil, Taksim üzerinden Yenikapı’ya bağlanıyorlar. “O heykeli kızıl bayraklarımızla biz koruyacağız” demelerine çok az kaldı.

Tatava yapmıyorlar, o çizgiye yakınlaşıyorlar. “İnsan”, “birey” kategorileri üzerinden mutlak huzura dair laflar sıralıyorlar. Dolayısıyla, bireysel psikolojiyi analiz ediyorlar. Her türden kutsala sahip olmanın canilikle sonuçlanacağını söylüyorlar.[1] Böylelikle egemenlere “ben vahşi ve cani olmayacağım” diye yemin ediyorlar. Başlarının okşanmasına çok az kaldı.

Söz konusu yakınlaşma sonucu, muhtemelen Red dergisi, Yılmaz Özdil’in de yazılarını yazdığı aynı CHP kahvesinde çıkartılıyor. Özdil’in dilinin bu ülkede bir karşılığı olduğu düşünülüyor. Muarızını aşağılayan, kişilik olarak ezmeye çalışan, o kibirli dille Amerikalı yeni-ateistlerin dili pek bir benzeşiyor. Faşizm edebiyatı, teknokratik, elitist siyaset için gerekli zemin olarak yapılıyor. Eski halkçılar bile halka küfretme yarışı içerisine giriyorlar. Bugün “İslamcı”yı taşlayanlar, eskinin troçkist edebiyatını güncellemekten başka bir şey yapmıyorlar.

Yerli ve milli troçkizmin ilk örneği olan bu Red dergisi, dağınık troçkizmi toparlamaya çalışırken, en pespaye gazeteciliği siyasi programı hâline getiriyor. Lapin gibi, medyada dönen tezvirata, yalan haberlere hemen atlıyorlar. Onlara derhal iman ediyorlar. Troçkizm, akademi ile gazete bürosu arasında salınan atası gibi, kalemini silâh yaptığını sananların sığınağı oluyor. O, kemalizmin güya anti-tezi olarak, onun boşluklarını dolduruyor.

Troçkizm, yerli ve milli olma niyetinde ise tehlikeli bir momente girilmiş demektir. Onda yerli ve milli şerbetine daldırılmış enternasyonalizm, ancak Amerikan liberalizminin reklâm edilmesinden başka bir şey değildir. Bu reklâm metinleri, bireyleri her daim kendilerini aşan güçler karşısında güçsüz ve çaresiz kılma üzerine kuruludur. Zaten troçkizm, ancak ve sadece Amerika’da yerli ve milli olabilir. Tarihsel bir örnek olarak; birçok sol kesim, ABD’de yetmişlerde Vietnam’la yapılan barışa destek verirken, bu barışa bir tek troçkistler karşı çıkmışlardır. Onlar sayesinde diktatör, cani, zalim, yamyam, gaddar, insanlık düşmanı Stalin ve türevlerinden kurtulduğumuz asla unutulmamalıdır. Troçkizm, yerli ve milli olmaya soyunmuşsa, sermaye ve tekeller yerli ve milli olmak istiyorlardır.

Sultan Galiyev’i Stalin’i zerre anmadan, sırf Troçki için güzel bir cümle etti diye yazılar yazanların bu yerli ve milli olma gayreti, Suriye’de yoksul asker için ağıt yakmakla sonuçlanıyor. Böyle kitle sahibi olunacak zannediliyor.[2]

Dolayısıyla, esasen Çipras’ın Şeyh Bedreddin’i anması, bir zamanlar AKP’lilerin Şeyh Said’i anmaları gibidir. Rüzgâr tersten estiğinde, Batı Trakya’yı Atina’ya bağlamak için o sözler de terk edilecektir.[3]

“Türkiye’nin Syriza’sı kim?” sorusuna bir vakitler “benim!” deyip zıplayanların o partinin ve ülkesinin başına gelenlere dair tek bir laf etmemeleri de ayrı bir tuhaflıktır. “Madem sensin, bugün emekçi Yunan halkının üzerine inen balyozun hesabını ver o zaman” denmelidir.

O açıdan Sungur Savran’ın İstanbul’dan değil, Atina’dan bakıp Çipras’a kızmasının, Şeyh Bedreddin’i politik reklâmına alet etmesinin bir anlamı bulunmamaktadır. Özünde Savran da “enternasyonalist komünist” lafını, Çipras’ın aşmak istediği ayrımları, gerilimleri örtbas etmek için kullanmaktadır.

Savran, Bedreddin’i bu şekilde tanımlarken düştüğü anakronizmin farkında bile değildir, çünkü onun için Yunanistan üzerinden kendi varlığını yaldızlamak önemlidir. O varlık, ancak ayrımlardan, çelişkilerden kurtulmak isteyenlere seslenebilir. Çipras gibi “Türk ve Yunan” dediği Bedreddin, Sungur Savran’ın ta kendisidir!

Onun varlığı ise sadece “komünizmin koşulları olgunlaştığında” isyan edecektir.[4] O olgunluğun ne düzeyde olduğunu, Bu Tarz Benim yarışmasındaki jüriler gibi, tayin edecek olan da tabii ki fukara halk değil, Savran ve Temel Demirer türü “aydınlar”dır.

Bir sempozyumda bir genç, “Karmatîler gibi İslamî sosyalist dinamikler de var tarihte” deyince Demirer kızıp “yok öyle bir şey” diye bağırır. Savran da ODTÜ’de katıldığı bir sempozyumda THİF ve Şeyh Servet’ten, komünistlerin Müslüman kesimlerle yaptığı ittifaktan bahseden Emel Akal’ın sözlerine alay eden, küçümseyici ve şaşkın ifadelerle tepki geliştirmiştir. Bu, onun muhayyilesinin kabul edebileceği bir durum değildir. (Umarız Savran da Demirer gibi “İştirakî yalan söylüyor, öyle bir şey olmadı” yalanına başvurmaz!)

“Komünizmin koşullarının olgunlaştığı” o moment, Savran ve Demirer gibiler açısından asla gelmeyecek. Çünkü onlar, kendi varlıklarını aşan hiçbir şeye tahammül etmemenin “teorisi”ni yapıyorlar. Savran’daki anakronizmin sebebi de burada. Zira Savran, Bedreddin zamanında bir Türk ve Yunan ulusu olduğunu zannediyor.

İslam’ın ilk başkaldırısında olduğu gibi, süreç içerisinde mazlumların Tanrı’sına örgütlenen her hareket, dinî bir bayrak alıyor eline. Savran açısından, “komünizmin koşullarının olgunlaştığını” da dinin ve milletin ortadan kalktığında anlamamız mümkün. Bu tip aydınlar açısından Bedreddin, malumatfuruşluk düzleminde önemli. Bir açıdan da Bedreddin’i, onu bir kez daha mezara sokmak, “bunlar artık hükümsüz” demek için dillerine doluyorlar.

Nâzım, Bedreddin şiirini, mevcut politik düzlemde bir çentik atmak için kaleme alıyor. Oysa bugün “Bedreddin” pazarında mallarını satan tüccarlar, her türden çentiğe karşı, aleni düşman. Çünkü onlar, zaten “komünizmin bedenlenmiş hâli.” O yüzden “iyi ki komünist, sosyalist olmuşum” diyorlar. Her tür ayrımdan, ayrımların politikleşme ihtimalinden, karşıtlıktan azade olmayı pazarlayabileceklerini düşünüyorlar.

Nâzım, bugünde bir köylünün dilinden anlatıyor Bedreddin’i. “Köylü” sözcüğünü duyunca midesi kalkan troçkistler, bugün Bedreddin’i anıyorlarsa huylanmak gerekiyor. Nâzım, aşkın bir tarihe atıfta bulunuyor; bu troçkistler, tarihi kendisinde sonlandıran ABD’li ideologlara benziyorlar. Zaten o ideologların da “eski troçkist” olduğunu görmek gerekiyor. 

Tarihi kendi varlıklarında sonlandırınca, komünizmin olgunlaştığı momenti de tabii ki onlar tayin ediyor. Dolayısıyla, onların ağzında Bedreddin, bugünde kurulan pazarda dile gelen basit bir reklâm sloganından ibaret. Bedreddin’se bu toprakların gerilimlerine, emeğine, imanına, kavgasına örgütlenmeyi emrediyor. Küçük burjuva tekkelerin şeyhlerinin Şeyh’i idrak etmeleri mümkün görünmüyor.

Yapraksız bir dalda sallanan şeyhimizin çırılçıplak eti, bu toprakların ruhuyla yaşıyor. Ölçüsünü, ölçeğini egemenlere bağlı küçük burjuvalardan alanların o zindeliği idrak etmeleri mümkün olmuyor. Onlar, kendileri gibi olanlara küfretmekle vakit öldürüyorlar. Bedreddin, sahip değil, ait olduğu kavgaya davet ediyor.

Eren Balkır
22 Aralık 2016

Dipnotlar:
[1] “Sesi Duyan Ölüyor: Allahu Ekber”, Red dergisi.

[2] V. U. Arslan, “Sultan Galiyev Gerçeği”, 7 Aralık 2016, Sosyalist Gündem.

[3] “Aleksis Çipras’tan Şeyh Bedrettin Mesajı” 26 Kasım 2016, Yolculuk.

[4] Sungur Savran, “1416 Şeyh Bedreddin İhtilali”, 18 Aralık 2016, Gerçek.

[5] Eren Balkır, “Köpük”, 30 Nisan 2016, İştirakî.

0 Yorum: