Daimi
Savaş ve Sürekli Kargaşa:
11 Eylül
Sonrasında Cezayir Savaşı
Her
ne kadar rahatsız edici ve çarpıcı olsa da 11 Eylül’ün ve Irak/Afganistan
işgallerinin hemen sonrasında Pentagon tarafından gösterilmiş olması, Cezayir Savaşı’nın başına gelenlerin daha
sadece şu anki safhası. Birçok açıdan film kendisini, Doğu-Batı arasında ve
beyazlar (beyazlık) ve diğerleri arasında süregelen mücadelelerin bir
mikrokosmosu ve savaş sahası olarak ortaya koyuyor. Ancak 11 Eylül sonrası
dönemde Müslüman figürünün merkezîliğini ve her yerde hazır ve nazır oluşunu
göz ardı etmek mümkün değil, ayrıca “Teröre Karşı Savaş”, toplumsal hayatın her
yönünü şekillendirip kodlamakla kalmadı, Cezayir
Savaşı’nın siyasetinin ve gücünün kuyusunu kazmak için de elinden geleni
ardına koymadı.
Birçok
açıdan “Teröre Karşı Savaş” “antiterörizm” bahanesini ve öcü Müslüman figürünü,
halk desteği elde edip küresel ölçekte yeni baskıcı önlemler almak için bir
siyasî irade ortaya çıkarmak üzere kullanageldi. Fanon’un “hiçlik alanı” dediği
sahada mukim Müslüman figürü, dışta savaş, içte ise baskı, polis gücünün
genişletilmesi, gözetleme devletinin güçlendirilmesi, kadın özgürleşmesinin
baltalanıp göçmenlerin suçlu gösterilmesi, gözaltı süresinin
belirsizleştirilmesi, işkencenin meşrulaştırılması, konuşma özgürlüğünün
ortadan kaldırılması ve muhalefetin disipline edilmesi için gereken icazeti
sağladı.
Ancak
filmin Pentagon’da gösterilmesi ve “Teröre Karşı Savaş”ta bir eğitim aracı
olarak kullanılması, Cezayir Savaşı’nın
hatırasının -el koyma ve revize etme yoluyla köküne kibrit suyu ekme
maksatlıydı, ayrıca bağımsızlık mücadelesi verenlerin ve Üçüncü Dünya
Projesi’nin işaret etmeye çalıştığı acil soru(n)ların birçoğunu da saptırıp
boşa düşürdü. Buna rağmen Cezayir Savaşı,
birçok açıdan emperyalizmin bu türden içerme gayretlerine direnmekte, incelikli
ve karmaşık birtakım yollarla mevcut âna ilişkin daha derin bir sorgulama
yapılmasını koşulluyor, zira filmin birçok merkezî teması bugün de hâlâ geçerli.
Terör
Cezayir Savaşı’nın Üç
Kıta ve Bandung konferanslarında da kâhince bir biçimde yankısını bulan bir
sahnesinde Ulusal Kurtuluş Cephesi (UKC) lideri Ben H’midi, yakalanmış ve
mağrur basının önünde âdeta bir tür seyirlikmişçesine sergilenmektedir.
Kendisine gerilla savaşı ve UKC’nin sivilleri hedef alması hakkında sorular
sorulduğunda H’midi şu cevabı verir:
“Asıl korkakça olan,
savunmasız köylere napalm bombalarıyla saldırıp binlerce insanı öldürmek değil
mi? Elbette uçaklar bizim de işimizi kolaylaştırırdı. Verin onları bize, biz de
size sepetlerimizi verelim (bombaların sepetlerin içinde gizlenmesine atfen. -ç.n.).”
Filmin
Ben H’midi’ye ve oradan da işgalci güçleri ve yerleşimci sivilleri hedef alan
gerilla savaşına olumlu yaklaşımı Üçüncü Dünya’da karşılık buldu ve
uluslararası hukukun sömürgeci ve emperyalist temellerini derinden sarstı.
Fransa’dan İsrail’e, Güney Afrika’dan Brezilya’ya kadar birçok ülkede Cezayir Savaşı, özellikle işgalci
güçlere ve Batı tarafından desteklenen baskıcı diktatörlüklere yönelik gerilla
savaşı verilmesini ahlaken onaylaması sebebiyle yasaklandı. Bu ise filmin temel
mirası hâline geldi ve hâlihazırda geçerli olan bu miras, Birleşmiş
Milletler’de ve siyaset teorisyenleri arasında meşru direnişle terörizmin,
geleneksel savaşla asimetrik gerilla savaşının birbirlerinden nasıl ayırt
edileceğine dair bir tartışmanın da başlamasına vesile oldu.
Cezayir Savaşı,
sömürgeci işgale ve emperyalist güce karşı silahlı mücadeleye ve halk
direnişine ahlaken onay vermekteydi. Ancak süregiden “Teröre Karşı Savaş”ta
hâkim paradigma olan “karşı-terörizm” ve “terörizm/terörist” sözcükleri, sadece
silahlı direnişi gayrimeşru kılmaya ve suçlu ilân etmeye yönelmiş bir güvenlik
mantığı üretmekle kalmadı, aynı zamanda siyasî konuşmalara ve muhalefet etme
biçimlerine de sızdı. Aslına bakılırsa “ırk-sonrası” dönem denilen bu dönemde
“terörist” sözcüğü, yirminci yüzyılda “vahşi” demenin bir yolu olarak ve bir
tür ırk ayrımcılığı yapmak suretiyle kullanıldı, üstelik sömürgeciliğin “medeniyet
karşısında vahşilik” söylemine oldukça sert bir biçimde yeniden hayat vererek.
Irk ve Ötekilik gibi kategorileri de yardıma çağıran “terör” terminolojisi,
(kendisinden önceki “vahşi” sözcüğünün yaptığı gibi) kimin insan olduğunu
belirlemekte kullanılıyor, bunun için söz konusu terminoloji, belirli
fikirleri, örgütleri, bölgeleri ve kolektifleri siyasî haklar alanından dışlıyor.
Hukukun dışında yer alan özneler olarak Müslümanlar, hukukun korumasının
dışında tutulmanın yanında, bir de kanunun gücüne ve kanunun ötesine geçen
(işkence, haneye tecavüz, savaş, drone saldırıları, süresi belirsiz gözaltılar
ve hapis gibi) uygulamalara maruz kalıyorlar. Denetime yönelik yeni yapıların
geliştirilmesiyle “Teröre Karşı Savaş”, terörizmi meşru kabul edilmeyen söze ve
eyleme indirgeyip bunları kovuşturmak üzere yasal bir çerçeve ve bu türden bir
yönetimi hâkim kılmak için geçerli politikalar meydana getirdi ve bu
politikaların uygulanması için de bir askerî yapılanma inşa etti.
Müslüman
insanın ve onun failliği ile direnişinin “insanî değil” diye etiketlenip
çerçevelenmesi ve meşru siyasî eylem olarak kabul edilen şeyin niteliği, bu
filmin ve onun 11 Eylül sonrası dünya bağlamındaki mirasının yorumlanmasında
temel önemdedir. Filmin gösterime girer girmez IRA’dan FKÖ’ye, Baader-Meinhoff’tan
Kara Panterler’e, Marksistlerden milliyetçilere kadar çeşitlilik gösteren çok
sayıda radikal ve devrimci grup tarafından bu denli sahiplenilmesi, onun
evrensel çağrısını ortaya seriyor. Evet, film açık bir şekilde militanlık ve
devrimci eylem savunusunu yüzeyden bakıldığında yalnızca Müslümanlar için yapar
görünüyor, ama Üçüncü Dünya’daki sömürgecilik karşıtı hareketin ve bu harekete
yönelik uluslararası dayanışmanın, filme o dönemde pek hayatî olan evrensel
nitelikte bir çekim gücü kazandırdığını görmek gerekiyor.
Ne
var ki 11 Eylül sonrası dünyada Üçüncü Dünya Projesi’nin yıkımı ve var kalmaya
kadir tutarlı bir küresel sol gücün de ortada görünmeyişi ile birlikte filmin
radikal evrenselliğe yönelik çağrısının yerini filmin sorunlu ve seçmeci bir
okuması aldı, buna göre film, ülkelerinin Batı (bu örnek dâhilinde Fransa)
tarafından işgal edilmesine direnen Müslümanlarla ilgili olmaktan öte, direnişi
onun safında durarak aktaran bir içeriğe sahipti. Ancak 11 Eylül sonrası dünya
bağlamında herhangi türden bir direniş, hele ki Müslümanlarca verilen bir
silahlı mücadele, ezilmeyi hak eden tehlikeli bir şey olarak görülüp devletin
yasal, siyasî ve askerî şiddetinin hedefi haline geldi.
Sömürgecilik
karşıtı direniş sırasında film, bu direnişin en baş unsuru olan Cezayirli
Müslümanlara bir hareket alanı kazandırdı. Ama bugünkü emperyalist kültürün
ortak dilinde “Müslüman”, silahlı mücadelenin sınırlarına ve kifayetsizliğine
yönelik bir ifadeye dönüşmüş durumda. Muhtelif etkenlerin eşit ağırlıkla belirlediği
bu çerçeve, filmin geçmişin -Fransız sömürgeciliğine karşı Cezayirlilerin
direnişinin hâlihazırdaki “Teröre Karşı Savaş” üzerinden gayrı meşru kılınmaya
çalışılması yoluyla- yeniden yazıldığı, dahası emperyalizmin dünün Fransızları
ile bugünün Amerikalıları arasındaki tarihsel sürekliliği de gösteren mevcut
projesinin masum diye kodlandığı bir okumaya yol veriyor.
Cezayir Savaşı’nın 2003
yılında Pentagon’da gösterimini düzenleyen Özel
Operasyonlar ve Düşük Yoğunluklu Çatışma İdaresi’ne göre “filmin gösterilmesi,
Cezayir’deki Fransız operasyonlarının nasıl yürütüldüğüne dair tarihsel bir
kavrayışı mümkün kılmıştır ve bu gösterim, Fransızların karşılaştığı sorunlara
ilişkin öğretici bir tartışmanın başlatılması niyetiyle gerçekleştirilmiştir.”
Pentagon’un filmi göstermesi, askeriyenin filmi sömürgecilik ve emperyalizm
karşıtı bir metin olarak değil, bir kontrgerilla nizamnamesi olarak yeni bir
bağlama yerleştirmek niyeti taşıdığını gösterdi. Filmi radikal gücünden
arındırmakla kalmayıp aynı zamanda Cezayir direnişini koşullayan sömürgeciliğin
şiddet yüklü tarihini de silerek yaptılar bunu. Bu tersine çevirme ve
mülkiyetine alma işlemi, sömürgeci geçmişi aklamanın yanında, ABD
imparatorluğunun mevcut halini temize çıkarıp Irak, Afganistan, Filistin ve
dünyanın geri kalanındaki Müslüman mücadelelerini hâkim “terörizm” paradigması
içine yerleştirdi ve bu mücadelelerin ezilmesi gerektiğini vurguladı.
Ne
var ki bu revizyonizm, ancak Müslümanların eylemini, onların öznelliğini ve bizatihi
Müslüman varlığını anlamayı sağlayacak olan ideolojik alanın 11 Eylül sonrasında
aşınmış olması sayesinde gerçekleşebildi. Bu aşınma o boyuttadır ki filmin bu
denli sarsıcı olmasının nedenini ve Cezayirlilerin mücadelelerini yüceltmekte
ve izleyicilerin onların davasına sempati beslemelerini sağlamaktaki başarısını
kavramak, bugün artık neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Bu revizyonist hamle,
Fransız sömürgeciliğini adil, mevcut ABD emperyalizmini ise gerekli gibi göstermektedir.
İşkence
Filmin
açılış sahnesi izleyiciyi bir tür suç ortaklığına sokar. Sadık’a yaptıkları
işkenceyi yeni bitirmiş olan Fransızlar, kaçak durumdaki Ali La Pointe’nin de
bulunduğu son hücrenin yerini artık öğrenmişlerdir. İzleyici olarak bizler
işkenceye ilk elden şahit olmayız, ancak onun fiilen gerçekleştiğinin farkındayızdır.
İzlemekte olduğumuz, işkencenin sonrasıdır. Buna rağmen bizler, Ebu Gureyb,
Bagram, Guantanamo ve diğer “kara bölgeler”den aktarılan işkence görüntüleri
karşısındaki konumumuz gibi bilmenin ağırlığını taşıyan şahitlerizdir.
Cezayir Savaşı bir
işkence sahnesi ile açılarak bize sömürgeciliğin merkezî unsuru olan saf
şiddeti gösterir: sözkonusu olan, sadece işkencenin, elektrik şoku, yumruklama,
boğulma hissi yaşatma ve ölümün şiddeti değildir, sömürgeciliğin bir isyanı
tetikleyen baskıcı koşulları da bu şiddete dâhildir. Aslında Fanon’un iddia ettiği
gibi şiddet, sömürgeciliğin ve imparatorlukla onun Ötekileri arasındaki ilişkinin
kurucu unsurudur ve bu durum, filmin anlatımının da işkence ve sömürgeci şiddet
üzerine bina edilmesi yoluyla ustaca yansıtılmıştır.
Film,
Fanon’un sömürge sahasının beyazlara tahsis edilmiş başkent Cezayir ile
Cezayirlilerin içine tıkıldığı Kesbe arasında nasıl bölündüğüne dair
fikirlerini mükemmelen aktarır. Film boyunca polisin ve askerin sömürgecinin
otoritesini dayattığı şiddet alanları olarak barikatları, dikenli telleri,
kontrol noktalarını ve gözetleme kameralarını görürüz. Bunlara ek olarak bir de
Ali La Pointe’nin Malcolm X gibi siyasî olarak bilinçlenip köklü bir değişime
uğradığı hapishaneden söz etmek gerekir. Bir sahnede Ali, bir isyancının giyotine
doğru yürüyüşünü demir parmaklıklardan izlemektedir. Giyotinin bıçağı iner, karşılığında
ise “Yaşasın Cezayir” ve “Allahuekber” sesleri bir bilinçliliğin sloganları
olarak yükselir ve hapishane duvarlarında yankılanır. Bu şiddet sahasına bir ek
de neredeyse abartılı bir biçimde ve bir ağıt havası içinde gösterilen, vahşice
olmasına karşın yine de Fransızların işi nereye kadar götürebileceği sorusunu
ucu açık bırakan, Cezayirli kadınlara, üstelik de kimi zaman kendi evlerinde,
tecavüz edilmesini de içeren işkencedir.
Gösterdikleri
bakımından filmin gerçekçiliği onu şok edici ve inanılmaz kılmıştır. İmparatorluğu inkâr edenler ve sömürgeciliğin utangaç savunucuları için Cezayir Savaşı fazla gerçektir; öyle ki film, Cezayirlilerin ve
onların da içinde bulunduğu Üçüncü Dünya’nın üstesinden gelmenin yollarını
aradığı sömürgeci otoriteye ve beyazların yenilmezliğine dair hikâyeyi paramparça
etmiştir. Belki de filmin birçoklarına bu denli şok edici gelmiş olmasının
nedeni, sömürgeciye karşı direnişin gerçek oluşu ile sömürgeci otorite ve
imparatorluk hakkındaki yaygın söylemin Britanya, Fransa, Hollanda, İtalya ve
ABD bayraklarının pek yardımsever biçimde(!) dalgalandığı Batı merkezli dünyayı
matah bir şey gibi sunuşudur. O halde sözkonusu şokun nedeni, Cezayirlilerin
beyazların sömürgeci gücünün ayaklarına bağladığı prangaları söküp atmak için
kullandıkları yollar olmamak gerekir, asıl şaşılması lazım gelen, Cezayirlileri
ve onları içeren Küresel Güney’i bunca uzun süredir zapturapt altına almış
olan, asırlara yayılı şiddettir.
Filmde
Cezayirlilerin gerilla eylemleri gösterilmektedir, ancak asıl ezici şiddet, Cezayir’in
bir sömürge olarak tarihi boyunca (1830-1962) ve Cezayir Bağımsızlık Savaşı
süresince (1954-62) Fransızlardan geldi. Cezayir’de varlıklarını daim kılabilmek
için Fransızlar, toprağın gaspı, Cezayirlilerin yerlerinden edilmesi gibi
politikaları yürürlüğe koydular, bu politikalara karşı gerçekleşen milliyetçi kalkışmaları
da şiddetle bastırdılar. Ülkeyi denetimleri altına alma girişimleri, kıtlıktan,
savaştan ve hastalıktan kaynaklanan ölümlere yol açtı. Robert Stam, Victor
Hugo’nun Choses Vues [Gördüklerim]
adlı eserinde Cezayirlilerin Fransızlarca sömürgeleştirilmesinin üzerinden
yirmi yıl geçmişken, bir Fransız generaliyle yaptığı konuşmayı aktarışına
değinir. Hugo’nun anlatımına göre, 16 Ekim 1852 yılında gerçekleşen
buluşmalarında general ona şunları söyler:
“Saldırılarımız sırasında askerlerin
aşağıda hazır bekleyen arkadaşlarının süngülerine doğru Cezayirli bebekleri
pencereden attıklarına çokça şahit olundu. Kadınların kulaklarındaki küpeleri
almak için onların kulaklarını koparır, yüzüklerini almak içinse ellerini keserlerdi.”
Bağımsızlık
Savaşı sırasında Fransızlar üç binden fazla mahkûmu infaz ettiler. Yine bu
dönemde yirmi bin Fransız askerinin ve 1,5 milyona yakın Cezayirlinin öldüğü
tahmin edilmektedir. Fransızlar helikopterlere, tanklara ve uçaklara sahiptiler,
sivil halka yönelik hava saldırıları düzenlediler, gelişmiş tüfekler ve el bombaları
kullanıyorlardı, binlerce köyü ortadan kaldırdılar ve toplama kampları inşa
ettiler. Sistematik hale gelmiş işkence zaten malum. Ama bizim idrak etmemiz gereken
ve silah, işkence aleti, bomba gibi nesneleri aşan sistemsel şiddet biçimleri var.
Şiddet
aynı zamanda ülkenin sömürülmesine, toprağın ve altındaki kaynakların gasp
edilmesine de içkindir. Cezayir’in toplumsal yaşamını mahveden siyasî ve hukukî
yaptırımlar ve siyasî, diplomatik ve askerî güçler arasındaki dengesizliği ortaya
çıkaran servet birikimi için de aynı şey geçerlidir. Bunlara Fransız tarihinin
ve dilinin okullarda ve ülkenin diğer kurumlarında dayatılmasını ve böylece
Cezayir’in toplumsal ve kültürel hayatına ilişkin çeşitliliklerin ifade alanı
bulup gelişmesinin engellenmesini de eklemek gerekir.
Sömürgecilik,
gerçekten de şiddet içeren bir olgudur ve bizim bu şiddetin aldığı sayısız
biçime ve onun imparatorluğun günlük işleyişi içinde normalleştirilme ve
süreklileştirilme yollarına karşı uyanık olmamız elzemdir. Bu sayede
Fransızların ulusal kurtuluş mücadelesini ezen şiddeti ile Cezayirlilerin
Fransız sömürgeciliğine direnmelerini ahlakî ve etik açıdan aynı kefeye
koymaktan uzak dururuz. Zira bunun aksini yapmak tarihe aykırı olmakla kalmaz,
etiğin de dışına düşer.
Birçok
akademisyen, sömürgeci ve emperyalist güçler açısından işkencenin sapma değil,
bilakis modern liberal demokrasinin sürdürülmesi bakımından merkezî bir öğe
olduğuna işaret etmiştir. Cezayir Bağımsızlık Savaşı sırasında işkence meselesi
Fransa’nın üstüne bir heyula gibi çökmüştü. İki kitap, Henri Alleg’in The Question [Mesele] (1958) ve The Gangrene [Kangren] (1959) adlı
kitapları Fransız hükümetince yasaklanmıştı.
Alleg
bir Fransız komünistiydi ve Fransız Komünist Partisi’nin Cezayir’deki sömürgeci
hâkimiyetini destekleyen tutumunun karşısındaydı. Alleg, gazetecilik mesleği
kanalıyla Cezayir’in bağımsızlığını savunuyordu. Anılarını aktardığı kitabı Mesele, bizzat kendisinin Fransızlarca yakalanıp
işkenceye maruz kalışı üzerine bina edilmişti ve çok satan kitaplar arasına girdi,
ne var ki Cezayirlilerin bağımsızlık mücadelesinin yoğunlaştığı koşullarda kısa
süre içinde Fransız hükümeti tarafından sansürlendi.
Yakıcı
bir ithamın bir diğer örneği olan Kangren
ise Fransa’nın bam teline basması hasebiyle, derhal sansüre uğradı. Hükümet
yayınevine hışımla saldırdı ve raflardan topladığı tüm nüshalarına el koydu.
Kitap, Paris’te yaşarken bağımsızlık mücadelesi ile ilişkili oldukları düşünülerek
tutuklanıp Fransız polisinin vahşice uyguladığı işkenceye maruz kalan dört
Cezayirlinin gerçek hikâyesini anlatıyor ve Fransa’da polisin Cezayirlilere yönelik
işkencesi olağanlaşmışken bir tek yetkilinin bile yargılanmadığını gözler önüne
seriyordu.
Bir
de Cemile Buhayrad ve Cemile Bupaşa adındaki Cezayirli kadınlar konusu var elbette.
Fransızlarca yakalanıp işkence görmüş olan Buhayrad, Cezayir Savaşı’nda üç bombacı kadından biri olarak resmediliyordu.
Buhayrad’ın konu edildiği bir diğer film ise Yusuf Şahin’in 1958 tarihli Cezayirli Cemile’siydi. Bupaşa davası
ise Simone de Beauvoir ve Henri Alleg gibi solcu aydın ve sanatçılarca
sahiplenilmişti. Pablo Picasso, onun hapisteyken işkenceye ve tecavüze uğraması
üzerine Bupaşa’ya desteğini sunmuş ve Fransızların cinsel şiddeti sistematik
olarak ve olağan bir biçimde kullandıklarına dikkat çekmişti.
Filmin
bir sahnesinde bir basın konferansında kendisine işkence meselesi ile ilgili bir
soru yöneltildiğinde Matthieu, “emirlerimizin içinde işkence sözcüğü geçmez” yanıtını
verir; bu iddia, ürkütücü bir biçimde ABD başkanı George W. Bush’un Ebu Gureyb’teki
işkenceler açığa çıktığında, “biz işkence yapmıyoruz” deyip George Orwell’a has
bir örtmece olan “geliştirilmiş sorgulama teknikleri” ifadesini tercih edişini
hatırlatıyor. Bush gibi Matthieu de “sorgulama” yapmaya mecbur olduğunu
söylüyor, ancak şunu ekliyor:
“İşte bu noktada sanki
Cezayir bir savaş alanı değilmiş de tatil köyüymüş gibi işlemeye devam eden
kanun ve düzenlemelerle elimiz kolumuz bağlanıyor […] Cezayir’de kalmamızın
gerekip gerekmediği sorusuna ‘evet’ yanıtını veriyorsanız, bunun getireceği
sonuçları kabullenmek durumundasınız.”
Bu
görüş, Irak’taki Ebu Gureyb Hapishanesi’ndeki işkence ortaya çıkarıldığında bir
ABD askerince de ileri sürülmüştü:
“Cezayir Savaşı’ndaki Fransız albayının dediği gibi: Savaşı kazanmak
için kullandığım taktikler hakkında mızırdanıp duruyorsunuz, ama benim yaptığım
tam da bu; savaşı kazanmak.”
Hiç
de şaşırtıcı olmayan bir biçimde ABD’nin Irak ve Afganistan’da karşı istihbarat
için kullandığı model olarak Petraus Doktrini,
Fransız askerî uzman David Galula’dan derinden etkilenmiştir. Galula’nın Karşı İstihbarat Savaşı ve Cezayir’de İsyanın Bastırılması adlı
kitapları ABD’nin “Teröre Karşı Savaş” siyasetinde esaslı bir yer tutarlar.
Yere
göğe konmamış olmasına karşın gerek Zero
Dark Thirty (2012) gibi filmlerde, gerek Senato’nun İstihbarat
Komisyonu’nun işkenceye dair raporunda, gerekse “işkence Amerikan değerlerine
ihanettir” diyenlerle işkencenin “muhtemel bir saldırının önlenmesi için
gerekli bir kötülük” olduğunu savunanlar arasındaki kibirli “tartışma”da
işkence, Batı demokrasilerini yapılandıran ve bu demokrasilerin kendine dönük
bakışını belirleyen elverişli bir yöntem olarak normalleştirildi. Aslına bakılırsa
onun yurt içinde bir toplumsal denetim mekanizması dâhilinde Siyah mahkûmlara uygulanışının
da gösterdiği gibi işkence, oldum olası ABD’nin ulusal güvenliğinin temel
öğelerinden biri olmuştur.
Tarihçi
Alfred McCoy’a göre, “Ebu Gureyb, Guantanamo ve Kabil’deki suiistimaller, ABD’nin
İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana uygulamakta olduğu gizli savaş doktrininin
tezahürleridir.” McCoy, ayrıca ABD’nin işkence paradigmasının aynı tekniklerin
Vietnam’da 1960’larda, Orta Amerika’da 1980’lerde ve Irak’ta ve Afganistan’da 2001’den
bu yana uygulanmasıyla da kendini ortaya koyduğunu ekler. Üç kıtada ve kırk yıldır
CIA’in Kubark sorgulama nizamnamesinden 1983’te Honduras’ta ajanların
kullandığı eğitim kitabına ve Ricardo Sanhez’in 2003’te Irak’ta çıkardığı sorgulama
emirnamelerine kadar ABD’nin uyguladığı işkence teknikleri arasında sarsıcı bir
benzerlik vardır.
Cezayir Savaşı’nda
Matthieu bir kötülük abidesi olarak resmedilmez. Aksine, onun tutkudan yoksun
kişiliği ve akıl yürütüşü ile soğukkanlılığı sömürgecilerin şiddetinin basitçe
kötü ahlaklı ve kötü niyetli adamların ürünü değil, birçok suç ortağı bulunan bir
sistemin işi olduğunu ima eder. Hanna Arendt, buna Nazi Almanyası’nı kastederek
“kötülüğün sıradanlığı” demişti. Matthieu’nün basın toplantısında “bütün olası sonuçları”
kabullenmek gereğine ilişkin irticalen verdiği cevaplar da benzer biçimde değerlendirilebilir.
Matthieu, bu noktada esasen savaşın yöntem ve araçlarını eleştiren liberal
düzenin ikiyüzlülüğüne işaret etmektedir. Farkında olmasa da Fransız toplumunun
sağcılarına da solcularına da bir ayna tutmuştur ve söyledikleri, bugünün
ABD’si gibi müstakbel imparatorluklara dönük bir ibret hikâyesi gibi de anlaşılabilir.
Bugün
ABD’ye de benzer etik soruları yöneltmek mümkündür: “eğer bu rahat yaşama
biçimini, bu bolluk ve sefahati sürdürmek istiyorsanız, şu halde bunun neleri
gerektirdiğinin farkında olun ve eleştirip durmayı ve Amerika’nın değerlerini nasıl
yitirdiğini sorgulayan liberal palavraları bir kenara bırakın. Petrolü düşünün.
Şu cep telefonlarını ve dizüstü bilgisayarları düşünün. Sırtınızdaki
elbiseleri. Hatta üzerinde yaşadığınız toprağı. Eğer bu yaşam biçimine değer
veriyorsanız, onu sürdürmek için gereken yöntemler hakkında şikâyet etmeyi
kesin.” Meselenin böylece konuluşu, sersemleştirici, giderek içe işleyen,
rahatsız edici ve suçlayıcı imalar içermektedir.
Toplumsal Cinsiyet
Müslümanları
insan değillermiş gibi kodlamakta en temel rol toplumsal cinsiyetindir. Cezayir Savaşı’nın güçlü bir sahnesi,
“başörtüsü söylemi”ni başaşağı ederek sömürgeciliğin ırka ve toplumsal
cinsiyete dayalı olarak biçimlenmiş mantığının karşısına dikilir. Filmin sadece
bir kontrol noktasından aranmadan geçip sonrasında başarılı bir biçimde Fransız
yerleşimci sivillerin bulunduğu bir noktaya bombalarını bırakmak maksadıyla
Avrupa’nın modernlik değerlerini sahiplenmiş “görünen” üç kadını, Zöhre, Hasibe
ve Cemile’yi resmediş biçimi, başörtüsünün ve daha da önemlisi, Batının
feminist değerlerinin üstbelirlendiğini ve onların nihayetinde bir desiseden,
hileden ibaret olduğunu ortaya serer.
ABD
başkanının karısı Laura Bush, Afganistan işgalinin hemen sonrasında halka hitaben
yaptığı bir konuşmada feminist oryantalizm ya da emperyal feminizm denen şeyi
derinden yansıtan bir biçimde, “terörizme karşı savaş, aynı zamanda kadınların
hakları ve saygınlığı için de veriliyor” demişti. Onun kadın hakları ve savaş arasındaki
ilişkiye dair bu sözleri, Batı sömürgeciliğinin ve müdahaleciliğinin beyaz
feminizmi, ama aslında onun da ötesinde, Batı’nın kurtuluş reçetelerini öne çıkardığı,
yüzyıllara yayılmış bir projenin bugünkü ifadesidir. Ancak Leyla Ahmed, Lila
Ebu Lughod ve diğerlerinin işaret ettiği gibi, aslında bugün sürmekte olan
kadın hakları, kadın özgürlüğü ve eşitliği hakkındaki tartışmaların izi,
sömürgeciliğin ve misyonerliğin ilk dönemlerindeki fikirlerine ve Müslüman
kadınlara ilişkin retoriğine kadar sürülebilir.
Günümüzün
11 Eylül sonrası koşullarında Müslüman kadın figürü, İslam ve Müslüman
toplumlar hakkında, onların patriyarkanın ve kadın düşmanlığının özel olarak
ortaya konduğu alanlar olduğunu iddia etmek üzere nicedir kullanılmaktadır; bu
durum, kadın hakları meselesinin Müslüman toplumların kökünden bağnaz ve anti-modern
oldukları yönündeki savları meşrulaştıran bir söyleme dönüşmesi üzerinden de gözlemlenebilir.
Aslına
bakılırsa Müslüman kadın figürü, “Teröre Karşı Savaş” mantığının hareket
sahasının Müslüman topluluklara yönelik ayrımcılığın daha ileri noktalara
götürülmesi ve askerî yayılmayı, emperyalist savaşı ve muhtelif uluslara
devletlerinin gücüyle bir kimlik dayatılmasını mümkün kılmak üzere, hem
feministlerden hem de tutuculardan ya da liberallerden ve solculardan destek
devşirilmesi yoluyla genişletilmesi bakımından esaslı bir yere sahiptir.
Akademisyen
Şirin Rezzak’ın da belirttiği gibi, başı dertte Müslüman kadın artık bir arketipe
dönüşmüştür; kadın sünnetinden, zorla evlendirme uygulamasından ve
başörtüsünden kurtarılması gereken biridir o. Rezzak, bu bakışın Müslüman erkeklerin
ve genel olarak Müslüman toplumların gözetlenip disiplin altına alınmasında
aklîleştirici bir unsura dönüşmekte olduğunu ekler.
Fanon’un
meşhur ve çok tartışılmış makalesi “Örtüsü Kaldırılmış Cezayir”i yankılayan bir
biçimde Cezayir Savaşı filmi,
örtünün/örtünmenin baskıya işaret ettiğini, onun kaldırılmasının ise özgürlük
anlamına geleceğini söyleyen geleneksel Batı mantığının sorunlu olduğunu tespit
eder. Filmde örtülü Müslüman kadınların “tehlike” arz ettikleri görülür, zira
kıyafetlerinin altına silah saklayabilmektedirler. Ancak kadınların
“örtüsüzleştikleri” sahnenin de yansıttığı üzre, film örtüsüz, yani “Batılı”
görünen Müslüman kadının potansiyel olarak daha da tehlikeli olduğunu ima eder;
ne de olsa kontrol noktasından, sömürgeci mantığın dayattığı gibi erkeklerinin ve
geleneklerinin baskısından kurtulmuş olarak, o “medeni” ve “modern” halleriyle geçebilmişlerdir.
Artık Müslüman kadın, kendi başına ve kendi namına hareket edip konuşabilecek
bir fail durumundadır.
Film,
o dönüm noktasında Müslüman kadın failliğini sınırlı bir halde de olsa ortaya
koyar, ama bunu Fransızların hoşuna gidecek bir biçimde yapmaz. Onun
Fransızları andırışı, ondaki “modern” olma “iştiyakı” ona “seçim” yapma hakkı
tanımıştır. Böyle görünmesi, yani beyaz erkeğin gözüne hitap etmesi nedeniyle
kadın, kontrol noktasından geçip sonrasında kafe ve havaalanlarına bombaları
yerleştirebilmiştir. Bu radikal altüst ediş anında film, “örtüye dair söylem”in
ve sömürgecilerin “Müslüman kadınları kurtarma” mantığının sefilliğini ortaya
koyar. Zira örtüyü atıp Avrupalı ya da modern “görünmek” bir hiledir. Bu tutuma
sahip biri, “özgürleştirici” sayılan feminizmin içerdiği Batı ya da Avrupa değerlerini
benimsiyor gibi görünebilir, ancak birçok feminist akademisyenin ve filmin
kendisinin ortaya koyduğu gibi, son tahlilde bu değerlere ilişkin anlamı ve kıymeti,
yine onların öznellikleri ve cisimleşmeleri temin eder; bunlar, ancak daha geniş
ölçekli bir toplumsal ve siyasî bağlamda anlaşılabilecek meselelerdir.
Örtünün
baskı unsuru olduğu iddiaları, Batı’yı patriyarkadan arınmış ve eşitlikçi olarak
sunmakla kalmaz, aynı zamanda hem Batı’da hem de Müslüman toplumlarda kadınların
eşitlikten mahrum oluşlarına karşı mücadele yürüten Müslüman kadınları da
görmezden gelir. Böylece emperyalist feminizm, Batı da dâhil tüm dünyada
patriyarkanın nasıl köklenip nasıl iş gördüğünü rahatlıkla maskeler. Zira
genellikle Müslümanların kadın düşmanlığı ve İslam’daki patriyarka konusu gündeme
geldiğinde Batılı kadınlar ve onların erkek işbirlikçileri, bakışlarını kendi yurtlarındaki
erkek egemenliğinden başka yöne çevirirler ve Batı’daki kadına boyun eğdiren
yapıları görmezden gelirler.
Görmezden
gelinen bir diğer olgu da patriyarkanın Müslüman toplumları da içeren Küresel
Güney’de sömürgecilik mirası ile Batı müdahaleciliğinin şiddetle sürüp
gitmesinden kaynaklanan yoksulluk, savaş, neoliberal politikalar ve IMF gibi
siyasî ve iktisadî meselelerle ilişkili kurumlardan neşet ettiği ve varlığını
bunlar aracılığıyla sürdürdüğüdür. Sonuçta Charles Hirschkind ile Saba
Mahmud’un sordukları şu soru yerinde bir sorudur:
“Neden savaş koşulları,
militarizasyon ve açlık kadınların hayatında eğitimsizlik, işsizlik ve
hepsinden daha fazla öne çıkarılan bir unsur olarak Batı’nın giyim tarzına
aykırılıktan daha az yaralayıcı kabul edilir ki?”
Sömürgeciliğin
etkileri, bugün sürmekte olan mirası ve henüz nihayete ermemiş bir proje olarak
sömürgecilikten kurtuluş çabası önemini hâlen daha koruyor; bunlar, Cezayir Savaşı’nı ileriyi gören bir film
kılıyor.
Her
ne kadar Cezayir Savaşı bir ulusal kurtuluş
talebini aktarıyor idiyse de filmin en çarpıcı sahnelerinden biri Ali La Pointe
ile UKC lideri Ben H’midi’nin bir binanın damında sohbet ettikleri sahnedir. Bu
sahnede H’midi genç Ali’ye şunları söyler:
“Bir devrimi başlatmak
yeterince zor, onu sürdürmek daha da zor, en zoru ise onu başarıya ulaştırmak.
Ancak asıl zorluklar işte o başarının ardından gelecek.”
Bir
askerî darbe neticesinde Ahmed Bin Bella’nın devrilip Huari Bumedyen’in
iktidara geldiği ve Bin Bella’nın ev hapsinde tutulmaya başlandığı 1965 yılında
çekilen bu sahne, bir yandan UKC’nin savaşın ardından başlayıp üç yıl boyunca
devam eden iç kavgasını hatırlatır, bir yandan da bütün Küresel Güney’de
bağımsızlık sonrası dönemde uluslaşma sürecinin zorlukları hakkında da bir
ibret öyküsü anlatır. Fanon, Yeryüzünün
Lanetlileri’nde bizi bu konuda uyarmaktadır. Söz konusu eserinde Fanon,
bağımsızlıktan sonra halkın iradesine ve kurtuluş mücadelesine Avrupa’nın
emirlerini uygulamaya devam ederek ihanet edeceklerini hissettiği milliyetçi
seçkinlere yönelik derin bir şüphe içindedir.
Filmi
bugün için anlamlı kılan da budur: onun önemi, “teröristleri iş başında göstermesi”nde
ve böylece 11 Eylül ikliminde bir tür dikizcilik yoluyla “eğitim malzemesi”
sağlamasında değil, sömürgecilik karşıtı mücadele dönemi ile günümüz arasındaki
sürekliliği ortaya çıkarıyor olmasında yatar. Nitekim “Teröre Karşı Savaş”
aslında bir kopuşa işaret etmez, bilakis o, Küresel Güney’e karşı süregelen bir
karşı-istihbarat kampanyasının yeni bir aşamasıdır sadece. Bu kampanya, eski
tip sömürgecilik ile başlamış, bilahare Bretton Woods anlaşması, IMF, Üçüncü
Dünya’nın borçlandırılması gibi unsurlarla yeni-sömürgeci bir denetim
mekanizmasını yürürlüğe koymuş, Soğuk Savaş yoluyla yaygınlaştırılıp
“küreselleşme” ve neoliberalizm kanallarıyla derinleştirilmiştir. Bugün ise
“Teröre Karşı Savaş” başlığı altında sürdürülmektedir. Şu halde Cezayir Savaşı hâlâ tam olarak elde
edilmeyi bekleyen kendi kaderini tayin hakkına ilişkin gündeme getirdiği
meseleler sayesinde tam da bugüne ilişkindir.
Cezayir Savaşı filmi,
Üçüncü Dünyacılığın ve enternasyonalizmin zirveye ulaştığı, sömürgelikten
kurtulma sürecinin hızlandığı bir dönemde çekildi. Üçüncü Sinema, öznelliği
yeniden belirli bir çerçeveye oturtmak için gerekli araç olarak kullanıldı,
sonuçta filmi izleyenler, kendilerini Cezayirlilerle özdeşleştirip onların
davalarına sempatiyle yaklaşmaya başladılar.
Oysa
bugün filmi 11 Eylül’ü takip eden dönem bağlamında izleyenler yakayı ele
veriyorlar, belki bir miktar kafaları karışıyor, hatta filme belirli bir direnç
geliştiriyorlar. Bugün filmde bomba yerleştiren, işgal güçlerini hedef alan
Müslümanlarla özdeşleşmek, 11 Eylül’ü ve “terörizm”i onaylamak olarak
tanımlanıyor. Gelgelelim belki de bu ikircikli tutum ve kafa karışıklığı
verimli bir gelişmedir, belki de iktidarın ve tarihin rolü konusunda bizim
önemli sorular sormamızı, bu güçlerin bugün kendilerini nasıl ortaya
koyduklarını sorgulamamızı mümkün kılar.
Ekranla
sokak arasındaki boşluğu kapatma noktasında Cezayir
Savaşı, sinema salonunda
seyircinin kendisini Cezayirlilerle tanımlamasının kamuoyunda ve toplumda hâkim
fikirleri sorgulamaya ve yeniden ele almaya zorlamasını istiyor olmalı. Eğer
böyleyse o vakit seyirci, kendisini Filistinliyle, Afgan'la veya devlet
şiddetine maruz kalan insanlarla tanımlamalı, ardından da “Teröre Karşı Savaş”
ve imparatorluğun mantığına itiraz etmeli veya sorgulamalıdır. Dolayısıyla
“Neden Irak’tayız, Afganistan’dayız?” ve “bu insanlar bizim özgürlüğümüzden
nefret mi ediyorlar?” diye sormak yerine, “belki de kendi özgürlüklerini
istiyorlardır” demelidir.
Film,
seyredenleri her şeyden şüphe eden kişilere dönüştürmek gibi devrimci bir yığın
imkânla yüklü olarak bu tür sonuçlara yol açıyor. Daha doğru bir ifadeyle film,
Fanon’un ünlü sözünde işaret ettiği ve “ya korkaktır ya da hain” dediği
seyircileri seçim yapmaya zorluyor.
Her ne kadar film, Cezayir Bağımsızlık Savaşı ile
ilgili olsa da o bir kâhin gibi, geleceğe dair bir ikazda bulunuyor ve
silâhlanma çağrısı yapıyor. Muzaffer olmak için mücadele eden insanlara dair
tasviri gayet etkili ve örnek niteliğindedir.
Cezayir Savaşı, 11 Eylül sonrası dönemde tekrar yoğun
bir ilgiye mazhar oluyor ama filmin o şiire has esrarengizliği dâhilinde,
emperyalizmin yapısı içinde nötralize edilmeye, tarafsız bir nesne kılınmaya
direnen yasadışı ve gizli bir itkiye sahip olduğunu görmek gerekiyor.
Evet, Pentagon filmin anlamını ve önemini kendince
tayin etmeye çalıştı. Bu noktada filmi izledi, soruşturdu, inceledi ama aynı
zamanda ondan korktu. Çünkü bugün Ali La Pointe hâlâ hayatta. Hasibe ve Ömer
denilen o genç delikanlı da. Onlar bu sebeple işkence ediyorlar. Ülkeleri işgal
ediyorlar. İnsansız hava araçlarını o yüzden uçuruyorlar semada. Hapse
atıyorlar. Öldürüyorlar insanları. Bunun için avcı gibi ava çıkıyorlar. Ama
onca şeye rağmen kazanan biz açlar olacağız.
Süheyl Devletzai
[Kaynak: Fifty Years of The Battle of Algiers: Past as Prologue, University of Minnesota Press, 2016.]
0 Yorum:
Yorum Gönder