Bu konuda Sarkozy’ye cevap veren isimler arasında
Ayaan Hirsi Ali’nin bulunması gerçekten önemli. Ali, aslen Somalili ve geçmişte
Hollanda parlamentosunun bir parçası olarak görev almış bir isim. Ali,
Sarkozy’nin koruma ve doğallaştırma ile ilgili sözlerini esasen İslam’ı
eleştirmek için kullandı.[1]. O, epey tartışmalara yol açmış olan Teslimiyet filminin senaryo yazarı.
Filmin yönetmeni Theo Van Gogh, suikasta kurban gitti.
Filmde İslam ile kadına şiddet arasında bağ
kuruluyor. Karşımıza üzerinde transparan bir burka bulunan bir kadın çıkıyor.
Burkanın üzerinde ise Kur’an ayetleri yazılı. Filmde kadın, kocasının kendisini
dövdüğünü sesi titreyerek anlatıyor ve bu dayağın Kur’an’da kabul gördüğünden
bahsediyor.
Ayaan Hirsi Ali, İslam karşıtı, kadın yanlısı kürsüye,
Hollanda’daki muhafazakâr parti Özgürlük ve Demokrasi İçin Halk Partisi üyesi
olarak çıkıyor. Teslimiyet filmi,
onun İslam ile ilgili olarak sarf ettiği, tartışmalara sebep olan çok sayıda
açıklamasından sadece biri.
Bir Hollanda gazetesine verdiği mülâkatta Ali,
Batı’nın ölçütlerine göre Muhammed’in pedofil olarak görülmesi, İslam’ın ise
“gerici bir kültür” olarak tarif edilmesi mümkün.
Öte yandan Peter van der Veer, Hirsi Ali için şunu
söyledi:
“Madun
konuşabiliyor ama sözünün duyulabilmesini sağlamak için o, hâkim cemaatin
duygularını ifade etmek zorunda kalıyor.”[2]
Hirsi Ali, bu sözlerinden dolayı hem Fransız
solundan hem de sağından destek gördü. O, kültürel patolojiye ait bir sembol,
kurtarılması gereken doğru insandı. Hem İslam’ı redde tabi tutuyor hem de
Batı’nın medeni bir yer olduğunu söylüyordu.[3]
Hirsi Ali, göçün kısıtlandığı, iltica ile ilgili
kanunların çıkartıldığı koşullarda göklere çıkartıldı. Hollanda’da bu
kısıtlamaya ve benzeri kanunlara Ali de bizatihi destek oldu.
Peki istisnai, cinsiyet temelli, kültürel açıdan
yabancı şiddet biçimlerinin mağdurlarına yönelik merhameti ve onları koruma
çabalarını nasıl anlamak lazım?
Bana kalırsa bu tür yaklaşımlar, postkolonyal ulus-devletin
ırk temelli inşasının birer ürünü. Bu ulus-devletlerde azınlıklara bir isim
veriliyor, onlar toplumda görünür kılınıyor, bu amaç doğrultusunda azınlıklar,
cinsiyet ve ırk temelli şiddetin mağdurları olarak takdim ediliyorlar. Burada
zorla evlendirme, sünnet veya kölelik gibi uygulamalara maruz kalan kadınlara
odaklanılıyor ve bunlar, gönlü bol, hayırsever Fransız kız kardeşleri
tarafından kurtarılıyor.
Böylelikle bu göçmenler idrak ediliyor ve topluma
alınıyor. Bu bağlamda kadına şiddet meselesi, belirli mahallelerin ve belirli
tipte insanların meselesi olarak takdim ediliyor. Bu noktada 2000’de sayıca
çoğalan, varoşlardaki toplu tecavüz vakalarından bahsediliyor, tecavüz edenin
de edilenin de Kuzey Afrikalı olması üzerinde duruluyor.
Mart 2006’da Paris’e gittiğimde kitapçı raflarına
sıra sıra dizilmiş, kadınlarla alakalı kitaplar gözüme çarpmıştı. Kitapların
kapaklarında hep gözleri yarı kapalı, kederli bakan, örtülü, peçeli bir kadın
resmi bulunuyordu. Bu kitaplarda zorla evlendirme veya diri diri yakılma
vakalarına ilişkin tanıklıklara yer veriliyordu. Bu tanıklıklarda Batılı
olmayan kadına yönelik şiddet egzotikleştiriliyor, namus cinayetlerinden, zorla
evlendirme pratiklerinden bahsediliyordu. Bu kitaplara tabii ki “Kahrolsun
Tesettür” başlıklı kitaplar eşlik ediyordu. Bunlarda da 2004’te devlet
okullarında takılması yasaklanan başörtüsünden bahsediliyor, dinî bağlılığın
işareti olarak görülen başörtüsüne dair görüşler aktarılıyordu. Ve tabii
başörtüsü ile kadına şiddet arasında bağlar kuruluyordu.[4]
Bu kitaplardan birinin adı Dans l’enfer dans tournantes (“Toplu Tecavüz Cehennemi”) idi. Kitapta,
Samira Bellil isimli, aslen Kuzey Afrikalı olan genç bir Fransız kızın hayat
hikâyesi aktarılıyordu. Paris’in kenar mahallesinde erkek arkadaşları tarafından
kendisine tecavüz edilmişti.
Ni
Putes ni Soumises (NPNS, “Ne Fahişeyiz Ne
Enayi”) isimli grubun kaynaklık ettiği bu toplu tecavüz anlatısı, genç Arap
erkekleri şeytanlaştırma stratejisine başvuruyor ve onları Fransız olmayan
kişiler olarak takdim ediyor, bir yandan da yoksul Arap kızlarını kurtarmaya
çalıştıklarını iddia ediyor.
Bu NPNS grubunun dilinin birçok yönden Ayaan Hirsi
Ali’nin diline fazlasıyla benzediğini görmek gerekiyor. Zira her ikisi de
şiddeti din ve kültür üzerinden izah ediyor. Bu kesimin diline doladığı slogan
ise “ne tesettür ne tecavüz!” Bu slogan aracılığıyla İslam, neden-sonuç
ilişkisi dâhilinde, şiddetin bir sembolü hâline getiriliyor.[5]
Göçmenlerle ilgili tanıklıklar bir biçimde günümüz
Fransa’sında azınlık kesimlere mensup kadınlara dair hikâyelerle harmanlanıyor
ve zorla evlendirme, namus cinayeti hatta örtünme gibi olgulara vurgu
yapılıyor, böylelikle de üçüncü dünyaya mensup kesimler, bilhassa eski
sömürgelerden gelenler, gayri medeni kişiler olarak takdim ediliyor, onların
herhangi bir hakkı hak etmedikleri üzerinde duruluyor, ama bir şekilde bu
insanlara yardım edilmesi gerektiğinden bahsediliyor.
Eski sömürgelerden gelen kadınların giderek
yayılan kültürel sorunların çilesini çektiğini söyleyenler, esasen bu
kadınların ya tecrit edilmeleri (dışlanmaları) ya da tedavi edilmeleri
(kurtarılmaları) gerektiği iddiasında bulunuyorlar.
kadına
yönelik şiddetle alakalı. Mart 2006.
“Şiddete karşı kadınlar” denilen dili ve
kategoriyi esas olarak feminist politik mücadele inşa etti ve ilgili dil, bu
mücadelenin içindeki aktörlerce hâlen daha kullanılıyor. Ama öte yandan kadına yönelik
şiddetle mücadele, bir yandan da sömürge döneminin stratejilerini ve
gerilimlerini de bünyesinde barındırıyor. Bilindiği üzere bu dönemde kadınlar,
medeni olma statüsünün bir göstergesi olarak kullanılıyorlardı. İmparatorluk
döneminden kalan izler varlığını hâlâ koruyor. İltica Başvuru Kurulu esasen bu
anlayışı temel alıyor.
Bu bağlamda Judith Butler, ister feminist olsun
ister quir, emperyalizmi karşıya atan her türden siyasetin, “medenileştirme
misyonundaki barbarlığa karşı çıkması gerektiğini” söylüyor.[6] Bugünün
meselesi de bu barbarlık.
Göç bağlamında kullanılan dil, esas olarak bakım
ve koruma meselesi üzerine kurulu ve ona anti-emperyalizm, eşitlik ve adalet
temelli politik dil değil, ahlakî gereklilik yön veriyor.
Bu dilse daha çok şiddetten bahsediyor, ama
ekonomik mahrumiyet meselesi üzerinde hiç durmuyor, göçmen kadınların mevcut
konumundaki savunmasız hâlin sebebi olan devletin şiddetine hiç değinmiyor.
Gerekli evraka sahip olmama meselesinin cinsiyet
temelli şiddetin bir biçimi olduğundan bahseden kimse yok. Böylelikle kadına
şiddetin gündelik hayatta karşımıza çıkan biçimleri, tüm Fransız toplumuna
yayılıyor ve bu gerçeğin üzeri örtülüyor. Şiddet, temelde belirli etnik
formlara hapsediliyor. Ayrıca kadına şiddet meselesinde varoşlar türünden
mekânlara odaklanılıyor, ama ırkçılık ve maddi eşitsizlik gibi gerçek politik
meselelerin üzerinden atlanıyor. Böylelikle kadına şiddetin varoşlarla sınırlı
bir olgu olduğuna işaret edilmiş olunuyor.
Kadına şiddet meselesi dar
anlamda tarif edilerek, Fransız devleti yardımsever ve aydınlanmacı bir güç
olarak gösteriliyor. Öte yandan devlet kaynaklı şiddet, ırkçı şiddet ve
ekonomik şiddet gibi diğer şiddet biçimlerinin kontrolden çıkıp çoğalmasına
izin veriliyor.
Miriam
Iris Ticktin
[Kaynak:
Casualties of Care: Immigration and the
Politics of Humanitarianism in France, University of California Press,
2011, s. 154-158.]
Dipnotlar
[1] Emel Fadlallah’ın basında yer alan son
tartışmasına bakılabilir. Bu tartışmada Fadlallah, Sudanlı gazeteci Lubna
Hüseyin’in halk içinde pantolon giydiği için Hartum’da ahlaka mugayir görülerek
suçlanması ardından Fransa’nın koruması altına alınışı konusunda Sarkozy ile yürüttüğü
görüşmeden bahsediyor. [Amal Fadlalla, “State of vulnerability and humanitarian
visibility: Lubna’s pants and Sudanese trans-politics of rights and dissent”, Signs.]
[2] Peter van der Veer, “Pim Fortuyn, Theo van
Gogh, and the Politics of Tolerance in the Netherlands”, Public Culture, Yıl 18 Sayı 1: s. 111-124.
[3] Moderasyonunu Tony Judt’un üstlendiği, Ekim
2006’da New York Üniversitesi Remarque Enstitüsü’nün düzenlediği “Din ve
Hoşgörünün Sınırları: Hollanda’da Çokkültürcülük” başlıklı tartışmaya katıldım.
Orada yaptığı konuşmada Ayaan Hirsi Ali, Batı’nın daha medeni bir yer olduğunu,
sömürgeciliğin Müslümanlara hayrının dokunduğunu söyledi. Ali, orada Hollanda
Parlamentosu’nda muhafazakâr Özgürlük ve Demokrasi İçin Halk Partisi’nin eski
başkanı Frits Bolkestein ve Hollandalı gazeteci ayrıca Hollandse toestanden (“Hollanda Devleti”) isimli kitabın yazarı Bas
Heijne ile sohbet etti.
[4] Tesettürle ilgili tartışmaları ele alan
literatüre dair örnekler için bkz. John R. Bowen, Why the French Don’t Like Headscarves: Islam, the State, and Public
Space, Princeton: Princeton University Press, 2007; Pierre Tévanian, Le
voile médiatique, un faux débat: “L’affaire du foulard islamique”, Paris:
Raisons d’Agir Editions, 2005; John Scott, “Symptomatic Politics: The Banning
of Islamic Head Scarves in French Public Schools. French Politics, Culture and Society, Yıl 23, Sayı 3 (2005): s.
106-127; ve Talal Asad, Reflections on
Laicité and the Public Sphere: Items and Issues Yıl 5 Sayı 3 (2005): s. 1-5.
[5] NPNS, varoşlarda yürüttüğü kadına şiddet
karşıtı mücadelesini Suudi Arabistan gibi yerlerde yürütülen şiddete karşı
mücadelesiyle birleştiriyor. Bu sayede kullandığı dil, İslam ve şiddet arasında
kurulan ilişkinin doğallaşmasına katkı sunuyor: örgüt, bu türden bir şiddetin
varoşlarda on yıl önce yaşanmazken neden bugün yaşandığını veya bu tür
mekânlarda görülen şiddetin haklarından mahrum edilmiş kesimlerin yaşadığı,
başka alanlarda görülen şiddetle nasıl kıyaslanabileceğini hiçbir şekilde
sorgulamıyor.
[6] Judith Butler, Frames of War: When is Life Grievable? Londra, Verso Books, s. 132.
0 Yorum:
Yorum Gönder