20 Aralık 2019

,

Kadına Şiddet Adına


31 Ekim 2005’te o dönemin içişleri bakanı Nicolas Sarkozy, kaçak göçmenler içinde bazı insanlara şefkatle ve yardımseverlikle yaklaşılması gerektiğinden bahsediyor. Sarkozy, ayrıca dayak yiyen veya öldürülen kadınlara yardım edilmesi gerektiğini söylüyor.

Bu konuda Sarkozy’ye cevap veren isimler arasında Ayaan Hirsi Ali’nin bulunması gerçekten önemli. Ali, aslen Somalili ve geçmişte Hollanda parlamentosunun bir parçası olarak görev almış bir isim. Ali, Sarkozy’nin koruma ve doğallaştırma ile ilgili sözlerini esasen İslam’ı eleştirmek için kullandı.[1]. O, epey tartışmalara yol açmış olan Teslimiyet filminin senaryo yazarı. Filmin yönetmeni Theo Van Gogh, suikasta kurban gitti.

Filmde İslam ile kadına şiddet arasında bağ kuruluyor. Karşımıza üzerinde transparan bir burka bulunan bir kadın çıkıyor. Burkanın üzerinde ise Kur’an ayetleri yazılı. Filmde kadın, kocasının kendisini dövdüğünü sesi titreyerek anlatıyor ve bu dayağın Kur’an’da kabul gördüğünden bahsediyor.

Ayaan Hirsi Ali, İslam karşıtı, kadın yanlısı kürsüye, Hollanda’daki muhafazakâr parti Özgürlük ve Demokrasi İçin Halk Partisi üyesi olarak çıkıyor. Teslimiyet filmi, onun İslam ile ilgili olarak sarf ettiği, tartışmalara sebep olan çok sayıda açıklamasından sadece biri.

Bir Hollanda gazetesine verdiği mülâkatta Ali, Batı’nın ölçütlerine göre Muhammed’in pedofil olarak görülmesi, İslam’ın ise “gerici bir kültür” olarak tarif edilmesi mümkün.

Öte yandan Peter van der Veer, Hirsi Ali için şunu söyledi:

“Madun konuşabiliyor ama sözünün duyulabilmesini sağlamak için o, hâkim cemaatin duygularını ifade etmek zorunda kalıyor.”[2]

Hirsi Ali, bu sözlerinden dolayı hem Fransız solundan hem de sağından destek gördü. O, kültürel patolojiye ait bir sembol, kurtarılması gereken doğru insandı. Hem İslam’ı redde tabi tutuyor hem de Batı’nın medeni bir yer olduğunu söylüyordu.[3]

Hirsi Ali, göçün kısıtlandığı, iltica ile ilgili kanunların çıkartıldığı koşullarda göklere çıkartıldı. Hollanda’da bu kısıtlamaya ve benzeri kanunlara Ali de bizatihi destek oldu.

Peki istisnai, cinsiyet temelli, kültürel açıdan yabancı şiddet biçimlerinin mağdurlarına yönelik merhameti ve onları koruma çabalarını nasıl anlamak lazım?

Bana kalırsa bu tür yaklaşımlar, postkolonyal ulus-devletin ırk temelli inşasının birer ürünü. Bu ulus-devletlerde azınlıklara bir isim veriliyor, onlar toplumda görünür kılınıyor, bu amaç doğrultusunda azınlıklar, cinsiyet ve ırk temelli şiddetin mağdurları olarak takdim ediliyorlar. Burada zorla evlendirme, sünnet veya kölelik gibi uygulamalara maruz kalan kadınlara odaklanılıyor ve bunlar, gönlü bol, hayırsever Fransız kız kardeşleri tarafından kurtarılıyor.

Böylelikle bu göçmenler idrak ediliyor ve topluma alınıyor. Bu bağlamda kadına şiddet meselesi, belirli mahallelerin ve belirli tipte insanların meselesi olarak takdim ediliyor. Bu noktada 2000’de sayıca çoğalan, varoşlardaki toplu tecavüz vakalarından bahsediliyor, tecavüz edenin de edilenin de Kuzey Afrikalı olması üzerinde duruluyor.

Mart 2006’da Paris’e gittiğimde kitapçı raflarına sıra sıra dizilmiş, kadınlarla alakalı kitaplar gözüme çarpmıştı. Kitapların kapaklarında hep gözleri yarı kapalı, kederli bakan, örtülü, peçeli bir kadın resmi bulunuyordu. Bu kitaplarda zorla evlendirme veya diri diri yakılma vakalarına ilişkin tanıklıklara yer veriliyordu. Bu tanıklıklarda Batılı olmayan kadına yönelik şiddet egzotikleştiriliyor, namus cinayetlerinden, zorla evlendirme pratiklerinden bahsediliyordu. Bu kitaplara tabii ki “Kahrolsun Tesettür” başlıklı kitaplar eşlik ediyordu. Bunlarda da 2004’te devlet okullarında takılması yasaklanan başörtüsünden bahsediliyor, dinî bağlılığın işareti olarak görülen başörtüsüne dair görüşler aktarılıyordu. Ve tabii başörtüsü ile kadına şiddet arasında bağlar kuruluyordu.[4]

Bu kitaplardan birinin adı Dans l’enfer dans tournantes (“Toplu Tecavüz Cehennemi”) idi. Kitapta, Samira Bellil isimli, aslen Kuzey Afrikalı olan genç bir Fransız kızın hayat hikâyesi aktarılıyordu. Paris’in kenar mahallesinde erkek arkadaşları tarafından kendisine tecavüz edilmişti.

Ni Putes ni Soumises (NPNS, “Ne Fahişeyiz Ne Enayi”) isimli grubun kaynaklık ettiği bu toplu tecavüz anlatısı, genç Arap erkekleri şeytanlaştırma stratejisine başvuruyor ve onları Fransız olmayan kişiler olarak takdim ediyor, bir yandan da yoksul Arap kızlarını kurtarmaya çalıştıklarını iddia ediyor.

Bu NPNS grubunun dilinin birçok yönden Ayaan Hirsi Ali’nin diline fazlasıyla benzediğini görmek gerekiyor. Zira her ikisi de şiddeti din ve kültür üzerinden izah ediyor. Bu kesimin diline doladığı slogan ise “ne tesettür ne tecavüz!” Bu slogan aracılığıyla İslam, neden-sonuç ilişkisi dâhilinde, şiddetin bir sembolü hâline getiriliyor.[5]

Göçmenlerle ilgili tanıklıklar bir biçimde günümüz Fransa’sında azınlık kesimlere mensup kadınlara dair hikâyelerle harmanlanıyor ve zorla evlendirme, namus cinayeti hatta örtünme gibi olgulara vurgu yapılıyor, böylelikle de üçüncü dünyaya mensup kesimler, bilhassa eski sömürgelerden gelenler, gayri medeni kişiler olarak takdim ediliyor, onların herhangi bir hakkı hak etmedikleri üzerinde duruluyor, ama bir şekilde bu insanlara yardım edilmesi gerektiğinden bahsediliyor.

Eski sömürgelerden gelen kadınların giderek yayılan kültürel sorunların çilesini çektiğini söyleyenler, esasen bu kadınların ya tecrit edilmeleri (dışlanmaları) ya da tedavi edilmeleri (kurtarılmaları) gerektiği iddiasında bulunuyorlar.

Kitabevindeki kadın çalışmaları bölümünde yer alan kitapların tamamı
kadına yönelik şiddetle alakalı. Mart 2006.

“Şiddete karşı kadınlar” denilen dili ve kategoriyi esas olarak feminist politik mücadele inşa etti ve ilgili dil, bu mücadelenin içindeki aktörlerce hâlen daha kullanılıyor. Ama öte yandan kadına yönelik şiddetle mücadele, bir yandan da sömürge döneminin stratejilerini ve gerilimlerini de bünyesinde barındırıyor. Bilindiği üzere bu dönemde kadınlar, medeni olma statüsünün bir göstergesi olarak kullanılıyorlardı. İmparatorluk döneminden kalan izler varlığını hâlâ koruyor. İltica Başvuru Kurulu esasen bu anlayışı temel alıyor.

Bu bağlamda Judith Butler, ister feminist olsun ister quir, emperyalizmi karşıya atan her türden siyasetin, “medenileştirme misyonundaki barbarlığa karşı çıkması gerektiğini” söylüyor.[6] Bugünün meselesi de bu barbarlık.

Göç bağlamında kullanılan dil, esas olarak bakım ve koruma meselesi üzerine kurulu ve ona anti-emperyalizm, eşitlik ve adalet temelli politik dil değil, ahlakî gereklilik yön veriyor.

Bu dilse daha çok şiddetten bahsediyor, ama ekonomik mahrumiyet meselesi üzerinde hiç durmuyor, göçmen kadınların mevcut konumundaki savunmasız hâlin sebebi olan devletin şiddetine hiç değinmiyor.

Gerekli evraka sahip olmama meselesinin cinsiyet temelli şiddetin bir biçimi olduğundan bahseden kimse yok. Böylelikle kadına şiddetin gündelik hayatta karşımıza çıkan biçimleri, tüm Fransız toplumuna yayılıyor ve bu gerçeğin üzeri örtülüyor. Şiddet, temelde belirli etnik formlara hapsediliyor. Ayrıca kadına şiddet meselesinde varoşlar türünden mekânlara odaklanılıyor, ama ırkçılık ve maddi eşitsizlik gibi gerçek politik meselelerin üzerinden atlanıyor. Böylelikle kadına şiddetin varoşlarla sınırlı bir olgu olduğuna işaret edilmiş olunuyor.

Kadına şiddet meselesi dar anlamda tarif edilerek, Fransız devleti yardımsever ve aydınlanmacı bir güç olarak gösteriliyor. Öte yandan devlet kaynaklı şiddet, ırkçı şiddet ve ekonomik şiddet gibi diğer şiddet biçimlerinin kontrolden çıkıp çoğalmasına izin veriliyor.

Miriam Iris Ticktin

[Kaynak: Casualties of Care: Immigration and the Politics of Humanitarianism in France, University of California Press, 2011, s. 154-158.]

Dipnotlar:
[1] Emel Fadlallah’ın basında yer alan son tartışmasına bakılabilir. Bu tartışmada Fadlallah, Sudanlı gazeteci Lubna Hüseyin’in halk içinde pantolon giydiği için Hartum’da ahlaka mugayir görülerek suçlanması ardından Fransa’nın koruması altına alınışı konusunda Sarkozy ile yürüttüğü görüşmeden bahsediyor. [Amal Fadlalla, “State of vulnerability and humanitarian visibility: Lubna’s pants and Sudanese trans-politics of rights and dissent”, Signs.]

[2] Peter van der Veer, “Pim Fortuyn, Theo van Gogh, and the Politics of Tolerance in the Netherlands”, Public Culture, Yıl 18 Sayı 1: s. 111-124.

[3] Moderasyonunu Tony Judt’un üstlendiği, Ekim 2006’da New York Üniversitesi Remarque Enstitüsü’nün düzenlediği “Din ve Hoşgörünün Sınırları: Hollanda’da Çokkültürcülük” başlıklı tartışmaya katıldım. Orada yaptığı konuşmada Ayaan Hirsi Ali, Batı’nın daha medeni bir yer olduğunu, sömürgeciliğin Müslümanlara hayrının dokunduğunu söyledi. Ali, orada Hollanda Parlamentosu’nda muhafazakâr Özgürlük ve Demokrasi İçin Halk Partisi’nin eski başkanı Frits Bolkestein ve Hollandalı gazeteci ayrıca Hollandse toestanden (“Hollanda Devleti”) isimli kitabın yazarı Bas Heijne ile sohbet etti.

[4] Tesettürle ilgili tartışmaları ele alan literatüre dair örnekler için bkz. John R. Bowen, Why the French Don’t Like Headscarves: Islam, the State, and Public Space, Princeton: Princeton University Press, 2007; Pierre Tévanian, Le voile médiatique, un faux débat: “L’affaire du foulard islamique”, Paris: Raisons d’Agir Editions, 2005; John Scott, “Symptomatic Politics: The Banning of Islamic Head Scarves in French Public Schools. French Politics, Culture and Society, Yıl 23, Sayı 3 (2005): s. 106-127; ve Talal Asad, Reflections on Laicité and the Public Sphere: Items and Issues Yıl 5 Sayı 3 (2005): s. 1-5.

[5] NPNS, varoşlarda yürüttüğü kadına şiddet karşıtı mücadelesini Suudi Arabistan gibi yerlerde yürütülen şiddete karşı mücadelesiyle birleştiriyor. Bu sayede kullandığı dil, İslam ve şiddet arasında kurulan ilişkinin doğallaşmasına katkı sunuyor: örgüt, bu türden bir şiddetin varoşlarda on yıl önce yaşanmazken neden bugün yaşandığını veya bu tür mekânlarda görülen şiddetin haklarından mahrum edilmiş kesimlerin yaşadığı, başka alanlarda görülen şiddetle nasıl kıyaslanabileceğini hiçbir şekilde sorgulamıyor.

[6] Judith Butler, Frames of War: When is Life Grievable? Londra, Verso Books, s. 132.

0 Yorum: