Belirli
ülkelerde milliyetçi, neoliberal, feminist veya LGBT siyasetinin bir araya
geldiği kavşaktan açığa çıkan politik dizilimler, farklı kavramlarla
karşılandı. İster zamanın ruhu, ister söylemsel taktik, isterse politik proje
desinler akademisyenler, çoğunlukla bu olgunun politik-konjonktürel boyutlarına
işaret ettiler.[1] Akademisyenler, daha da özelde, bu karşılaşmaların cereyan
ettiği mevcut kavşağı ön plana aldılar, ama öte yandan da bu karşılaşmaların
tarihleri üzerinde yeterince durmadılar.
Esasen
Hollanda, Fransa ve İtalya’da milliyetçi sağcı partiler, neoliberal politikalar
ve feministler/femokratlar arasındaki yakınlaşmayı en iyi ideolojik formasyon
bağlamında kavrayabiliriz. Femonasyonalizmin bir ideolojik formasyon olarak
nitelendirmesinin üç önemli teorik sebebi var.
1.
İdeolojik formasyon anlayışı, bize femonasyonalizmin dayandığı felsefeyi, benim
daha önce Batı’nın Doğu karşısında üstün olduğuna dair yaygın kanaat olarak
tanımladığım düşünceyi incelememizi mümkün kılıyor. Ama aynı zamanda bu
anlayış, bu ideolojik formasyonda neyin eski neyin yeni olduğunu tanımlamamızı,
başka bir ifadeyle, ideolojik formasyona ait “birimselliği” (modülariteyi)
anlamamızı sağlıyor. Femonasyonalizmin yaygınlığını, birçok farklı siyasette
karşımıza çıkışını anlama noktasında bu birimsellik terimi bence önemli. Lâkin
öte yandan femonasyonalizmi anlamak için burada bir de Benedict Anderson’ın
milliyetçilik teorisini devreye sokmak gerekiyor.
Milliyetçilik
(nasyonalizm), millet denilen formdaki hem evrensel hem de özel olan ikili
karaktere ve onun tüm zamana-mekâna teşmil edilebilme becerisine atıfta
bulunuyor. Manu Goswami’nin Anderson’ın birimsellik anlayışına ilişkin
tartışmasında dile getirdiği biçimiyle, “milliyetçiliğin milli oluşumların özel
ve hayali düzeyde biricik olduğuna dair iddiaları, ancak birbirlerine şeklen
benzeyen milletlerin ve milli devletlerin dünya üzerinde oluşturdukları örgüyü
karşıya alarak ve o örgü dâhilinde kavranabilir.”[2]
Buna
göre femonasyonalizmin birimselliğine ilişkin anlayış da Müslüman kadın ve
erkeklerin mevcut konumlanışlarını ön plana alıyor ve kadınların korumaya
muhtaç varlıklar olduklarını, çünkü onların Batılı olmayan erkeklerin şiddetine
maruz kaldıklarını, bu şiddetin pasif birer mağdurları olduklarını söylüyor.
Dolayısıyla
femonasyonalizm, Müslüman kadınları ve erkekleri esasen Batı’ya ait o bilindik
temanın güncel yüzü olarak değerlendiriyor ve Gayatri Chakravorty Spivak’ın
yerinde formülüne başvuracak olursak o, “beyaz erkeklerin esmer kadınları esmer
erkeklerden kurtarmaya çalıştığını” söylüyor.[3]
Bugün
Müslüman kadın, Batı Avrupa’nın muhayyilesinde Batılı olmayan insanların
uyguladığı şiddetin bir mağduru olan Batılı olmayan kadının cisimleşmiş,
tekdüze hâli olarak görülüyor. Bugün medya ve politik dil, Müslüman erkekleri
birer zalim olarak takdim ediyor ve buradan da bu erkek göçmen tehdidinin
Doğu’dan doksanlarla birlikte geldiğini söylüyor.
Doksanlarda
bu kötü göçmen, Doğu Avrupalı erkekleri ifade ediyordu. Bu erkekler, kadın
ticareti ile uğraşan, yasadışı işlere bulaşmış kişiler olarak resmediliyordu,
Doğu Avrupalı kadınlarsa çoğunlukla geri kültürün ve/veya seks endüstrisinin
mağdurları olarak gösteriliyordu.
Öte
yandan postkolonyalizm eleştirmenlerinin ikna edici bir biçimde gösterdikleri
üzere, sömürgecilik döneminde Hollanda, Fransa ve İtalya’da cinslerarası
eşitsiz ilişkilere yönelik vurgu ve yerli halklara ait birer gösterge olarak
ele alınan sömürgelerdeki kadınların ataerkil şiddetin birer mağduru oldukları
fikri, sömürge halklar üzerinde tesis edilen hâkimiyetin pekiştirilmesine dönük
bir araç olarak iş gördü.[4]
Birer
öteki olarak erkeklerin cinsel tehdit, gene birer öteki olarak kadınların
mağdur ve Batılı “kurtarıcılar”ın malı olarak resmedilmesi noktasında cinsiyet
eşitliği hareketi, yinelenen belirli tarihsel müdahaleler ve ideolojik
öncüllerle destekleniyor. Femonasyonalizm, neoliberalizmin değişen bağlamı ile
yükselen İslamofobi bağlamında yeniden gündeme getirilen, yakın geçmişe ait bu
türden fikirlerin, fragmanların ve ayak izlerinin tanımladığı bir olgu.
2.
Femonasyonalizm, ideolojik formasyonların özünü teşkil eden, Stuart Hall’un
“söylemsel düzenler” adını verdiği şey aracılığıyla işliyor. Hall’a göre
ideolojik formasyonlar, “kendi bilgi nesnelerini ve kendi konularını formüle
ediyorlar; kendilerine ait kavram dağarcığı bulunan ideolojik formasyonları
yine kendi mantıkları yönlendiriyor, onlar kendi ifade kanallarını kendileri
yönetiyorlar, neyin doğru olduğunu kendi belirledikleri yoldan tespit ediyorlar,
yanlış olanı kendi hakikat sistemi dâhilinde dışlıyorlar. İdeolojik
formasyonlar kendilerine ait düzenleri, belirli ifadelerin dil bulma imkânına
kavuştuğu ‘bir formasyon uzamı’ aracılığıyla teşkil ediyorlar.”[5]
Bu
anlamda ideolojik formasyon anlayışı, femonasyonalizmi meydana getiren ve
pekiştiren söylem düzlemini anlamamızı sağlıyor.
Günümüzde
feminizmin İslamofobiyi ve göçmen karşıtlığını teşvik etmek için
kullanılmasını, söze hâkim olan medya aygıtını kullanma biçimlerini anlamadan
idrak etmek mümkün görünmüyor. Bu noktada bilhassa 11 Eylül’den beri Batı’nın
medya üzerinden maruz kaldığı pratikleri anlamamız gerekiyor.
O
medyada Afganistan’a atılan bombaların, Müslüman kadınların burkadan
kurtarılması için gerekli olduğundan söz ediliyor; Hollanda’da o göçmen karşıtı
kanunların Fas’tan veya Türkiye’den gelin ihracına mani olmak için çıkartıldığı
söyleniyor; veya daha yakın döneme ait bir örnek bağlamında Suriyeli erkek
mülteciler o medyada, Almanya’da yeni yıl arifesinde kadınlara saldıran, onların
çantalarını çalan suçlular olarak takdim ediliyorlar. Aynı medya, kadına şiddet
ile İslam arasında bağ kuruyor ve bu bağın asla sorgulanamayacağını, iddianın
sağlam delillere dayandığını söylüyor.
Femonasyonalizm,
Batı’nın kültürel muhayyilesine sinmiş anlamlandırma pratiği ve anlam üretimi
aracılığıyla teşkil edilip besleniyor. Burada esas olarak söz konusu anlamlar,
semboller, imajlar ve söylemsel düzenler, Gramsci’nin ifadesiyle, “senso comune”ün (sağduyunun) içine
sıkıştırılıyor.[6]
3.
Femonasyonalizm bir ideolojik formasyondur, çünkü milliyetçi partiler,
neoliberaller ve feministler/femokratlar, kadın-erkek eşitliği temelli
çalışmalarını yabancı düşmanlığını artıracak şekilde yürütüyorlar. Esasen bu
durum, özünde somut kimi ekonomik çıkarlardan kaynaklanıyor.
Çığır
açıcı çalışması İdeoloji ve Devletin
İdeolojik Aygıtları’nda Louis Althusser, bizi ideolojilerin maddiliğini,
onların üretimin maddi koşularının yeniden üretimine hizmette bulundukları
yollar bağlamında ele almaya davet ediyor.
Althusser’e
göre devletin ideolojik aygıtları (aile, medya, okul, din vb.), sömürülen
işgücünün maddi ve psikolojik düzlemde her gün yeniden oluşturulduğu üretim
koşulları dâhilinde garantör rolü oynuyorlar. Althusser, bu aygıtların alt
sınıfların “hâkim ideoloji”ye ve onun beynelmilel hâle gelişine teslim olduğu
koşulların kalıcılaştırılmasını güvence altına alacak şekilde işlediğini
söylüyor.[7]
Althusser’in
kullandığı mânâda ideolojik formasyon, bu hâliyle, femonasyonalizmin
maddiliğini keşfetmemizi mümkün kılacak bir anlayış. O bizi, birbirinden farklı
politik yönelimlerin belirli bir anlayış etrafında neden bir araya
geldiklerini, bu birlikteliklerin ne tür biçimler aldığını anlamamıza katkı
sunuyor. İdeolojik formasyon anlayışı, farklı politik çizgilerin, cinsiyetçiliğin
Batılı olmayan Öteki’nin özel ilgi alanı olduğuna dair görüş etrafında
birleşip, belirli politik-ekonomik düzenlemeleri idame ettirme ve yeniden
üretme ihtiyacını bir biçimde gizlediklerini ortaya koyuyor.
Nihayetinde
femonasyonalizmin bir ideolojik formasyon olarak anlaşılması bize, yabancı
düşmanı cinsiyet eşitliği hareketinin üretime ve toplumsal yeniden üretime ait
maddi zinciri nasıl pekiştirdiğini göstermemizi sağlıyor.
Neoliberal Politik Ekonomi Olarak
Femonasyonalizm
Muhafazakâr,
neoliberal veya ırkçı politikanın yüzünü toplumsal cinsiyet ve eşcinsellik
meselesine dönüşünün politik-ekonomik boyutlarının arka planda işleyen bir tür
güç olarak neoliberalizmle alakalı olduğu üzerinde duran çalışma sayısı çok
azdır.
Sırma Bilge’nin
tespitine göre toplumsal cinsiyeti ve cinselliğin “emperyalist ve ırkçı
milliyetçiliklerin faaliyet sahası” hâline gelmesi, esasen bu politik akımların
yapısal eşitsizlikleri kültürel çatışmalar ardına gizlemeyi temel alan
tarzlarının neoliberalizmle örtüşmesinin bir sonucudur.[8]
Aynı şekilde Paul
Mepschen ve Jan Duyvendack de neoliberalizmin LGBT politikası ile milliyetçi
politika arasında yaşanan yakınlaşmayı nasıl mümkün kıldığı üzerinde durur. Yazarlara
göre ekonomiyi dizginlerinden kurtaran neoliberalizm bu yakınlaşmayı, eşcinseller
arasında yaygınlaşan tüketim kültürü ama aynı zamanda ulus-devletin kimliklerin
üretimi üzerinde sahip olduğu otorite üzerinden mümkün kılmaktadır.[9] Buradan
da yazarlar, cinsel kimlik temelli milliyetçiliklerin şovenist siyasetin teşvik
edilmesi ve neoliberalizmin pazarı bölme stratejisiyle uyumlu olduğu sonucuna
ulaşmaktadırlar.
Öte yandan bu
çalışmalarda neoliberalizm, sahnedeki ana karakterlerden biri olarak değil de,
farklı güçleri yakınlaştırmaya dönük faaliyetlerin ekonomik sahnesi olarak ele
alınır. Bize göre neoliberalizm, bu olguların anlaşılması noktasında merkezî
bir konuma elbette ki sahiptir ama oun basit manada femonasyonalist
yakınlaşmanın cereyan ettiği bağlam olmadığını, onun esasen bu yakınlaşmayı
teşkil ettiğini görmek gerekmektedir.
Kadın haklarının neoliberalizm
koşullarında öne çıkan bir husus olarak yabancı düşmanı kampanyalarda gündeme
getirilmesiyle birlikte insanları yerinden yurdundan etmeye dönük çabaların kültürel
boyutuna işaret etmek suretiyle artan ekonomik eşitsizlikler dikkatlerden
kaçırılır. Ayrıca kadın haklarını bu şekilde kullanan yaklaşımlar, sadece tüketimci
kültürler için işlevsel olan ve eşit haklar talep eden kampanyalarda gündeme
gelmezler.
Bana göre
neoliberalizm, politik-ekonomik formasyon olarak, devlet aygıtının işleyişinin
bir parçası olan femonasyonalist ideolojiyi “kurumsallaştırmaktadır.” Burada
amaç, üretim, daha da özelde toplumsal yeniden üretim sahasını (yeniden)
örgütlemektir.
Neoliberalizm, femonasyonalizmi
kurumsallaştırır. Bu noktada yabancılar için hazırlanmış sivil entegrasyon programlarının
ekonomik boyutuna bakılmalıdır. Bu programlar, göçmenlerin ikamet izni
alabilmeleri için Avrupa devletlerinin temel kültürel ilkelerini öğrenmelerini
şart koşarlar. Bu noktada toplumsal cinsiyet eşitliği, Batı Avrupa milletinin
ana dayanağı olarak takdim edilir. Sonuçta kadın haklarına saygı, ülkede kalmak
için asli bir şart hâline gelir. Bu programlar, Müslüman kadınları mağdur,
Müslüman erkekleri zalim olarak takdim eder, sonuçta da devletin göç siyasetine
ait disiplin aygıtına eklemlenir.
Bu politikalar,
ötekileştirme ve İslam karşıtı klişeler üzerine kuruludur. Sadece Müslüman
kadınları değil tüm Batılı olmayan göçmen kadınları etkiler. Ayrıca bu sivil entegrasyon
politikaları, salt disiplin amaçlı olarak işlemezler. Müslüman ve Batılı
olmayan göçmen erkekleri yeniden eğitilmeleri gereken kadın düşmanları şekilde
mimler. Söz konusu politikaların ekonomik düzeyde de işlediğini görmek
gerekmektedir.
2007 sonrasında
Hollanda, Fransa ve İtalya’da yürürlüğe giren, Müslüman ve Batılı olmayan
kadınları geri kalmış, eve mahkûm bireyler olarak kodlayan sivil entegrasyon
programları, bu kadınları ev dışında iş aramalarını sağlayarak ekonomik
düzlemde entegre olmaya teşvik etmişlerdir.[10] Bu kadınların ekonomik
entegrasyonu, pratikte neoliberal istihdam araçları üzerinden
gerçekleştirilmiştir.
Sonuçta bu türden
girişimleri kadın örgütleri ve cinsiyet eşitliği ile ilgili devlet kurumları
desteklemiş, esas olarak göçmen kadınların geldikleri ülkelerdeki emek
piyasasında kadınların yüzleştikleri güçlükler üzerinde durmuşlardır. Oysa bu
girişimler derinlemesine incelendiğinde sivil entegrasyon programlarına katılan
kadınların sınırlı sayıda iş sahasına yönlendirildikleri görülür: bu kadınlar
çoğunlukla, otel temizliği, ev bakıcılığı, çocuk bakıcılığı ve yaşlı/engelli
bakımı gibi işlerde çalışmaktadır.
Feministler, kadın
örgütleri ve femokratlar bu kadınların kurtuluşu için üretim sahasına
girmelerinin gerekli olduğunu söyleseler de gerçekte Batılı olmayan göçmen
kadınlar sadece ev işlerinde ve bakım işlerinde istihdam edilmişlerdir. Dolayısıyla
feministlerin ve femokratların Müslüman ve Batılı olmayan göçmen kadınları
özgürleştirme talepleriyle onları düşük ücretli, güvencesiz ev işlerine
yönlendirmeleri arasında belirgin bir çelişki söz konusudur. Oysa bunlar,
feminist hareketin yıllardır kadınları kopartmak, özgürleştirmek istedikleri
çalışma sahalarıdır.
Buradaki çelişki,
sadece söylem değil eylem alanında da mevcuttur. Çelişkinin temel dayanaklarını
anlamak içinse toplam feminist hareket içinde dillendirilen ekonomik
bağımsızlık anlayışının soykütüğünü eleştirel bir dille ortaya koymak,
toplumsal yeniden üretimin karşısında duran üretim amaçlı çalışma ile ilgili
kavramları incelemek gerekmektedir.
Bu eleştirel soykütük
çalışması, bize üretim ve toplumsal yeniden üretim ile toplumsal yeniden
üretiminin değersizleşmesi arasında belirli bir gerilim olduğunu söyler. Sonuçta
toplumsal yeniden üretim meselesini değersizleştiren birçok Batı Avrupalı
feminist, farkında olmadan, işgücü sahasının en fazla dışlanan ve en zayıf
kesiminin baskın olduğu sektör olarak toplumsal yeniden üretimin yeniden
biçimlendirilmesine katkı sunar.
2010’ların
başlarında bazı milliyetçi sağcı partiler ve sağcı hükümetler, bu kadınların
bakım işlerine, ev işlerine, toplumsal yeniden üretim sahasına
yönlendirilmesinde aktif bir rol oynadılar. 2007-2011 arası dönemde yaşanan
küresel finans krizi milliyetçilerin ve neoliberalizm yanlılarının Batılı
olmayan göçmen erkekleri zalim, göçmen kadınları mağdur olarak gören yaklaşım
için gerekli zemini teşkil etti.
Kriz süresince bakım
işi metalaştırıldı ve bu süreç, emek piyasasının bakım işi yapan göçmen kadınları
kapsamasını sağladı. Sonuçta Müslüman ve Batılı olmayan göçmen kadınlar bakım
işleri konusunda giderek artan talebe bağlı olarak toplumsal yeniden üretim
sahasının ana bileşeni hâline geldiler. Buna ek olarak, 2007-2013 arası dönemde
istihdam eğilimleri ve sektörler bağlamında Batılı olmayan göçmenlerin ekonomik
performanslarına dair verilerin de ortaya koyduğu biçimiyle, Batılı olmayan ve
Müslüman göçmen kadınlar kriz esnasında işe alınmakla kalmadılar, ayrıca bu
kadınların istihdam ve faaliyet oranları giderek arttı.
Emekçilerin sayılarını
düşürmek için kullanılan, kriz yönetimi araçları olarak iş gören üretim
sahalarının başka yere taşındığı veya kapandığı ekonomik sektörlerde çalışan
Batılı olmayan göçmen erkeklerden farklı olarak Batılı olmayan göçmen kadınlar,
çoğunlukla ev işlerinde ve bakım işlerinde istihdam ediliyorlar. Bu sektörde
sermayenin klasik kriz yönetimi için yürüttüğü operasyonların devreye
sokulmadığını görmek gerekiyor. Sonuçta toplumsal yeniden üretim denilen iş
sahasının başka bir yere taşınması veya ekonomik kriz süresince kapatılması
mümkün değil.
Toplumların günbegün
işlemesini güvence altına almak amacıyla, resesyon dönemlerinde bile bakım işi
devam etmek zorunda. Aslında Batı Avrupalı kadınların daha fazla iş bulduğu
koşullarda Müslüman ve Batılı olmayan göçmen kadınlar, daha çok çocuk, engelli
veya yaşlı bakıyor. Bu olguya tam da Batı Avrupa’nın sosyal yardım hizmetlerini
özelleştirdiği ve giderek artan yaşlı nüfusu gerçeği ile yüzleştiği bir dönemde
tanık oluyoruz.
Bana kalırsa Batılı
olmayan göçmen kadınlara iş teklifleri gibi entegrasyon ve özgürleştirme
pratikleri dâhilinde yardım edilmesi gereken bireyler olarak muamele edilmesi,
esasen erkek göçmen işçilerden farklı olarak, bu kadınların çocuk bakımı, yaşlı
bakımı ve temizlik gibi toplumsal yeniden üretim sahasında oynadıkları
stratejik rolle alakalı bir mesele.
“İş hırsızları”, “kültürel
ve toplumsal tehdit”, “sosyal yardım sisteminin parazitleri” olarak damgalanan
Müslüman ve Batılı olmayan göçmen erkeklerden farklı olarak Müslüman ve Batılı
olmayan göçmen kadınlar, neoliberal yeniden yapılandırma sürecinin
metalaştırdığı bakım hizmetlerini sunmak suretiyle, Batı Avrupalı erkeklerin,
bilhassa kadınların kamusal alanda çalışmalarını mümkün kılıyorlar.
Halkın
muhayyilesinde Müslüman ve Batılı olmayan göçmen kadınlar özel olarak dikkat
edilmesi gereken, hatta “kurtarılmaları” gereken unsurlar olarak görülüyor ama
bu yaklaşım, toplumsal yeniden üretimin maddi koşullarının yeniden üretimi noktasında
oynadıkları önemli rolle bağlantılı olan ideolojik bir aygıt olarak iş görüyor.
Femonasyonalizmi, küresel finans krizi, daha da
özelde Batı Avrupa’daki toplumsal yeniden üretim krizi bağlamında açığa çıkan ve
sosyal yardım alanını, emek sahasını ve göç politikalarını neoliberalizmin
ihtiyaçları temelinde yeniden örgütlenmesine dönük çalışmaların önemli bir
bileşeni olarak görmek gerekiyor. Esasen milliyetçilerle neoliberallerin
cinsiyet eşitliği ile ilgili özgürlükçü idealleri
istismar etme ihtimalleri ayrıca feministlerin/femokratların özgürlük karşıtı,
yabancı düşmanı siyasete yakınlaşmaları, büyük ölçüde son otuz yıl içerisinde
Batı Avrupa ekonomisinin neoliberalizm temelinde yeniden biçimlendirildiği
sürecin birer sonucudur.
Sara R. Farris
[Kaynak: In the Name of Women’s Rights: The Rise of Femonationalism, Duke
University Press, 2017, s. 10-17.]
Dipnotlar
[1]
Zamanın ruhu: Paul Mepschen ve Jan
Willem Duyvendak, “European Sexual Nationalisms: The Culturalization of
Citizenship and the Sexual Politics of Belonging and Exclusion”, Perspectives on Europe Sayı 4 (2012): s.
70-76; Söylemsel taktik: Jasbir K.
Puar, Terrorist Assemblages:
Homonationalism in Queer Times, Durham: Duke University Press, 2007; Politik proje: Liz Fekete, “Enlightened
Fundamentalism? Immigration, Feminism and the Right”, Race and Class Sayı 48 (2006): s. 1-22.
[2]
Manu Goswami, “Rethinking the Modular Nation Form. Toward a Sociohistorical
Conception of Nationalism, Comparative
Studies in Society and History Sayı 44 (2002): s. 785.
[3]
Gayatri Chakravorty Spivak, “Can the Subaltern Speak?”, Marxism and the Interpretation of Culture içinde, yayına
hazırlayan: Cary Nelson ve Lawrence Grossberg, Urbana: University of Illinois
Press, 1988.
[4]
Neil MacMaster, “Colonial ‘Emancipation of Algerian Women: The Marriage Law of
1959 and the Failure of Legislation on Women’s Rights in the Post-Independence
Era”, Wiener Zeitschrift für kritische
Afrikastudien Sayı 12 (2007): s. 91-116; Ann Stoler, Race and the Education of Desire: Foucault’s History of Sexuality and
the Colonial Order of Things, Durham: Duke University Press, 1995.
[5]
Stuart Hall, “Toad in the Garden: Thatcherism among the Theorists”, Marxism and the Interpretation of Culture,
yayına hazırlayan: Cary Nelson and Lawrence Grossberg, Londra: Macmillan, 1988,
s. 51.
[6]
Gramsci’de senso comune kavramı,
belirli bir dönemde ve belirli bir toplumda bir fikrin doğru ya da yanlış
olduğuna bakılmaksızın, imal edildiği andan itibaren, çoğunlukla
eleştirilmeden, bilinçsiz bir algılama ve içselleştirme pratiği üzerinden hâkim
hâle gelişi ile alakalıdır. Bu kavramın kapsamlı olarak incelendiği,
Gramsci’nin toplam eserinde bu sorunun nasıl ele alındığı ile ilgili bir
çalışma için bkz. Peter Thomas, The
Gramscian Moment: Philosophy, Hegemony and Marxism, Leiden: Brill, 2009.
[7]
Louis Althusser, “Ideology and Ideological State Apparatuses.” Lenin and Philosophy and Other Essays içinde,
New York: Monthly Review, 2001. Ben, Althusser’in teorisinde ideolojiyi
sermayenin üretimi ve yeniden üretimi denilen geniş bağlam içerisinde anlamanın
önemine dair görüşlerinden yararlanıyorum, ama öte yandan femonasyonalizmi,
Althusser’in genel olarak ideolojiye odaklanan eğilimiyle çelişen belirli
teorik açılardan okuyorum. Kısmen Michel Pecheux’nun görüşlerinden
yararlanarak, ideoloji yerine ideolojik “formasyon”dan bahsediyorum, çünkü bana
kalırsa tarihsel sınırlara sahip olan femonasyonalizmin şifrelerini gerekli
şekilde çözebilmek için kapsamlı teorik araçlara ve tarihsel bağlam oluşturma
pratiklerine ihtiyaç var. Bkz. Michel Pecheux, “Mechanism of Ideological
(Mis)recognition”, Mapping Ideology içinde,
yayına hazırlayan: Slavoj Žižek, Londra: Verso, 1994. Öte yandan Althusser’de
görülen, ideolojileri iç yapıları itibarıyla yeknesak kabul eden eğilime karşı
ben, yirmi birinci yüzyılda karşımıza çıkan özel bir ideolojik formasyon olarak
femonasyonalizmin içsel tutarsızlıkları, parçalı yapısı ve çelişkileri üzerinde
duruyorum. Althusser ise ideolojileri, neredeyse devletin fikrî planda dolaysız
olarak ifa ettiği birer görev, ideolojinin çağırdığı alt sınıfları üreten bir
unsur olarak görüyor. Çünkü Althusser, bireyleri özne olarak üretenin, ideolojinin
çağırma/seslenme pratiği olduğunu, üstelik bunu eleştirel, birbiriyle çatışan
öznelliklerin oluşumuna zerre alan açmadan yaptığını söylüyor. Althusserci
ideoloji teorisinin bu yönüne dair bir eleştirisi için bkz.: Jan Rehmann, Theories of Ideology, Leiden: Brill,
2013.
[8] Bilge, Sirma. “Mapping
Quebecois Sexual Nationalism in Times of ‘Crisis of Reasonable Accommodations.’
” Journal
of Intercultural Studies 33 (2012): s. 306. Bilge, neoliberalizmi
eşit haklar temelli ajandaları şirketlerin aklıyla birleştiren ve bunu feminizm
ve LGBT türünden toplumsal hareketleri pazarlamak suretiyle yapan, ilgili
hareketlerin destekçilerini tüketicilere ve neoliberal öznelere dönüştüren
mantık olarak anlıyor. Buna göre “neoliberal eşitlik siyaseti, sosyal adaletin
haklar meselesine indirgenmesi ve küresel kapitalizmin yıkıcı faaliyetlerinin
gizlenmesi ve yapısal adaletsizliğe dayanan sistemlerin güçlendirilmesi ile son
buluyor.”(s. 306)
[9] Mepschen, Paul ve
Jan Willem Duyvendak. “European Sexual Nationalisms: The Culturalization of
Citizenship and the Sexual Politics of Belonging and Exclusion.” Perspectives
on Europe 4 (2012): 70–76.
[10]
Avrupa Entegrasyon Fonu 2007 yılında kuruldu. Bu fon, devlet bürokrasisi
içerisinde yer alan veya almayan, kadın eşitliği meselesiyle ilgilenen
örgütlerce, Batılı olmayan göçmen kadınların ekonomik entegrasyonunu sağlamak
amacıyla kullanılıyor. Feministlerin bu ekonomik entegrasyon politikalarını uygulamaları,
esasen çelişkili bir durum.
0 Yorum:
Yorum Gönder