Mevcut küresel salgın durumu, rahat olduğu
söylenen Batı dünyası üzerinde muazzam bir etkiye yol açtı, sonuçta da bu, tek
başına özel bir öneme sahip olmayan olgu, şüpheci yakınmalara ve isyankâr
ahmaklıklara yol açtı. Bu gelişmenin yanında ben, aleni biçimde önleyici olduğu
görülen tedbirler alınmadan, yeni hedefler belirlenmeden virüsün ortadan
kaybolmayacağı gerçeği karşısında insanların mesele ile ilgili olarak neden
caka satma ihtiyacı duyduklarını hiç anlamadığımı söylemeliyim.
Daha da önemlisi, devam eden salgının gerçek adı,
bize esasen “güneşin altında yeni bir şeyin olmadığını” söylüyor. Bu virüsün
gerçek adı SARS 2, yani “Ağır Akut Solunum Sendromu 2”. Demek ki bu virüs
ikinci kez tanımlanmış, demek ki bir de SARS 1 salgını yaşanmış ve bu salgına
tüm dünyada 2003 baharında tanık olunmuş.
O dönemde buna “yirmi birinci yüzyılın ilk
bilinmeyen hastalığı” denmiş. Buradan da anlıyoruz ki şimdiki salgın, asla yeni
veya beklenmedik bir olgu olarak görülemez. Bu yüzyılda görülen türünün ikinci
örneği ve ilkinin soyuna bağlı. Öyle ki devlet yetkilileri, bugün ancak tahmin ile
ilgili çalışmalara yeterince para aktarmamış olmakla eleştirilebilir, zira SARS
1’den sonra tıp dünyasına SARS 2 ile mücadelede gerçek araçlar temin edebilecek
araştırmalar yapılabilirdi.
Dolayısıyla ben, herkes gibi kendimi evde tecrit
etmeye çalışmaktan ve herkesi aynı şeyi yapmaya teşvik edecek sözler
söylemekten gayrı bir şeyler yapamayacağımı düşünüyorum. Bu noktada katı bir
disipline bağlanmak, virüse en fazla maruz kalacak insanların korunması ve
onlara destek sağlanması noktasında çok daha gerekli bir adımdır.
Elbette virüse en fazla maruz kalacak kesim,
sağlık çalışanlarıdır. Bu insanlar, mücadelenin cephe hattındadır ve sıkı bir
disiplinle hareket etmek zorundadırlar, ayrıca virüs bulaşmış kişiler de bu
disipline tabi olmalıdır. Bir de yaşlılar, bilhassa bakım evlerinde kalanlar
var, bunlar en zayıf kesim. Ayrıca işe gitmek ve virüsün kendisine bulaşma
riskini göğüslemek zorunda olanlar var. “Evde kal” emrine uyabilecek kişilerin
uygulayacağı disiplin, bir yandan da evi olmayanlar veya güvenli bir barınak
bulamayanlara, ev denilemeyecek yerlerde kalanlara da araçlar önerebilmelidir. Bu
noktada akla, otellere el konulması gibi bir adım gelebilir.
Doğrudur, bu görevlerin aciliyeti giderek
artmaktadır ama bu görevler, en azından ilk inceleme dâhilinde, yeni bir
düşünme tarzının inşa edilmesine veya büyük büyük analiz çalışmalarına ihtiyaç
duymazlar.
Gelgelelim yakın çevremde rastladıklarım da dâhil
olmak üzere, yarattıkları kafa karışıklığı ve içinde bulunduğumuz basit durumu
anlamadaki mutlak yetersizlikleriyle beni öfkelendiren çok şey okuyor ve
duyuyorum.
Bu buyurgan beyanlar, içler acısı çağrılar ve
ısrarla dile getirilen suçlamalar farklı biçimler alsa da, hepsinde mevcut salgın
durumunun aşırı basit oluşu ve salgının yeni olmayışı konusunda aynı
küçümseyici yaklaşım söz konusu.
Bazısı, doğası gereği yapmak zorunda olduğu şeyi
yapan güçler karşısında gereksiz yere kölece bir tutum benimsiyor. Bazısı da
hiçbir yaraya merhem olmayacak bir yaklaşım üzerinden, gezegene ve ondaki
gizeme yalvarır bir üslupla sesleniyor. Bazıları, yaşanan her konuda kadersiz
Macron’u suçluyor. Oysa Macron da savaş veya salgın dönemlerinde her devlet
adamı ne yapıyorsa onu yapıyor. Bazıları da virüsün imha edilmesi ihtimaliyle
ilişkisi henüz net olmayan ve beklenmedik bir biçimde yaşayacak devrim denilen
kurucu olay için yaygara kopartıyorlar.
Oysa bizim “devrimcilerimiz”, bu imha hususunda henüz
herhangi bir araç önermiş de değiller. Bazısı da kıyametçilerde görülen türden
kötümserliğin bataklığına saplanmış. Bazı kişilerse çağdaş ideolojinin altın
kuralı olan “önce ben” söyleminin bu durum dâhilinde ilgi görmemesi, zerre
yardım sunmaması, hatta kötülüğün belirsiz bir süre varlığını koruduğu sürecin
suç ortağı olarak görünmesi karşısında hayal kırıklığına uğruyorlar.
Görünen o ki salgının yol açtığı güçlük, her yerde
Aklın esas işlevini ortadan kaldırıyor ve öznelerin yüzlerini Ortaçağ’da veba
ortalığı süpürürken (mistisizm, hikâyeler, dua, kehanet ve lanet gibi) gelenekselleşmiş,
acınacak fiillere dönmeye mecbur ediyor.
Sonuç olarak, bazı basit fikirleri bir araya
getirmeye zorunlu hissediyorum kendimi. Bu fikirlere pekâlâ “Kartezyen fikirler”
denilebilir.
O hâlde başka yerlerde yetersiz bir biçimde tanımlanmış
ve bu sebeple pek yeterince ele alınamamış sorunu tanımlayarak işe başlayalım.
Bir salgın, doğal ve toplumsal belirlenimler
arasında her zaman bir bağlantı noktası olması gerçeğine bağlı olarak, karmaşık
bir olgudur. Onun analizi, tümüyle tüm katmanlarını kesen bir yaklaşım
üzerinden analiz edilmeli, bu noktada iki belirleyici unsurun kesiştiği
noktalar belirlenmeli ve sonuçlara bu noktalar üzerinden ulaşılmalıdır.
Örneğin bugünkü salgının ilk çıkış noktası, büyük
ihtimalle Vuhan şehrindeki pazarlardır. Çin pazarları, tehlike arz eden
kirlilikleriyle, üst üste yığılmış her türlü canlı hayvanın açık hava satışının
engellenemeyişiyle bilinirler. Dolayısıyla belirli bir anda yarasalardan gelen
virüs, vasat hijyen koşullarında ve kalabalık ortamda, bir tür hayvanda kendine
yer bulmuştur.
Virüsün bir türden diğerine seyreden yolculuğu,
süreç içerisinde insana doğru uzanır. Peki ama bu süreç, tam olarak nasıl
işler? Bunu henüz bilmiyoruz, bu konudaki bilgiyi sadece bilimsel çalışmalar söyleyecek.
Hazır bahsini etmişken, şu internette virüsün kaynağının yarı canlı yarasa
yiyen Çinliler olduğunu söyleyen, söylediklerini sahte görsellerle destekleyen
ırkçı hikâyeleri dolaşıma sokanlara küfrümüzü asla eksik etmeyelim.
Tüm meselenin kökeni, nihayetinde insana ulaşan,
hayvan türleri arasındaki bu lokal geçiştir. Takip eden süreci, günümüz
dünyasının temel verileri anlamında Çin’deki devlet kapitalizminin emperyalizm
mertebesine yükselmesi, başka bir deyişle, onun yoğun ve evrensel bir şekilde
dünya pazarında bulunma durumu belirleyecektir. Karantina başlayana dek çoktan
sayısız yayılım ağının oluşmuş olmasının sebebini bu gerçekte aramak
gerekmektedir.
Çin hükümeti, salgının çıkış noktasını, yani 40
milyon nüfuslu bir eyaleti son derece başarılı bir şekilde tecrit etti ama yapılan
bu hamle, salgının dünyaya yayılmak üzere çıktığı yolu kesemedi, virüsün uçaklarla
ve gemilerle taşınmasına mani olmakta fazlasıyla geç kaldı.
Salgın konusunda benim “çifte eklem” dediğim, hareketi
betimleyen, şu iki detayı, gerçekleri açığa çıkaracak olgular olarak ele
almakta fayda var: Bugün SARS 2, Vuhan’da zapt edildi, ama bugün birçoğu
yurtdışından gelen Çin vatandaşları sebebiyle Şanghay’da bir yığın vakaya tanık
olunuyor. Dolayısıyla Çin’de, ilki arkaik sonraki modern olmak üzere, kötü
koşullara sahip eski usul pazarlardaki doğa-toplum kesişimi ile kapitalist
dünya pazarının hızlı ve aralıksız hareketliliğine dayanan küresel dağılım
arasındaki bağı gözlemleyebiliyoruz.
Devamında devletlerin bu salgının yayılmasına mani
olmak için adımlar attıkları aşamaya geçildi. Ama salgın ile ilgili
belirlemeler lokal kalırken salgın, tüm yüzeyde enine yayılma imkânı buldu.
Bazı ulusötesi kurumlar, sürece müdahale etseler de cephe hattında daha çok
yerel burjuva devletler olduğu net olarak görülmektedir.
Bu da bizi dünyanın hâlihazırda yüzleştiği büyük
çelişkiyle karşı karşıya bırakıyor. İmal edilen malların seri üretim süreci de
dâhil olmak üzere ekonomi, dünya pazarının himayesi altına girmektedir; basit
bir cep telefonu montajının bile en az yedi farklı devlette, maden sektörü de dâhil
olmak üzere işgücü ve kaynakları harekete geçirdiğini biliyoruz.
Ne var ki siyasi güçler, esasen ulusal ölçekte
kalmaktadırlar. Avrupa, ABD gibi eski emperyalistler ile Çin, Japonya gibi yeni
emperyalistler arasındaki rekabet, kapitalist bir dünya devletiyle sonuçlanacak
her türden süreci gündem dışına atmaktadır. Salgın, aynı zamanda ekonomi ve
politika arasındaki ayrımın çirkince kendini teşhir ettiği bir momenttir.
Avrupa devletleri bile virüs karşısında politikalarını zamanında ayarlamayı
başaramıyorlar.
Bu çelişkinin pençesine yakalanmış olan ulus
devletler, riskin doğası, onları yetkilerinin eylem ve biçiminde değişiklik
yapmaya zorlasa da, Sermaye’nin işleyişine mümkün olduğunca riayet ederek
salgınla baş etmeye çalışıyorlar.
Ülkeler arasındaki bir savaş durumunda devletlerin
yerli sermayeyi kurtarmak için, beklenileceği üzere, yalnızca halk kitlelerine
değil, burjuvaziye de hatırı sayılır sınırlamalar getirmek zorunda olduğunu çok
uzun zamandır biliyoruz.
Kimi endüstriler, doğrudan hiçbir paraya
çevrilebilir artı değer yaratmayan askerî teçhizatın ölçüsüz üretimi adına,
neredeyse tümüyle millileştirilmiştir. Çoğu burjuva, memur olarak silâhaltına
alınmış ve ölümle karşı karşıya getirilmiştir. Bilim insanları, yeni silâhlar
üretmek için gece gündüz çalışmış, pek çok aydın ve sanatçı, milliyetçi propaganda
ihtiyacını karşılamaya zorlanmıştır vs.
Bir salgınla karşı karşıya kalındığında bu türden
bir devletçi refleks kaçınılmazdır. Bu nedenle, Macron ve başbakan Edouard
Philippe’in “refah” devletinin dönüşüne ilişkin açıklamaları (işsizleri
desteklemek için harcama yapılması, dükkânları kapanan serbest çalışanlara
yardım edilmesi, devlet hazinesinden 100 ya da 200 milyar talep edilmesi, hatta
yapılan “millileştirme” ilânları) asla şaşırtıcı ya da çelişkili değildir. Buradan
şu sonuca ulaşmak mümkündür: Macron’un kullandığı mecazî ifade, “Koronavirüse
karşı savaştayız” ifadesi doğru bir ifadedir. Savaşta ya da salgında, devlet,
stratejik bir felâketten kaçınmak için bazen sınıfsal doğasının olağan seyrini
ihlal etmek, daha otoriter ve geneli gözeten uygulamaları taahhüt etmek zorunda
kalır.
Bu tutum, mevcut toplumsal düzenin içinde kalarak
ve mümkün olan en yüksek kesinlikle, salgını zapt etme amacının, Macron’un mecazını
tekrar ödünç alırsak, savaşı kazanmanın, bütünüyle mantıksal sonucudur. Doğa
(dolayısıyla bilim insanlarının bu konudaki rakipsiz rolünü) ve toplumsal
düzeni (dolayısıyla devletin otoriter müdahalesini ki devletten başka bir şey
beklenemezdi) kesiştiren ölümcül ve asla şakası olmayan bir sürecin yayılımının
dayattığı bir zorunluluktur.
Bu çabanın ortasında büyük bir boşluğun belirmesi
kaçınılmazdır. Koruyucu maske yokluğunu ve hastane izolasyonu konusundaki hazırlıksızlığı
göz önünde bulunduralım. Ama kim bu tür bir durumu “tahmin etmekle” övünebilirdi
ki? Belirli açılardan devletin mevcut durumu engellemediği doğru. Onlarca yıl
içinde ulusal sağlık sistemini kamu yararına hizmet eden tüm devlet sektörleriyle
birlikte zayıflatarak devlet, sanki yıkıcı bir salgın türünden bir şey ülkemizi
etkileyemezmiş gibi davrandı. Bu açıdan devlet, yalnızca Macron olarak değil,
geçtiğimiz otuz yılda göreve gelenlerin tümü şahsında, mutlak suçludur.
Ama şu hususu düzeltmek lazım: Bu tipte bir
salgının Fransa’da ortaya çıkabileceğini bir avuç istisnai bilim insanı dışında
kimse tahmin edemedi, bunu aklına bile getirmedi. Pek çok kimse, büyük
ihtimalle bu tür bir şeye demokratik Avrupa değil, karanlıklar içindeki Afrika
ya da totaliter Çin’in layık olduğunu düşündü. Uzun uzun gevezelik etme hakkını
kullanan ve son dönemde alaycı tavırların hedefi hâline getirdikleri Macron’u
mesele yapmaya devam eden solcular, Sarı Yelekliler hatta sendikacılar bile bunu
kesinlikle öngöremediler.
Salgın Çin’den çıkış yaptığı günlerde bu kesim,
gürültülü eylemlerine ve kontrol dışı toplantılarına bunların sayılarını
artırarak devam etti. Oysa bunlar, yaşananlara karşı tedbirler alan iktidarı
sürece müdahale konusunda eleştirecek yaklaşımları boşa düşürecek gelişmelerdi.
Doğrusunu söylemek gerekirse Macron devletinden önce bu tedbirleri hiçbir politik
güç almamıştı.
Devlet açısından durum şu şekildedir: Burjuva
devleti, tek başına burjuvazinin çıkarlarından daha genel olan çıkarları hâkim
kılmalı, bir yandan da gelecekte bu devletin genel biçimini temsil ettiği
sınıfsal çıkarların üstün olduğu gerçeğini stratejik düzlemde korumalıdır.
Başka bir ifadeyle mevcut konjonktürün dayatması sonucu devlet, kendisi genel
mahiyette olan, savaş zamanlarında yabancı işgalci olarak karşımıza çıkan, bugünkü
durumda SARS 2 virüsü formunu alan “düşman”ın içerideki varlığı üzerinden, yetkili
temsilcisi olduğu sınıfın çıkarlarını daha kamusal çıkarlarla kaynaştırmaya
başvurarak kontrol etmek zorunda kalmaktadır.
Küresel salgın veya dünya savaşı türünden durumlar,
politik düzeyde “tarafsız”dır. Geçmişteki savaşlar, yalnızca iki ülkede, Rusya’da
ve Çin’de devrimleri tetikledi ki bunlar da o dönemin imparatorlukları
bakımından aykırı örnekler olarak nitelendirilebilir. Rusya örneğinde bunun
nedeni, Çarlık rejiminin her anlamda gerilemesi ve bu gerilemeye, çok uzun zamandır,
uçsuz bucaksız ülkede gerçek bir kapitalizmin doğumuna uyum sağlama ihtimali
bulunan bir güç olarak tanıklık etmiş olmasıydı. Buna karşılık bir de Bolşevikler,
yani olağanüstü liderler tarafından iradeli bir biçimde yapılandırılmış, modern
bir politik öncü vardı. Çin örneğinde ise devrimci iç savaş dünya savaşını
öncelemişti ve Çin Komünist Partisi henüz 1940 senesinde denenip sınanmış bir
halk ordusunun başında bulunuyordu. Buna karşın Batı’da hiçbir güç, muzaffer
bir devrimin fitilini ateşleyemedi. 1918’de mağlup edilmiş olan ülke olarak
Almanya’da bile Spartakist ayaklanma hızla ezildi.
Bundan alınacak ders açık: sürmekte olan salgın,
salgın olarak, Fransa gibi bir ülkede kayda değer hiçbir politik sonuç
doğurmayacaktır. Yeni baş gösteren homurdanmalar ve yaygın olarak atılsa da
uyduruk olan sloganlar üzerinden gerçeğe bakıp, bu burjuvazinin Macron’dan
kurtulma vaktinin geldiğine inandığını varsaysak bile bu, kayda değer herhangi
bir değişikliğin yaşanacağı anlamına gelmez. ‘Siyaseten doğru’ adaylar, köhne
olduğu kadar tiksinti verici de olan “milliyetçiliğin” küflenmiş bir biçiminin savunucuları
olarak, zaten şuan kulislerde beklemekte.
Bu ülkenin politik koşullarında esaslı bir
değişimi arzulayanlar olarak biz, bu salgının yol açtığı fasıladan, hatta tüm
bu gerekli tecrit ortamından istifade etmeli, politikanın yeni çehresi, yeni
politik alanlara yönelik projeler ve devletçilik deneyi denilen, ilginç ama
nihayetinde mağlup olmuş olan aşamayı, komünizmin icadı olan o parlak merhaleyi
takip edecek üçüncü komünizm aşaması üzerine çalışma yürütmeliyiz.
Ayrıca salgın gibi bir olgunun kendi başına
politik düzlemde yaratıcı bir yönde etkili olabileceğine inanan her bakış
açısının sert bir eleştirisini yapmalıyız. Salgın ile ilgili bilimsel bilgi
genele aktarılmalı, ama bunun da ötesinde hastaneler ve kamu sağlığı, okullar
ve eşitlikçi eğitim, yaşlıların bakımı ve buna benzer sorunlarla ilgili yeni
tespitler ve kanaatler üzerinden taleplerde bulunmalıyız. Tüm bunlar, ancak mevcut
durumun açığa çıkarttığı, tehlike arz eden zafiyetlerin bilançosu ile birlikte
dillendirilebilir.
Bu arada şunu belirtmem lazım: “sosyal medya”
denilen şeyin milyarderlerin ceplerini doldurması yanında, her şeyden önce palavracıların
zihin felcinin, raydan çıkmış dedikoduların, eski kafalı insanların ortaya
koyduğu “yeniliklerin” hatta faşist cahilliğin yayılması için kullanılan bir
yer olduğu gerçeği, tüm açıklığıyla ve cesaretle ortaya konulmalıdır.
Tecrit süresince, hatta
bilhassa bu dönemde, bilim tarafından kontrol edilebilir hakikatler ve yeni politikaya,
bu politikanın yerelliklere ait deneyimlerine ve stratejik amaçlarına dair gerçekçi
bakış açıları haricinde, hiçbir şeye itibar etmeyelim.
Alain Badiou
23 Mart 2020
0 Yorum:
Yorum Gönder