18 Mart 2020

, ,

Bayrak


Bayrağımız Evrensel Cumhuriyetin Bayrağıdır
Marx, 1871’de kurulan Paris Komünü’nün en önemli yanının, gerçekleştirmek istediği idealler değil, “işleyen varlığı” olduğunu söylerken, esasen ileride oluşacak toplum konusunda isyancıların herhangi bir plan ortaya koymadıkları üzerinde durur.
Bu anlamda Komün, politik icatlar yapan, geçmişe ait senaryoların ve ifadelerin prangasından kurtulmuş hâlde veya hemen oracıkta doğaçlama hareket etmek suretiyle gerektiği şekilde yeniden yapılanan bir güçtür. Bu gücü asıl besleyense imparatorluğun bir ayağının çukurda olduğu günlerde halkın gerçekleştirdiği birlik süreci üzerinden su yüzüne çıkan arzulardır.
Başkentte gerçekleşen ayaklanmanın bayrağında “Evrensel Cumhuriyet” yazılıdır. Bu anlamda Komün, bir olay ve politik bir kültür olarak ulus anlatısı içerisinde dikişsiz bir biçimde bütünleştirme girişimlerine her daim direnç göstermiştir.
Bir Komün üyesinin yıllar sonra anımsadığı biçimiyle Komün, her şeyin ötesinde, “yürekli bir enternasyonalizm çağrısıdır.”[1]
Komün döneminde Paris, Fransa’nın başkenti değil, evrensel halklar federasyonunda özerk bir kolektif hâline gelmek istemiştir. Onun arzusu, devlet değil, ölçek olarak nihayetinde enternasyonal olacak olan komünler federasyonunda bir unsur, bir birim olmaktır.
Birçok tarihçi ve Komün’de öne çıkan kimi yabancı üyeler bu gerçeği onaylasa da Komün’deki milliyetçilik dışı özgünlük, yürüdüğü yolda hiçbir zaman belirleyici olmamıştır. Bu özel politik tahayyülün ürettiklerine ve ortaya koyduğu pratiklere bakıldığında, olağan tarihsel olaylar incelendiğinde, bu milliyetçilik dışı olma hâline dair herhangi bir ize rastlanmaz. Bu noktada Komün’ün karargâhı olarak iş gören Hôtel de Ville’de [Paris Belediye Binası’nda] kararlaştırılan askerî manevralar, çıkartılacak kanunlarla konusunda yapılan kavgalar ve atılan adımlar bu konuda başka bir hikâye anlatır.
Dolayısıyla enternasyonalizm konusunda başka izlere bakmak, Louise Michel’in hatıratında yer alan pasaja benzer metinleri incelemek gerekir.
Nisan 1871’de yaşanan bir olayı anlattığı bölümde Michel, “kapkara, dişleri kaplan gibi sivri bir adam”dan bahseder. Bu adam çok iyi, çok zeki ve çok cesur biridir. Papa’nın ordusunda askerlik yapan bu Kuzey Afrikalı adam, sonrasında Komün’ün safına geçmiştir:
“Bir akşam, nasıl oldu bilmiyorum, istasyonun önündeki siperde ikimiz kaldık. Orada bir ben vardım, bir de bu Papa’nın ordusundan ayrılmış asker. İkimizin elinde de içi mermi dolu tüfek… Şansımız o akşam yaver gitti ve istasyon saldırıya uğramadı. İkimiz de nöbetteydik, siperde bir uçtan diğerine yürüyüp duruyorduk. Bir an adam karşıma geçip bana şu soruyu sordu:
– Bu yaşadığımız hayat sana neler hissettiriyor?
– Sanki önümüzde ulaşmamız gereken bir sahil var, böyle bir his bırakıyor bende.
– Bu hayat benim için resimli bir kitabı okumak gibi.
Sonra ikimiz, Clamar bölgesindeki Versay’ın o derin sessizliğinde, siper boyu yürümeye devam ettik.”[2]
Bu pasajda karşımıza ihtimal dışı gibi görünen, önceden planlanmamış Komün faaliyetlerinin nelere kadir olduğunu görüyoruz. Bu faaliyetler, Papalık Muhafızları’ndan bir Afrikalıyı kopartıp eski bir öğretmen olan Louise Michel’le bir araya getiriyor. Aynı asker, Michel’in ordudan aldığı çizmeleri geçiriyor ayaklarına. Bir gece vakti bu iki kişi bir siperde nöbet tutuyor.
Papalık Ordusu, Fransa-Prusya Savaşı’nda Fransa’nın yanında yer aldı, ama Prusyalılar Paris’e girince, bu ordu terhis edildi. Bu durum, o dönemde Paris’te neden Afrikalıların bulunduğunu izah ediyor, ama bu askerlerin neden Komün saflarına katıldığını izah etmiyor.
Yukarıdaki hikâyede bir siperde bulunan iki kişiye dair çarpıcı bir anlatıma yer veriliyor. Bu iki kişi, bir yandan da yaşanan olaylar esnasında kendi çalışmalarını ve tarihteki varlıklarını nasıl anladıklarına dair bir şeyler de söylüyor. Kısa ve esrarengiz cümleler kuruyorlar, ama bu cümleler üzerinden şu tür sorulara ulaşmak mümkün:
Tümüyle yeni bir yere doğru mu gidiyoruz yoksa eski bir resimli kitabı, bir macera kitabını, mesela Fransız Devrimi’nin hikâyesini mi okuyoruz?
Yeni bir dünyaya doğru mu yürüyoruz yoksa biz, zaten anlatılmış olan bir hikâyenin basit birer figürü müyüz?
Tümüyle yeni erkek ve kadınlar mıyız yoksa eski bir hikâyenin canlı renklerle bezenmiş imgeleminde yeniden konumlandırılmış karakterleri miyiz?
Bu iki Komünarın dile getirdiği deneyimler birbirinden farklı ve ikisi de kişinin kendi politik özneleşme süreci ile ilişkisinin farklı olabileceğini, bu öznelliğin farklı yaşanabileceğini ortaya koyuyor.
Ne var ki bu iki tarzın çeliştiğinden söz edilemez. Esasında iki kişinin deneyimi, Komün’de dönemi deneyimleme tarzının yaşadığı dönüşüm ve bu deneyimin toplumsal olanla ilişkisi konusunda bir şeyler söylüyor. Bu ilişki, eski biçimleri ve figürleri yeni bir bağlamda harekete geçiren veya yeni biçimler ve figürler üzerinden ilerleyen tarihi hafızaya nakşetme yolları ile alakalı.
Kristin Ross
[Kaynak: Communal Luxury: The Political Imaginary of the Paris Commune, Verso, 2015.]

0 Yorum: