Bugün bir araya geldiğimiz yer, fitilini iktidar
partisi üyelerinin yaptığı konuşmaların tutuşturduğu faşist güruhun dört gün
önce polisten aldığı destek ve yardımla Müslümanlara saldırdığı yerin çok yakınında.
Sosyal medya üzerinden örgütlenen bu güruh, mahkemelerin kendilerine bir şey
yapmayacağına dair kanaatin verdiği rahatlıkla silâhlandı ve Kuzey Doğu
Delhi’nin işçi mahallelerinde yaşayan Müslümanlara saldırdı.
Bir zamandır saldırının gerçekleşeceğine dair
söylentiler ortalıkta dolaştığı için insanlar belli ölçüde hazırlıklılardı ve
bu sayede kendilerini savunabildiler. Saldırılarda pazarlar, dükkânlar, evler,
camiler ve araçlar ateşe verildi. Sokaklara taş ve moloz yığıldı. Hastaneler
ölü ve yaralılarla doldu. Morglarda yer kalmadı. İstihbarat bürosundan bir genç
ve bir polis öldü. Müslümanlardan ve Hindulardan ölenler var. Evet. Her iki
taraftan insanlar, hem korku salabildiklerini hem de inanılmaz bir cesaret ve
nezaketle hareket edebildiklerini ortaya koydular.
Ama iki taraf arasında bir denklik yok. Bu durum,
tepeden tırnağa faşist olan bir devlet aygıtının desteğini arkasına alan lümpen
güruhun “Jai Shri Ram” [“Zafer Tanrı
Rama’nındır”] diye bağırıp saldırıya geçmiş olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bu
sloganlara bakıp da bu isyanı “Hindu-Müslüman isyanı” olarak etiketleyemeyiz.
Bu isyan, faşistlerle antifaşistler arasında süregiden savaşın bir tezahürüdür.
Bu savaşta Müslümanlar, faşistlerin düşmanları arasında ilk sırada yer
almaktadırlar. Buna isyan ya da “danga”
demek, onu birçokları gibi solla sağın hatta sağ ile yanlış olanın kavgası
olarak görmek, hem tehlikeli hem de gerçekleri gizleyen bir tutumdur.
Kundaklama eylemleri esnasında polisin hiçbir şey
yapmadığını, hatta bazen bu tür eylemlere katıldığını gösteren videolara tanık
olduk. Kapalı devre televizyon kameraları parçalandı. 15 Aralık günü İslami
Milli Camia Üniversitesi kütüphanesine yapılan saldırıda da aynı şey
yaşanmıştı. Saldırganlar Müslüman erkekleri topluca yere yatırıp dövdü, onlara
zorla milli marş söylettirdiler. Bu saldırıda bir genç öldürüldü. Yaralı, ölü
veya harap olmuş kişilerin Müslüman ve Hindu olmasının bir önemi yok, sonuçta herkes,
başını Narendra Modi’nin çektiği bu rejimin kurbanı. Faşist başbakan, 18 yıl
önce haftalarca süren katliam esnasında süreci yöneten isimlerden biriydi.
Bu çatışma sürecinin anatomisi önümüzdeki yıllarda
incelenecektir. Fakat yerele ilişkin detaylar, sadece tarihin kaydettiği olgular
olarak gündeme geldi. Zira nefret yüklü söylentiler dalga dalga yayıldı, bir
anafora yol açtı ve havayı kan kokusu sardı. Artık Kuzey Delhi’de kimse
öldürülmüyor olsa bile, dün (29 Şubat) Orta Delhi’de birçok insan “Desh ke Gaddaron ko, Goli maaron saalon ko”
[“Ülkeye ihanet edenlere ne yapmalı? Onları vurmalı!”] türünden sloganlar atıp
saldırıya geçtiler.
Birkaç gün önce Delhi Yüksek Mahkeme Hâkimi Muralidharan,
polisin daha önce yukarıda aktardığımız sloganı seçimlerde kullanmış olan eski
Hindistan Halk Partisi milletvekili Kapil Mişra’ya karşı harekete geçmemiş
olmasını öfkeli bir ifadeyle eleştirmişti. 26 Şubat günü hâkime Pencap Yüksek
Mahkemesi’nde görevlendirildiğine dair emir gece yarısı iletildi. Yeni ikâzların
önümüzdeki günlerde gelmesi mümkün. Sonuçta hâkimlere oynanan oyunlar, onları
alay konusu eden yaklaşımlar yeni bir olgu değil. Hâkim Loya’nın hikâyesini
hepimiz biliyoruz. 202’de Gujarat eyaletinin Naroda Patiya şehrinde 96 Müslüman’ın
öldürüldüğü olaylara katılmakla suçlanan Babu Bajrangi’nin hikâyesini
hiçbirimiz unutmuş değiliz. YouTube’daki
konuşmasını dinleyebilirsiniz. Orada hâkimleri ayarladığı için girdiği
hapishaneden devletin kendisini nasıl çıkarttığını anlatıyor.
Seçimler öncesi bu türden katliamların yaşanmasını
beklemeyi zaman içerisinde öğrendik. Bu tür barbarlık üzerine kurulu seçim
kampanyalarında seçmenler kutuplaştırılıyor ve partiler, kendilerine belirli
bir seçmen kitlesi oluşturuyorlar. Gelgelelim bu Delhi katliamı, seçimlerden
birkaç gün sonra, Hindistan Halk Partisi-Milliyetçi Gönüllüler Teşkilâtı’nın
küçük düşürücü bir yenilgiyle yüzleşmesinin hemen ardından gerçekleşti. Sonuçta
bu olay üzerinden Delhi cezalandırıldı ve Bihar’da yakında seçim yapılacağı ilân
edilmiş oldu.
Her şey kayıt altında. Kapil Mişra’nın, Birlik
Bakanı Anurag Thakur’un, Uttar Pradeş eyaleti başbakanı Yogi Adityanath’ın,
içişleri bakanı Amit Şah’ın, hatta başbakanın bizatihi kendisinin yaptığı
provokatif konuşmalara hepimiz şahitlik ettik, bunları kendi kulaklarımızla
işittik. Ama ne var ki her şey altüst oldu, tüm Hindistan’da yaklaşık 75 gün
boyunca sokaklar barış yanlısı, büyük kısmı kadınlardan oluşan Müslüman
göstericilere ev sahipliği yaptı. Müslüman dışında başka dinlerden kişilerin de
bulunduğu on binleri bulan kitle, Yeni Yurttaşlık Kanunu’nu protesto etti.
Müslüman olmayan azınlıkların hızla yurttaş
olmasını öngören kanun, anayasaya aykırı ve bariz biçimde Müslüman karşıtı.
Ulusal Nüfus Kaydı ve Ulusal Yurttaşlar Kaydı ile birlikte bu kanun, özünde sadece
Müslümanların değil, gerekli belgelere sahip olmayan yüz milyonlarca Hintlinin
gayrimeşru ve suçlu ilân edilmesi, istikrarsızlaştırılması anlamına geliyor. Bugünlerde
“Goli Maaro Saalon Ko” [“Hainleri
Vurun!”] diye bağıranlar da aynı tehlikeyle karşı karşıya.
Yurttaşlık ile birlikte çocuklarınızın hakları,
seçmenlik haklarınız ve toprakla ilgili haklarınız dâhil her şey tartılır hâle
getiriliyor. Hannah Arendt’in de ifade ettiği biçimiyle, “yurttaşlık size
haklara sahip olma hakkı bahşeder.” Bu meselenin kendisini hiç ilgilendirmediğini
düşünenler Assam eyaletine bakmalı, Hindu, Müslüman, Dalit ve Adivasilerden
oluşan iki milyon insanın başına gelenleri görmelidir. Aynı sorun, bugün Meghalaya’daki
kabilelerle ve kabile mensubu olmayan insanlar arasında açığa çıktı. Shillong’da
sokağa çıkma yasağı ilân edildi. Eyalet sınırları eyalet sakini olmayanlara
kapatıldı.
Yukarıda bahsi edilen üç kanunun yegâne amacı,
sadece Hindistan’da değil tüm alt kıtada insanları istikrarsızlaştırıp
bölmektir. Bugün içişleri bakanının Bangladeşlileri “termit” olarak nitelemesinde
olduğu gibi bu milyonlarca insan da zararlı unsur olarak görülmektedir ve bu
insanların gözetleme merkezlerinde tutulması veya sınır dışı edilmesi mümkün değildir.
Bu tür bir dile başvuran, saçma ve insanlık dışı bir programı uygulamayı
düşünen hükümet, ilgileniyormuş gibi yaptığı, ama aslında Yeni Delhi kaynaklı
bağnazlığın saldırılarına maruz kalacak, Bangladeş’te, Pakistan’da ve
Afganistan’da yaşayan on milyonlarca Hindu’yu fiiliyatta tehlikeye atmaktadır.
Şu geldiğimiz noktaya bir bakın.
1947’de şu anki yöneticilerimiz hariç neredeyse
herkes mücadele yürüttü ve sömürgeci idareden bağımsızlığımızı elde ettik. O günden
bugüne tüm yolculuğumuzda her türden toplumsal hareketin, kast karşıtı
mücadelelerin, anti-kapitalist mücadelelerin ve feminist mücadelelerin izi var.
Altmışlarda devrim çağrısı, aslında adalet
talebiyle, servetin yeniden dağıtılıp yönetici sınıfın iktidarının yıkılması
isteğiyle ilgiliydi.
Doksanlarda esas olarak milyonlarca insanın
topraklarından ve köylerinden uzaklaştırılmasına karşı mücadele ettik. Bu insanlar,
63 Hintli zenginin bir milyar iki yüz milyonluk nüfus için hazırlanan yıllık
bütçeden daha fazla zenginliğe sahip olduğu yeni Hindistan’ın inşasında “sivil
zaiyat” olarak nitelendirilmişlerdi.
Bugünse bu ülkeyi inşa etmek dışında elinde hiçbir
şey bulunmayan halka mensup yurttaşlar olarak haklarımızın verilmesi için
mücadele ediyoruz. Bu süreçte görüyoruz ki devlet halk üzerindeki koruma
duvarlarını kaldırıyor, polis belirli bir cemaatin eline geçiyor, yargı görevini
yerine getirmiyor, medyaya baktığımızda rahatı yerinde olanın bile canı
sıkılıyor, rahatsız olanlarsa tam tersini yapıyorlar.
Cemmu ve Keşmir’in anayasaya aykırı biçimde
eskiden sahip olduğu statüyü yitirmesi üzerinden 210 gün geçti. Eski üç bakanı
dâhil binlerce Keşmirli, hâlâ hapiste. Yedi milyon insan, bugün haberleşme
konusunda kuşatma altında ki bu aslında insan haklarını ihlal eden yeni bir
uygulama biçimi. 26 Şubat günü Delhi sokakları Srinagar sokaklarına benziyordu.
O gün Keşmirli çocuklar yedi ay sonra ilk kez okula gittiler. Herkesin
boğazının yavaşça sıkıldığı koşullarda okula gitmenin ne anlamı var ki?
Anayasanın yönetmediği, kurumlarının içinin
tümüyle boşaltıldığı bir demokrasi, ancak çoğunlukçu demokrasi olarak
nitelendirilebilir. Anayasa’nın tamamına veya belirli bölümlerine katılmıyor olabilirsiniz.
Burada artık anayasa yokmuş gibi davranılıyor zira hükümet, demokrasiyi
kökünden kazıma derdinde. Muhtemelen amacı bu. Bu siyaset, ülkemizi sarmış
koronavirüsü. Hepimiz hastayız.
Seçimleri kazanmak isteyen bir politik partinin
ahlakî bir konum alması mümkün değil. Zira ülkede politik sistemin tüm kanalları
alevler sarmış. Sistem çöküyor.
Bugün bize lazım gelen, halk karşıtı olmaya hazır
insanlar. Canlarını tehlikeye hazır insanlar. Hakikati söylemeye hazır olan
insanlar lazım bize. Cesur gazeteciler bunu yapabilir, yaptılar da zaten. Cesur
avukatlar yapabilir, yaptılar zaten. Güzel, zeki, cesur yazarlar, şairler,
müzisyenler, ressamlar ve yönetmenler bunu yapabilir. Güzellik bizim
safımızdadır.
Yapacak işlerimiz,
kazanılacak bir dünya var.
Arundhati Roy
1 Mart 2020
1 Mart 2020
0 Yorum:
Yorum Gönder