02 Mart 2020

,

Hepimiz Hastayız


Sevgili dostlar, yoldaşlar ve yazar arkadaşlar,

Bugün bir araya geldiğimiz yer, fitilini iktidar partisi üyelerinin yaptığı konuşmaların tutuşturduğu faşist güruhun dört gün önce polisten aldığı destek ve yardımla Müslümanlara saldırdığı yerin çok yakınında. Sosyal medya üzerinden örgütlenen bu güruh, mahkemelerin kendilerine bir şey yapmayacağına dair kanaatin verdiği rahatlıkla silâhlandı ve Kuzey Doğu Delhi’nin işçi mahallelerinde yaşayan Müslümanlara saldırdı.

Bir zamandır saldırının gerçekleşeceğine dair söylentiler ortalıkta dolaştığı için insanlar belli ölçüde hazırlıklılardı ve bu sayede kendilerini savunabildiler. Saldırılarda pazarlar, dükkânlar, evler, camiler ve araçlar ateşe verildi. Sokaklara taş ve moloz yığıldı. Hastaneler ölü ve yaralılarla doldu. Morglarda yer kalmadı. İstihbarat bürosundan bir genç ve bir polis öldü. Müslümanlardan ve Hindulardan ölenler var. Evet. Her iki taraftan insanlar, hem korku salabildiklerini hem de inanılmaz bir cesaret ve nezaketle hareket edebildiklerini ortaya koydular.

Ama iki taraf arasında bir denklik yok. Bu durum, tepeden tırnağa faşist olan bir devlet aygıtının desteğini arkasına alan lümpen güruhun “Jai Shri Ram” [“Zafer Tanrı Rama’nındır”] diye bağırıp saldırıya geçmiş olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bu sloganlara bakıp da bu isyanı “Hindu-Müslüman isyanı” olarak etiketleyemeyiz. Bu isyan, faşistlerle antifaşistler arasında süregiden savaşın bir tezahürüdür. Bu savaşta Müslümanlar, faşistlerin düşmanları arasında ilk sırada yer almaktadırlar. Buna isyan ya da “danga” demek, onu birçokları gibi solla sağın hatta sağ ile yanlış olanın kavgası olarak görmek, hem tehlikeli hem de gerçekleri gizleyen bir tutumdur.

Kundaklama eylemleri esnasında polisin hiçbir şey yapmadığını, hatta bazen bu tür eylemlere katıldığını gösteren videolara tanık olduk. Kapalı devre televizyon kameraları parçalandı. 15 Aralık günü İslami Milli Camia Üniversitesi kütüphanesine yapılan saldırıda da aynı şey yaşanmıştı. Saldırganlar Müslüman erkekleri topluca yere yatırıp dövdü, onlara zorla milli marş söylettirdiler. Bu saldırıda bir genç öldürüldü. Yaralı, ölü veya harap olmuş kişilerin Müslüman ve Hindu olmasının bir önemi yok, sonuçta herkes, başını Narendra Modi’nin çektiği bu rejimin kurbanı. Faşist başbakan, 18 yıl önce haftalarca süren katliam esnasında süreci yöneten isimlerden biriydi.

Bu çatışma sürecinin anatomisi önümüzdeki yıllarda incelenecektir. Fakat yerele ilişkin detaylar, sadece tarihin kaydettiği olgular olarak gündeme geldi. Zira nefret yüklü söylentiler dalga dalga yayıldı, bir anafora yol açtı ve havayı kan kokusu sardı. Artık Kuzey Delhi’de kimse öldürülmüyor olsa bile, dün (29 Şubat) Orta Delhi’de birçok insan “Desh ke Gaddaron ko, Goli maaron saalon ko” [“Ülkeye ihanet edenlere ne yapmalı? Onları vurmalı!”] türünden sloganlar atıp saldırıya geçtiler.

Birkaç gün önce Delhi Yüksek Mahkeme Hâkimi Muralidharan, polisin daha önce yukarıda aktardığımız sloganı seçimlerde kullanmış olan eski Hindistan Halk Partisi milletvekili Kapil Mişra’ya karşı harekete geçmemiş olmasını öfkeli bir ifadeyle eleştirmişti. 26 Şubat günü hâkime Pencap Yüksek Mahkemesi’nde görevlendirildiğine dair emir gece yarısı iletildi. Yeni ikâzların önümüzdeki günlerde gelmesi mümkün. Sonuçta hâkimlere oynanan oyunlar, onları alay konusu eden yaklaşımlar yeni bir olgu değil. Hâkim Loya’nın hikâyesini hepimiz biliyoruz. 202’de Gujarat eyaletinin Naroda Patiya şehrinde 96 Müslüman’ın öldürüldüğü olaylara katılmakla suçlanan Babu Bajrangi’nin hikâyesini hiçbirimiz unutmuş değiliz. YouTube’daki konuşmasını dinleyebilirsiniz. Orada hâkimleri ayarladığı için girdiği hapishaneden devletin kendisini nasıl çıkarttığını anlatıyor.

Seçimler öncesi bu türden katliamların yaşanmasını beklemeyi zaman içerisinde öğrendik. Bu tür barbarlık üzerine kurulu seçim kampanyalarında seçmenler kutuplaştırılıyor ve partiler, kendilerine belirli bir seçmen kitlesi oluşturuyorlar. Gelgelelim bu Delhi katliamı, seçimlerden birkaç gün sonra, Hindistan Halk Partisi-Milliyetçi Gönüllüler Teşkilâtı’nın küçük düşürücü bir yenilgiyle yüzleşmesinin hemen ardından gerçekleşti. Sonuçta bu olay üzerinden Delhi cezalandırıldı ve Bihar’da yakında seçim yapılacağı ilân edilmiş oldu.

Her şey kayıt altında. Kapil Mişra’nın, Birlik Bakanı Anurag Thakur’un, Uttar Pradeş eyaleti başbakanı Yogi Adityanath’ın, içişleri bakanı Amit Şah’ın, hatta başbakanın bizatihi kendisinin yaptığı provokatif konuşmalara hepimiz şahitlik ettik, bunları kendi kulaklarımızla işittik. Ama ne var ki her şey altüst oldu, tüm Hindistan’da yaklaşık 75 gün boyunca sokaklar barış yanlısı, büyük kısmı kadınlardan oluşan Müslüman göstericilere ev sahipliği yaptı. Müslüman dışında başka dinlerden kişilerin de bulunduğu on binleri bulan kitle, Yeni Yurttaşlık Kanunu’nu protesto etti.

Müslüman olmayan azınlıkların hızla yurttaş olmasını öngören kanun, anayasaya aykırı ve bariz biçimde Müslüman karşıtı. Ulusal Nüfus Kaydı ve Ulusal Yurttaşlar Kaydı ile birlikte bu kanun, özünde sadece Müslümanların değil, gerekli belgelere sahip olmayan yüz milyonlarca Hintlinin gayrimeşru ve suçlu ilân edilmesi, istikrarsızlaştırılması anlamına geliyor. Bugünlerde “Goli Maaro Saalon Ko” [“Hainleri Vurun!”] diye bağıranlar da aynı tehlikeyle karşı karşıya.

Yurttaşlık ile birlikte çocuklarınızın hakları, seçmenlik haklarınız ve toprakla ilgili haklarınız dâhil her şey tartılır hâle getiriliyor. Hannah Arendt’in de ifade ettiği biçimiyle, “yurttaşlık size haklara sahip olma hakkı bahşeder.” Bu meselenin kendisini hiç ilgilendirmediğini düşünenler Assam eyaletine bakmalı, Hindu, Müslüman, Dalit ve Adivasilerden oluşan iki milyon insanın başına gelenleri görmelidir. Aynı sorun, bugün Meghalaya’daki kabilelerle ve kabile mensubu olmayan insanlar arasında açığa çıktı. Shillong’da sokağa çıkma yasağı ilân edildi. Eyalet sınırları eyalet sakini olmayanlara kapatıldı.

Yukarıda bahsi edilen üç kanunun yegâne amacı, sadece Hindistan’da değil tüm alt kıtada insanları istikrarsızlaştırıp bölmektir. Bugün içişleri bakanının Bangladeşlileri “termit” olarak nitelemesinde olduğu gibi bu milyonlarca insan da zararlı unsur olarak görülmektedir ve bu insanların gözetleme merkezlerinde tutulması veya sınır dışı edilmesi mümkün değildir. Bu tür bir dile başvuran, saçma ve insanlık dışı bir programı uygulamayı düşünen hükümet, ilgileniyormuş gibi yaptığı, ama aslında Yeni Delhi kaynaklı bağnazlığın saldırılarına maruz kalacak, Bangladeş’te, Pakistan’da ve Afganistan’da yaşayan on milyonlarca Hindu’yu fiiliyatta tehlikeye atmaktadır.

Şu geldiğimiz noktaya bir bakın.

1947’de şu anki yöneticilerimiz hariç neredeyse herkes mücadele yürüttü ve sömürgeci idareden bağımsızlığımızı elde ettik. O günden bugüne tüm yolculuğumuzda her türden toplumsal hareketin, kast karşıtı mücadelelerin, anti-kapitalist mücadelelerin ve feminist mücadelelerin izi var.

Altmışlarda devrim çağrısı, aslında adalet talebiyle, servetin yeniden dağıtılıp yönetici sınıfın iktidarının yıkılması isteğiyle ilgiliydi.

Doksanlarda esas olarak milyonlarca insanın topraklarından ve köylerinden uzaklaştırılmasına karşı mücadele ettik. Bu insanlar, 63 Hintli zenginin bir milyar iki yüz milyonluk nüfus için hazırlanan yıllık bütçeden daha fazla zenginliğe sahip olduğu yeni Hindistan’ın inşasında “sivil zaiyat” olarak nitelendirilmişlerdi.

Bugünse bu ülkeyi inşa etmek dışında elinde hiçbir şey bulunmayan halka mensup yurttaşlar olarak haklarımızın verilmesi için mücadele ediyoruz. Bu süreçte görüyoruz ki devlet halk üzerindeki koruma duvarlarını kaldırıyor, polis belirli bir cemaatin eline geçiyor, yargı görevini yerine getirmiyor, medyaya baktığımızda rahatı yerinde olanın bile canı sıkılıyor, rahatsız olanlarsa tam tersini yapıyorlar.

Cemmu ve Keşmir’in anayasaya aykırı biçimde eskiden sahip olduğu statüyü yitirmesi üzerinden 210 gün geçti. Eski üç bakanı dâhil binlerce Keşmirli, hâlâ hapiste. Yedi milyon insan, bugün haberleşme konusunda kuşatma altında ki bu aslında insan haklarını ihlal eden yeni bir uygulama biçimi. 26 Şubat günü Delhi sokakları Srinagar sokaklarına benziyordu. O gün Keşmirli çocuklar yedi ay sonra ilk kez okula gittiler. Herkesin boğazının yavaşça sıkıldığı koşullarda okula gitmenin ne anlamı var ki?

Anayasanın yönetmediği, kurumlarının içinin tümüyle boşaltıldığı bir demokrasi, ancak çoğunlukçu demokrasi olarak nitelendirilebilir. Anayasa’nın tamamına veya belirli bölümlerine katılmıyor olabilirsiniz. Burada artık anayasa yokmuş gibi davranılıyor zira hükümet, demokrasiyi kökünden kazıma derdinde. Muhtemelen amacı bu. Bu siyaset, ülkemizi sarmış koronavirüsü. Hepimiz hastayız.


Ufukta bize yardıma gelecek bir gemi de görünmüyor. Ortalıkta ne Birleşmiş Milletler var ne de iyi niyetli bir yabancı ülke.

Seçimleri kazanmak isteyen bir politik partinin ahlakî bir konum alması mümkün değil. Zira ülkede politik sistemin tüm kanalları alevler sarmış. Sistem çöküyor.

Bugün bize lazım gelen, halk karşıtı olmaya hazır insanlar. Canlarını tehlikeye hazır insanlar. Hakikati söylemeye hazır olan insanlar lazım bize. Cesur gazeteciler bunu yapabilir, yaptılar da zaten. Cesur avukatlar yapabilir, yaptılar zaten. Güzel, zeki, cesur yazarlar, şairler, müzisyenler, ressamlar ve yönetmenler bunu yapabilir. Güzellik bizim safımızdadır.

Yapacak işlerimiz, kazanılacak bir dünya var.

Arundhati Roy
1 Mart 2020
Kaynak

0 Yorum: